29 Ağustos 2024 Perşembe

Türk liberalizminin sefaleti - Nevzat Evrim Önal / soL


Bu düşünsel sefaletin birbiriyle bağlantılı iki sebebi var: Yabancılaşma ve özne olmaktan kaçış. 


Geçtiğimiz günlerde Kürt siyasi hareketinin Yeni Yaşam gazetesinde Müslüm Yücel imzalı “Türk entelektüelleri” başlıklı bir yazı yayınlandı.1 Yazı özetle “Türk aydını TeCe Devletinin kapıkuludur” tezini Nâzım Hikmet üzerinden ispata çalışıyor. 

Yücel’in Nâzım’la kavgası Davud’un Golyat’la kavgasına değil tavşanın dağ ile münasebetine benziyor ve bu sefaleti detaylı biçimde dün Fatih Yaşlı eleştirdi2, uzatmaya gerek yok. Meselenin beni ilgilendiren kısmı, Kürt siyasi hareketine yamanıp aydın olmanın ahlaki üstünlük şartını sağladığını zanneden sol liberallerin Yücel’in lümpen milliyetçiliği karşısında yaşadığı şok. 

Örneğin Veli Saçılık feryat ediyor3“Yeni Yaşam gazetesinde böylesine rezil bir yazı yayınlanmamalıydı.” Ama bu ilk değil. 2023 sonlarında aynı gazetede Meriç Gök imzalı, “Solun Antisemitizmi” başlıklı, Filistin davasını desteklemenin Yahudi düşmanlığı olduğunu iddia eden, aynı rezillikte bir yazı yayınlanmıştı. Yine benzer feryatlar yükselmiş, yazı yayından kaldırılmıştı.4 Ne var ki o yazı da Yücel’in yazısı gibi, yalnızca ele aldığı konuda Kürt milliyetçi hareketinin pozisyonunu açıkça ifade ediyordu. Bu pozisyonu Yiğit Günay, Gök’ün yazısı ile girdiği polemikte çok doğru biçimde saptamıştı5: Kürt milliyetçiliği, pragmatik bir biçimde ABD emperyalizmine yamanıyor ve bu yamanmada aradaki bağ genel olarak liberalizm, özel olarak da antikomünizm ile kuruluyor. Saçılık ise bu pozisyon örtük kalsın ki, kendi çelişkisi canını sıkmasın istiyor.

Uzatmak pahasına başka bir örnek; Pınar Gayıp feryat ediyor:  

“Uzun zaman sonra gerçekten çok üzülerek okuduğum bir yazı. Türk aydınları bizim siyasetimize yön vermiyor arkadaşlar. Ayrıca her "aydın"ı da bir tutmak nereden geliyor? Cemal Süreya, Ahmed Arif, Arkadaş Z. Özer, Nilgün Marmara gibi isimlerin olduğu fotoğrafın yanlış konduğunu, eleştirilerden sonra kaldırılacağını düşünmüştüm dün akşam yazıyı okuduğumda. Ama hayır kasti. Neden? Yürüttükleri mücadele yeterli mi gelmedi acaba? (…) Türkiye devrimci hareketenin Kürt özgürlük hareketine mesafesi ve dayanışmada "şovenizm"in etkisini eleştirmek istediğinizin ve mahkum etmek istediğinizin farkındayız da herkesi aynı kefeye koyamazsınız. Bu mesafeyi kapamaz daha da açar.”6

İtirazın her satırına sinen kişiliksizliğe özellikle dikkat çekmek istiyorum. Gayıp’ın derdi Nâzım’a edilen hakaretler ve atılan iftiralar değil. Aslında Cemal Süreya, Ahmed Arif falan da değil, aynı Veli Saçılık gibi, kendisi. Nâzım’dan vazgeçmeye hazır çünkü Nâzım’ın komünistliği de yurtseverliği de ona büyük geliyor, ama diğer saydığı isimleri kendi liberal pozisyonuna yamayabiliyor. Hatta neredeyse bir virgül daha atıp kendi ismini yazacak. Attığı feryadın özü olan “Yürüttükleri mücadele yeterli mi gelmedi acaba?” cümlesinin meali şu: “Ne istediniz de vermedik?”

Birey de olsa, siyasi hareket de olsa herhangi bir öznenin eyleminin değeri, ancak insanlığın kolektif eylemi içindeki yeriyle ölçülebilir. Dolayısıyla bir aydının mücadelesini ölçüp, tartıp, eksik ya da yeter bulabilecek olan Kürt milliyetçi hareketi değil, tarihtir. Kürt milliyetçi hareketi, bir özne olarak, başka özneler karşısında; bu örnekte de Nâzım’dan yola çıkarak Türk aydınlar karşısında kendi pozisyonunu (bence doğru biçimde) belirliyor. Bunda bir sorun yok. Sorun, Türk liberal solcusunun Kürt milliyetçi hareketini, sadece Kürt halkının acıları ve esaretinin tek vekili değil, aynı zamanda bu vekaletin ona verdiği meşruiyet ile bu topraklardaki her türlü toplumsal mücadelenin (dolayısıyla verdiği kadarıyla kendi mücadelesinin) ahlaki değerlendirme mercii bellemiş olması.

Bu kişiliksizliğin bir tarihi var, inceleyelim…

                                                         ***

Geçtiğimiz günlerde Berkay Kemal Önoğlu çok önemli bir yazı kaleme aldı ve Türkiye’de genel olarak mandacı, özel olarak da Amerikancı entelektüelliğin tarihine bir giriş yaptı.7 Ben ele aldığımız meseleyi buradan devamla tartışabileceğimizi düşünüyorum.

Kemalist devrim gerçekleşirken mandacılar sadece karşı tarafta, Osmanlıcı cenahta yer alan Ali Kemal gibilerden ibaret değildi. Millî mücadele döneminin önemli entelektüellerinden Halide Edib de Amerikan mandasını savunuyordu ve mücadele bağımsız bir cumhuriyetin kuruluşu ile sonuçlandığında ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Burada vakanın detaylarına girmeyeceğim ama tartışmamız açısından önemli bir noktayı vurgulayacağım: Halide Edib, Amerikancılığa, Üsküdar Amerikan Kız Koleji'ndeki eğitimi ile devşirilmişti.

1923 devrimi boşlukta gerçekleşmedi. Ne göklerden gelen bir karar, ne Vahdettin’in gizli planı, ne de Mustafa Kemal’in tek başına tasavvur edip giriştiği bir maceranın sonucuydu. Tarihsel koşullar müsaitti, Ekim Devrimi bu coğrafyada emperyalizmi bir süreliğine paralize etmişti, Osmanlı düşün dünyasında ise uzun zamandır ucu eşyanın tabiatı gereği cumhuriyetçiliğe uzanan bir modernleşme yaşanıyordu. Mustafa Kemal ve etrafına topladığı devrimci kadrolar kendilerini de yaratan bu koşulları (çok becerikli bir biçimde) değerlendirdi ve Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

Bu gerçekleşmeyebilirdi. Başka pek çok alternatif vardı. Amerikan mandası (ve belki bu eksende ilerleyecek bir uluslaşma) bu alternatiflerden biriydi.

Alternatiflerden herhangi birinin nasıl sonuçlanacağını kesin olarak bilmemizin bir yolu yok. Ama bu toprakların (sadece Türkiye değil tüm bölgenin) toplumsal meseleleri üzerine kafa yoran her entelektüel, Kemalist devrimin insanlığın kolektif tarihi içindeki yeri ve değeri konusunda bir değerlendirme yapmak ve ona dair bir pozisyon belirlemek zorundadır. Bu pozisyon da, eğer hakkaniyetli davranılacaksa, ancak alternatiflerin nasıl sonuçlanacağına dair bir akıl yürütme ve karşılaştırmayla belirlenebilir.

