Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -21 Eylül 2024-

Vicdansızlık! -A.Cihan Soylu-

Vicdan kavramı şu ya da bu gerekçeyle çok sayıda tartışmanın konusu olmuştur. Diyarbakır-Tavşantepe’deki Narin cinayeti vesilesiyle yeniden birçok açıklamada yer aldı. Günümüz burjuva devlet iktidarının en tepe yöneticisi olan Erdoğan örneğin, konu üzerine açıklamasında, “Bu vahşet öne sürülerek aile müessesesi, dini kurumlar, hatta Kürt kardeşlerimiz hedef alınıyor. Açık söylüyorum bu vicdansızlıktır” dedi.

Erdoğan başka birçok konuya da değinerek muhalefetin her türünü hedefe koyan sözleri birbiri ardına sıraladı. Örneğin “şahsiyet inşası”ndan bahisle “Güçlü şahsiyetler, sağlam bir toplumun teminatıdır” dedi ve bireylerin, ailenin, devletin bozulması ve çürümesinin millet ve memleketin aleyhine büyük kötülüklere yol açacağını belirterek sözü camiye, ezana, Kur'an'a getirdi. Camilerin ahırlara çevrilmesi, ezanın susturulması, Kur’an'ın toplatılması gibi, önceki zamanlarda da birçok kez gündeme getirilen ancak hiçbir zaman kanıtı gösterilememiş olan iddiaları yineleyerek “dine sarılma” ile “milletin bekası”nı ilişkilendirme şeklindeki siyasal manevrayı -yoksa taktik mi demeli?- bir kez daha gündemleştirdi.

Elli yılı aşkın süredir egemen sınıf politikasının belirli kanallarında deneyim kazanan birinin bu türden sözler etmesi, elbette sınıfsal tecrübesiyle de bağlıdır. 8 yaşındaki bir kız çocuğunun barbarca katledilmesi karşısında ortaya çıkan toplumsal tepkiye rağmen bir aya yakın süredir bu cinayeti açığa çıkarma yerine, canilerin bulunmasını isteyenleri vicdansızlıkla suçlamak, o da yetmez, aile kurumunu ve Kürtleri hedef almakla suçlamak, bu tecrübeyle bağlı manevralardan olmalı. Kürtleri ulusal talepleri nedeniyle bölücü terörist ilan edip saldırı hedefi yap, sonra dön Kürtleri hedef alıyorlar diye konuş, kolay başarılacak türden bir iş değil!

Erdoğan’ın dini söyleme yoğun şekilde başvurmasıyla ise elbette yeni karşılaşılmıyor. Buna rağmen açıklamasını “toplumun bam telleriyle oynamayı içeren tehlikeli bir kumar” olarak niteleyenler oldu. Aynı zamanlamayla Genelkurmay Eski Başkanı Hulusi Akar ve Anayasa Mahkemesi başkanı, toplumsal yaşamın düzenlenmesi alanıyla ilişkin açıklamalarında dini söyleme başvurdular. Akar, eğitimin bilgi için değil “Allah korkusu”nu oluşturmak için yapılması gerektiği mealinde laflar etti. Milli Eğitim Bakanlığı, tarikat-cemaat örgütlenmelerini “sivil toplum kuruluşu” olarak ilan etmekle kalmadı, eğitim öğretim programını onlarla iş birliği içinde uygulama girişimlerini aleni hale getirdi. Üst düzey yönetim organlarından gelen açıklama ve girişimler, siyasal İslamcılığın devlet kurumlarında artan şekilde güç haline gelmesi kaygısını daha da artırdı.

Birbirini izleyen ve planlanmış izlenimi veren bu açıklamaların, siyasal-ekonomik sorun yumağının Erdoğan iktidarını giderek artan şekilde açmazlarla karşı karşıya bıraktığı bir dönemde ve bir sistematik dahilinde yapılıyor olmasının, hedef şaşırtma-gündem oluşturma gibi bir özelliği var. İşsizlik ve yoksulluğun arttığı, zamların birbirini izlediği, on milyonlarca kişinin kredi borçlusu durumuna düştüğü ve bunlara karşı tepkilerin giderek açık şekilde dışa vurulduğu dönemlerde yapıldığı üzere, yine aynı şekilde “dine sarılma” taktiğiyle, din istismarıyla tepkilerin büyük kitlesel protestolara dönüşmesi önlenmeye çalışılıyor. Ancak hepsi bu değil! Toplum yaşamının siyasal İslamcı anlayış doğrultusunda düzenlenmesi Erdoğan yönetiminin başından beri izlediği politikanın önemli bir yanını oluşturuyor. Amaç dindarlık değil kitlelerin din aracıyla yedeklenerek sömürü ve baskı sisteminin uyumlu unsuru durumunda tutulmalarıdır. Böyle olduğu, din istismarcılarının aşağıdan yukarıya zenginlik içinde boğulacak varlık sahipleri olmasına ve fakat “tebea” olarak zikredilenlerin yoksulluk içinde olmaya devam etmelerine bakılarak görülebilir.

Erdoğan’ın çürümeye ilişkin tespiti, kendine ait olup olmamasından bağımsız olarak, içinde bulunulan durum açısından varsayımsal değil somuttur. Çürüme bireysel değil, toplumsal bünyeyi saracak denli yaygın ve derin izler bırakacak denli de etkilidir. Ne ki bu durum onun ve yönetimi altında büyük vurgunlar yapma olanağına kavuşanların göstermek istedikleri gibi dış güçlerin, lobilerin, hainlerin ürünü değil, sömürü ilişkilerine kulluk bağıyla bağlı olan ve ondan yararlanarak emekçilerin üretimi zenginliklerle ülkenin doğal kaynaklarına el koymada birbirleriyle yarışan kapitalist çakalların marifetleriyle bağlıdır. Erdoğan, “İslam kardeşliğine ve bizi biz yapan kadim değerlerimize daha sıkı sarılmaya ihtiyacımız var” derken olmayan ve olmadığı ayan-beyan olan bir şeyden söz ediyor. İslam dinini kabul eden ülkelerin yöneticileri başta olmak üzere siyasal İslamcıların birbirlerinin kanına ekmek doğrama politikası onca piyasaya dökülmüşken, “İslam kardeşliği” bir rivayetten öte anlam taşımıyor. Kürtler büyük çoğunluğuyla Müslümandır ama ulusal kimliklerini ifade etmelerine karşı dahi küfrün bin türü alenidir. 1840’lardan beri saldırı hedefindeler. Filistinliler önemli bir bölümüyle Müslümandır ama “İslam kardeşleri”nin gözü önünde 76 yıldır imha ve işgal politikalarıyla zulüm altında tutuluyorlar.

Özak işçileri Müslümandır ama sendika seçme haklarını kullanmak istediler diye jandarmadan müftülüğe, AKP’nin belediye başkanından valisine devleti temsil edenlerin baskı ve saldırısına hedef olmaktan kurtulmadılar. Polonez işçileri polis saldırısına uğradı. Soma'da 301 işçi can verirken durumu protesto eden işçi aileleri Y. Yerkel adlı AKP bürokratının tekmeli saldırına hedef oldular. Daha bir ay önce, Soma’da AKP Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu’nun aile şirketine ait Fernas Maden Ocağında Bağımsız Maden-İş Sendikasına üye olduğu gerekçesiyle altı kişi işten çıkarıldı. Bunun gibi yüzlerce-binlerce örnek sıralanabilir. İslam kardeşliğinden, İslam dininin yüceliğinden söz eden devlet yöneticileriyle tarikat şeyhlerinin hemen tümü ülkenin en zenginleri, sermaye ve servet sahibi kesimi arasında yer almaktadır. Erdoğan, “Müslümanlar olarak Allah’tan ümidimizi kesmemekle mükellefiz” diyor, “Rab'bimize sığınmalıyız” buyuruyor. Bunu başarırsak diyor, Rab'bimiz yeni kapılar açacaktır!

Gece gündüz vardiyalarında durmaksızın çalıştıkları ve büyük çoğunluğuyla “Allah'tan ümit kesilmez” anlayışıyla hareket eden on altı milyon işçiye ancak yardımla yaşayabilen 15 milyon kişiye, 12 bin 500 TL’ye talim eden milyonlarca emekliye, aileleriyle birlikte altmış milyonu bulan yoksulluk sınırı altında yaşayanlara, Erdoğan’ın çağrısı hallerine şükredip susmak, talepte bulunmamaktır. Baş temsilcisi olduğu iktidar mevkileri siyaseten ve sermaye sahipleriyle, iç-dış güç merkezleriyle iş birliği içinde şekillenmiş olmasına rağmen, “Müslümansan Rab'bine sığın, sakın mücadele yolunu tutma!” demek de siyaset hem de siyasetin daniskasıdır. Birileri milyar dolarları kasalara doldurur, arazi-liman-orman demez mülk edinirken on milyonların ellerini açıp şükrederek beklemeleri, bu birincilerin işine çok yaradı. Durum devam etsin istiyorlar. Buna karşı çıkanları da vicdansızlıkla suçluyorlar.

Bir yanda büyüyen sermaye, artan milyoner ve milyarderler, diğer yanda yoksul ve yoksunlar! Bir yanda zor-baskı ve yasaklarla yaşamı cendereye alanlar diğer yanda zulmün kırbacı altında olanlar. Vicdan varsa eğer, terazisinde büyük sorun var!

                                                          /././

AKP ve MEB’in büyük mahareti: Bağnazlığı ve emek sömürüsünü sürdürmeye diplomalı çözüm -Adnan Gümüş-

MEB’in maharetleri say say bitmiyor, her gün bunlara yenisini ekliyor. En zoru cehaleti ve sömürüyü sürdürmek olsa gerek, maharetine paha biçilmez MEB, cemaat ve esnaflar buna artık diplomalı çözümler üretiyor.

