13 Eylül 2024 Cuma

Narin ve bataklık + Özür dilerim + Mustafa Kemal'in askerleriyiz -Murat Ağırel / Cumhuriyet

 

Narin ve bataklık

Diyarbakır’da 19 gündür aranan ve dün cansız bedeni bulunan 8 yaşındaki Narin Güran yüreğimizi yaktı. Yakmak ne kelime günlerdir uyku uyuyamıyor insan. Ahlaklı her insan aldığı nefesten utanıyor böyle durumlarda. 

Benzer bir durumu Hatay 6 Şubat’ta yerle bir olduğunda, yıkık sokaklarda yürürken enkazların altından gelen yardım çığlıkları geldiğinde yaşamıştım. Tamamıyla çaresizlik. Tamamıyla tükenmişlik. Son 20 yıldır ne çok felaket yaşadık.

Narin de bunlardan biri.

Patlayan bombaları mı sayayım, Ensar Vakfı’nda çocuklara cinsel istismarı mı yoksa Süleymancıların yurdunda yanan küçük kız çocuklarını mı? Özgecan Arslan’a mı ağlayalım, Manavgat’ta Marmaris’te yanan ormanlarımıza mı? İstanbul Basın Ekspres yolunda servisin içerisinde boğularak can veren işçilere mi kederlenelim yoksa Kastamonu’da koca bir şehri yok eden dere yatağı felaketine mi? 

Yakalanan baronları, birbirini vuran çeteleri, mafya babalarını, milyarlık vergi kaçakçılarının 10 ay cezaevinde yatıp çıkmalarını, milyonlarca yabancı kimliği belirsiz göçmeni... PKK saldırılarını saymıyorum bile. 

Artık o kadar alıştık ki her gün 2-3 şehit geliyor farkında bile değiliz. Çoğumuz duymuyor bile. 

Ekonomi desen ezenin daha da ezdiği bir düzene dönmüş durumda. Yoksul kimsenin umrunda değil. Eğitim öğretim çökmüş vaziyette. Enflasyon toplumu çürütmüş. Gencecik kızlar her buldukları fırsatta ünlü olmak, para kazanmak uğruna türlü rollere giriyorlar. 

Neymiş en çok imam hatip okulunun açıldığı dönemi yaşıyormuşuz. Üniversiteler, herkesin kendi adamını istihdam ettiği beton yığını binalardan ibaret olmuş. 

Narin’den nerelere geldik. 

Sabah gazetesi Narin soruşturmasındaki gizli tanığın ifadesini yayımladı. İtirafçı olan tanık tüm yaşananları anlattı. 

Önce o ifadeyi aktarayım sonra son sözümü söyleyeceğim: 

“Mezarlıktan Tavşantepe Mahallesi’ne doğru çıkan Akkedüşeli köyünün iç yolunda Salim Güran’la karşılaştım. Burada içme suyu ile ilgili bir şey söyleyeceğini düşünerek bekledim. Sonra muhtar aracından indi, benim yanıma geldi. Ben de araçtan indim. Daha sonra aracın ön koltuğunda bulunan battaniyeye sarılı bir şeyi göstererek ‘bunu yok edeceksin’ dedi bana. Ben de gösterdiği şeyin yanına yaklaştım ve bakınca battaniyeye sarılı vaziyette hareketsiz yatan bir insan olduğunu gördüm. Ben insan olduğunu görünce şaşırdım ve tereddüt ettim. Salim Güran, bana ‘aileni iyi düşün. Sana 200 bin lira para veririm’ dedi. Tabii bu sırada etrafımızda kimse yoktu. Sonra bana ‘aracında torba var mı’ dedi. Ben de aracın bagajından rengini hatırlamadığım bir çuval çıkartarak Salim’e verdim. Battaniyeye sarılı çocuğu alıp çuvalın içerisinde birlikte koyduk. Bu esnada çocuğun üzerine siyah tişört ve şort vardı. Üzerinde asılı küçük bir çanta vardı. Sağ kulağının arkasında, boyun bölgesinde bir kızarıklık vardı.  Yolda giderken pişmanlık duydum ancak aldığım şeylerin de kurtulmamın gerektiğini düşündüm. Derenin yanındaki stabilize yoldan aşağı inerek uygun bir yere baktım. Aracımı derenin kenarına durdurdum. Çuvalı aracımdan alarak elime aldım. Çocuğun tüm vücudu çuvala sığmıştı. Çocuğun ayağının kesik olup olmadığını hatırlamıyorum. Çünkü çok telaşlıydım. 8 Eylül tarihinde Narin Gürhan’ın bulunduğu yere inerek ip aradım. İp bulamayınca çocuğun çantasının ipi aklıma geldi. Çantanın ipini sökerek çuvalın ağzını bağladım. Ağacın yanında çok derin olmayan bir yer buldum. Burada biraz su vardı. Çuval birisi tarafından bulunur diye düşünerek üzerine bir taş koydum.  Taşın büyüklüğü yaklaşık 15-20 kilo civarındaydı. Yanında da birer taş vardı. Üzerine çalı koymadım. Çünkü üzeri kapanmıştı. Daha sonra buradan çıkarak aracıma bindim. Stabilize yoldan çıktıktan sonra baldızımın evine gittim.” 

Narin bir neden değil, maalesef yıllardır süre gelen bir çürümenin sonucudur. Biz sadece Narin’i bölgedeki gazetecilerin olayı ciddiye alıp takip etmesiyle öğrenebildik. Bu ülkenin köylerinde dağlarında daha kaç Narin olabileceğini düşünmek beni korkutuyor. 

Neden? En önemli sorun bu neden?

Neden bu hale geldik... 

Köy Enstitülerini kapattık, Atatürk’ün çizgisinden anlayışından ahlakından uzaklaştık. İnancımızı yozlaştırdık. Eğitimi yok ettik, zenginleşme hırsına yenik düştük. Komşumuzla birlikte yükselecek kültürlenecek zenginliklerimizi paylaşacakken onun malına bile çökmeyi hayal ettik. Sanatın yakınından kıyısından bile geçemiyoruz. İncelik estetik düşünmek hayatımızın herhangi bir yerinde bile yok. Normal bir vatandaş olarak felsefenin ne olduğunu bile unuttuk. Normal vatandaşı geçtim okullarda bile unuttuk. Okullarda spor sahalarını otopark yaptık, fen laboratuvarlarını depoya çevirdik. Okullarda çocukların koşturup oynayabileceği boş arazilere ek bina bahanesiyle inşaatlar yaptık. Çocukları o inşaatların içerisinde okuttuk. Doğadan koptuk. Ağaçları yok ettik. Dereleri nehirleri kirlettik. Balıkları zehirledik. Ege’yi Marmara’yı çöplerle doldurduk. Sokakları uyuşturucuya çetelere teslim ettik. Her yaptığımız işe yalan dolan ve sahtecilik soktuk. Sahte işler yapıp normalden daha fazla para kazanma hırsına düştük. 

Üretmek, gelişmek çağ atlamak varken bataklığı tercih ettik. 