Emperyalizm bu konuda net. Ona göre 1923 devrimi ve kurulan cumhuriyetin yarattığı toplum bir sorun. Tarihsel olarak batıcı devşirmelerden oluşan Türkiye liberalizmine de daha doğumu esnasında bu düşünce nakledildi. Ne var ki liberalizm, uzun yıllar boyunca cumhuriyetin düşün dünyasında kendine merkezi bir yer bulamadı; çünkü bağımsız cumhuriyetçilik ve sosyalizm onun yerleşebileceği bütün köşeleri tutmuştu. 

Bu durum 12 Eylül’le değişti. 12 Eylül’ün tartışılmayacak tek bir sıfatı varsa, o da Amerikancılığıydı. Öyle ki, ABD’de “bizim çocuklar” sıfatıyla anılan darbeciler, 1923 civarında benzer bir şey denese ve başarısız olsa, mutlaka mandacı oldukları için kurşuna dizilirlerdi.

12 Eylül sosyalizmi ezdiğinde ortaya çıkan ideolojik boşluk ülkenin metropollerinde batıcı Türk liberalizminin önünü açtı, örgütlü mücadele boşluğu ise Kürt coğrafyasında Kürt siyasi hareketinin içine doğacağı zemini oluşturdu. 

Eruh baskınından bu yana geçen kırk yılda Kürt siyasi hareketinin yaşadığı dönüşüm bu yazının konusu değil. Ancak 90’ların ortasından itibaren Kürt siyasetiyle Türk liberalizmi arasında ve her ikisiyle siyasal islam arasında somut ilişkiler kurulmaya başladı. 2002’de AKP iktidara geldiğinde ve cumhuriyetin tasfiyesine giriştiğinde yaslanacağı ideolojik ittifak matrisi bu yıllarda oluştu.   

Biz konumuza, bu matrisin liberal ayağına dönelim…

                                                         ***

Devşirme entelektüelliğin nasıl bir haletiruhiye olduğunu göstermek için, 12 Eylül sonrası Türk liberal düşüncesinin en önemli kaleminden bir alıntı yapalım ve devam edelim:

“İstanbul’a bir yabancı gibi bakmak benim için her zaman zevkli ve cemaat duygusu ve milliyetçiliğe karşı da özellikle gerekli bir alışkanlıktır. (…) Batılılaşma bana ve milyonlarca İstanbulluya kendi geçmişlerini “egzotik” bulma zevki vermiştir. Bazan (…) bir şehre bu kadar fazla ait olmamın belki de ona bakışımdaki isteği öldüreceğini düşünürüm. O zamanlar şehre bakışımda Batılı gezginlerin kitaplarını okuya okuya edindiğim bir yabancılık olduğunu da düşünerek kendimi teselli ederim.”8

Kendi toprağına ve insanına yabancılaşmış, onlara emperyalizmin devşirirken yüzüne kondurduğu gözlükten bakan bu haletiruhiye Orhan Pamuk gibi kimi liberallerde zaten vardı. Ama 12 Eylül terörü bunu toplumda (bilhassa da eğitimli orta sınıfta) olağan dışı genişlikte bir nüfusa yayıp, benimsetti. Kendi ülkesinden tiksinen, darbeyi sessizce kabullenmiş (ya ne yapacaktı?) yoksul halka derin bir güvensizlik duyan bu öbek, kişiliksiz batıcılığın toplumsal tabanını ve kadro kaynağını oluşturdu. Emperyalist merkezlerden bu toplumsallığa aşılanan liberalizm, onun yabancılaşmış haletiruhiyesinde kendisine çok bereketli (dilerseniz, enfeksiyona hazır) bir ortam buldu. 

Nakledilen düşüncenin özeti ise şuydu: “Tüm eksikliklerine rağmen batı demokrasisi en uygar ve insancıl toplum düzenidir. Antiemperyalizm bu uygarlığa düşman olmaktır. Marksizm indirgemecidir. Toplum sınıflardan oluşan çelişkili bir ekonomik bütünlük değil; indirgenemeyecek kimliklerden oluşan ve demokratik hoşgörü kültürü sayesinde çelişkisiz olmasa da çatışmasız kılınabilecek bir kültürel mozaiktir. Ve bir kimlik ne kadar mağdursa ve mağduriyeti trajik anlamda ne kadar estetikse, ahlaki olarak o kadar üstün, hoşgörüye o kadar mazhardır.”

Bu düşünceyle donanan Türk liberali, eline emperyalistlerin tutuşturduğu ahlak terazisini alıp, tanımadığı, hakkında hemen hiçbir derin fikre sahip olmadığı ülkesine dair emperyalistlerin kendisine anlattığı öykülerde mağdur aramaya başladı. Doğal olarak bulduğu her mağdur devlet tarafından mağdur edilmişti. Demek ki ilk günah, o devleti kuran 1923 devrimiydi.

                                                            ***

Bu düşünsel sefaletin birbiriyle bağlantılı iki sebebi var: Yabancılaşma ve özne olmaktan kaçış. 

Aydın olmanın bir şartı ahlaki üstünlükse, bir diğer şartı insanlığın daha eşit ve özgür bir dünyaya doğru ilerlemesinden yana olmaktır. İnsan bunu en yakınındaki insanlarla duygudaşlık kurmadan, kendi yurdu ve halkını sevmeden ve onun kurtuluşu için mücadele etmeden, salt yabancılaşmış bir eleştirellikle yapamaz. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde yaşanmış ve yaşanmakta olan gaddarlıklara karşı durmak, bunları eleştirmek, ülkenin ve halkın bunlardan kurtulması için mücadele etmek nasıl bir aydın sorumluluğuysa; bu cumhuriyetin kuruluşunu 1923’deki alternatiflerden çok daha büyük bir tarihsel ilerleme olarak sahiplenmek de, bu ikisinin arasındaki çelişkiden kahrolmak ve bu çelişkiyi aşmak için mücadele etmek de bir başka aydın sorumluluğudur… Ne var ki Türk liberali kendi ülkesini tanımadığı ve sevmediği için, ayrıca genelde herhangi bir gerçek çelişkiyi bizzat taşıyıp psikolojik yükünü çekmekle başı hiç hoş olmayan bencil orta sınıf bir tip olduğu için, kendisini ülkesi ve halkına adayıp bu aydın sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmeye uğraşmaktansa, emperyalistlerin ellerine tutuşturduğu ahlak terazisinde en mağdur olarak tarttığı politik özneye vekalet vermekte, böylelikle bizzat özne olmaktan kaçmaktadır.

Vekalet verilen özne ise 90’lardan bu yana esasen Kürt siyasetidir.

Sorun şu ki, bu siyasetin kimsenin ahlak ve vicdanına vekalet edecek hali kalmamış durumda. 2013 Haziranında Selahattin Demirtaş’ın Gezi Parkı’nda “darbe” görmesinin yarattığı şok ve hayal kırıklığı bir erken uyarıydı. Kürt milliyetçi hareketinin emperyalizmle ve siyasal islamla, liberalizm ve 1923 düşmanlığı üzerinden kurduğu kaba pragmatizme dayalı ilişki onu öylesine çürüttü ki, artık ideolojik çerçevesi Filistin halkının acılarına da, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali ve bütün ilerici Türk aydınlarına da, vicdan sahibi bir insanın politik vekalet vereceği siyasi öznede bulunmasını bekleyeceği başka pek çok ilke ve hassasiyete de kapalı.

Liberal solcuların feryatları bu kez de göstermelik bir sonuç aldı ve Müslüm Yücel’in galizliğiyle ses getiren dandik yazısı (ve kullanılan görsel), dün Okur Temsilcisi Hüseyin Akyol imzasıyla yayınlanan bir özür yazısıyla “dengelendi.” Ama bir kez daha takke düşmüş, kel görünmüştür.