AKP döneminde, hele de 2010’lardan bu yana MEB işi gücü bıraktı iki konuya odaklanmış bulunuyor: Din-imam hatip, ucuz işçi-mesleki teknik okullar/çıraklık MESEM’ler. İmam hatipler o kadar yaygınlaştırıldı ki artık bu alan tüm sınırları zaten aşmış, dahası tüm okullar zaten zorunlu ve zorunlu seçmeli din dersleriyle medreseye dönüştürülmüş bulunuyor. MESEM’ler ve meslek teknik okullarının tümden çıraklığa dönüştürülmesi son 2-3 yıldır çok daha öne çıkmış gibi. Her gün ya zaten uygulamaya geçirilmiş ya da tez zamanda uygulamaya geçirileceği duyurulan berbere, yağcıya, mobilyacıya, inşaatçıya, tekstilciye… bilumum esnaf sanatkara ucuz emek gücü nasıl sağlanır projesiyle yatıp kalkıyoruz.  İşletmelerin devlet teşvikli meslek okulu açması zaten vardı, hatta mevcut okulların yönetiminin esnafa devri de zaten vardı, MESEM konusu zaten var, meslek ortaokulları açılmasını bir süre önce duymuştuk, son duyduklarımız arasında iş yerinde sınıf açılmasına, çocukların 3 gün dükkanda/fabrikada yatmasına kadar iş vardı. Hatta Antalya İl Müftülüğü, 2 bin 500 sanayi işletmecisinin çırak sorununa çözüm için camilerde vakit namazları öncesinde cemaate çıraklığın avantajlarını anlatacakmış.

Artık okula da öğretmene de gerek yok, küçük sanayilerde, özel fabrikalarda çalışacak, hatta yatıp kalkacak, yurda bile ihtiyaç yok.

Öğrenci için öğretmene, okula, yurda ihtiyaç kalmayınca MEB de çok rahat edecek, bütün mesele şu öğrenciler, onları sanayiye ve camiye gönderdiğimizde, dükkanda ve tarikatta yatıp kalktığında artık sorun kalmayacak, mesele para ise parasını devlet, mesele diploma ise o diplomayı MEB veriyor zaten, cemaatlere ve işverenlere sömürmek, semirmekten, nemasını toplamaktan başka bir şey kalmıyor, diplomanın da sahtesine bile gerek yok, kanun gibi resmi diploma.

“Meslek lisesi memleket meseli” yeni değil, Türkiye’nin iktisadi ve sınıfsal yapısına dair, Türkiye’nin ekonomipolitiğine dair maalesef. Burada sorulması gereken bazı temel sorular var: Türkiye ucuz ve niteliksiz iş gücüyle kalkınır mı, bu çok sakat bir bakış, dahası işin bir de ahilik fütüvvet cehalet boyutu var. Cehalet ve insan sömürüsü istendik tercih edilen bir durum mu? Cehalet nasıl istendik hale getiriliyor, cehalet nasıl üretiliyor?

Eskiden okul diploması ucuz işçilikten ve cehaletten az biraz da olsa kurtulma göstereniydi. Şimdi diplomalı ucuz işçilik ve diplomalı cahiliye dönemine doğru evriliyoruz. Bu nasıl oluyor, cehalet nasıl diplomalı hale, nasıl istendik hale getiriliyor; ucuz işçi, çırak, camide namaz kıldırabilecek vatandaş memlekette az mı da yamaklıkla çıraklıkla imam hatiple uğraşıyoruz? Dahası bunlar için diploma gerekiyor mu yoksa diplomayı kandırmaca/havuç olarak mı dağıtıyoruz?

SINIF MESELESİ: ÖZGÜR ÜST SINIFLAR TARİH BOYUNCA MESLEK EĞİTİMİ ALMADI, GENEL NİTELİKLİ EĞİTİM ALDI

Yazının icadı ve tarih devirlerinin başladığı günden bugüne eğitim toplumların küçük bir grubunu oluşturan “yönetici” ve “özgür sınıfların” konusu olmuştur, Antik Mısır’dan bu yana yönetici sınıfın etrafında küçük bir kalemiye/ilmiye/yazıcılar grubu da olmuştur ki, bunlar da yine istisnalar dışında özgür sınıflardandır. Eski/antik toplumlarda, özgür-köle diye ayrışan toplumlarda özgür sınıf dışında kalan diğer sınıfların örgün eğitim görecek “boş zamanı” hiç olmamıştır, özgür sınıf dışındakiler okula gidecekler zümresinden hiç sayılmamıştır.

Ticaret liseleri ticaretin yükselmeye başladığı 1200’lerden itibaren gelişmeye başlamıştır.

Asker yetiştirme ocakları hep vardır ancak bunlar yaygın olarak acemi ocaklarıdır, 1700’lü yıllara kadar asker yetiştiren meslek okulu olmamıştır, enderunlar da çok sınırlı ve farklı bir konsepttir.

Meslek liseleri 1775’lerden sonra Endüstri Devrimi’nin ürünü sayılır. Ancak hedef kitlesi hep alt sınıflar olmuştur.

Daha önceki dönemlerde olduğu gibi Endüstri Devrimi sonrası da nitelikli genel eğitim hep üst sınıflarla ve nüfusun çok küçük bir grubuyla sınırlı kalmıştır.

Kaldı ki amaç olarak çocuğun her tür beden-jimnastik-müzik-edebiyat-sanat-mantık-matematik-bilim-felsefe-entelektüel-moral gelişimine yönelik okul modeli tarih boyunca liseler/akademiler olmuştur.

GENEL ORTAÖĞRETİM OKULUNDAKİ ÖĞRENCİ ORANI YÜZDE 38

Türkiye’de genel ortaöğretim öğrencisi hiçbir zaman çağ nüfusunun yarısına erişemedi. Okullaşma oranları 1960’lara kadar yok denecek düzeydeydi, ortaöğretim ve yükseköğretim talebi 1970’lerden itibaren hızla arttı. Genel kitlesel ortaöğretim 2000’li yılların olgusudur.

En son geçtiğimiz yılın ortaöğretim öğrenci sayısına ve bunun içinde genel liseye giden oranına bakarsak sayı ve oranlar şu şekildedir.

 Öğrenci SayısıOkullu Öğrenci İçindeki YüzdesiToplam Öğrenci İçindeki Yüzdesi
Anadolu Lisesi 2.185.75445,7332,19
Fen, Sosyal, Güzel Sanatlar, Spor Liseleri412.5808,636,08
Genel Ortaöğretim Okulu Öğrenci Sayısı2.598.33454,3638,27
MTAL1.701.38335,5925,06
İmam Hatip480.48410,057,08
Açıköğretim (AL, MAL, AİHL)2.009.480 

29,60

TOPLAM Öğrenci6.789.681 100,00

                                           Yani 2022/2023 Ortaöğretimde

* Toplam Öğrenci Sayısı: 6 milyon 789 bin 681

* Okullu genel ortaöğretimde (açıköğretim hariç) öğrenci sayısı 2 milyon 598 bin 334

*Okullu örgün genel ortaöğretim öğrenci oranı yüzde 38.27.

Bu yüzde 38’in içinde devamsız ve okul terkleri de var. Yani genel lise öğrenci oranı yüzde 25’ler düzeyinde sayılır.

Bu durum yeni değil, Türkiye ortaöğretim çağ nüfusunun genel akademik ortaöğretim okulundaki oranı hep sınırlı düzeyde kaldı.

AKP’NİN BAŞARI GÖSTERGESİ: MESLEKİ TEKNİK ÖĞRENCİ SAYISI OECD ORTALAMASINDAN, HATTA ALMANYA’DAN BİLE DAHA YÜKSEK

Ekim 2016’da Milli Eğitim Bakanlığının Antalya'da gerçekleştirdiği "eğitimden üretime sektörle işbirliğine" temalı 2. Eğitim Kongresine Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, Eğitim-Bir-Sen Genel Başkan Yardımcısı Latif Selvi, Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan, TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, General Elektrik Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Canan Özsoy, Antalya Valisi Münir Karaloğlu, Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel, siyasiler, gazeteciler, iş ve eğitim dünyasından önemli isimler katılıyor. Hem bilgi hem beceri bakımından sıkıntılı olan salt yoksul alt sınıf çocuklarından oluşmasına rağmen AKP etrafındaki işçi sendikaları, dahası Eğitim-Bir-Sen bile mesleki eğitimin ortaöğretim düzeyinde yaygınlaştırılmasında AKP döneminde çok yol alındığını, dahası daha da yaygınlaştırılmasını savunuyor.

Eğitim-Bir-Sen tarafından hazırlanan eğitime bakış raporundan bahseden Memur-Sen Başkanı Yalçın: “Mesleki ve teknik eğitim noktasında, nicelik verilerinde OECD ülkelerinin birçoğunun ve OECD ortalamasının üzerinde bir sıraya yerleştik.”  “15-19 yaş grubundaki mesleki eğitim alan genç oranımız, Almanya gibi sanayi devlerinin bile önünde görünmektedir. Yani, mesleki ve teknik eğitim kurumlarımızdaki öğrenci sayısında da bu öğrencilerin toplam orta öğrenci sayısındaki payında da büyük bir artış var. Ortaöğretimde öğrencilerin yüzde 47’si mesleki ve teknik öğretim kurumlarına devam ediyor.”  “AK Parti hükümetleri ve Eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın hakkını teslim etmek gerekir. Çünkü başta katsayı olmak üzere meslek liselerinin önündeki bütün engeller bu dönemde kaldırıldı ve meslek liseleri için büyük bir yatırım yapıldı.” 

Diğer katılımcılarla birlikte Memur-Sen de bunu büyük bir başarı olarak alkışlıyor, meslek liselerinin özendirilmesini talep ediyor.  

Peki, bu bir başarı mı, neyin başarısı. Bunun için işin nitelikli eğitim kısmına bakmak gerekiyor.

İMAM HATİPLER VE MESLEK OKULLARI LİSE OLMAKTAN ÇIKMIŞ, NİTELİKLİ EĞİTİMDE DÖKÜLÜYOR

Nitelikli eğitimde yüzde 5 civarında öğrenci var.