Maalesef Narin de bu bataklıkta boğulan günahsızlardan biri oldu.

                                                  /././

Özür dilerim

Kullandığımız elektrikten suya, aldığımız cihaza ve ilaca kadar vergisini tıkır tıkır ödeyen biz enayiler adına Engin Polat ve Dilan Polat ailesinden özür dilerim.

Namusu ile katma değer üreten, kazandığı kuruşun vergisini veren, yıllarca alın teri ile mücadele edip istihdam sağlayan iş insanları adına özür dilerim.

Telefonunu camide şarj ettiğinden kimsenin hakkına girmemek için kullandığı elektriğin parasını camiye bırakan adam adına özür dilerim.

Konya’da Maviş Eşme’nin donarak ölen, daha nüfusa bile kayıt ettiremedikleri 40 günlük Ayaz bebek adına özür dilerim.

Kocaeli’de “Çocuklarıma bakamıyorsam, çocuğuma bir pantolon alamıyorsam niye yaşıyorum ki?” diyerek cebinde 20 TL ile canına kıyan İsmail Devrim adına özür dilerim.

Çok para kazanma fırsatı varken mesleğinin onurunu ve şerefini koruyan, namussuzlara fırsat vermeyen kamu yetkilileri adına özür dilerim.

Tonlarca mahsulü tarlada kalan çiftçiden özür dilerim, her gün 10-12 saat mesai yapan işçi kardeşimden özür dilerim.

Ne olmuş sanki değil mi? 

Şunun şurasında 500 milyon TL sahte fatura, 170 milyon lira kendi aralarında sahte fatura kesmişler. Kayıt dışı 500 milyon TL tutmuşlar. Yani 1.2 milyar TL para iç edilmiş. Vergilendirilmemiş. Özür dilerim, bak yine dilim sürçtü; MASAK’taki abilere göre kurumsal olmadıkları için muhasebesel hatalar yapılmış.

Ne var bunda, değil mi? 

Erdinç Özel isminde hastanede çaycılık yapan adam, 72 TL olan sabunu günde 276 defa ayrı ayrı sipariş vererek 16 bin 560 adet sabun satın almış ve 1.2 milyon TL ödemiş. 

Mesela, birisi arabasının bagajına koyup dağıtmak için binlerce sabun almış!

Mesela, kayıt dışı paranın tutulduğu sistemi yazan ve yöneten kişinin 2019 yılında aldığı soğuk cüzdanı MASAK savcı görmemiş, duymamış.

Olmayan ürünler için sahte faturalar alınmış, o olmayan ürünler satılmış gibi gösterilmiş ve paralar tahsil edilmiş. Sonra olmayan ama gerçek satılmış gibi gösterilen ürünlere kesilen faturalar iptal edilmiş ama ne hikmetse paralar iade edilmemiş!

Ne var bunda, değil mi?

Bu arada beraat ederlerse 10 ay cezaevinde yattıkları için devletten tazminat da alacaklar. İnşallah varsa vergisini öderler!

Çünkü ön MASAK raporunda yer alan tespitlerin ana raporda yer almadığı, ana MASAK raporunda çıkacak sonucun aylar öncesinde avukatlar tarafından satır satır beyan edildiği, sosyal medya yayınların da altının çizildiği bir süreçti bu yaşadığımız.

Gerçekten özür dilerim...

Cennet vatanımda adalet kavramı yok, ahlak kavramı yok. Suçlunun, hırsızın arsız olduğu, arsızların hükümdar olduğu bir düzen var artık burada.

Bir önceki yazımda “adalet borsası” demiştim. Nasıl da oturuyor yapbozun parçaları.

İki iktidar vekili ile poz verdiğinizde, yargı camiasındaki yapılarla yakın olan avukatlarla çalıştığınızda hırsız da olsanız, suçlu da olsanız kazanırsınız.

Uyuşturucu baronları, sanal bahis baronları, dolandırıcılar, soyguncular, hırsızlar, tecavüzcüler, katiller, devleti ve kurumlarını soyanlar bu sistemi iyi çözmüş.

Ellerini kollarını sallayarak milleti tehdit edip hakaret edebiliyorlar. Uçaklarında, lüks arabalarında, villalarında yaşamlarına devam ediyorlar.

Üç kuruş kazanıp yarısını vergi veren emekli, işçi, öğrenci inim inim inliyor.

Ben sizlerden de özür dilerim.

Yazık bu millete, yazık bu devlete.

                                                         /././
Mustafa Kemal'in askerleriyiz

Yeni mezun teğmenlerin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demesi ve Deniz, Kara ve Hava Harp Okulları’nı kadın teğmenlerin birincilikle bitirmesi Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı kesimleri rahatsız etti. 

Ne diyordu teğmenlerimiz: 
“And içeriz ki, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller, karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız; şerefimizle doğduk, şerefimizle yaşayacak ve şerefimizle öleceğiz.” 

Bu teğmenlerin çok uzun yıllardır ettiği yemin.
 
Hani arama motoruna yazdıklarında dahi binlerce haberin içinde de görülüyor. Ama yine kuyruğu birbirine değmeyen onlarca komplo teorisi devreye girdi. Hele de üç kadın teğmenin üstün başarıyla birinci olarak okuldan mezun olmaları, kılıçlarını kaldırıp “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları atmaları Atatürk düşmanlarını ayağa kaldırdı.
 
Kim bu düşmanlar, çok basit: Maklubeye kaşık sallayanlar, maklubeye kaşık sallayanların yol arkadaşları, liboşlar, yetmez ama evetçiler, tarikatçılar, PKK’liler, Hizbullahçılar, Yeni Akit tayfası, fesli Kadir’in şürekâsı; kısacası Cumhuriyet düşmanları, emperyalizmin uşakları ve en önemlisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşmanları.
 
Hepsi aynı gerekçeler ile FETÖ’nün kumpaslarına çanak tutup alkışlamışlardı. Şimdi Atatürk ve Türk kelimelerini bir arada görenler yine kriz geçiriyorlar. 
Hele genç teğmenlerin kılıçlı pozları memleketteki fareleri yuvalarından çıkardı. Ama siz Cumhuriyet nedir sorusuyla karşılaştığınızda tam olarak bu fotoğrafı gösterebilirsiniz.
 
Anadolu’da doğup büyümüş üstün zekâlı gençleri, ağır ve sıkı bir eğitimden geçerek dünyanın en elit subayları haline geliyor. Önceden FETÖ bu sisteme sızarak Anadolu çocuklarını zehirlemişti. Bu zehrin en büyük panzehirinin ise Mustafa Kemal Atatürk olduğu apaçık görüldü. 

Halbuki başkaları bu panzehirin yerine sürekli başka tarikatları, başka uşakları koymaya çalıştı.
 
Anlamıyorum. 

Bu çocuklar Şeyh Sait’in askerleriyiz, Sait Nursi’nin askerleriyiz, Öcalan’ın askerleriyiz, FETÖ’nün askerleriyiz” vb. slogan atsalardı mutlu mu olacaklardı. 
Daha dün, komutanlarla poz veren Hizbullah zihniyetinin yayın organlarına bakın. İktidarın birkaç oy uğruna şımarttığı bu domuz bağcıların yazdıklarına bakın. 
Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk kumpaslarına alkış tutanların hepsi ağızlarından köpük saça saça teğmenlere saldırıyor.
 