Liberalliği meslek edinmiş olanların Türkiye siyasetinde gidecekleri başka bir kapı yok (zaten Kürt hareketi içerisinde “Cihangir solcularını” sevmeyen kanat bu yüzden de kolaylıkla bu kadar kıra döke davranabiliyor). Dolayısıyla bu rezilliği de sindirir, en fazla hazır bol belediye de kazanmışken CHP’ye biraz daha yanaşırlar. Ama bu sivil toplum çevrelerine ahlaki ve vicdani dertlerle, yani bir aydın sorumluluğu hissederek dahil olmuş her insan şapkayı önüne koymalı, zulmün olmadığı eşit ve özgür bir dünya için doğru yerde mücadele ediyor olup olmadığını düşünmelidir.

Nevzat Evrim Önal / soL 

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -29 Ağustos 2024-

 Malazgirt, Bahçeli, HÜDA PAR vs. -A.Cihan Soylu-

Malazgirt’ten 953 yıl sonra yeniden fetih harekatını “dua ile” başlatma gösterisi, her ne kadar Ali Erbaş’ın kılıçlı minber gösterisiyle 570 yıl sonra Ayasofya’yı yeniden fethi denli kitlesel destek görmediyse de “muhteşem” sayılırdı! Resim tanık ve kanıttır: T. Erdoğan, Y. Güler, D. Bahçeli, Destici, Yapıcıoğlu ve ‘iki kuvvet komutanı’; hepsi el ele-omuz omuza. Devlet Bahçeli ile HÜDA PAR’lı Zekeriya Yapıcıoğlu yan yanaydı ve Zekeriyaoğlu’nun yanında da Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanları duruyordu.

Büyük sefere, yüzyıllar öncesinin Selçuklu ve Osmanlı sultan-padişahlarının ordugah kurup, Saray ekabirlerinin icabet ettiği türden bir muhteşemlik görseli de sağlanmıştı.  “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi üyeleri” eşlik etmiş, Kürtler üstüne çıkılan sefere. Erdoğan, Sultan Alparslan’ın savaş kaftanını giymedi ama “Malazgirt zaferinin rehberliğinde” yürüyüşü sürdüreceklerini birkaç kez yineleme ihtiyacı duydu. HÜDA PAR’ın yöneticisi ise Bahçeli’nin elini tutan “Kürdistan Emiri” rolü üstlenmişti. Daha çok İrdis’i Bitlisi rolüyle!

Ama aradan yüzyıllar geçti. Kabile-aşiret toplumu dağıldı-çözüldü-birleşmeler ve bölünmeler farklılaştı. Kapitalizm Kürt toplumu bünyesinde de nicel-nitel değişimlerle iş birlikçiliğin, tetikçiliğin ve komisyonculuğun koşullarını değiştirdi.

Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal ekonomik koşullar, iç ve dış baskı güçleri arasındaki ilişkilerdeki değişim, siyasi baskı yoğunluğu, yargısal mengenenin halk ve halktan yana politikacılar aleyhine artan sıkıştırılması, yoksulluğun sokaklarda bar bar bağırması, çiftçilerin traktörleriyle yollara çıkması, işçilerin saflarında iman-imdat ve artık yeter çatışmasının görünür olmaya başlaması, Malazgirt-Ahlat seferinin kaldıraçları olabilir. Ya da tersinden bu sefer, bu olgusal durum ve gelişmeleri örtmenin askeri-politik silahı işlevi üstlenmiş olabilir. Ama her hal-ve vaziyette, amaçlanmış kuvvet gösterisi öne çıkarılmış veya çıkmıştır. Kuşkusuz sadece bu da değil!

Malazgirt'in tüm Müslümanların zaferi olduğunu belirten Erdoğan, “Davamız nesillere ve çağlara ışık olmak, hak ile batılın kıyamete kadar sürecek davasında her zaman hakkın yanında durmaktır” diyerek, yönetimi altında sürdürülen batılın hakimiyet savaşını tersinden göstermeyi de ihmal etmedi.  Eğitim, kültür, sosyal hayat alanında devam eden yıkıcı-tahrip edici, tek yanlı dayatmacılığın “Müslüman” olsun-olmasın bölge halkına yaşamı zehir ettiği gerçeğinin üstüne yeşil bayrak örtmeyi “hak” gösterdi. Askeri-politik gösterinin bir de güllü madalyonlu bölümü vardı ki o magazin gazeteciliğinin uğraş alanına giriyor. Zulüm altında inim inim inleyenlerle onları top sesleri ve süngü uçlarıyla sündürmeye çalışanlar arasındaki ilişkileri güncel komedilerin alaysı gülmecelerinde boğuntuya getirmekle meşgul olanlar bunu da ‘eğilmenin açısı’ üzerinden bir yorum getirirler.

Malazgirt-Ahlat 953.yıl dönümü vesilesiyle sergilenen devletin kuvvet gösterisi, baskı, yasak, yoksulluk, pahalılık, işsizlik, sokak cinayetleri, süreklilik gösteren baskın ve gözaltılar, kadın ve çocuk katilliği, artan şekilde belirginleşen sosyo psikolojik bunalım göstergelerini örtme işlevini ne kadar yerine getirdi ya da getirebildi bilinmez ama, bu olgusal durum verileri, toplumsal ilişkilerin artan şekilde kaotik özellik kazandığını; çıkışsızlık ve “çaresizlik” sonucu cinayet ve umarsızlığın toplumu sardığını gösteriyor. Manisa-Akhisar’da sokak ortasında kadına kalabalık bir seyirci önünde yapılan zulüm karşısındaki duyarsızlık tekil örnek değildir. Bir çocuğun çaresizliği karşısındaki, bir hayvanın iniltileri karşısındaki, bir kadının imdat çağrıları karşısındaki kayıtsızlık(lar), ülke yöneticilerinin o çok da övünerek anlatmayı sevdikleri “milli ve yerli” gelenek-göreneklerin mevcut durumdaki işlevi ve değişimiyle birlikte yargısal-yönetsel politikalarla etkileşimini de sergiler türdendir. Ahlat’ta başkanlık sarayı yapıp, yanı-yakınına bir de Devlet Bahçeli’nin kuvvet gösterisiyle Kürtlere sözümona tarih dersi vermeye benzemeyecek bir toplumsal iç çözülme-çürüme ve amiyane deyişle “birbirini yeme” ortamının artan şekilde geliştiği apaçıktır. Çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için en küçük direnişlerinde işçilerin karısına polis ve jandarmayı çıkararak, kapitalistlere vergi ve teşvik kıyağı sağlayıp işçilerin ücret artışı talebine “Kaynak yok” reddiyle yanıt vererek, üretemez duruma gelmiş çiftçiyi alaya alarak Saray keyfiyet yönetimini sürdürmek, sanıldığı üzere sadece yıldırmıyor, vukuatları ve çürümeyi boydan aşırma işlevi de görüyor. Günümüzün temel önemdeki sorunlarının başında denebilir ki, bu aşırma hallerinde toplumun hangi sınıfı-sınıfları, kesiminin batak altında kalacağı geliyor. Uyanış içindeki gençler, direnen kadın emekçiler, “Birleşe birleşe kazanacağız!” sloganlarıyla birleşmenin gücünü görüp işaret eden işçiler, yoksullaşmanın dip kuyularında boğulmamak için çırpınan üretici köylülerle kır-kent yoksulları, dinsel ve milliyetçi söylemlerle üstü örtülerek yokmuş gibi gösterilmeye çalışılan kendi sorunları etrafında daha fazla birleşmek zorundadırlar. Yoksa polisiye baskı sürer, yasak çemberi daraltılır, devrimci muhalefet susturulmaya çalışılırken, gerici ajitasyon malzemesi yeniden üretilir, içeri-dışarı seferber düzenlenir, saraylar yapılıp şatafatlı gösteriler sergilenir, ABD ile iş pişirilip İsrail’i koruma tatbikatlarına uçak gemisi hizmeti verilirken Netanyahu’ya katil denerek kandırmaca sürdürülür vb, vs.