Elimizde tek doğru düzgün veri PISA. Daha önce PISA sonuçlarına değinmiştim. Yeniden hatırlarsak, PISA sonuçlarında 5.-6. seviyeyi oluşturan üst dilimde puan alabilen öğrenci oranları üç alan ortalamasında yüzde 3’leri hiç geçmedi.

PISA “Öğrencilerin temel konu alanlarındaki çeşitli durumlarda karşılaştıkları problemleri tanımlarken, yorumlarken ve çözerken; bilgi ve becerilerini kullanma, analiz etme, mantıksal çıkarımlar yapma ve etkili iletişim kurma yeterliklerini ifade eden yenilikçi bir okuryazarlık kavramı geliştirmiştir.” (s. 266).

Yüksek (5.-6. üst seviyelerden) fen okuryazarlığında “Bu öğrenciler, sahip oldukları bilimsel bilgi ile fen hakkındaki bilgilerini yaratıcı bir şekilde ve kendi başlarına, aşina olmadıkları durumlar da dahil olmak üzere çok çeşitli durumlara uygulayabilir.” (Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 4’ü).

Matematik okuryazarlığında 5.-6.düzey: “Bu düzeylerde öğrenciler karmaşık durumları matematiksel olarak modelleyebilir. Bu durumlarla başa çıkmak için uygun problem çözme stratejilerini seçebilir, karşılaştırabilir ve değerlendirebilir.” (Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 5.4’ü).

Okuma becerilerinde 5.-6.düzey: “Bu öğrenciler uzun metinleri anlayabilir, soyut veya mantık dışı kavramlarla başa çıkabilir ve bilginin içeriği veya kaynağıyla ilgili örtük ipuçlarına dayanarak gerçek ile görüş arasında ayrım yapabilir.” (Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 1.9’u).

Genel liseler gözden çıkarılmış, daha çok imam hatip ve mesleki teknik eğitim desteklemekle birlikte, PISA sonuçları, imam hatip ve mesleki teknik okulların başarı düzeyinin çok daha başarısız kaldığını açıkça gösteriyor.

Soru şu ki, daha iyisi dururken onu bozmaya çalışmak, daha başarısızını model yapmaya çalışmak nasıl bir zihniyete işaret ediyor acaba, hangi ekonomi politiğe karşılık geliyor?

BAĞNAZLIK VE SINIF DİPLOMASI: MÜTEŞARİK RANTİYE, AKP-MHP-HÜDA PAR ZİHNİ GERİLİĞİ VE EMEK SÖMÜRÜSÜNÜ DİPLOMAYA BAĞLIYOR

Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. MÜTAŞERİK otoriterlik -müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı… birbirini bulmuş, bir blok oluşturmuştur.  Nüfus istismarı da ucuz emek de halkın cahil kalmasından geçiyor.

Ancak cehaletin de pazarlanması, istendik hale taşınması, halkın rızasının üretilmesi lazım.

Yönetici sınıfların araçsal aklı o hadde vardı ki, diplomayı bile cehalete rıza üretimine dönüştürdü. Sadece imam hatip veya mesleki teknik okullarda değil artık çıraklık okulunda bile ortaöğretim (lise mezuniyeti) diploması veriliyor. AKP ve mütaşerik yarı burjuvazi DİPLOMA dağıtıyor.

Böylece bir yandan diploma değerini kaybederken diğer yandan geniş bir rıza üretimi de yaratılarak diplomalı cehalet yaygınlaştırılıyor.

AKP ve MÜTAŞERİK Otoriterlik öyle bir şey yaptı ki, okulun bile içini boşaltarak, diplomayı bile cehaleti sürdürmeye, dahası iktidara boyun eğme, körleşme, kulluk ve sömürü aracına dönüştürdü.

Eskiden diplomasız-diplomalı en azından bir miktar entelektüel eşik noktasını gösterirdi, diploma az çok bir entelektüel düzeyi gösterirdi, şimdi diploma herkese dağıtılıyor ancak diplomanın türü öğrencinin cehalet ve sınıf gösterenine dönüşmüş bulunuyor.

NİTELİKLİ BİLGİ, BECERİ VE OKULLAR HÂLÂ ÖZGÜR ÜST SINIFLARA AİT

Yakın zamana kadar çok sınırlı kalsa da okullar nitelikli eğitim anlamına geliyordu ve özgür sınıflara aitti. Giderek kitleselleşti, ancak toplumsal çelişkiler de okullara taşınmış bulunuyor.

İmam hatipler de mesleki teknik okullar da MESEM’ler de ülkenin birbirinden ayrılmaz hem cehalet meselesi hem sınıf meselesidir. Nitelikli eğitim ve okullar hâlâ ancak orta üst sınıflara aittir.

Herkese nitelikli okul hakkı bu ülke ve dünya için kritik önemdedir.

Herkes için nitelikli okul sağlanması eşitlik ve adalet meselesidir. Anne babaların kökeni, eğitim düzeyi ve varlık düzeyi en önemli üç eğitim göstergesi olmaya devam ediyor: Ne kadar yüksekse çocukları da o kadar nitelikli eğitim alıyor, ne kadar düşükse çocukları da o kadar geride kalıyor.

O halde, hem genel cehaleti ve toplumsal eşitsizlikleri hem de okulun bağnazlık ve eşitsizlik üretmesini aşmalıyız.

                                                        /././

Saldırıyı püskürtmek için -Ahmet Yaşaroğlu-

İşbirlikçi büyük sermayenin hizmetindeki iktidar işçi ve emekçi halka azgınca saldırı program olan OVP'yi güncellemiş, saldırısının kapsamını genişletme kararını ilan etmişti. Emekçilerin kıdem tazminatını hedefe koyan iktidar bu saldırısını Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) adıyla emeklilik haklarına saldırıyı, esnek çalışmayı da eklemişti. Hatırlanacağı üzere Temmuz ayı içerisinde Türk-İş, DİSK, Hak-İş ortak bir toplantı yapmış 10 talep ileri sürmüş, ortak hareket edeceklerini, bunun "üyelerine karşı sorumluluk" olduğunu vurgulamışlardı. O günden bu yana ortak eylemler yerine ayrı mitingler yapılmış, ancak bu mitinglere işçi katılımının sağlanması için yeterli çaba harcanmamış, etkisiz geçen mitingler emekçi kamuoyunda harekete geçirici bir etki yaratmamışlardı.

Üç konfederasyonun ilan ettiği 10 talep içinde, iktidarın "güncellendiği" OVP'de yer alan kıdem tazminatının gaspına, esnek çalışmanın gündem getirilmesine, emeklilik haklarına el uzatılmasına ilişkin talepler yer almıyordu. İktidar işbirlikçi büyük sermayenin talepleri temelinde saldırısını 'güncellemiş' işçi konfederasyonları ise taleplerini yenileyip, eylemlerini yaygınlaştırma gibi bir adım atmamışlardı. Şimdi sormak gerekiyor, işçi konfederasyonları bu etkisiz tutumları ile "üyelerine karşı sorumluluklarını" yerine getirebilirler mi? Üyelerini harekete geçirmek için gerekli çalışmayı yapmayan, üyelerini tehlikenin büyüklüğü konusunda uyarıp, sarsmayan, işçi sınıfının birleşik gücünü harekete geçirmeye çalışmayan konfederasyon üst yönetimlerinin iktidarın ve sermayenin saldırılarını püskürtemeyeceklerini anlamak için kahin olmak gerekmiyor.

Oysa işçi sınıfımızın mücadele tarihinde birlikte mücadelenin olumlu örnekleri bulunuyor. Şimdi unutulmuş olsa da Emek Platformu böyle bir mücadelenin örülmesi için atılan önemli bir adım olmuştu. 1999 yılı içinde DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümetinin "Yeni Sosyal Güvenlik Yasasına" karşı 3 işçi konfederasyonu, 3 kamu emekçileri konfederasyonu, 3 emekli derneği, 7 meslek birliğinin bir araya gelmesi ile Temmuz 1999'da kuruluşunu ilan eden Emek Platformu, 24 Temmuz'da "mezarda emekliliğe hayır" diyerek o günün koşullarında 400 bin işçinin katıldığı büyük bir miting gerçekleştirilmişti. Keza mücadeleci şube yönetimlerinin oluşturduğu sendika şube platformları, sınıfa bağlı temsilcilerin oluşturduğu işçi temsilcileri platformu gibi deneyimler de vardı.

Peki o halde soralım: bugün işçi sınıfının ve emekçi yığınların içinde bulundukları durumunun o günden daha iyi olduğunu söyleyebilecek tek bir sendika yöneticisi, işçi temsilcisi bulunuyor mu? Ne bu iddia edilebilir, ne de işçilerin o günden daha az mücadele etmek istedikleri ileri sürülebilir. Aksine bugün ekonomik koşullar daha sert ve acımasız, sermayenin ve iktidarın saldırıları daha kapsamlı ve köklüdür. İşçi mücadeleleri ise ortak bir mücadele merkezi olmadığından dolayı mevzi ve parçalı, ama kararlı ve militandır.

Bununla birlikte tüm emekçi halkın içine itildikleri sefalet koşullarından dolayı öfkeleri de, mücadele istekleri ve kararlılıkları da büyüktür. İşçi ve emekçiden yana, mücadeleden yana olduğunu söyleyen hiçbir şube yöneticisi veya işçi temsilcisi bugünkü koşulların emek mücadelesi için uygun olmadığını ileri süremez.