AKP’nin ideologları da sıkıntıda... 22 yıllık iktidar, yüzlerce imam hatip okulu, defalarca değiştirilmiş müfredat, kanallardaki sansür ve propagandalar, tarikatlarla iş tutmuş bir milli eğitim programı derken 2000 doğumlu bir teğmen kılıcını havaya kaldırıp bütün bu sahte hegemonyayı yıkıyor. İşte esas mesele bu. Bir türlü kafalarına işlemiyor.
 
Atatürk bu toprakların kendisidir.
 
“Yetim Mustafa...” deyince gözüm dolar. 

Bu ordu, bu ülke, yetim Mustafa’nın kendi hayatından bir vazgeçişidir. Sağlığını, ailesini kendisini terk edişidir. Kendisini yok ederek bir vatan kurma meselesidir. Anlamıyorsunuz yetim Mustafa’nın ordusundaki teğmenler tabii ki de Mustafa Kemal’in askeri olacak. 

Mustafa Kemal’in askeri olmak, Anadolu’nun askeri olmaktır; bağımsızlığın, egemenliğin, Cumhuriyetin, ezilenlerin, yoksulların, dışlananların askeri olmaktır. 
Mustafa Kemal’in askeri olmak sadece cephede çarpışmak değil; selde, depremde, yangında vatanına vatandaşının yardımına koşmaktır. 

Evet, teyakkuzda olmak, temkinli olmak iyidir. Ancak yarın bu bayrak ve topraklar uğruna şehit olmayı göze alan ve şehit olduklarında timsah gözyaşı dökeceğiniz insanları rahat bırakın. 
Çok uzatmayayım. 

Onlar gibi biz de Mustafa Kemal’in askerleriyiz.

Murat Ağırel / Cumhuriyet


Boy değil işlev + Hani kalbin kuruyacaktı? + Emri vereni sorgulayacak cesaretiniz var mı? -Barış Pehlivan/Cumhuriyet

 

Boy değil işlev

Türkiye’de yaşayan ve zaman geçiren herkesin her bilgisi internette satılır.

Tüm dünyada aranan uluslararası mafya liderlerine Türkiye’de vatandaşlık verilir.

Memleketin göbeğinde bir akademisyen kameralar önünde öldürülür.

Biz ise şunlarla mutlu edilmeye çalışılırız:

O bilgiler silindi, o mafya lideri yakalandı, o katil cezalandırıldı.

Halbuki, havuz problemi gibidir mesele. Siz musluğu kapamadan suyu boşaltırsanız fayda etmez. Zira, suyun akış gücü delikten boşalandan büyük, zemin de hep ıslak kalır.

Yani, siz tüm bu suçların devlet içindeki kaynağını ortadan kaldırmazsanız aslında o suçun sadece o günkü işleniş biçimini durdurursunuz. Haliyle, yöntem ve maşalar değişir ama suç işlenmeye devam eder.

Günlerdir Diyarbakır’da yaşanan Narin cinayetini ve ardındaki çürümeyi konuşuyoruz. Ailenin çakarlı lüks araçlarla ve silahlarla kurulan ilişkisini belgeliyoruz. Siyasetin, “tanırız” referansının nasıl bir sırra işaret ettiğini sorguluyoruz.

İşte bu tartışmaların yaşandığı günlerde, yine Diyarbakır’da, o köye 20 dakika uzaklıkta başka bir önemli gelişme yaşandı. 9 Eylül’de toplanan Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi Zerya Kuyumculuk dosyasında kararını verdi.

Takip edenler bilir, yıllardır bu davayı yakından izliyorum.

Diyarbakır’da altın üreten Zerya Kuyumculuk’un sahiplerinin 2020’de kaybolmasıyla başlamıştı. Onlar ki insanlardan aldıkları yüklü miktarda parayı ve altını işletiyordu. Dahası, Zerya Kuyumculuk’a varlıklarını teslim edenler arasında polislerden valilere, savcılardan hâkimlere kadar geniş bir “devlet görevlisi” de bulunuyordu. Lakin, hiçbiri şikâyetçi olmadı. Belli ki paranın kaynağının sorulmasından çekinenler vardı.

Kuyumcunun sahipleri Zülfikar Ortaç, Zülküf Ortaç ve Serdar Adıgüzel  yüzlerce yıllık hapisle cezalandırıldı.

Gelin görün ki...

Onları kaçıran ve altınları kimliği belirlenemeyen birilerine teslim eden isim beraat etti.

Dolandırılanların adının yazdığı bilgisayarı yok eden isim beraat etti.

Antalya’da otel işlettiği söylenen ortaklardan Zülküf Ortaç ise halen yakalanamadı.

Keza...

Mahkeme ne bu saadet zincirinin kaynağını ne devlet bağlantısını ne de ismi saklanan bürokratları sorguladı. 

Ne güzel övünüyoruz: “Dünyanın en büyük adliyesi Türkiye’de inşa edilecek.”

Ne zaman duysam “Önemli olan adliyenin boyu değil, işlevi” demek geliyor içimden.

                                                         /././

Hani kalbin kuruyacaktı?

“Siz Deniz Feneri için neler söylediniz... Bakalım ‘Baba Beni Okula Gönder’ kampanyasının altından neler çıkacak... O paralar nerelere gidiyor?”

Savcı Fikret Seçen, gözaltındaki şüpheli Tijen Mergen’e söylüyordu bunu. Sözde terör örgütü şüphelisi Mergen, Milliyet gazetesinin icra kurulu üyesi ve “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasının koordinatörüydü.

Narin okul yerine toprağa gitti. Narin’in tabutuna okul önlüğü yerine gelin duvağı kondu. Narin’i ‘baba yarısı’ amca öldürdü. Narin’i gömdü, sonra namaz kıldı...”

Günlerdir bunun gibi cümleleri okuyoruz. Hepsi doğru. Lakin yine hepsinde büyük bir eksik var. Öyle ya, “Unutursak kalbimiz kurusun” diye ant içmeyi de ve yine hep unutmayı da çok seviyoruz. İç titreten ağıtlar yakmayı da görkemli sözler paylaşmayı da çok iyi beceriyoruz. Ama işte yalnız Narin’in olmadığıyla da neden Narin’in yalnız bırakıldığıyla da bir türlü yüzleşemiyoruz.

Halbuki 2009’da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) bütün şubelerine ve Milliyet gazetesine yapılan polis operasyonu, Narin’in ölümünden bağımsız değildi.

Türkan Saylan’ı hatırlayın. “Kız çocuklarını okutmak zorundayız, onların okuması Türkiye’de devrim yaratacak” diyordu. Bu devrimin taşlarını döşemek için ÇYDD on binlerce kız öğrencinin elinden tuttu; çocuk yaşta gelin yapılmak istenenlerin kendi ayakları üstünde durabilen kadınlar olmasını sağladı; onlara burs, yurt, kalem verdi.