                                                              /././

Vergi listesindeki 3 çeşit yüzsüzlük -Bülent Falakaoğlu-

Vergi rekortmenleri ilk 100 listesi açıklandı; hem şahıs hem de kurum bazında…

Gelirler İdaresi Başkanlığı tarafından duyurulan liste 3 çeşit ‘yüzsüzlük’ çıkardı karşımıza.

Birincisi… Listede yer alıp yüzünü gizleyenler. 

İlk 100 listesinde yer alan 73 gelir vergisi rekortmeni şahıs isminin açıklanmasını istemedi.

Kurumlar vergisi rekortmenleri listesinde yer alan 34 firma da adının açıklanmasını istemedi.

İkinci yüzsüzlük çeşidi ise vergide ortalıktan kaybolma yüzsüzlüğü!

Korkunç kârlarına, en büyük 100 sanayi kuruluşu arasında yer almalarına rağmen iş vergiye gelince ilk 100’de yer almayan firma sayısı 90!

İçlerinde kimler yok ki Cargil’den Ford’a, Sasa’dan Man’a…  Ayrıntılar için bugünkü ekonomi sayfamızdaki Uğur Zengin haberine bakabilirsiniz.

Sadece şirketler için değil şahıslar içinde ‘şaşırtıcı’ liste dışılar var. Misal, Türkiye’nin en büyük kamu ihaleleri alıp zenginleşenlerin, şirketleri de kendileri de yok.

5’li çeteden sadece Mehmet Cengiz var. Limak sahibi Nihat Özdemir, yok! Kalyon grubu sahibi Kalyonculardan kimse yok… Kolin inşaat sahibi Koloğlu ailesinden yok… Makyol sahibi Çebilerden de…

Varlar da adlarını sakladılarsa o da ayrı bir dert ama sanmam. Zira gizlilik süreçle uyumlu. Hazine garantili otoyol, köprü, şehir hastanesi projelerini alan 44 şirketten sadece 7 tanesinin vergi ödediği, 37 şirketin tek kuruş vergi vermediği açığa çıkmıştı.

İktidarın inşaat işlerinde sıkça karşımıza çıkan Rönesans Holding, Yapı Merkezi İnşaat, Akfen, İC İçtaş’ın üç yıldır matrah betan etmediği de…

Üçüncü çeşit yüzsüzlük de şu: Vergi rekortmenleri listesinde yer almasına rağmen, ödediği vergi kazancının yanında devede kulak kalma, işçisinin binde biri kadar vergi verme yüzsüzlüğü…

Kârlarının yüzde 25’ini vergi olarak ödemek zorundalar. Ancak ödedikleri kurumlar vergisinin kârlarına oranı yüzde 7’yi bulmuyor.

‘Olsun rekortmenler’ listesindeler diye hoş karşılanabilecek bir durum değil bu. Zorunlu ihtiyaç olan; buzdolabı, fırın, çamaşır makinesi gibi ürünlerin lüks sınıfına sokulup halkın ÖTV ile soyulduğu bir ülkede.

NEDEN REKORLA GURURDUYUMAZ DA GİZLENİR?

Listede yer almak, ‘rekor’ düzeyde vergi vermek bir gurur vesilesi olması gerekirken olmamış.

Neden?

Üç sebebi var.

Birincisi… Yoksullaştırdığı işçisinin karşısında gelirini gizleme kaygısı!

Adını gizleyenlerin özellikle pandemi ve yüksek enflasyonun yaşandığı son iki yılda çığ gibi büyümesi tesadüf değil.

Gelir vergisi rekortmenleri listesinde ilk 100’e girip isminin açıklanmasını istemeyenler:

2000    14 kişi.

2008    31 kişi.

2012    35 kişi.

2018    58 kişi.

2019    67 kişi.

2023    73 kişi.

İşte bu artışın sebeplerinden biri insanları aşından, işinden eden enflasyon ve pandemi fırsatçılığını gizlemek!

İkincisi… Kazandığı ile ödediği arasındaki uçurumu dikkatlerden kaçırmak.

***

Sanayi sektörünün en büyüklerini gösteren İSO 500 listesinde 29 firma ile yer alan Antep… Listede Antep’ten firma yok!

Oysa ilk 100 büyükte Antep’ten iki firma var. Merinos Halı 73. Sırada, Köksan PET ve Plastik Ambalaj 79. sırada…

Konya’dan da ne şahıs var listede ne firma!

İşçiyi soymada varlar, vergide yoklar!

FAİZCİ, SİLAHÇI LİSTE BAŞI

Kurumlar vergisinin ilk 8’inde bankalar yer alıyor. Belli ki sözüm ona ‘faiz karşıtı’ iktidar faizciyi coşturmuş.

Gelir vergisinin ilk iki sırasında ise İHA, SİHA denildiğinde akla gelen silahçılar var.

Baykar Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar ilk sırada, Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar ikinci sırada.  

Altını çizelim hepsinin ödediği kazançlarının yanında devede kulak.

Vergi Uzmanı Ozan Bingöl’ün sözü ile bitirelim: "Asıl vergi rekortmenleri listede yok. Çünkü bu ülkenin gerçek vergi rekortmenleri; bir araba kendine, iki araba devlete alan, cep telefonuna 4 ayrı vergi veren, maaşı daha eline geçmeden vergisi kesilen, doğal gaza ÖTV, tuvalet kağıdına yüzde 20 KDV ödeyen vatandaşlardır.”

                                                             /././

En büyük 100’ün 90’ı vergi 100’ünde yok! -Uğur Zengin-

Türkiye’nin en büyük 100 şirketinin yüzde 90’ı en çok vergi veren 100 listesinde yer almıyor.

Hazine ve Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığının yayımladığı 2023 yılı Türkiye geneli kurumlar vergisi ilk 100 sıralaması, Türkiye’de kurulu yerli ve yabancı tekellerin vergi ödemediği gerçeğini bir kez daha  ortaya koydu.

“Kurumlar Vergisi İlk 100” listesinde Türkiye’nin en büyük 100 özel sanayi şirketinden 87’si yer almadı. Türkiye’nin en büyük 100 şirketi arasında yer alan ve en çok kurumlar vergisi ödeyen 100 şirket listesine sadece 10 şirket girdi.

Listeye giren şirketler de gelirleri ve kârlarına göre bir hayli düşük vergi ödedi.

BÜYÜKLÜKTE İLK 20, VERGİDE İLK 100 DIŞI

Türkiye’nin en büyük 100 özel sanayi şirketi arasında yer alan 87 firma en çok vergi ödeyen kurumlar arasında yer almadı. Türkiye'nin en büyük 2. sanayi kuruluşu Ford Otosan, en büyük 3. sanayi kuruluşu Star Rafineri, en büyük 4. sanayi kuruluşu İstanbul Altın Rafinerisi AŞ en büyük 5. sanayi kuruluşu Toyota, en büyük 6. sanayi kuruluşu Oyak Renault, en büyük 7. sanayi kuruluşu Arçelik, en büyük 9. sanayi kuruluşu Gramaltın Kıymetli Madenler AŞ ilk 100’de yer almadı.

Türkiye’nin en büyük 20 sanayi kuruluşundan 14’ü, Türkiye’nin en çok kurumlar vergisi ödeyen 100 şirketi arasına girmedi. Bu şirketler arasında Vestel, Arçelik, Hyundai, Şişecam, İçdaş gibi dev şirketler bulunuyor.