Açlık sınırı ile asgari ücret arasındaki, yoksulluk sınırı ile ortalama emekçi ücreti arasındaki uçurum giderek derinleşmekte, emekliler sefalet ve açlıkla boğuşmakta, küçük üreticiler tekeller tarafından soyulmakta, ülkenin pek çok köşesinde halk taşını, toprağını, suyunu iktidardan aldıkları güçle saldırıya geçen vahşi madencilere karşı savunmak için ayağa kalkmaktadır. Emek ve demokrasi güçleri işçi ve emekçi halkın mücadelesinin birleşmesi ve ilerlemesi için inisiyatif alma zorunluluğu ile karşı karşıya bulunmaktadır. Halkın geniş kesimlerinin gözünde iktidar sürekli eriyen bir mumdan daha farklı değildir. Ama bu mumu üfleyip söndürmek gerekiyor. Yoksa bu bir mumun erirken etraf etrafı kirletmesi gibi bir etki yaratıyor. Yani çalışma ve yaşam koşullarını zorlaştırmaktan, saldırmaktan geri kalmıyor. İşçi ve emekçi mücadelesini birleştirmek ve ona ortak bir mücadele perspektifi verebilmek için yeni bir atılım ve enerji gerekiyor.

                                                              /././

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -21 Eylül 2024-

 

Bursa’da kadın öğretmenin kapısını kırdırtan müdür bir dönem İHH temsilciliği yapmış! -Candan Yıldız-

Celalettin Ökten İmam Hatip Ortaokulu Müdürü Ergin Kaya Kırbıyık, idari tedbir olarak görevden alındı. Okulun web sayfasındaki bilgilere göre hafızlık eğitimi güçlü olan bir öğretmen… Bir dönemde Bursa Kestel’de İnsani Yardım Vakfı (İHH)’nın yöneticiliğini yapmış

Celalettin Ökten İmam Hatip Ortaokulu Müdürü Ergin Kaya Kırbıyık, kadın müdür yardımcısının kapısının tekmelenerek kırılmasına neden oldu.

Bir okul müdürü cüretini nereden alıyor olabilir ki, okuluna müdür yardımcısı olarak atanan bir kadın öğretmenin odasının kapısını kırdırtabiliyor?

Bursa İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü konuyu bilmesine rağmen, öğretmenin görüntüleri göstermesine rağmen nasıl oluyor da harekete geçmek için bir hafta bekliyor?

Hangi güç bu öğretmeni koruyor?

Yer Bursa Mahmut Celalettin Öktem İmam Hatip Ortaokulu…

Sosyal bilgiler öğretmeni Doğa Kayacı, geçen yıl ekim ayında (25 Ekim 2023) Milli Eğitim Bakanlığı tarafından anaokulundan sorumlu müdür yardımcısı olarak Celalettin Öktem İmam Hatip Ortaokulu’na atanıyor.

Kabus atanmadan sonra başlıyor.

Bürokraside ilişkileri olduğu anlaşılan okul müdürü Ergin Kaya Kırbıyık, öğretmenin kendi okuluna atandığını öğrenince, telefonunu buluyor ve mesaj atıyor.

Mesajında “Biz burada uyumlu bir kadroyla çalışıyoruz. Neden bana sormadan bu okulu seçtin” deme cüretinde bulunuyor.

Öğretmen Doğa Kayacı’nın yanıtı ise “Beni tebrik edeceğinizi düşünürken böyle bir mesaj beklemiyordum. Atanmam için size aramam gerektiğini düşünmüyorum” oluyor.

Ve göreve başlıyor Doğa Kayacı…

Kendisine havasız, penceresiz bir oda gösteriyor okul müdürü Ergin Kaya Kırbıyık… Müdür yardımcısı öğretmenin sağlık sorunları baş gösterince sözlü olarak müdürden odasının değiştirilmesini talep ediyor.

Ama müdür ısrarla odasını değiştirmiyor. Bu yetmiyormuş gibi başı açık bir öğretmen olan Doğa Kayacı’ya sözlü olarak “Kılık kıyafetine dikkat et” cümlesini kurabiliyor.

Okula 10 dakika geç kalan Doğa Kayacı’yı odasına çağırıp, “Bugünden sonra danışmaya imza sirküsü bırakması gerektiğini” söylüyor. Amaç öğretmenin okuldaki itibarını zedelemek olsa gerek.

Doğa Kayacı, havasız oda meselesi çözülmeyince konuyu ilçe milli eğitime taşıyor.

Bundan sonraki süreci Bursa Eğitim Sen’in açıklamasından okuyalım:

“Okul öncesi öğrencilerinin bulunduğu katta daha uygun oda olmasına rağmen, içinde tuvaleti olan bir oda arkadaşımıza tahsis edilmiş, arkadaşımız oraya taşınmıştır. Ancak kindar müdürün asıl niyeti belli olmuş, yaklaşık 25 metrekare olan odanın içindeki küçük bir tuvaletin, kattaki öğretmenler tarafından kullanılması uygun görülmüştür. Bunun kabul edilebilir olmadığını, 25 metrekarelik odada kendisi otururken başkalarının tuvaleti kullanmasının doğru olmayacağını söyleyen arkadaşımıza; ben öyle uygun gördüm, arkadaşların kullanabileceği başka tuvalet yok, istemiyorsan önceki odaya dön, demiştir. Duruma itiraz eden arkadaşımız yeniden ilçe milli eğitim müdürlüğüne gidip durumu anlatmış, bunun üzerine yine giriş katta eski odasının yanında revir olarak kullanılan, içinde buzdolabından yatağa kadar birçok araç gerecin olduğu odaya geçmesi istenmiştir. Arkadaşımız odanın düzenlenmesi halinde oraya geçebileceğini söylemesine rağmen, sadece yatak çıkarılıp, diğer dolap, buzdolabı vs. birçok malzemenin orada kalacağı ifade edilerek oraya taşınması gerektiği bildirilmiştir. Kindar müdür, 11 Eylül Çarşamba günü arkadaşımıza saat 12.00’ye kadar odayı boşaltmasını ısrarla söylemiş, arkadaşımız da diğer oda uygun koşullara getirilmediği için halen bulunduğu odayı boşaltmayacağını, uygunsuz odaya geçmeyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine kindar müdür Ergin Kaya Kırbıyık, diğer iki müdür yardımcısı (Bunlar okul öncesi bölümünden öğretmen ve öğrenciler görmesin diye perdeleme görevi görmüştür), okulun teknik ve yardımcı personelinden gerekli anahtar, pense vs. araçlar getirip kapıyı açmalarını istemiştir. Orada yalnız kalan arkadaşımız kendisini sonradan ifade edemeyeceğini hatta inandırıcı olmayacağını, çünkü böyle bir duruma belki kimsenin inanmayacağını da düşünerek video çekmeye başlamıştır. İlgili videoda da görüleceği üzere; anahtar, İngiliz anahtarı, pense gibi araçlarla kapı açılamayınca kindar müdürün talimatı üzerine çekiç getirilip, çekiçle vura vura kamu malına zarar vererek kapının anahtar kısmında büyük bir delik açılmış, ancak hala kapı açılamamıştır. Bunu gören kindar müdür yeniden talimat verip kapıyı tekmeleterek açtırmıştır. Arkadaşımızın; “Bu şekilde odaya giremezsiniz, özel eşyalarım var.” demesine aldırmadan odaya girilmiş, özel ve resmi kullanıma ait tüm eşyalar dışarıya atılmıştır.

Müdür yardımcısının odasının kapısı kırılması olayı 11 Eylül’de oluyor. Yaklaşık bir hafta önce… Zira öğretmen diğer personelin zarar görmemesi için olayı sadece ilçe milli eğitime bildiriyor. Görüntüleri de izletiyor.

Nedense bir hafta boyunca konuyla ilgili hiçbir şey yapılmıyor. Bunun üzerine basın açıklamasıyla yaşananlar teşhir ediliyor.

Söz konusu okulun müdürü şimdi idari tedbir olarak görevden alındı.

Okulun web sayfasındaki bilgilere göre hafızlık eğitimi güçlü olan bir öğretmen…

Bir dönemde Bursa Kestel’de İnsani Yardım Vakfı (İHH)’nın yöneticiliğini yapmış.

2023 Ocak ayında Bursa Kestel’de İHH Temsilcisi olarak İsveç’te Kur’an-ı Kerim’in yakılması protesto eylemine katılmış.

Bursa'da İsveç'te Kur’an-ı Kerim’in yakılması eylemi- Ergin Kaya Kırbıyık basın açıklamasını okuyor

Daha önce de “Okulda başı açık öğrenci istemiyorum” sözleri nedeniyle görevden uzaklaştırılan ama kısa bir süre sonra yine aynı okulda görevine dönen Ergin Kaya Kırbıyık bakalım bu süreçten nasıl çıkacak?

Kendisini okulun efendisi gören, kadın öğretmenleri düşmanlaştıran bir anlayışın değil müdürlük öğretmenlik yapması bile eğitim ve öğretimin felsefesine aykırı…

                                                              /././

Sporsever Ahmet Çakır, bir başka dünyanın entelektüeliydi! -Tuğrul Akşar-

O kadar eser üretmesine ve toplumsal katkılarına karşın Ahmet Çakır, hastalığı nedeniyle henüz gerçekleştirmeyi düşündüklerini yapamayacak olmanın kaygısı içindeydi. Ahmet Çakır toplumsal sorumluluğunu, duyarlılığını, centilmenliğini, nezaket ve zarafetini ölüm yatağında bile bırakmadı.

Ahmet Çakır

Sevgili Ahmet Çakır’ı en verimli olduğu bir dönemde, 72 yaşında, ömrünün en üretken ve bilge çağında kaybettik.

Her entelektüelin ölümü, insanlığın ve kültürün büyük bir kaybıdır. Her ölüm erken ölümdür. Çok üzüntü verici ki, Ahmet Çakır da zamansız aramızdan ayrıldı.

Ahmet Çakır’ı sadece bir spor yazarı olarak görmek, onun sadece bir özelliğini kavramak olur. O çok yönlü, yaratıcı bir düşün insanıydı aynı zamanda. Türk Dili Kurumu ödülü almış bir öykücü, soluksuz okunan bir roman yazarı, sahneye konulmak üzere hikaye oyunlaştırıcı, spor tarihi araştırıcısı, televizyon programı yapımcısı, aylık spor dergisi yayımlayıcısı, EfendiLig kurucusu, Şirketler Ligi futbol yorumcusu, Spor Yazarları Derneği yöneticisi, iyi bir yüzücü ve futbol oyuncusu, çok değerli bir centilmen ve güzellikler peşinden koşan iyi bir insandı.