Madem ilericilik devrimi içindi bu, karşıdevrim de gereğini yapmalıydı. Yıkımı o zamanın makbul tarikatı Fethullahçılar eliyle başlattılar. Bilir misiniz, ÇYDD davasında suç unsuru olarak şu tespit yer aldı: “Türkan Saylan’ın başkanlığını yaptığı ÇYDD, Türkiye’nin her kesiminden özellikle de kız öğrencilere okuma bursları verdi.”

Ya bugünün ÇYDD Genel Başkanı Ayşe Yüksel’i tutukladıkları belgede şunun yazdığını hatırlar mısınız: “Doğu illerinde üniversiteyi kazanan çocuklara burs verilmesine yardımcı olduğu ve teşvik ettiği telefon konuşmalarından anlaşıldı.”

CEHALET YERİNE SEN ÖRGÜTLEN

Düşünün...

Milliyet gazetesi 2005’te ÇYDD ile birlikte bir kampanya başlattı: Baba Beni Okula Gönder. Adından da anlaşılacağı üzere, kampanyanın amacı gelecekleri elinden alınan kız çocuklarını kazanmak içindi. Kampanya sayesinde 33 yurt ve 12 okul yapıldı, binlerce kız çocuğuna burs sağlandı. Öyle ki tüm yurtta yeni bir bilinç yeşeriyordu. Haliyle, bu atmosfer Fethullahçıların eğitimde örgütlenmesinin önünde engeldi. Diğer yandan, Deniz Feneri davasında Milliyet’in haberciliği de iktidarın büyük öfkesini çekmişti.

Böyle olunca ÇYDD’yi kriminalleştirecek ve kampanyayı sönümlendirecek operasyon yapıldı. Ah nasıl unutulur, Türkan Saylan’dan ve ÇYDD’den hoşnutsuzluğu sır olmayan dönemin AKP’li milli eğitim bakanı, bugünün pek “demokratı” Hüseyin Çelik’ti.

Sonrası malum...

ÇYDD’nin burs bilgilerinin yer aldığı bilgisayarlara uzun yıllar el kondu. Milliyet derneğin isminden korktu, kampanya sona erdi; nihayetinde gazete de satıldı ve etkisizleştirildi.

O günkü kumpaslar ise görünürde bitti. Kumpasçı polislerin sanık olduğu dava devam ediyor, yargı mensupları ise halen yargılanmadı. Lakin benzer süreç aktörleri değişerek devam ediyor.

Zira, Fethullahçıların koltuğuna başka cemaatler oturdu. ÇEDES projesiyle okullara tarikat şeyhleri sokuldu. Çağdaşlığın yerine cehaletin örgütlenmesi sağlandı.

Demem o ki... Bugün yalnız Narin değil ve Narin yalnız ise bunda, hafızasızlığımızın da sadece ağıt yakmamızın da örgütsüzlüğümüzün de örgütlenenlere destek vermeyişimizin de payı var.

                                                       /././

Emri vereni sorgulayacak cesaretiniz var mı? 

Acilen yanıtlanması gereken şimdilik on sorum var:

1- Murat Ağırel’in konuştuğu Emniyet kaynakları, “Zaten sizin infazınıza dair istihbarat notu var” dedi. O istihbarat notu ne zaman yazıldı ve içeriği neydi? Bu istihbarat alındığı andan itibaren neden harekete geçilmedi?

2- Bu satırlar yazılırken gözaltı sayısı üçe yükselmişti. Videodaki maskeli adam, çekimi yapan kişi ve onlarla birlikte aynı otelde kalan bir başka şahıs yakalandı. Operasyon İzmir’de yapıldı. Bu isimler daha önce takip ediliyor muydu?

3- Seçimden önceydi. Bu satırların yazarı, Murat Ağırel ve iki gazetecinin daha saldırıya uğrayacağına dair bir iddia ortaya atıldı. O iddianın kaynağı da İzmir’di. Peki, seçimden önceki saldırı hazırlığıyla Ağırel’e yapılması planlanan saldırı teklifinin İzmirli bir gruba ihale edilmesinin bir ilişkisi var mı?

4- İddiaya göre, gözaltına alınan isimler infaz ihalesi teklif edilen Mahsun Kuruçay’ın hasımları. Peki, Kuruçay’a bu infazı yaptırmak isteyen Ankaralı siyasetçi kim?

5- Diyelim ki Ankaralı o siyasetçinin ismi öğrenildi. Emniyet ve savcılık o Ankaralı siyasetçinin ifadesini alabilecek mi?

6- Mahsun Kuruçay’ın infaz teklifini kabul etmediği doğruysa, aynı teklifi kabul eden oldu mu? Olduysa, azmettirici yakalanmadan Ağırel ve ailesi nasıl rahat yaşayacak?

7- İnfazın teklif edildiği Mahsun Kuruçay cezaevinden rüşvet vererek mi çıktı? Eğer bu iddia doğruysa kime ne kadar para ödedi?

8- Kuruçay’ın Murat Ağırel’i öldürmesi karşılığında hangi davası nasıl kapatılacaktı? Adliyede hâkimlere etki edebilecek güç kim?

9- Murat Ağırel’in tehdit edilme süreci Mersin’deki bir uyuşturucu operasyonunu haberleştirmesinden sonra başladı. O uyuşturucunun asıl sahibi Ankaralı siyasetçi miydi?

10- Sinan Ateş’i öldürme emrini verenle Murat Ağırel’in infazını isteyen aynı kişi mi?

Barış Pehlivan/Cumhuriyet


Çiçekleri açarken budayanlar!+Sahte veteriner hekim skandalı!+‘Yumuşamanın’ ardındaki neden buymuş! -Zülal Kalkandelen/Cumhuriyet

 

Çiçekleri açarken budayanlar!

Narin Güran’ın katilinin kim ya da kimler olduğu savcılık soruşturması tamamlandığında netleşecek. Ancak Türkiye, bir ya da birkaç kişinin suçlu ilan edilmesiyle bu yükün altından kalkamaz!

Çünkü bu ülkede kadın ve çocuk cinayetleri münferit değildir; seri cinayete dönüşmüş, organize bir katliam halini almış sistematik bir vahşettir. Toplum bununla yüzleşip sorunun kaynaklarına inmediği sürece şiddeti durduramaz. 

O nedenle en başta kabul edilmesi gereken gerçek şudur: Türkiye’de kadın ve çocuk cinayetleri politiktir! AKP döneminde büyük artış gösteren kadına, çocuğa şiddet ve cinayet sayısı, yükselen dinci gericiliğin sonucudur.

SÜREKLİ POMPALANAN GERİCİLİĞİN ARDINDA...

“Kadınla erkek eşit değildir” diyen ve seçim öncesinde tarikatları memnun etmek için ülkeyi İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çeken AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan,

Cinsel istismar suçunda mağdurla failin evlenmesi durumunda cezayı ortadan kaldıran yasayla ilgili olarak çocuğa tecavüzü “küçüğün rızası” diyerek savunan Bekir Bozdağ,

Karaman’da Ensar Vakfı’na bağlı bir yurtta 45 öğrenciye tecavüz edilmesi ile ilgili olayda vakfı savunurken“Bir kere yaşanmış bir olayı bir kuruma mal
etmeyelim” diyen dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu,

Çocuk yaşta evliliği savunan HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu gibi siyasetçiler...