EN BÜYÜK GRUPLAR VERGİDE YOKLAR

Türkiye’nin en büyük 100 sanayi şirketi arasında yer almasına rağmen vergide ilk 100 dışında kaldı. Söz konusu şirketlerin bir kısmı şöyle: Tusaş, İçdaş Çelik, Aygaz, Kardemir, Yıldız Entegre, Sasa Polyester, PETKİM, Sarkuysan, Unilever,  Er-Bakır, EnerjiSA, Yücel Boru, TOGG, Bosch, Kroman Çelik,  Assan Alüminyum, İzmir Demir Çelik, Roketsan, Philip Morris, Konya Şeker, Sütaş, Brisa, Otokar, Şenpiliç, ASAÇ Alüminyum, Man Türkiye, Borusan, Petlas, Hidromek, Merinos, Banvit, Erdemir Çelik Servis Merkezi, Abalıoğlu Lezita, Abdi İbrahim, Deutz Traktör, Asil Çelik, Limak Çimento, Tosyalı Toyo Çelik, Kayseri Şeker, BEYPİ Beypazarı, Atakaş Çelik, Yazıcı Demir, Doğuş Çay, Cargill, Daikin, Ravago Petro Kimya, Coca Cola Türkiye.

LİSTEDE ULUSLARARASI TEKELLER DE YOK

Türkiye’de üretim yapan ve en büyük 100 sanayi kuruluşu arasında yer alan uluslararası tekeller de en çok vergi veren 100 şirket arasında yer almadı. BSH, MAN Türkiye, Coca Cola Türkiye, Unilever, Cargill, Bosch, Philip Morris, Deutz, JTI Tütün söz konusu şirketler arasında.

KÂRLARININ SADECEYÜZDE 4.8’İNİ ÖDÜYORLAR

Türkiye’nin en büyük 100 özel sanayi kuruluşu arasında yer alan Mercedes, Ereğli Demir Çelik, TOFAŞ, İskenderun Demir Çelik, Türk Traktör, Borçelik, Eti Gıda, Oyak Çimento, İÇDAŞ Elektrik ve Eti Soda en çok kurumlar vergisi ödeyen 100 şirket arasında girdi. Söz konusu şirketlerin ödediği vergi tutarı da yüzde 25 olan kurumlar vergisi oranının hayli altında kaldı.

Türkiye’nin en büyük sanayi şirketi olan Koç Holdinge ait TÜPRAŞ, 2023 yılında Türkiye’nin en çok kurumlar vergisi ödeyen 11. şirketi oldu. TÜPRAŞ 2023’te 5.3 milyar lira vergi ödedi. TÜPRAŞ’ın 2023 yılında elde ettiği kâr ise 109.7 milyar liraydı. Buna göre TÜPRAŞ’ın ödediği vergi oranı kârına göre sadece yüzde 4.8 oranında oldu.

CÜCE VERGİLER

Türkiye’nin en büyük 8.sanayi kuruluşu olan Mercedes Benz-Türk ise TÜPRAŞ’tan yüksek vergi ödedi. Mercedes Benz-Türk’ün ödediği vergi tutarı 2023’te 6.2 milyar lira olurken, şirket 2023’te 95.7 milyar lira net satış geliri elde etti. Şirket kârını açıklamazken, şirketin ödediği verginin net satışlara oranı yüzde 6.4’te kaldı.

Türkiye’de üretim yapan en büyük 11.sanayi kuruluşu olan TOFAŞ ise 2.9 milyar lira ile 2023’te en çok kurumlar vergisi ödeyen 19. şirket oldu. Şirket 2023’te 18.3 milyar lira kâr etmişti. Buna göre şirketin ödediği vergi oranı kârına göre yüzde 15.8 oldu.

KÂRLAR ‘VERGİYİ’ SORGULATIYOR

En çok kurumlar vergisi ödeyen 98. şirket Opet oldu. Listede yer almayan şirketlerin elde ettiği kârın listenin sondan 3. sırasında yer alan Opet’in dahi oldukça üstünde kalması dikkat çekti. Listede yer almayan Ford Otosan 2023’te 32 milyar lira, Star Rafineri ise 25.8 milyar lira kâr elde etmişti.

İŞÇİDEN ALINAN VERGİ 70 KAT FAZLA

Koç Holdinge ait Opet, 2023’te 277.8 milyar lira hasılat elde etti. Bu tutar asgari ücretten yüzde 20 yüksek ücret alan 1 milyon 579 bin işçinin toplam gelirine denk gelirken, şirketin gelirine oranla ödediği vergi oranı yüzde 0.2 oldu. 2023 yılında asgari ücretin yüzde 20 üzerinde ücret alan işçinin ödediği vergi oranı ise yüzde 18.57 idi.

Devlet, Opet’in elde ettiği geliri elde eden ve asgari ücretten yüzde 20 fazla alan 1.5 milyon işçiden 51.5 milyar lira vergi topladı. Bu tutar, Opet ile aynı gelire sahip 1.5 milyon işçinin elde ettiği gelirin 70.4 kat fazla vergilendirildiği anlamına geliyor.

                                                          /././

Türk-İş ve Hak-İş’in mitingleri ne gösterdi? -İhsan Çaralan-

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasını yazan ekibin elemanları son yıllarda işin iyice kolayına kaçıyor!

Bu zatlar şöyle bir bakıyor; Erdoğan ve iktidarı ne yapamamış, muhalefet hangi konuları öne çıkararak onu sıkıştıracak, onları belirliyorlar. Sonra da bu yapamadıklarını yapmış gibi esip yağıyorlar. Araya muhalefete yönelik yalan yanlış suçlamalar, hakaretler de ekleyerek konuşmanın Erdoğan’ın kendisi tarafından yazıldığı intibaı vermeye çalışarak işlerini bitiriyorlar. Geriye Erdoğan’ın bu metni okurken göstereceği vurgulara dikkat etmesi kalıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, pazar günü Malazgirt Savaşı’nın yıl dönümü etkinliklerine katılmak için gittiği Bitlis’te “toplu açılış” töreni de yaptı. Bu törende yaptığı konuşmada Erdoğan; yapmadıklarını yapmışlar gibi gösterdi:

“Eski Türkiye artık tamamen geride kalmıştır. İnsanımızın kökeninden inancından dilinden dolayı ötekileştirildiği günler artık geride kalmıştır. Terör sopasıyla siyasetin dizayn edildiği, toplumun hizaya sokulduğu, ülkemize istikamet çizildiği günler geride kalmıştır. Yasakların, baskıların, yokluk ve yoksullukların olduğu o eski günler artık bir daha gelmemek üzere tamamen geride kalmıştır… Hukuk ve demokrasi içinde anayasal zeminde şehirlerimize hizmet için çalışanlarla herhangi bir sorunumuz yoktur ve olamaz…”

Erdoğan’ın “Artık tamamen geride kalmıştır” dediği her konuda bugünün düne göre çok daha kötü olduğunu zorbalık ve kara propaganda ile aklı karıştırılmamış her yurttaş biliyor. Artık yurttaş bunları bilmekle de yetinmiyor sosyal medyada, sokak röportajlarında, ulaşabildiği gazete ve TV’lerde açıkça konuşuyor. Tabii gerektiğinde cezasını da ödemeyi göze alarak!

Öyle ki iktidar gerçeğin üstünü örtmek için “Dezenformasyona Karşı Mücadele Merkezi” kurarak, sosyal medyayı kapatmayı, sokak röportajlarını yasaklamayı gündemine almış görünüyor.

YOKSULLUK DÜNE GÖRE ÇOK DAHA AĞIR BİR SORUN!