Tuğrul Akşar ve Ahmet Çakır (soldan sağa)

Ahmet Çakır’ı 1997’de Radikal’deki köşe yazılarından tanıdım. Her yazısını hayranlıkla okur, notlar alır, altına yorumlar yapardım.

Ahmet Çakır ile daha sonra tanıştık, dost olduk. Onu yakından tanıma fırsatım oldu. Bir ara gittiğim Levent’teki Spor Yazarları Derneği yüzme havuzunda birlikte çok zaman geçirme fırsatım oldu. Sürekli okur, notlar alır ve araştırırdı. Entelektüel kişiliğine olan hayranlığım, onu yakından tanıdıktan sonra daha da arttı.

Duru bir Türkçe kullanırdı. Kesinlikle sözcük tekrarına yer vermezdi. Akıcı ve kolay okunabilen bir yazım tarzı vardı. Yazısında geçen her kelime özenle seçilmiş ve konuyu en iyi anlatacak şekilde olurdu. Türkçe’nin yanlış kullanılmasına hiç tahammül edemezdi. Aynı anlama gelen sözcüklerin bir arada kullanılmasını eleştirir ve hemen gerekli düzeltmeleri yapardı. Hatta bir kitabımı yayın öncesi ona imzalarken, telaşla “Çok kıymetli ve değerli…” diye başlayan teşekkür yazımı yazdığımda, hata yaptığımı anladım ama “iş işten geçmişti”, düzeltme olanağım olmadı. Neyse ki, Ahmet Çakır, yayında “Sevgili Tuğrul kardeşim bana bu kitabını imzalayıp verdi. Teşekküründe de şöyle yazdı” diyerek, beni kırmadan yazım hatamı düzeltivermişti. Çok kibar ve zarif bir davranış sergileyerek, yayında da olsa Türkçenin doğru kullanımına ilişkin bana bir ders vermişti.

Bir kitap yazacağı zaman kitabında kullanacağı verilerin doğruluğunu teyit etmeden asla o bilgiyi kitabına almaz; onu doğrulatıncaya kadar araştırmasına devam ederdi. Buna çoğu kez yakından tanık oldum. Ondaki bu titizlik aydın sorumluluğunun bir gereğiydi. Yalan ve yanlış bilgilerin kullanılmasından, bunların makalelerde ve kitaplarda yer almasından nefret ederdi. Adeta bu davranış biçimini ortadan kaldırmak için mücadele eder; günlerce bir sözcüğün, bir verinin peşinden koşardı. Bunu yaparken de ortaya yeni bir araştırma konusu çıkartırdı.

Yazarın namuslu olması gerektiğini her haliyle ortaya koyar, bunu söylemleriyle de dile getirirdi.

İnanılmaz bir bilgi birikimine sahipti. Özellikle spor tarihi konusunda ansiklopedik bir hafızası ve arşivi vardı. Adeta yaşayan bir kütüphane gibiydi. Spor tarihimizle ilgili kuytuda kalmış çoğu olaya ve istatistiki bilgiye hakimdi. Spor tarihimizle ilgili doğru bilinen çoğu yanlışı da düzeltme fırsatı bulmuştu. Onunla her konuştuğumda, bildiğimi sandığım birçok tarihsel olayda yanıldığımı öğrenirdim.

Yazarken de araştırırken de titiz birisiydi.

Daha sonraları televizyonda spor ve spor kitapları programları yaptı. Beni birçok kere programlarına davet etti. Ben de onun yayınlarına severek katıldım.

Yayınlarında ufuk açıcı sorular sorar, konuşurken müdahale etmez, konuyu güzel özetler, ev sahibi olmanın tüm nezaketini sonuna kadar sergilerdi.

Ahmet Çakır spor dünyasının farklı bir entelektüeliydi. Onun yerini bu birikimde doldurmak gerçekten çok zor. Bu nitelikte, özgünlüğü olan, bir konunun her şeyini bilen ve bunu asla bir övünç konusu haline getirmeyen, üretken, çalışkan başka bir Ahmet Çakır’ın gelmesi çok zor.

Ahmet Çakır’ın rahatsızlığından ilk zamanlar haberim olmamıştı. Beni Birgün bir programına davet ederken, “Kardeş, belki haberin yoktur, paylaşayım. Başımda bir illet var. Onunla mücadele ediyorum. Beyin tümörü ile boğuşuyorum. Ama bu bizim program yapmamıza engel değil. Seni ‘Sporsever’e bekliyorum” demişti. O zaman hastalığı konusunda bilgi sahibi oldum. Her programına katıldığımda bana yeni kitabını imzalar, “Bu sende yoktur” diyerek, kitap konusuna ilişkin sohbet derdi. Ben de ona her kitabımı imzalayarak verirdim.

Ahmet Çakır okumayı sevdiği kadar, yazmayı da seven bir spor yazarıydı. El altında tutulması gereken, her biri çok değerli yirminin üzerinde esere imza attı.

Galatasaraylı olmasına karşın asla taraftar kimliğini ön plana çıkartmaz, olaylara bir sporsever gözüyle bakardı. Zaten programının adını da “Sporsever” koymuştu. Ona göre her şey, taraftarlıktan sporseverliğe ya da futbol severliğe geçmekle hallolacaktı. Hep böyle düşünür ve yazardı.

Sporsever’e en son Aralık 2023’te de konuk olmuştum. Bana o gün “Olimpiyat Kitabı”nı imzalayıp verdi.

Bu onu son görüşüm oldu. Ondan sonra birkaç kez telefonla görüşsem de bir araya gelme olanağımız olmadı. Daha sonra da maalesef onu kaybettik.

2006’da rahmetli Kutlu Merih ile yayımladığım Futbol Ekonomisi kitabımıza da nefis Türkçesiyle bir önsöz yazmıştı.

Çok saygın bir spor entelektüelinin apansız aramızdan ayrılması, Türk sporu ve yazını için çok büyük bir kayıptır. Yeri doldurulması mümkün olamayacak bir düşün insanından mahrum kalmak, bu işin içinde olanlar açısından büyük bir yoksunluktur.

Efsane The Beatles’ın kurucularından John Lennon’ın çok sevdiğim bir sözü vardır. “Yaşam, siz onunla ilgili planlar yaparken, başınıza gelenlerdir” diye. İşte tam da bu söz vücut buldu Ahmet Çakır’la… Ahmet Çakır yaşasaydı, daha gerçekleştirmeyi düşündüğü birçok projesi vardı. Ama hayat, ömür ve planladıklarını gerçekleştirme konusunda ona bonkör davranmadı ne yazık ki…

O kadar eser üretmesine ve toplumsal katkılarına karşın Ahmet Çakır, hastalığı nedeniyle henüz gerçekleştirmeyi düşündüklerini yapamayacak olmanın kaygısı içindeydi. Ahmet Çakır toplumsal sorumluluğunu, duyarlılığını, centilmenliğini, nezaket ve zarafetini ölüm yatağında bile bırakmadı.

Son günlerinin yaklaştığını bildiği için arka arkaya kitaplar yayınladı. Bir kitabı da Ekim’24’te çıkacak. O, bu kitabını göremedi ne yazık ki. Böylesi insanların kısa ömürlü olmaları toplumsal yaşam ve kültür açısından büyük bir eksiklik. Çok üzüntü verici.

Seni çok özleyeceğiz ve arayacağız sevgili Ahmet Çakır… Işıklar içinde uyu…

                                                             /././

İşkenceden fişlemeye, yol ayrımındaki Türkiye -Gökçer Tahincioğlu-

AİHM; Türkiye’de kamu personellerinin atamalarından önce yapılan güvenlik soruşturmalarıyla ilgili kararında, mahkemelere söz konusu soruşturmaların sonucunu değerlendirirken, hukuki zeminde kalması uyarısında bulundu

AKP-MHP ittifakının OHAL döneminden bu yana uyguladığı politikalar, Türkiye’yi kritik bir yol ayrımına getirdi.

Özellikle AKP’lilerden gelen “Yüzümüz batıya dönük” açıklamalarının ifade özgürlüğü, temel hak ve özgürlükler ile ilgili olmadığı kesin.

Ancak tel tel dökülen batılı ülkelerin kurduğu, Türkiye’nin de parçası olduğu mekanizmalar hala önemli. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş ile ilgili AİHM kararları hala uygulanmamış olsa bile Türkiye, AİHM kararlarını titizlikle uyguladığına yönelik iddiasını sürdürüyor. Bununla ilgili rakamlar veriyor, açıklamalar yapıyor.

Ancak soyut bu açıklamalar Türkiye’nin somut durumunu, uyguladığı politikaları gizlemiyor elbette.

Osman Kavala (solda) ve Selahattin Demirtaş (sağda)

* * *

OHAL dönemi ve sonrasında geçilen başkanlık sisteminin anlamını gösteren bazı politikalar var.

Sokak eylemlerinin terörize edilmesi, işkence ve kötü muamelenin normalleştirilmesi, sistemli biçimde yapılan sosyal medya denetimi, erişim engeli ve yayın yasakları ile zaten iyice köşeye sıkışmış medyanın bütünüyle kısıtlanması gibi…

Ve bir de 15 Temmuz’dan sonra “Gülen cemaati mensuplarının devletten temizlenmesi” gerekçesiyle meşruiyet kazandırılmaya çalışılan fişlemeler var.* * *

2010’da yapılan anayasa değişikliğiyle AKP iktidarı, Türkiye’de fişlemelerin tarih olacağını savunmuştu. Öyle olmadığı, en net biçimde OHAL dönemi ile başkanlık sistemi sırasında anlaşıldı.

Elbette devletlerin bünyesine alacağı personeli araştırması anlaşılır. Ancak hukuk zemininde kalınması şartıyla.

İşte AİHM, tam da bu konuda, birden fazla başvuruyu birleştirerek, Türkiye’yi yol ayrımına getirebilecek çok kritik bir karara imza attı.