Ve çok sayıda kadına, çocuğa cinsel taciz, tecavüz ve şiddet olaylarıyla gündeme gelen tarikatlar ile cemaatler var!

FEODAL İLİŞKİLER, TARİKATLAR VE SİYASET!

Peki Anadolu’da birçok ilimizde varlığını sürdüren feodal ilişkilerin, tarikatların ardında başka kimler, neler var? 21. yüzyılda anayasasında demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu yazan Türkiye Cumhuriyeti’nde neden hâlâ köylerde ağalar, şıhlar ve onların önünde eğilen köylüler var? Bu sömürü düzeninden kimler çıkar sağlıyor? 

Bu soruların yanıtları, ağalık, şeyhlik gibi uydurma pozisyonlarla fakir köylü üzerindeki baskısını sürdürenlerin siyasi ilişkilerinde yatıyor. Bir örnek vermek gerekirse, “Yeter söz milletindir!” sloganıyla iktidara gelen Demokrat Parti’yi kuranların ilk ciddi muhalefeti, 1945’te TBMM’de Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu görüşmelerinde ortaya koyduğunu hatırlamak gerekir. Topraksız ya da az topraklı çiftçilere toprak dağıtılmasını engellemek isteyenler kimlerdir? Adnan
Menderes başta olmak üzere, kendileri de toprak ağası olan siyasetçilerdir!

TBMM’deki toprak ağaları ve aşiret reisleri, çıkarlarının bozulmasından korkarak Sabahattin Eyüboğlu’nun deyişiyle Köy Enstitülerini “çiçek açarken budanmış” kurumlara çevirdi. Oysa ilkel tarımdan modern üretime yönelme arayışlarının, çağdaş demokrasiye geçebilmek için özgür yurttaşlar yaratma projesinin adıydı Köy Enstitüleri.

Cumhuriyet Devrimi’nin sürdürücüsü yeni insanı yaratmanın aracı olan bu okullar, günümüzde yerini çoğunluğunu imam hatip okullarının oluşturduğu, tarikat ve cemaatlerin egemen olduğu bir eğitim sistemine bıraktı.

CEHALET VE GERİCİLİK, TOPLUMU BÖYLE ESİR ALDI

AKP döneminde başlatılan taşımalı sistemde köylerde okul da öğretmen de kalmadı. Köylerden okulu ve öğretmeni çıkarınca ne oldu? Geriye tarikatların açtığı kurslar ve tarikat şeyhleri ile imamlar kaldı.

Anadolu’daki çağdışı gericiliğin ardında, 1940’lardan bu yana emperyalizmin desteği ile sürdürülen bu yıkıcı toplumsal saldırı yatıyor. Narin’in köyü de birçok köy ve kent gibi uzun zamandır bu saldırının altında. Biat kültürünün ve tarikatların hüküm sürdüğü toplumda en başta ahlaki değerler hızla çürüdü. 

Cumhuriyet Devrimi’ni yapanlar, işte bu yıkıcı etkisi yüzünden laiklik karşıtı yapılanmaları 677 sayılı yasa ile 1925 yılında kapattı!

8 yaşındaki Narin’in köyü de çiçek gibi olabilirdi; o güzel gülüşlü çocuk da bugün toprak altında değil, okulda olabilirdi. Narin’i öldürenler belki bir belki de birkaç kişi ama bu cinayetin suç ortakları çok fazla. Onlar, çiçekleri açarken budayanlar yani Türkiye’de tarikatları ve cemaatleri oy deposu olarak kullanmak için dinci gericiliğin ve cehaletin ateşine odun atanlar! 

                                                   /././               

Sahte veteriner hekim skandalı!

Hemen her şeyin sahtesinin türediği Türkiye, insanların en masum duygularını sömürenler için cennet haline geldi. Bugün buna ilişkin bir örnek anlatacağım.
Olay bu yıl mayıs ayında İzmir Çiğli’de yaşandı. Elif Melisa Kıymık, köpeği Venüs’ü Amerika’ya yanına aldırana kadar Çiğli’de yaşayan ailesine bırakmış. Ancak Venüs bir kaza geçirip düşünce kalça kemiği kırılmış ve arka ayakları tutmaz hale gelmiş. Aile hemen veteriner hekimlere başvurmuş ama gelip alamayacakları söylendiği için, bir tanıdık aracılığıyla veteriner hekim olduğunu ve köpeği alarak tedavisini yapabileceğini söyleyen Hüseyin Şahin’e ulaşılmış. 

Şahin, Melisa’nın annesinden tedavi için 14 bin TL istemiş, “Önce masraflar için 7 bin TL’yi gönderin, kalanı köpeği teslim ederken alırım” demiş. Parayı verilen IBAN hesabına havale eden aile, daha sonra arayıp köpeği görmek istediğinde Şahin oyalamış ve 15 Haziran’da tekrar para göndermelerini isteyince 2 bin TL daha yollamışlar. Görüntülü arayıp ısrarla köpeği görmek istediklerini söyleyince bir köpek gösterilmiş ama onun Venüs olup olmadığını telefon aniden kapatılınca anlayamamışlar bile.

Aylar süren oyalamalardan sonra Şahin, 30 Ağustos’ta köpeği teslim edeceğini söylemiş ama yine etmemiş. 1 Eylül’de aslında Venüs’ün klinikte değil, bir hayvan üretim çiftliğinde olduğunu söylemiş!

Aile o anda Venüs’ü almak istediklerini söyleyince görüntülü arama yapan Şahin yerde serumlu bir şekilde yatan bir köpeği gösterip Venüs’ün rahatsızlandığını söylemiş ve sonra da gece 3 civarında mesaj gönderip köpeğin kalbinin durduğunu bildirmiş. Aile köpeğin ölüsünü isteyince de vermemiş ve bir süre sonra telefonla ulaşılamaz olmuş. 

Yaşananların hepsi belgeli ve olay şu anda yargıda.

ÜRETİM ÇİFTLİKLERİNİ KAPATIN!

Bunlar bana aktarıldığında daha önce birçok kez duyduğum dolandırıcılık olaylarından biri olduğuna emindim. Ancak yine de Türk Veteriner Hekimleri Birliği ile temasa geçtim ve adı geçen Hüseyin Şahin hakkında bilgi aldım. 

Gelen yanıt aynen şöyle: “Hüseyin Şahin odaya kayıtlı değil, zamanında Aydın’da fakülteden atılmış, sahte belge ile hekimlik yapmaya başlamış. Savcılık tarafından belgede sahtecilikten suçu sabit görülüp ceza verilmiş. Onun dışında hayvan sahiplerinin evlerine gidip yanlış tedavi sonucunda hayvan ölümlerine yol açarak ve borç para alıp insanları dolandırmaktan dolayı ek dosyası hazırlanmış.”