Erdoğan’ın hiçbir temele dayanmayan tersine tamamen bir söylem olan iddiaları dört-beş gündür medya ve siyasette tartışılıyor. Ama Erdoğan’ın “Yokluk ve yoksullukların olduğu o eski günler artık bir daha gelmemek üzere tamamen geride kalmıştır” iddiası sadece medya ve siyasette değil işçiler, emekliler, kamu emekçileri, emeği ile geçinen her sınıftan emekçiler arasında da tartışılıyor. Emekçilerin tartışması dost-arkadaş sohbetleriyle de sınırlı değil; üretici köylüler traktörleriyle yollara düşerek, işçiler mitinglerde “Açız”, “Geçinemiyoruz” diyerek sorunlarını “Ek zam istiyoruz” diyerek de taleplerini haykırmaya başlamış durumda. İşçi servislerinde, fırsat bulunduğunda işbaşında, basın açıklamalarında, mitinglerde, zam ve ek zam tartışmalarında, şaltere indirmeye varan grev ve direnişlerde bu büyük sorunun yarattığı zorluklar ve bunun nasıl aşılabileceği tartışılıyor.

Genel tablo Erdoğan’ın “Yokluk ve yoksulluk tamamen geride kalmıştır” iddiasının aksine sorunun geçmişe rahmet okutacak hale geldiğini göstermektedir. Ne var ki bugün bu yaygın konuşmalar şikayetlenmeyi aşıp yığınların etrafında birleşerek harekete geçebileceği bir güç oluşturabilmiş değil.

İKİ AYRI KONFEDERASYONDAN İKİ AYNI MİTİNG!

Hak-İş geçtiğimiz pazar günü Kayseri’de, Türk-İş pazartesi günü Çerkezköy’de miting yaptı.

Önce Türk-İş’in pazartesi günü Çerkezköy’de yaptığı mitingden başlayalım: Her iş kolundan yüz binlerce işçinin olduğu Trakya’da Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın da konuştuğu mitinge sadece 10 bin dolayında işçi “getirilmiş”ti!

Buna rağmen bir grup işçi Türk-İş üst yönetimi ve sendika yöneticilerinin hoşuna gitmeyecek biçimde “Açız aç!”, “Geçinemiyoruz” diye haykırdı. Dahası bu işçiler Türk-İş’in pasif kalmasına, işçilerin taleplerini etkili biçimde savunmamasına tepki olarak “Ergün Atalay istifa” sloganı da attı!

İşçilerin bu tepkisine karşı kürsüden yapılan müdahale ile herhalde bu görevle oraya getirilmiş olduğu anlaşılan bir grup işçiye “Vur de vuralım öl de ölelim” sloganı attırıldı. Ama Atalay da kötü anıları çağrıştıran bu slogandan hoşlanmamış olacak ki yine kürsüden yapılan müdahaleyle slogan engellendi.

Orta Anadolu’nun en büyük işçi kenti olmanın yanında Hak-İş’in merkezi olarak görülen ve bağlı sendikalara üye 25 bin dolayında işçinin bulunduğu Kayseri’de Hak-İş mitingine ise 2 bin 500 dolayında işçi getirilmişti!

Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Aslan, konuşmasına belediye başkanı ve patronlara teşekkür ederek başladı. Yarım saat süren miting “Hak-İş Marşı” ve “Ölürüm Türkiyem” şarkısıyla bitirildi.

Türk-İş ve Hak-İş mitinglerinin en önemli ortak özelliği alandaki işçilerin elden geldiğince “seçilerek” getirilmesidir.

Hak-İş’in mitingini izleyen arkadaşımız Ahmet Akarsu, 27 Ağustos’ta gazetemizde yayımlanan izleniminde Hak-İş’in mitingini “İşçi gelmesin mitingi” olarak değerlendirdi. Bu aynı zamanda ilginç bir biçimde bin kilometre ötedeki Türk-İş mitinginin tarifidir de!

Mitinge katılan, katılmayan; gazetemize görüşlerini bildiren işçiler, sendika yöneticilerinin tüm işçilerin mitinge katılması için bırakalım iş yerlerinde çalışma yürütmek için sendikayı seferber etmesini, kabaca mitinge çağrı bile yapmadıklarını söylüyorlar.

Hak-İş ve Türk-İş bu hafta ilk mitinglerini yaptı ve ne yazık ki tamamen “yasak savma” mitingleri oldu!

DİSK ise eylül başından itibaren içinde ‘bölgesel mitingler’in de olduğu bir eylem programı açıkladı.

‘NASIL BİR MÜCADELE’ SORUSUNUN YANITI VAR MIDIR?

Peki olmayanların yerine olanları geçirebilecek mücadelenin nasıl olması gerekir?

Bu sorunun yanıtını işçi sınıfının mücadele tarihinden çıkarabiliriz. 1960’ların ikinci yarısından itibaren başlayıp 15-16 Haziran’a gelen işçi inisiyatifinde gelişen mücadeleler dönemi, 1989 Bahar Eylemleri, kamu emekçilerini ’90’lı yıllar boyunca süren “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı mücadelesi”, ’90’lar ve 2000’li yılların ilk on yılını kapsayan özelleştirmeye karşı mücadeleler, yakın tarihte yaşanan iki büyük metal direnişi açıkça göstermiştir ki; yanıt üretim ve hizmet birimlerinden başlayan ve yığınların katılımını esas alan bir mücadele anlayışıdır.

İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu sorunlar sadece işçi sınıfının değil tüm emeği ile geçinenleri kapsamaktadır. Bugün işçi sınıfı ve emekçiler “Ücret ve maaşların insanca yaşanacak bir düzeye çıkarılması” talebinin yanında “Esnek çalışmanın yasal dayanağa kavuşturulması”, “Sosyal güvenlik yasasının emekçiler aleyhine değiştirilmesi”, “Kıdem tazminatının tasfiyesi”, “Ücret ve maaş artışlarının beklenen enflasyona endekslenmesi” gibi son derece önemli sorun ve bu sorunları aşabilecekleri bir mücadelenin örgütlenmesi görevi ile karşı karşıyadır.

Bu yüzden geçmiş büyük mücadele dönemlerinde olduğu gibi ileri işçiler ve emekçiler ile mücadeleci sendikacılar, emek ve meslek örgütlerinin mücadeleci yöneticileri, her emekçi kesimin ileri mücadeleci unsurları üretim ve hizmet birimlerindeki işçi ve emekçileri örgütleyip mücadeleye çekmek için inisiyatif almak durumundadırlar.

Sınıfın ileri kesimleri inisiyatif aldığında yığınların beklenenden çok daha hızlı biçimde birleşip harekete geçtikleri yukarıda bahsettiğimiz dönemlerde açıkça görülmüştür.

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz devasa gibi görünen sorunları aşmak işçi sınıfı başta olmak üzere her emekçi kesimin ileri unsurlarının inisiyatif alıp üretim ve hizmet birimlerinde örgütlendiği bir mücadeleyle olanaklı olacaktır!