SGK’ya memur atanmaya hak kazanan ancak kardeşinin örgüt bağı olduğu belirtilerek ataması yapılmayan bir kişi…

Hastaneye psikolog olarak atanmaya hak kazanan ancak yine ailesindeki bir başka kişinin durumu gerekçe gösterilerek ataması yapılmayan bir başka kişi…

Üniversiteye girmeye hak kazanan ancak herhangi bir gerekçe gösterilmeden ataması yapılmayan bir başkası…

Liste uzayıp gidiyor.

* * *

AİHM, bu başvuruların tamamını bir arada değerlendirdi.

Anayasa Mahkemesi, aynı başvuruları değerlendirirken, 2021 tarihli Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu uyarınca idarenin güvenlik soruşturması yapabileceği ve atama yapmayabileceği sonucuna varmıştı. AYM, daha sonra bu kanunu iptal etti ancak önceden başvuranların durumu değişmedi.

AİHM ise söz konusu kritik kararında Anayasa Mahkemesi’ni de uyarıcı nitelikte bir karara imza attı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)

Kararda, şu tespitler yapıldı:

* İlgili idarenin değerlendirmesini dayandırdığı arşiv araştırmasının tam içeriğinin veya somut olgusal gerekçelerin, olumsuz bir özgeçmiş kontrolüne dayanarak kamu hizmetine atanmayacaklarını bildiren idare tarafından başvuranlara açıklanmaması…

* İdare mahkemesi yargılamaları sırasında, mahkemelerin arşiv kontrollerine ilişkin bilgileri edindikleri ancak bu bilgilerin başvuranlara iletilmediği…

* İdare mahkemeleri tarafından yargılamalarda böyle bir değerlendirme yapılmadığı göz önünde bulundurulduğunda, mahkemelerin başvuranlara delillerin açıklanmamasını telafi etmek için yeterli güvence sağlamaması…

* * *

AİHM, kararında, darbe girişiminin ardından, kamu hizmetine girmek için ek bir kriter olarak geçmiş kontrollerinin getirilmesinin gerekli olabileceğini kabul etti.

Ancak göreve atanması uygun bulunmayan memurun hakkını mahkemede arayabileceğine, mahkemelerin de güvenlik soruşturmasını değerlendirirken herhangi bir kuralla bağlı olmadığına dikkati çekti.

Aslında açıkça mahkemelere, güvenlik soruşturmalarının sonucunu değerlendirirken, hukuki zeminde kalması uyarısında bulundu.

Bu nedenle AİHS’nin ihlal edildiği sonucuna vardı.

* * *

Karar Türkiye açısından önemli.

Mahkemelerin, bu karar uyarınca daha önce reddettikleri başvuruları yeniden değerlendirmesi gerekecek.

Ayrıca güvenlik soruşturması engeline takılanlar yargıya başvurduklarında, mahkemelerin soruşturmanın içeriğini ve sonuçlarını etkili biçimde değerlendirmesi de gerekiyor.

Ancak burası Türkiye, bunların ne kadarının yapılacağını göreceğiz.

* * *

Tıpkı işkence soruşturmalarındaki gibi.

Kamuoyu, “hak edene işkence de yapılır” düşüncesine ikna edilmiş durumda.

Sosyal medyada örneklerini görüyoruz.

Kameralara takılan işkence ve kötü muamele uygulamalarını destekleyen yüzbinlerce insan, yapılanları alkışlıyor. Bunu polisi, askeri korumak sanıyor. İşkencenin caydırıcı olduğunu düşünüyor ve bir kez işkence alışkanlığı başladığında, bunun nerelere kadar uzanabileceğini düşünme zahmetine bile katlanmıyor.

* * *

15 Temmuz’dan sonra savcılıklara işkence ile ilgili binlerce şikâyet başvurusu yapıldı.

İçlerinde çok dramatik olanları da vardı. Klasik işkence yöntemlerinin yanında “bedene şişe sokulması, aralıksız hakaret ve darp” gibi uygulamalar savcılıklara aktarıldı.

Sürpriz değil, bu başvuruların büyük bölümü sonuçsuz kaldı.

Bazıları da TBMM’ye yansıdı.

DEM Parti Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, Ankara Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde işkence gördüğünü söyleyen ve diğer başvurulardan farklı olarak işkence yapan polisin ismini de veren bir kişinin iddialarını TBMM’ye taşıdı. Gergerlioğlu, işkence iddialarının sıkı takipçilerinden… Başvurularının “rahatsızlık” yarattığı da ortada.

DEM Parti Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu

Gergerlioğlu’nun soru önergesine iki ayrı bakanlıktan verilen yanıtlar aslında anlayışı ortaya koymak için yeterli.

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, önergeye verdiği yanıtta, savcılıkların görevlerini anımsattıktan sonra, Gergerlioğlu’nun sözünü ettiği kişinin başvurusunun takipsizlik kararıyla sonuçlandığını, ilgili polislerin suçsuz bulunduğunu bildirdi.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın yanıtı ise dramatikti.

Yerlikaya, FETÖ soruşturmalarını sulandırmak, örgütle mücadelede görev yapan emniyet görevlilerini kurumları aşağılamak ve ifşa etmek, Türkiye’yi uluslararası platformlarda itibarsızlaştırmak amacıyla dezenformasyon çalışmaları ve karalama kampanyaları yürütüldüğünün bilindiğini belirtti.

Sözü edilen şahısların gözaltında darp edilmediğine yönelik doktor raporları olduğunu vurguladıktan sonra bu şahısların bir şikayetinin de bulunmadığını vurguladı.

Adalet Bakanı, iddiaların soruşturulup takipsizlik verildiğini söylüyor, İçişleri Bakanı şikâyet bile olmadığını…

Üstelik daha baştan şikâyette bulunanları da emniyeti aşağılamak, Türkiye’yi itibarsızlaştırmakla suçluyor.

Tam da bu nedenle, uzun, çok uzun yıllardır bütün bu yaşananların önüne geçilemiyor.                                   /././

                                               T24 - GÜNDEM

Tavşantepe'deki çocuk ölümleri: Ölen 16 çocuktan 9'u Narin'in akrabalarıymış

Diyarbakır'da öldürüldükten sonra "kayboldu" ihbarı yapılan ve 19 gün sonra cesedi bulunan 8 yaşındaki Narin Güran'ın Tavşantepe köyünde geçmiş yıllarda 15 çocuk ölümünün gerçekleştiği, bunlardan 9'unun Narin'in çoğunluğu anne tarafından akrabaları olduğu ortaya çıktı.(https://t24.com.tr/haber/tavsantepe-deki-cocuk-olumleri-olen-16-cocuktan-9-u-narin-in-akrabalariymis,1185216)



soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Eylül 2024-

Anter’in Diyarbakır’a diktiği çam ağacı -Özkan Öztaş-

Musa Anter 32 yıl önce öldürüldü. Katledenler karanlıklarında boğulurken, her sabah gün doğumunda çam ağaçlarının kokusu yayılıyor dört bir yana.

İstiklal Caddesi’nde gezerken başında fötr şapka, kentli görünümü ve aklında bir nice hayal ile genç bir adam. Elinde gazete, son havadislere göz atıyor. Henüz “Kımıl” şiirini yazmamış, Dicle-Fırat dergisi yayınlanmamış, o büyük fırtınalar kopmamış. O zamanlar, İstanbul’a hukuk okumaya gelmiş bir gençtir Musa Anter. Recaizade Mahmut Ekrem’in oğlunun Boğaziçi’ndeki ihtişamlı bir yalıda süregiden hayatıyla kendisininkini mukayese ederken şunları söyler: “Tabii, O, Recaizade Ekrem’in oğlu idi. Şimdi bir de bana bakalım: Kürdistan, Türkiye’nin en geri bölgesidir; Mardin, Kürdistan’ın en geri ilidir; Nusaybin, Mardin’in en dertli ilçesidir; Stilîle (Akarsu), Nusaybin’in en fakir nahiyesidir; Zivinge (Eski mağara), Stilîle’nin en geri kalmış köyüdür ve işte ben, bu köyün, nüfus kütüğüne göre, 2 numaralı mağarasında doğmuşum” 

Anter’in, işte bu tarifinde geçen geri kalmışlıklardan ve yok sayılmışlıklardan bir kurtuluş çabasıdır ömrüne sığdırdığı zorluklar ve dertler. Kendi ifadesiyle Türkiye tarihinin canlı şahididir, hatta sanığı ve mahkumudur. 

Annesinin “Ermeni fermanının hemen ardına doğdun sen” dediği Anter, kendince doğum tarihi için “Ermeni fermanı 1915’te çıktıysa ben, ya 1917’de doğmuş olmalıyım ya da 1918’ yılında” der. Ancak yaşı uygun olmadığı için okula alınmayınca Anter’in yaşı değiştirilir ve kayıtlara 1920 olarak geçer. 

Muzip biridir Anter. Yargılandığı her duruşmayı bir tiyatro sahnesine dönüştürmeyi bir vesile becerir. İzleyenler, tanıklar hatta yer yer hakimler ve savcılar bile hak verir ama onay vermezler, veremezler düşüncelerine, ifadelerine. Kürtçe diye dil yok diyen savcıya “tavuğun bile on farklı ötüşü var” diyerek karşı çıkarken, ikna edemediği yerde ise “Tamam siz beni serbest bırakın ben de maydanozu Kürtçe söylemeyeceğime söz vereyim” der. 

Vaktiyle Demokrat Partili yöneticilerin haşereyle mücadelede kullanılmak üzere üretilen zehirli buğdayları Kürt halkına kasıtlı olarak dağıtmasından dolayı bölge halkı bin bir türlü çileyle boğuşur. Yıl, 1950’lilerin sonudur. Musa Anter görür, bilir, susmaz ve anlatır bulduğu her mecrada bu durumu. Zehirli buğdayları yiyen insanların yüzünde yaralar çıkar zaman içinde. "Şark çıbanı" diyoruz adına. Kürtçesi ise "Bırına Reş" yani kara yara. 