Bu sahte veteriner hekimi araştırdığımda, Urla’daki Guardia Turca de Smyrna adlı köpek üretim çiftliğinin resmi YouTube sitesinde “Veteriner hekimimiz”  diye tanıtıldığını gördüm. Çiftliğin internet sitesine girdiğinizde, sizi  “Avrupa’nın en iyi kan hattına sahip Mastiff ırkları dünyasına hoş geldiniz!”  diyerek karşılıyorlar. Üretimini yaptıkları ve damızlık olarak kullandıkları köpekleri tanıtıp bu korkunç ticaretin reklamını yapıyorlar!

Biz hayvan hakları savunucuları, hayvan üretim çiftliklerinin kapatılması için yıllardır mücadele ederken bizi duymazdan gelen iktidar yetkilileri, işte bunları görmezden geldi!

AYM KATLİAM YASASINI İPTAL ETMELİ!

Hayvanlar üzerinden rant sağlayanlara, hayvanları üretip satanlara ceza verilmediği için, Türkiye hayvan sömürüsünün tavan yaptığı bir ülke oldu. AKP döneminde 22 yıl boyunca hayvanları üretip üretip sattılar! Hem yurtiçinde hem de yurtdışında sattılar!

Sonra da “Sokaklarda hayvan popülasyonu çok arttı” diyerek katliam yasası çıkardılar. Bugün Türkiye’nin her yerinden tüfeklerle delik deşik edilmiş, zehirlenmiş kedi ve köpek görüntüleri geliyor.

30 Temmuz’da TBMM’de kabul edilen ve Erdoğan tarafından imzalanarak 2 Ağustos’ta yürürlüğe giren 7257 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, hayvan üretim çiftliklerini kapatmayan ve bu ticareti yapanlara ceza öngörmeyen ama hayvanlar için ölüm fermanı niteliğinde olan bir yasadır.

Anayasa Mahkemesi, bu akıl dışı çarpıklığı ve zalimliği göz önünde bulundurup katliam yasasının yürürlüğünü bir an önce durdurmalıdır!

                                                  /././

‘Yumuşamanın’ ardındaki neden buymuş! 

Anayasanın 101. maddesi diyor ki “Bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir. Ancak cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.”

Erdoğan, cumhurbaşkanını halkın seçmesine ilişkin referandumun sonrasında ilk kez 2014’te doğrudan halk oyuyla cumhurbaşkanı oldu. Seçim öncesinde başbakanlıktan istifa etmesi gerektiği halde etmedi.

2018’de ikinci defa seçime girdi ve yine cumhurbaşkanı oldu. Geçen yıl cumhurbaşkanı seçimine girmesi anayasaya aykırıyken hukuk ayaklar altına alındı ve üçüncü kez seçime girdi! Seçimleri 14 Mayıs’ta yapacağını ilan etti ve “Çıkarın artık adayınızı” diyerek muhalefeti de yarışa davet etti. 

Muhalefet ne yaptı? 

O sırada CHP Genel Başkanı olan Kılıçdaroğlu, “Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığı anayasaya aykırı ama mağdur olmasın diye itiraz etmeyeceğiz, sandıkta yeneceğiz” dedi. Baykal’ın 2003’te Erdoğan’a milletvekilliği ve sonrasında başbakanlık yolunu açmasından sonra böylece üçüncü kez cumhurbaşkanlığı yolunu da Kılıçdaroğlu açmış oldu.

GEÇMİŞTEN ALINMAYAN DERSLER

Ne var ki Erdoğan şimdi de dördüncü kez aday olmak istiyor! Üstelik partisi AKP’nin kamuoyu araştırmalarında ikinci parti konumuna gerilemiş olduğu görülse de hem yeni baştan anayasa yapmak hem de anayasaya aykırı bir şekilde bir kez daha cumhurbaşkanı olmak istiyor!

Peki yerel seçimlerle birlikte birinci parti konumuna yükselen CHP ne diyor? Bu kez CHP’nin başında Özgür Özel var ve o da “‘Erdoğan 23 yıl sonra aday olamadığı için gitti’ denmesini istemem. 2026’nın baharında sandığı koysun, şüphem yok Erdoğan’ı sandıkta yenebiliriz” diyerek yolu bir kez daha açıyor!

Daha önce Kılıçdaroğlu döneminde aynısı yaşanmamış gibi halk bir kere daha bu oyuna inandırılmaya çalışılıyor. Özel, seçimlerin yenilenmesine ilişkin anayasa maddesinden hareketle bunu söylüyor ama Erdoğan’ın geçen yıl üçüncü kez aday olmasının zaten anayasa aykırı olduğunu görmezden geliyor!

Sanki karşısında yasalara uyan biri, dürüst seçim yapan bir parti var da sandıkta onu yeneceğine güveniyor ve yaptığı hesabı şöyle anlatıyor: “Kendine güveniyorsa 2025 Kasım’ı en uygun zaman. Şartlarımıza uyuyor, aday olma imkânı varken oluyorsa 360 vekille erken seçim kararını birlikte alırız.” 

Demek ki yerel seçimden sonra estirilen “normalleşme”, “yumuşama” stratejisinin amacı buydu. Erdoğan, Özel’in bu konudaki yaklaşımını öğrenip istediğini alınca daha fazla yumuşamaya da gerek kalmadı.

Özel’in “şartlarımıza uyuyor” dediği de belli ki yeni seçilen milletvekillerinin özlük hakları ile ilgili. Milletvekilliğinden emekli olabilme şartlarından biri, iki yıl milletvekilliği yapmak. CHP, bu süre dolunca erken seçim olsun diyor, üstelik bu tarih Erdoğan’ın tekrar aday olabilmesi için de uygun diyor! 

ACABA HALK NE DİYOR? 

Açlıktan, yoksulluktan kıvrananların sesi duyulmuyor mu? 

Reşit Kibar, Hopa’da Metin Lokumcu gibi doğayı korumak için mücadele ederken katledildiğinde atılan feryatlar duyulmuyor mu? 

Tarikat cenderesine alınan ve intihar eden gençlerin haykırışları duyuluyor mu? 

Sığınmacı istilası altında kalan Türkiye’nin öfkesi duyulmuyor mu? 

Sokaklardaki şiddete kurban edilen kadınların, çocukların, hayvanların acısı duyulmuyor mu?!

Türkiye karşıdevrimcilerin elinde siyasal İslama teslim edilirken, insanlar ekonomik krizin dibine vurmuş bir ülkede bir gün sonra yiyecek bulma endişesi ile yaşamaya çalışırken “2025 Kasım’ı bize de Erdoğan’a da uygun demek” ve anayasaya aykırı bir şekilde cumhurbaşkanı olmuş birine tekrar yol açmak, bir ana muhalefet partisinin yöntemi olabilir mi?

Kuşkusuz CHP, tek başına erken seçim tarihini belirleyemez ancak toplumsal baskıyı artırabilir, zaten var olan seçim talebini yükseltebilir ve bunu siyasetin 1 numaralı gündemi yapabilir. 

Tabii isterse! Gerisi lafügüzaf!