                                                           /././

                                               Evrensel - GÜNDEM

Bir mübadele ve Ayvalık filmi: Biraz Toprak -Esat ŞENYUVA-

Önce ‘yerleşmek’ bir yerin yerleşiği olmak, orada her türlü araçla üreterek bir kültür var etmek. Yemeğine, mimarisine, şarkısına kendi kokunu, taşını, sesini katmak. Böylece bir kültürü inşa etmek. Ve sonra göçmek. Göçmek zorunda bırakılmak kendi sesinden, renginden, dokunduğun her türlü nesneden kopartılmak. Zordur, insanın yerine insanı koymaya çalışmak. Akan bir tarih var: taşıyla, çalısıyla, hışırtısıyla… Ve çok daha önemlisi bir kültür taşıyıcısı olan ‘dil’in topladıklarıyla. Şair, çevirmen, müzisyen kimlikleriyle tanıdığımız Tozan Alkan bu kez bir mübadele filmiyle karşımızda: “Biraz Toprak”. Birkaç insanın samimi ifadesinden kaynaklanan, gidenle gittiği yer arasında koptuğu sanılan köprüleri heyecanla tamir etmeye soyunan… (https://www.evrensel.net/haber/526715)  

                                                               ***

DEDAŞ baskınları sürüyor: Bir mahalle elektriksiz bırakıldı 

Dicle Elektrik Dağıtım AŞ (DEDAŞ) ekiplerinin bölgede ilçelere ve kırsal mahallelere baskınları sürüyor. MA’da yer alan habere göre, Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı Kazancı (Haciya Kurdan) Mahallesi’ne DEDAŞ çok sayıda asker ve zırhlı araçla dün baskın yaptı. Şırnak’ın Cizre ilçesine bağlı Dirsekli Mahallesi’ne ise bugün sabah saatlerinde DEDAŞ ekipleri yine çok sayıda zırhlı araç ve TOMA eşliğinde baskın düzenledi. Diyarbakır Bismil’de yapılan baskında, elektrik sayaçlarını evlerin dışına taşımak isteyen ekiplere yurttaşların tepki göstermesi üzerine, Bismil İlçe Jandarma Komutanlığı’nda görevli rütbeli bir asker yurttaşları karanlıkta bırakmakla tehdit etti. Askerlerin tehditlerinin ardından gece saat 01.00’de mahallenin elektrikleri kesildi. Dün geceden bu yana elektriksiz bırakılan mahalle sakinleri duruma tepki gösterirken, tarlası olanlar bugün ekinlerini sulayamadıklarını söyledi. (https://www.evrensel.net/haber/526724)

                                                             ***

IMF “Kemeri daha da sık” dedi

IMF, Türkiye'nin ekonomik görünümüne dair 4. Madde Gözden Geçirme Raporu’nu yayımladı. Raporda, “enflasyon hedeflerine ulaşılamazsa ek sıkılaştırmanın gerekebileceği” uyarısı yapıldı.(https://www.evrensel.net/haber/526735)

                                                                ***
Gözler Doğu Almanya seçimlerinde: AfD birinci olacak mı? -Yücel Özdemir-
Almanya’da 1 Eylül’de Saksonya ve Thüringen, 22 Eylül’de ise Brandenburg eyaletlerinde yapılacak seçimler, önümüzdeki yıl düzenlenecek genel seçimlerin en büyük provası olma özelliği taşıyor. Hükümet partileri SPD, Yeşiller ve FDP’nin varlık gösteremediği Saksonya ve Thüringen’de ırkçı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin birinci olma olasılığı bulunuyor. Bu durumda, özellikle Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisinin nasıl bir tutum takınacağı merakla bekleniyor. Anketlerde bölgede öne çıkacak bir diğer partinin Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) olacağı öngörülüyor.(https://www.evrensel.net/haber/526706)

                                                       ***

Çukurova'da çiftçiler üretimden kopma noktasında: Zarar büyük gelecek belirsiz -Volkan Pekal-

Türkiye’nin önemli tarım bölgelerinden biri olan Çukurova’da çiftçiler, artan girdi maliyetleri ve düşük ürün fiyatları nedeniyle üretimden kopma noktasına geldi. Özellikle borçla ekim yapan birçok çiftçi, hasat döneminde bekledikleri gelirleri elde edemeyince gelecek yıl tarımsal üretim yapmayı düşünmediklerini belirtti. Çiftçi Cumali Kahraman, “Allah’a emanet üretim yapıyoruz” diyerek plansızlığa tepki gösterdi. Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Adana Şube Başkanı Ahencan Tayakısı ise tarım sektörünün planlı üretim ve daha güçlü desteklere ihtiyaç duyduğunu vurguladı.(https://www.evrensel.net/haber/526723)

                                                                ***

Atanmak için bekleme süresi tam 41 yıl! -Vural NASUHBEYOĞLU-

MEB, tam 480 gündür tek bir öğretmen ataması yapmadı. 2024’te aday öğretmen sayısı ile son 23 yılda yapılan atama kıyaslandığında bir tarih öğretmenin atanmak için 41 yıl 6 ay bekleyecek.(https://www.evrensel.net/haber/526713)

 
(EVRENSEL)


Cengiz Holding 3 yıldır kurumlar vergisi ödememiş -SÖZCÜ

Mehmet Cengiz 71 milyon TL gelir vergisi öderken, kamuoyunda vergi aflarıyla gündeme gelen Cengiz Holding A.Ş.'nin 3 yıldır kurumlar vergisi ödemediği ortaya çıktı.

Gelir İdaresi Başkanlığı, büyüyen ekonomik krizin gölgesinde vergi tartışmaları devam ederken, 2023 yılının gelir ve kurumlar vergisi rekortmenlerini açıkladı.

2022 yılında olduğu gibi 2023’te de Selçuk Bayraktar, Haluk Bayraktar ve Rahmi Koç ilk üç sırada yer aldı. Gelir vergisi rekortmenlerinden ilk 100 listesinde yer alan 73 kişi isminin açıklanmasını istemedi.

Kurumlar vergisi listesinde ise ilk üçü Ziraat Bankası, Garanti Bankası ve Akbank oluşturdu. Kurumlar vergisinde ilk 10 rekortmenden 8’i bankalar oldu.  İlk 100’de yer alan kurumlardan 34’ü isminin açıklanmasını istemedi.

MEHMET CENGİZ  49. SIRADA

Vergi aflarıyla ve kazandığı kamu ihaleleriyle sürekli tartışılan Mehmet Cengiz ise gelir vergisi rekortmenleri listesinde 71 milyon TL tahakkuk ile 49. sırada yer aldı.

İktidara yakınlığıyla bilinen Mehmet Cengiz’in Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Cengiz Holding A.Ş'nin 2021, 2022 ve 2023 yıllarında kurumlar vergisi ödemediği ortaya çıktı.

Cengiz Holding’in şirketleri ve iştirakleri arasında yer alan Ankara Tren Garı A.Ş., İGA İstanbul Havalimanı A.Ş., Kuzey Marmara Otoyolu ve Cengiz Havacılık da 3 yıldır hiç kurumlar vergisi ödememiş.

BEDAŞ VE CK ENERJİ 2023’TE VERGİ ÖDEMEMİŞ

İstanbul’un Avrupa Yakası’na elektrik sağlayan BEDAŞ, Cengiztur Turizm, Cengiz Enerji  ve Cengiz-Kolin yatırım ortaklığı ile kurulan CK Enerji, 2023’te kurumlar vergisi ödemeyen şirketler arasında yer alıyor.

AÇIKLAMASI DİKKAT ÇEKMİŞTİ

Mehmet Cengiz, kamuoyunda tepki gören birçok söylemi ile gündem olmuş bir isim. Son olarak İş Bankası’nın 100’üncü yılına özel düzenlenen gecede gazetecilere konuşan Cengiz, "Devamlı yatırım yapıyorum. Merak etmeyin. Bütün zekamı insanların lehinde kullanmaya devam ediyorum. Biraz k.çını kaldırsınlar yaptığım işleri örnek alsınlar. Hayal edemeyecekleri işleri yaptım. Kıskançlıkla bu iş olmaz. Zahmet edip de yaptığım işleri gezsinler, utanırlar” ifadesini kullanmıştı.

YÜZDE 25’TEN YÜZDE 30’A ÇIKARILACAK

Türkiye’de servet vergisi kimi zaman tartışılsa da henüz iktidarın gündemine gelen bir konu değil... TBMM’de temmuz ayında kabul edilen ‘Vergi paketi’ne göre ise Yap-İşlet-Devret modeli ile Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) çerçevesinde yapılan projelerden alınan kurumlar vergisi yüzde 25’ten yüzde 30’a çıkarılacak. Fakat bu uygulamaya 2025 yılında geçilecek, bu projelerden yıl sonuna kadar yüzde 25 kurumlar vergisi alınmaya devam edilecek.