Bırına Reş aynı zamanda Anter’in bu konuyu işlediği piyesin de adıdır. 1959’da tarihe 49’lar davası olarak geçecek tutuklamalar sırasında yazar Anter bunu piyesi. Kara yara, dönemin yarasıdır. Karadır, karanlıktır. Kimse ses vermez Kürtlerin zehirli buğdaylarla göz göre göre aşına, ekmeğine ölüm katılmasına. Nâzım ses verdi diyor Anter. Taa Moskova’lardan. Eli kolu uzanamayınca ustanın, şiiri yetişmiş. 

“Birinci sayfada yatıyor iki sütun üstüne 
                                     iki çıplak yavrucuk, 
birinci sayfada iki sütun üstüne 
                                     bir avuç kemik deri. 
Delinmiş patlamış etleri. 
Biri Diyarbakırlı, Erganili biri. 
Kolları bacakları kargacık burgacık, 
kafaları kocaman, 
ağızları korkunç bir haykırışla açık, 
birinci sayfada taşla ezilmiş iki kurbağacık. 
İki kurbağacık 
kara yaralı iki yavrum benim. 
Yılda kim bilir kaç bininiz 
acı suya bile doymadan gelip gidiyor... 
Ve müsteşar bey : 
(Kara Yaraya tutulası) 
"Endişeye mahal yok," diyor.”

Kara yaraya tutulası sağlık bakanı diyor Nâzım. 1959’da yine. Bırına Reş diyoruz Kürtçesine.

Anter’in inadı vardır bir de. En yakın dostları, tanıkları ve akranları Musa Anter’i anlatırken cümlenin bir tarafına inadını da iliştiriyor. Kürt inadı diye bir şey varsa eğer Anter’de nicesi mevcuttur. 

1953 yılında Musa Anter, geçinmek için Diyarbakır’da bir otelin müdürlüğünü yapar. Bir yandan da yazılar yazmaya çalışır, Kürtçe metinler derler, gezdiği köylerden hikayeler toplar. Çalıştığı otelin önüne İstanbul’dan çam ağaçları getirtir. Ağaçları görenler pek tabii anlam veremez önce. Diyarbakır’da o güne değin çam ağacı dikilmemiştir çünkü. Kimisi “uğraşma boşuna” derken kimisi bıyık altından güler Musa Anter’in “türlü icatlarından bir yenisine”. 

Anter inatçıdır ve eker. Besler, büyütür…

1989 yılında aynı otele bu sefer misafir olarak geldiğinde kendisini selamlayan çam ağaçlarını görür ve duygulanır. “İşte ondan sonra Diyarbakır’da da çam ağacı ekilebileceği görüldü. Bugün Diyarbakır da batı illeri gibi çam ağaçlarıyla bürülüdür” diyor hatıralarında. 

Bir inadın öyküsüdür Musa Anter. Bu topraklarda boy vermez bu ağaçlar, fidan vermez, çiçek açmaz dedikleri ne varsa dört bir yana saçılmasının, serpilmesinin hikayesidir. 

Van’da, Ermeni kültürünün de mirasıyla, kavak ağaçlar meşhurdur dik çatılı evlerin önünde. İşte böyle bir evde dünyaya gelen Ruhi Su’nun ölüm yıldönümü de 20 Eylül’e rast gelir. Musa Anter ile aynı gün hayata veda ederler farklı zamanlarda. 

Ruhi Su’nun kurduğu Dostlar Korosu’nun derlediği türkülerden birinde Ağrı Dağı’ndan bir kuş uçar, çayır çimene konar. Kondukları yerde bir nice ağaç vardır artık ve çam ağaçlarının kokusu yayılır dört bucağa. Kar altında kış vakti pek bi’ nazlıdır her biri. 

Ağrı Dağı’ndan uçan kuşun ineceği çayırlardan birisidir Iğdır’ın allı yeşilli ovaları. Bugün, Iğdır’ın şehir merkezinde bir anıt ve anıtta Kürt tarihinin önemli isimleri yer alıyor. Faqiye Teyran, Ahmede Hani, Memed Uzun ve Musa Anter. 

Tarihin cilvesidir. Yetiştirenler bilerek mi dikti bilmiyorum, sanmıyorum ama anıttaki Musa Anter büstünün yanı başında bir çam ağacı selam duruyor bugün. Yıllar önce “olmaz bundan bir şey, boşuna yoruyorsun kendini” dedikleri onlarca şeylerden biri olarak duruyor yanı başında. Öğle sıcağında serinletiyor Anter’i ve dostlarını. Bir nice inat yeşeriyor bugün. Olmaz denilen yerlerde.

Anter, onun inadı, Kürtçe çaldığı ıslık ve anlatmaya fırsat bulamadığı anılarıyla umudu, ilk göz ağrısı hatırlarda hâlâ.

Katledenler karanlıklarında boğulurken, her sabah gün doğumunda çam ağaçlarının kokusu yayılıyor dört bir yana. 

                                                               /././

NATO'ya karşı İncirlik Üssü'ne yürüyüşte beşinci gün: Ankara

İstanbul'dan yola çıkan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin NATO'ya karşı İncirlik Üssü'ne yürüyüşü sürüyor. Yürüyüşün beşinci durağı Ankara oldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/natoya-karsi-incirlik-ussune-yuruyuste-besinci-gun-ankara-395125)

                                                       ***

Yusuf Tekin niye boş konuşuyor: Kars'taki öğretmen atamaları, sözlerin beyhudeliğinin kanıtı -Özkan Öztaş-

Milli Eğitim Bakanlığı öğretmenler için ek yükümlülükler getirdi. Ama ücretli öğretmen alırken, eğitim fakültesi mezunlarında aranan şartları unuttu.

Kars'ta yapılan ücretli öğretmen alımlarında, Milli Eğitim Bakanlığı kendi koyduğu kuralları unuttu.

Öğretmenler tarafından "mesleksizleştirme kanunu" olarak nitelendirilen Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) geçtiğimiz aylarda meclisten geçmişti.

Kanun, herkesin farkında olduğu gerçeği Bakanlığın da kabul ettiğini gösteriyor: Öğretmenlerin niteliği düşüyor.

Bu nedenle kanunla birlikte atanmak için yeni şartlar getirildi. 2 yıl hazırlık eğitimini hedefleniyor, bakanlık bünyesinde bir akademi kurulup, eğitim fakültelerinin de yetersiz olduğu varsayılarak ayrıca eğitim verilmek isteniyor. Akademiye yalnızca yeni atananlar değil, müfettişlerin vereceği kararlarla mevcut öğretmenler de gönderilecek. Burada “başarılı” sayılmazlarsa öğretmenler meslekten alınıp geri hizmetlerde görevlendirilebilecek.

Böylece Bakanlık, "sevmediği" öğretmenlerin üzerinde bir Demokles kılıcı sallandıracak.

Ama Kars'ta yapılan ücretli öğretmen alımları, Bakanlığın derdinin mesleğin niteliğini yükseltmek olmadığını ortaya koyuyor. 

İlahiyat, turizm otelcilik, laborantlık mezunları alındı

Kadrolu öğretmen ataması yaparken mülakat, sözleşme süresi, aday öğretmenlik süresi, Öğretmen Akademisi gibi bir dizi yükümlülük getiren bakanlık, ücretli öğretmen görevlendirmesi yaparken kendi belirlediği ve öncelik kriterlere uymuyor.

Kars İl Milli Eğitim Müdürlüğü'nün 2 Eylül 2024 tarihli duyurusunda KPSS sonucu yerleştirilen öğretmenler ve ücretli öğretmenlerin hangi esaslara göre alınacağı ilan edilmişti.

Ancak kıstaslar, Özel Eğitim branşındaki ücretli öğretmenlerin alımlarında es geçildi. Formasyon ve psikoloji bilgisinin özellikle önem kazandığı bu branşta ilahiyat, turizm otelcilik, Azeri dili ve edebiyatı, laborant ve veteriner sağlık gibi ilgisiz alanlardan mezun kişiler işe alındı.

soL, diğer branşlardaki atama listelerini edinemedi. Özel Eğitim branşındaki durum, diğerlerinde de yaşanmış olabilir. Nitekim Kars'taki öğretmenler, bu olasılığın güçlü olduğunu belirtiyor.

soL'un ulaştığı listeye göre Özel Eğitim branşında alınan kişiler için Eğitim Fakültesi mezunlarında aranan kriterler es geçildi. 

'Denetleme mekanizması sınıfta kaldı'

Ortaya çıkan usulsüzlükler hakkında soL'a konuşan Kars Eğitim-İş Şube Başkanı Aslı Özcan "Eğer iddialar doğruysa denetleme mekanizmasının sınıfta kaldığını söylemek gerekir" dedi. 

Özcan açıklamasında, "Anlaşılan o ki bu durum sadece Özel Eğitim branşında değil Sınıf Öğretmenliği için de bu şekilde yapılmıştır. E-devlet üzerinden başvurular alınmasına rağmen tüm görevlendirmelerde denetleme mekanizmasının sınıfta kaldığını görmekteyiz. Hak yerini bulana kadar, mücadele eden, haksızlığa uğrayan herkesin yanında olduğumuz belirtmek isterim" dedi. 

Yaşanan örneğin bakanlığın eğitim politikalarının sınıfta kaldığının bir göstergesi olduğunu belirten Aslı Özcan, "Sınıflarımıza giren, çocuklarımıza eğitim veren kişilerin bu alanda yetişmiş insanlar olması esastır. Bakanlık ne yazık ki, öğretmen atama kriterlerinde eğitim fakültelerinin yetiştirdiği öğretmenlere, yetiştiren kıymetli eğitim fakültesi öğretim görevlisi ve üyesi hocalara güvenmeyip ‘Öğretmen Akademisi’ adı altında hem YÖK personellerini hem de MEB personellerini aşağılayan bu sistemin icat etti. Şimdi de bunu devre dışı bırakıp ücretli öğretmenler aldı. Liyakatın şart olduğunu ısrarla söylüyoruz. Umarım bunu anlamak için geç kalmayız."