Zülal Kalkandelen/Cumhuriyet      


Bir Cumhurbaşkanı kararı: Şeytan bunun neresinde? + Arsa, tarla, orman: ‘Beka’ sorunu arayan asıl buna baksın -Bahadır Özgür/duvaR

 

Bir Cumhurbaşkanı kararı: Şeytan bunun neresinde? 

6 Eylül günü Resmi Gazete’de bir Cumhurbaşkanlığı kararı yayımlandı. Antalya’da bir yerlerin koruma sınırını yine değiştirmiş. Peki niye? Falezlere zarar verdikleri için davalık olan bir dizi otel ile kamuya ait ama SİT alanında olduğu için çivi dahi çakılması yasak olan deniz kıyısındaki oldukça değerli araziye bakınca nedenini anlıyoruz.

6 Eylül 2024 tarihli Resmi Gazete… Yine Cumhurbaşkanlığı kararları ile dopdolu. Etrafı bomboş, eğri büğrü sınırla çevrelenmiş, içi de boş bir takım krokiler yayımlanmış. Recep Tayyip Erdoğan, bir yerlerin sınırlarını değiştirmiş yani. Uzmanı değilseniz Resmi Gazete’ye bakıp anlamak ne mümkün! Bunlardan bir tanesi Antalya’nın Muratpaşa İlçesi’ndeki kıyılarla ilgili. Lara’dan başlıyor, Konyaaltı Plajı’na kadar uzanan bir bölgede, bazı değişiklikler yapılıyor. Peki Erdoğan oturup neyi, niye değiştirmiş?

Kentin içindeki iki plaj arası falezlerden oluşuyor. Milyonlarca yılda oluşmuş bu doğal kıyı yapıları ekosistem için çok önemli. Antalya nadir yerlerden. Dolayısıyla buralar Antalya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nca boydan boya “korunması hassas alan” kapsamına alınmış. Yani çivi çakmak yasak. Öyle mi?

Elbette hayır. Muratpaşa’da bir mücadele de devam ediyor. Oteller falezlere zarar vererek genişliyor. Son aylarda özellikle üç otel gündemde. Talya, Ramada ve La Boutique falezlerin canına okuyup, kayaları oyup kıyaya doğru genişliyor. Davalar açıldı ve konu yargıda. Yıkım kararları da var ortada. Hatta Koç’un sahibi olduğu Talya Otel epey bir ülke gündemine de oturdu.

İşte tam bunlar yaşanırken Cumhurbaşkanı Erdoğan tutup falezlerin koruma sınırlarında değişikliğe gitti. Konuyu uzun zamandır takip eden ve sayısız haber yapan yerel gazete Akdeniz Manşet’ten Mehmet Talay ilk defa dikkat çekti. Resmi Gazete’de 2020 yılında yayımlanan koruma alanı krokisi ile yeni yayımlananı kıyasladı ve sınırların daraltıldığına dikkat çekti. İki kroki şöyle:

Dikkatli bakınca koruma alanının daraltıldığı görülüyor lakin yine de Resmi Gazete’deki halinden bir şey anlamak pek mümkün değil. Ben de dönüp meseleyi çok iyi takip eden Talay’a sordum: Erdoğan neyi değiştirdi?

Anlaşılır şekilde şöyle açıkladı:

Konyaaltı kumsalından başlayıp Lara kumsalına kadar uzanan falez tipi kıyı yapılanması, “korunması hassas alan” kapsamındaydı. Ancak son yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile boydan boya uzanan bu kıyı yapılanmasının yarısı kapsam dışına çıkarıldı. Kararnameye göre, daha önce müzenin karşısından başlayan Korunması Hassas Alan, Piri Reis Caddesi hizasına çekilmiş ve Kaleiçi Yat Limanı’nın başlangıcında sonlandırılmış. Yat Limanı’ndan Lara kumsalına kadar olan falez kıyı bandı, kararnamesindeki krokide yer almıyor. Yani burasının “korunması hassas alan” kapsamında olup olmadığı belli değil.

Şeytan ayrıntıda gizlidir derler ya, gelelim kararnamedeki şeytanlığa…

Yıkım kararları da verilen ve halen yargıda olan oteller tam da “statüsü belirtilmemiş” bölgede yer alıyor. Korunuyor mu, korunmuyor mu belli değil. Öyleyse davalarda mahkeme nasıl karar verecek? İkinci şeytanlık da burada yatıyor zaten.

Başkanlık rejiminin ‘mucizelerinden’ birisi daha incelikle işliyor. Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini içeren 2018 yılındaki 1 No’lu kararnamenin 109’uncu maddesine göre, orman rejimine tabi olmayan bütün koruma alanları Cumhurbaşkanı’nca tescil ve ilan edilir. Özetle Erdoğan’ın kararı, koruma kurullarının verdiği kararların üzerinde. Ne demek bu? Daha açıklayıcı olması bakımından şöyle soralım: Antalya’daki otellerin yıkılıp yıkılmayacağına dair görülen davada hakim Cumhurbaşkanı’nın yetkisini mi, Koruma Kurullarının kararlarını mı dikkate alır sizce? Alanın statüsü belirsiz bırakıldığında o otellerin kaçak kısımları yasallaştırılmış olmuyor mu?

Şimdi de son şeytanlığa bakalım…

Bölgede oldukça değerli bir arazi var. Karayolları Bölge Müdürlüğü’ne ait, bir kısmı otopark, bir kısmı park olarak kullanılan bir alan. Cumhurbaşkanı kararı ile koruma alanı dışına çıkarılan bölgenin içinde yer alıyor.

Karayolları Bölge Müdürlüğü’ne ait arazinin bir kısmı otopark, bir bölümü de park olarak kullanılıyor. Haritada kabaca gösterelim. Hemen anlayacaksınız meseleyi. Son Cumhurbaşkanlığı kararnamesi sayesinde arazi artık SİT alanı içinde yer almadığından dolayı her şey yapmak mümkün. Zaten bu kararın yayımlandığı Resmi Gazete’de de pek çok yerin ‘turizm gelişim bölgesi’ ilan edildiğini göreceksiniz. Bu ballı kamu arazisinin de artık kime nasip olacağını zamanla izleyeceğiz.

İşte bir Cumhurbaşkanı kararının daha perde arkası böyle. Kağıt üzerinde hiçbir şey anlaşılmayan eğri büğrü, bomboş krokilerin gerçek hayatta neye denk düştüğüne bakıldığında, başkanlık rejiminin esbab-ı mucibesini de daha iyi anlamış oluyoruz!                                        /././

Arsa, tarla, orman: ‘Beka’ sorunu arayan asıl buna baksın

Türkiye Cumhuriyeti’nde bir kişi, oturup 37 kentte, toplam yüzölçümü 26,7 km2’yi bulan 721 parseli orman dışına çıkarıp satışa sundu. Bundan daha ürkütücü bir yetki olur mu? Üstelik ‘istisna’ ve ‘geçici’ sayılması gereken bir yetki bu. Darbeyi bırakın, ülke işgal edilse, işgalci gücün kullanmaktan çekineceği bir güç.