Bir mekan, bir ülke: Ankara Tren Garı (III)-(Dosya): Gelecek -Gamze Yücesan Özdemir/Özkan Öztaş

 Garların, rayların, vagonların üstü örtülebilir, ama ruhu çalınamaz. Yeni bir emekçi cumhuriyetinde bir kez daha emek verenlerin sarayına dönüştüreceğiz garları.

Osmanlı'dan cumhuriyete, cumhuriyetten bir alışveriş merkezine dönüşen Ankara Tren Garı üzerine yazı dizimizin üçüncü kısmında, sosyalist Türkiye’de tren garlarını ve yolculukları düşleyeceğiz. Çünkü en büyük düşler en gerçekçi hedeflerle bağlantılıdır daima.

                                                         ***

Moskova metrosu, hamallar ve aydınlar

İçinden tren geçen AVM, yani Ankara'nın yeni gar binası, tüm ihtişamına, parlak camlarına ve büyük aydınlatmalarına rağmen kaybettiklerimizi hatırlatıyor: Yıkılan cumhuriyet değerlerini, yiten yurttaşlığı, yok edilen kamusal ulaşımı, sıradan ve sahici insanların kaybolan sımsıcak kavuşmalarını ve ayrılmalarını…

Ama ne sıradan ve sahici insanlardan ne cumhuriyet değerlerinden, ne de garlardan vazgeçmeye hiç niyetimiz yok. Yeniden kuracağız. Emekçi cumhuriyetini ve onun garlarını. Ne de olsa sosyalistiz biz, demiryolcuyuz!

“Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun” diyor Sabahattin Ali. Bu yolda devam edeceğiz. Garlar sermayenin, şirketlerin ve markaların olmayacak, bu topraklardaki milyonların olacak.

Emekçilerin kurduğu cumhuriyette tüm garları kamulaştıracağız, yani topluma, yani birlikte üreten, dayanışan ve yaşayanların ortaklıklarına dahil edeceğiz. Özel mülkiyetin elini çekeceğiz gelecek kaygısından, öyle örgütleyeceğiz ki yaşamı, değerlerimizi taşımayan bir tek pencere, küskün kapı kalmayacak. 

Emekçi cumhuriyetin garında dijitalleşmeden, bilim ve teknolojiden yararlanacağız kuşkusuz. Bilimi ve teknolojiyi emekten yana ulaşımda, ekonomide ve siyasette işe koşacağız. Yeni bir sömürü ve eşitsizlik aracı olarak değil, emeğin korunduğu bir toplumun ve ulaşımın inşa edilmesinde kullanacağız. 

Sovyetler Birliği'ndeki işçi sınıfı iktidarında demiryolları ve demiryolcular hep çok önemli oldu. Mihail Sergeyeviç Ombiş-Kuznetsov tarafından çizilen "Urengoy'a gidilen yol" tablosu. 

Bilim ve teknolojiye planlama eşlik edecek. Ulaşımı, ekonomiyi, siyaseti ve kültürü yeniden örgütlemek ancak planlamayla mümkün çünkü. Çünkü planlama, toplumun ortak mülkiyetine, ortak kaynaklarına ulaşabilmesinin imkanını içermekte. 

Çünkü daha önce yaptık. Ve istersek bir daha başarabiliriz. 

Öyle ya, dünya üzerinden kaç tren istasyonu, metro durağı var ki üzerine şiirler yazılsın, şarkılar bestelensin? 

Bertolt Brecht Moskova metrosu için “Ve dünyada başka hiçbir demiryolunun bu kadar çok sahibi olmamıştı. Çünkü bu yapı harikası, bunca kentte bunca zamandır kendinden önceki hiçbir yapının görmediği şeyi gördü: Yapının işçileriydi yapının sahipleri” diyor bir şiirinde.

Emeğin tüm meyvelerinin ter dökenlere düştüğü daha önce nerede görülmüştü? Böylesi ancak sosyalist bir ülkeye nasip olmuştu tarihte ilk kez. 

1935 yılında Sovyetler Birliği'nde raylar üzerine oturan Moskova Metrosu aynı zamanda kütüphaneleri, sanat merkezleri ve etkinlik alanlarıyla bir kültürel mekan olmayı hedefliyordu. Fotoğrafta 1935 yılında hizmete başlayan Moskova Metrosu'nun yapı işçilerinin yüzündeki gururlu tebessüm yansıyor kadraja.

Devrimi yeniden düşünmek: Emekçi cumhuriyetinin garı

Ve bizim kuracağımız güzel ülkemizde bir kez daha yan yana gelecek hamallarla sanatçılar, gar gazinosunun ışıltılı masalarında yan yana oturacaklar, daha önce yine bu topraklarda Gar Gazinosu'nda ve pastanesinde, trenlerin sonradan kaldırılan yemekli vagonunda olduğu gibi. Ama bu sefer daha farklı olacak. 

Hamallarla aydınlar, işçilerle sanatçılar bir kez daha yan yana gelecekler. Bu yan yana gelişte aynı adisyonda aynı hesabı ödeyecekler ve tabaklarda aynı lezzetleri paylaşacaklar. Yolcular “mevki” ayrımı olmaksızın aynı koltuklarda ışıklı ve geniş pencerelere bakacaklar beraber. Emeğin ülkesinde emekçilerin cumhuriyetinde yolculuklar sadece bir şehirden bir başka şehre değil, aynı zamanda eşit ve özgür yarınlara doğru yapılacak.

Emekçi cumhuriyetin garında yurttaşlar olacak. Cumhuriyetin çalışma hakkına sahip, eğitime, sağlığa, ulaşıma erişebilen, iyi konutlarda barınan, kültürel ve sanatsal faaliyetlerini yürüten, toplumun gerçek parçası olan yurttaşları olacak. 

Sosyalist cumhuriyetin iradesini, inadını ve umudunu taşıyacak garın bekleme salonları, gişeleri, oturma alanları, büfeleri, lokantaları… Zorlukların ve yıldırmaların karşısında inandıklarını hayata geçirme duygusu görülecek her köşesinden garın. Garın duvarlarında, trenlerinde, raylarında eşitlik duygusunu ve insanlık onurunu duyacağız ve göreceğiz. Kavuşmayı bekleyen ve ayrılmayı derinden hisseden emekçi cumhuriyetinin insanlarını, bizim insanlarımızı bulacağız o mekânda. Garı kullananlarla-yapanlarla, garın kendisi arasındaki bağ, simitle çay arasındaki bağ kadar açık olacak; kokusuyla biçimi, rengiyle ağırlığı birbirine karışacak. 

Geleceği ve yeniden insanı kazanmak için çıkılacak seferlerin haberini vermeyi bekliyor Ankara Tren Garı'ndaki sefer çanı. Fotoğraf: M.F Arıkan

Klasik yazarların bir vakitler hop oturup hop kalkarak önceden gördükleri o büyük tablo” buydu diyecek yemekli vagonlarında kadehlerini tokuştururken gülümseyen emekçiler. Pencerede gün batarken ışıldayacak hilalin içindeki perçinli demiryolu tekerinin amblemi. 

Şu an Ankara’nın YHT garı bize piyasayı, metalaşmayı, şirketleri, markaları ve yapayalnız bireyleri hatırlatıyorsa, önümüzdeki seçenek hayıflanmak, eskiye özlem duymak, umutsuzluğa kapılmak değil, Ankara’nın YHT garının yerine başka bir garı inşa etmektir. Ve yeni gar ancak yeni bir cumhuriyetle mümkündür.  

Gamze Yücesan Özdemir/Özkan Öztaş