                                                            /././

Hulusi Akar! -Rıfat Okçabol

Bu tür açıklamalar bir bakıma "Allah korkusu" ile yetişenlerin gerçekten Allah'tan korkmadıklarını gösteriyor.

  • Ensar Vakfı'nda yaşanan çocuklara istismar olayında türbanlı Aile Bakanı “Bir kerecikten bir şey olmaz” demişti!
  • Sıradan bir kişi ya da kurum değil Diyanet, “Boşsun demek boşanmak için yeterlidir; babanın kızına şehvet duyması haram değildir; Pahalılık Allah’tandır…” diyebiliyor!
  • Bir Menzil tarikatı üyesi, tarikat şeyhinin terini sildiği mendili öpüp alnına koyarak mezheplerde neler öğretildiğine bir örnek vermiş oluyor!
  • Narin kızımızın cinayetiyle ilgili bir sanık, “Çuvalın ağzını bağlarken Narin olduğunu anladım. Dere yatağına götürdükten sonra eve dönüp namaz kıldım, aramalara katıldım…” şeklinde ifade veriyor!
  • Cinsel taciz sanığı bir imam hatip lisesi müdürü, ilçe milli eğitim müdürlüğüne getiriliyor!

Bu tür açıklamalar bir bakıma "Allah korkusu" ile yetişenlerin gerçekten Allah'tan korkmadıklarını gösteriyor.

Böylesi olayların yaşandığı günlerde, mezheplerde neler olduğunu ve de "Allah korkusunu" öne çıkaranların (örneğin Gülencilerin) neler yaptığını en iyi bilenlerden biri olan Hulusi Akar’ın “Eğitimin amacı bilgi değildir, Allah korkusu ve kuldan utanmaktır. Ondan sonra ateistle mi, deistle mi, LGBTİ ile mi uğraşacaksınız... Bilgi üniversitede oluyor, mezhepte oluyor...” demesi insanı şaşırtıyor. Çünkü H. Akar sıradan biri değil: Onun bakanlık yapmış olması ve şu anda milletvekili olmasındansa emekli Genelkurmay başkanı (GB) olması önemli. Çünkü GB olmak, milletvekili veya da bakan olmaktan çok farklı bir durum. Şu an ülkemizde görevde olan bir GB ile emekli olmuş birkaç GB var. Oysa her seçimde 650 kişi milletvekili oluyor. Şu an 649 milletvekilimiz ile milletvekilliği yapmış binlerce yurttaşımız var. Üstelik ve de ne yazık ki şu an ve geçmişte milletvekili olanlar içinde H. Akar gibi düşünenler de az değil. Bir siyasal parti ilk sıralarda aday gösterdiğinde, her 18 yaşını doldurmuş ilkokul mezununun, herhangi bir özelliği olmasa da, milletvekili ve de bakan olma şansı bulunuyor.

GB olmak ise kolay değil. Önce subay olmak için ilkokul, ortaokul ve liseden sonra Harp Okulunu bitirmeniz gerekiyor. Harp okulunda savaş sanatını öğrenirken, laik, demokratik ve sosyal hukuk devletinin güvencesi olarak yetiştiriliyorsunuz (!). Sonra sırasıyla teğmen, üst teğmen, yüzbaşı, binbaşı, yarbay ve albay olarak ilgili birimlerde görev yapıyorsunuz. Bu arada "kurmay" sıfatını kazanmak için Harp Akademisini kazanıp bitirirseniz generalliğe terfi etme şansız artıyor. Bu şansı yakalamışsanız, sırasıyla tuğgeneral, tümgeneral, korgeneral ve orgeneral olarak belirli sürelerde görev yapıyorsunuz. Bu görevler sonunda üç beş adaydan biri olup iktidarın tercihi doğrultusunda GB oluyorsunuz.

Yani GB olarak, değişik yörelerde ve değişik insanlarla ve hatta yurt dışında çalışma fırsatı bularak, bireysel olarak kendinizi çeşitli alanlarda yetiştirip geliştirebiliyorsunuz. Hem ülkenizi ve insanını hem de yurt dışını ortalama yurttaştan çok daha iyi tanıyorsunuz. Kendi ülkeniz ile gelişmiş ülkeler arasındaki farkı gözlemleyebiliyorsunuz. Bu farkın ortadan kalkması için neler yapılması gerektiğini, diğer zamanlarda düşünmeseniz bile, içki içiyorsanız, her içki sofrasında “Ne olacak bu memleketin hali?” diye soruyorsunuz.

Bir emekli GB, yukarıdaki açıklamayı yapmışsa, daha doğrusu yapabilmişse ve ruh sağlığında bir sorun yoksa bizim, “GB olmuş bir kişi nasıl böyle konuşur?” diye kara kara düşünmemiz gerekiyor.

Düşünmeye başlar başlamaz hemen akla bazı eski başkanlar geliyor. Örneğin

  • Cevdet Sunay, 68 üniversite gençliğine karşın “Memleketi bunlara emanet edemeyiz, imam hatiplere emanet edeceğiz” demişti!
  • Memduğ Tağmaç, “Sosyal uyanışın artmasından” yakınmıştı!
  • Kenan Evren, Atatürk ilke ve inkılaplarını özünden saptırıp eğitim ve kültür yaşamında Türk-İslam sentezi anlayışını yaygınlaştıran ve ülkenin günümüzdeki duruma gelmesine yol açan 12 Eylül 1980 darbesini yapmıştı. İmam hatip mezunlarına üniversite kapılarını açmıştı.
  • Doğan Güreş, Çiller ile ilgili olarak “Tak emrediyor, şak yapıyoruz” demişti!
  • Yaşar Büyükanıt, 2007 Cumhurbaşkanı seçimiyle ilişkili olarak, "TSK laikliğin savunucusudur. Gerektiğinde tavrını açık ve net ortaya koyacaktır" demiş olsa da, boyundan büyük laf ettiği anımsatılınca söylediğini unutmuştu!
  • İlker Başbuğ, "Kozmik Oda"ya girilmesi konusunda, sesini çıkaramamıştı!
  • Necdet Özer, GB Işık Koşaner ve üç kuvvet komutanı iktidarın düzmece davalarla ilgili tutumunu protesto edip görevlerinden istifa ederken GB olmayı içine sindirebilmişti.
  • Hulusi Akar, “2003’te Irak-Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetleri’ne bağlı askerlerin başına çuval geçirilmesi emrini veren Amerikan Kara Kuvvetleri Komutanı’nı elinden "Liyakat Lejyonu Madalyası"nı almayı içine sindirebilmişti. GB olarak görev yaparken 15 Temmuz 2016 günü Gülenci kalkışmayı engelleyemeyip darbeciler tarafından tutuklanmış olsa da, darbe bastırıldıktan sonra görevinden istifa etmeyi düşünememişti. Görevinden istifa etmeyince, tüm askeri okullarla askeri hastanelerin kapatılmasını, tüm askeri öğrencilerin yargılanmadan tutuklanmasını, subay yetiştirme işinin savunma bakanlığına (siyasete) devredilmesini benimseyebilmişti. GB olarak, en hızlı Atatürk düşmanı olarak bilinen bir kişiyi evinde ziyaret etmişti. İkinci kez Cumhurbaşkanı adayı olmaması için Abdullah Gül’ü ikna görevini üstlenmişti. Emekli olunca da, savunma bakanı olmayı da içine sindirebilmişti. Sonra da AKP’den milletvekili olmuştu!
  • Günümüzün genelkurmayı, 30 Ağustos’ta harp okulları mezunlarının kılıçlarıyla Cumhuriyeti koruma yemini etmesi sonrasında, “Atatürk ilke ve inkılapları ile aklın ve bilimin rehberliğinde, sayın Cumhurbaşkanımızın direktifleri doğrultusunda” görev yaptıklarını açıklamıştı. Görüldüğü gibi genelkurmay, “Cumhurbaşkanımızın direktifleri doğrultusunda” derken, “Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda” diyemiyor!
  • Bazı kuvvet komutanları laik devlet karşıtı parti lideri ile fotoğraf çektirebiliyor!
  • Bir festivalde oturanlarla tokalaşan subaylar, Sinop belediye başkanının eşi ile tokalaşmıyor!

Yukarıdaki özet, bireysel olarak H. Akar’dansa, laik, demokratik ve sosyal hukuk devletinin güvencesi olması gereken genelkurmay konusu üzerinde ciddi ciddi düşünülmesi gerektiğini gösteriyor. Işık Koşaner ve ondan yıllar önce Necip Torumtay’ın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Körfez Savaşına dahil olunması yönündeki isteği üzerine genelkurmay başkanlığından istifa etmiş olmaları, o makama duyulan güveni artırmaya yetmiyor.

                                                                /././

Meslek lisesi piyasa meselesi: Patronlar istedi, imamlar anlattı; çocuklar çalıştı, devlet ödedi

Devlet, meslek liseli çalıştırması için patronlara yeni bir teşvik verecek. Halka meslek liselerini anlatma görevini de müftüler üstlenecek.(https://haber.sol.org.tr/haber/meslek-lisesi-piyasa-meselesi-patronlar-istedi-imamlar-anlatti-cocuklar-calisti-devlet-odedi)

                                                               ***

İşçi düşmanı Polonez'i kimler koruyor, Çatalca'yı kim yönetiyor?

Kaymakam, İlçe Emniyet Müdürü ve en sonunda İlçe Müftüsü de direnen Polonez işçilerine öfkesini kustu. Çatalca'yı "yöneten" bu isimler patronun ilk sırada savunucuları. Ancak işçiler kararlı.(https://haber.sol.org.tr/haber/isci-dusmani-polonezi-kimler-koruyor-catalcayi-kim-yonetiyor-395117)

(soL)


 

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -14 Ağustos 2025 -

CHP 'Aydın' krizini doğruladı: 'Çerçioğlu yolsuzluk dosyaları nedeniyle AKP'ye geçecek' CHP Aydın Büyükşehir Belediye Ba...