Arsa, tarla, orman… Rezerv alan, tarım arazilerinin kiralanması, orman kanunundaki 16. madde…

Başkanlık rejimine geçildikten sonra memleket toprağında yaşananlara daha dikkatli bakmak lazım. Buralarda ciddi şeyler oluyor çünkü. İmar rantı demek yetmiyor. Planlı, istikrarlı, yıllara yayılan bir değişime imza atılıyor. Birbiriyle alakasız yasal düzenlemeler üzerinden coğrafya yeniden haritalanıyor. Toprağın statüsü değiştiriliyor. Ve ülke sathına yayılmış en büyük mülkiyet değişimi gerçekleştiriliyor.

Peki ne yapıyorlar? Resmi Gazete’de bölük pörçük okuduğumuz, sanki uzay boşluğunda çizilmiş, etrafı bomboş, içi bembeyaz bir kağıt parçasının kroki diye eklendiği Cumhurbaşkanlığı kararları, nasıl bir gerçekliği anlatıyor?

                                                     ***

Özellikle son 10 yılda Türkiye toprağının statüsünü doğrudan ilgilendiren üç temel yasada köklü değişiklikler yapıldı. 2018’den itibaren de Recep Tayyip Erdoğan’ın yetkilerini korkunç düzeylere çıkaran kritik revizyonlara gidildi. Az çok biliyoruz bunları.

İlki; 2012 tarihli kentsel dönüşüm yasası olarak bilinen düzenleme. Geçen yılın sonunda ‘rezerv alan’ tanımının değişmesiyle beraber büyük tartışmalara, maruz kalanların tepkisine yol açıyor. Sonuçları için sadece Hatay’da olan bitene bakmak bile yeterli. İkincisi; 2014 yılında önemli değişikliklere gidilen Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’ndaki değişiklik. Bununla bağlantılı geçen ay yönetmelik çıkarıldı. Artık iki yıl ekilmeyen tarım arazileri kiralanacak. Üçüncüsü ise Orman Kanunu. 2012’de “orman vasfını yitirmiş arazilerin satışını” öngören meşhur ‘2B yasası’ uygulamaya girdi. 2018’de ise Orman Yasası’na kritik bir ek yaptılar. 16. madde ile Erdoğan, istediği yeri orman alanı dışına çıkarma yetkisini aldı.

Daha nice benzer yasa sayılabilir. Mera, su kaynakları, maden, enerji, turizm, köy ve büyük şehir kanunları, endüstri bölgeleri ile OSB’lere teşvik kanunları, tapu ve kadastro, hatta vatandaşlık... Her birinin sonuçları geriye doğru incelendiğinde ortaya çıkan manzara değişmiyor. Toprağın statüsü yeniden belirleniyor.

Bunlardan bir tanesini detaylı inceleyelim şimdi. Devasa yangınlarla yine gündeme gelen ormanlarda, 2018’den sonra yaşananların, Harita Yüksek Mühendisi Prof. Dr. Erol Köktürk ile Orman Mühendisi Yücel Çağlar’ın ayrı ayrı yaptığı titiz çalışmalara dayanarak, kısa bir bilançosunu çıkaralım.

FELAKETİN KAPISINI AÇAN 16. MADDE

2012’deki 2/B yasası ile tam 4 bin 734 km2 orman dışına çıkarılmış alan satıldı. Bunun sadece yüzde 4.7’sinde yerleşim yeri bulunuyordu. Ardından imar afları ve yeni imar planları ile buralar inşaata açıldı. İktidar, kentler büyüdü, orman görünen çoğu yer vasfını yitirdi, geçmişi çok eskiye uzanan imar sorunları söz konusu diyerek, ülkeyi 2/B’ye ikna etti. Lakin meselenin vatandaş lehine bir sorunu çözmek olmadığı, başkanlık rejimine geçildiğinde anlaşıldı. 2018 yılında 2/B’den bile beter 16. madde, Orman Kanunu’na eklendi. Özeti şu: Erdoğan keyfine göre istediği yeri orman dışına çıkarıp satabilir. Kıstası da kriteri de o belirliyor.

Ormanlara yönelik neden planlı, programlı bir saldırının olduğunu her iki yasadaki kocaman boşluktan anlıyoruz. Nedir bu boşluk? Uygulamaların süresi belirsiz. Yazma gereği bile duymamışlar. Oysa iki yasanın gerekçesi de geçmişe dönük. “Bozulan orman” dediğiniz vakit, ileriye dönük bir şeyi kastetmiyorsunuzdur herhalde.

Ne yani; memleket sürekli orman vasfı yitirmiş alan mı üretiyor? Her yıl gök taşı mı düşüyor, volkan mı patlıyor, devasa heyelanlar mı oluyor? İklim değişikliği sebebiyle sağda solda ormanlar mı kuruyup gidiyor? Yangınlarda iktidar anında “buraları satmayacağız, imara açmayacağız. Tekrar ormanlaştıracağız” diyor. Öyleyse Erdoğan nasıl oluyor da her hafta haritaya bakıp sürekli orman vasfını kaybetmiş yerleri bulup çıkarıyor!

Erdoğan 2018 ile 2024’ün Ağustos ayına kadar, bir tanesi parlamenter sistemde, gerisi başkanlık rejiminde olmak üzere 27 kez yetkisini kullandı.

Türkiye Cumhuriyeti’nde bir kişi, oturup 37 kentte, toplam yüzölçümü 26,7 km2’yi bulan 721 parseli orman dışına çıkarıp satışa sundu. Bundan daha ürkütücü bir yetki olur mu? Üstelik ‘istisna’ ve ‘geçici’ sayılması gereken bir yetki bu. Gündelik ekonomik ve politik kararların ötesinde bir durumdan bahsediyoruz. Darbeyi bırakın, ülke işgal edilse, işgalci gücün kullanmaktan çekineceği bir güç.

Tablodaki illere baktığımızda kararların orman bakımından zengin bölgelerde yoğunlaştığını görüyoruz. Başka bir şey daha görüyoruz. 6 yılda orman sınırı dışına çıkarılan parsellerin yüzde 61’i, 1000 m2’den küçük. Hatta içlerinde 5,8 m2, 8,1 m2 gibi alanlar bulunuyor. Bunun anlamı, şahsileşmiş iktidarın şahıslara özel orman katliamı yapmasıdır, tepeden aşağıya bir suç ortaklığının kurulmasıdır.

                                                     ***

Ormanların başına gelenler üzerine daha çok şey söylenebilir. Ama bir kez daha vurgulamak gerekir ki, yalnızca vahim bir ağaç katliamıyla karşı karşıya değiliz. Gelecek nesilleri ve toplumsal yaşamın her alanını etkileyecek bir ‘toprak özelleştirmesi’ süreci hızla işliyor.

Ha bire egemenlik hakkından, vatan bütünlüğünden, şehit kanıyla sulanmış coğrafyadan bahsedenler, dönüp elle tutulur, gözle görülür memleket toprağında olup bitene bir baksın. Asıl ‘beka’ sorunu burada yatıyor.

Bahadır Özgür/duvaR