Vicdan kavramı şu ya da bu gerekçeyle çok sayıda tartışmanın konusu olmuştur. Diyarbakır-Tavşantepe’deki Narin cinayeti vesilesiyle yeniden birçok açıklamada yer aldı. Günümüz burjuva devlet iktidarının en tepe yöneticisi olan Erdoğan örneğin, konu üzerine açıklamasında, “Bu vahşet öne sürülerek aile müessesesi, dini kurumlar, hatta Kürt kardeşlerimiz hedef alınıyor. Açık söylüyorum bu vicdansızlıktır” dedi.
Erdoğan başka birçok konuya da değinerek muhalefetin her türünü hedefe koyan sözleri birbiri ardına sıraladı. Örneğin “şahsiyet inşası”ndan bahisle “Güçlü şahsiyetler, sağlam bir toplumun teminatıdır” dedi ve bireylerin, ailenin, devletin bozulması ve çürümesinin millet ve memleketin aleyhine büyük kötülüklere yol açacağını belirterek sözü camiye, ezana, Kur'an'a getirdi. Camilerin ahırlara çevrilmesi, ezanın susturulması, Kur’an'ın toplatılması gibi, önceki zamanlarda da birçok kez gündeme getirilen ancak hiçbir zaman kanıtı gösterilememiş olan iddiaları yineleyerek “dine sarılma” ile “milletin bekası”nı ilişkilendirme şeklindeki siyasal manevrayı -yoksa taktik mi demeli?- bir kez daha gündemleştirdi.
Elli yılı aşkın süredir egemen sınıf politikasının belirli kanallarında deneyim kazanan birinin bu türden sözler etmesi, elbette sınıfsal tecrübesiyle de bağlıdır. 8 yaşındaki bir kız çocuğunun barbarca katledilmesi karşısında ortaya çıkan toplumsal tepkiye rağmen bir aya yakın süredir bu cinayeti açığa çıkarma yerine, canilerin bulunmasını isteyenleri vicdansızlıkla suçlamak, o da yetmez, aile kurumunu ve Kürtleri hedef almakla suçlamak, bu tecrübeyle bağlı manevralardan olmalı. Kürtleri ulusal talepleri nedeniyle bölücü terörist ilan edip saldırı hedefi yap, sonra dön Kürtleri hedef alıyorlar diye konuş, kolay başarılacak türden bir iş değil!
Erdoğan’ın dini söyleme yoğun şekilde başvurmasıyla ise elbette yeni karşılaşılmıyor. Buna rağmen açıklamasını “toplumun bam telleriyle oynamayı içeren tehlikeli bir kumar” olarak niteleyenler oldu. Aynı zamanlamayla Genelkurmay Eski Başkanı Hulusi Akar ve Anayasa Mahkemesi başkanı, toplumsal yaşamın düzenlenmesi alanıyla ilişkin açıklamalarında dini söyleme başvurdular. Akar, eğitimin bilgi için değil “Allah korkusu”nu oluşturmak için yapılması gerektiği mealinde laflar etti. Milli Eğitim Bakanlığı, tarikat-cemaat örgütlenmelerini “sivil toplum kuruluşu” olarak ilan etmekle kalmadı, eğitim öğretim programını onlarla iş birliği içinde uygulama girişimlerini aleni hale getirdi. Üst düzey yönetim organlarından gelen açıklama ve girişimler, siyasal İslamcılığın devlet kurumlarında artan şekilde güç haline gelmesi kaygısını daha da artırdı.
Birbirini izleyen ve planlanmış izlenimi veren bu açıklamaların, siyasal-ekonomik sorun yumağının Erdoğan iktidarını giderek artan şekilde açmazlarla karşı karşıya bıraktığı bir dönemde ve bir sistematik dahilinde yapılıyor olmasının, hedef şaşırtma-gündem oluşturma gibi bir özelliği var. İşsizlik ve yoksulluğun arttığı, zamların birbirini izlediği, on milyonlarca kişinin kredi borçlusu durumuna düştüğü ve bunlara karşı tepkilerin giderek açık şekilde dışa vurulduğu dönemlerde yapıldığı üzere, yine aynı şekilde “dine sarılma” taktiğiyle, din istismarıyla tepkilerin büyük kitlesel protestolara dönüşmesi önlenmeye çalışılıyor. Ancak hepsi bu değil! Toplum yaşamının siyasal İslamcı anlayış doğrultusunda düzenlenmesi Erdoğan yönetiminin başından beri izlediği politikanın önemli bir yanını oluşturuyor. Amaç dindarlık değil kitlelerin din aracıyla yedeklenerek sömürü ve baskı sisteminin uyumlu unsuru durumunda tutulmalarıdır. Böyle olduğu, din istismarcılarının aşağıdan yukarıya zenginlik içinde boğulacak varlık sahipleri olmasına ve fakat “tebea” olarak zikredilenlerin yoksulluk içinde olmaya devam etmelerine bakılarak görülebilir.
Erdoğan’ın çürümeye ilişkin tespiti, kendine ait olup olmamasından bağımsız olarak, içinde bulunulan durum açısından varsayımsal değil somuttur. Çürüme bireysel değil, toplumsal bünyeyi saracak denli yaygın ve derin izler bırakacak denli de etkilidir. Ne ki bu durum onun ve yönetimi altında büyük vurgunlar yapma olanağına kavuşanların göstermek istedikleri gibi dış güçlerin, lobilerin, hainlerin ürünü değil, sömürü ilişkilerine kulluk bağıyla bağlı olan ve ondan yararlanarak emekçilerin üretimi zenginliklerle ülkenin doğal kaynaklarına el koymada birbirleriyle yarışan kapitalist çakalların marifetleriyle bağlıdır. Erdoğan, “İslam kardeşliğine ve bizi biz yapan kadim değerlerimize daha sıkı sarılmaya ihtiyacımız var” derken olmayan ve olmadığı ayan-beyan olan bir şeyden söz ediyor. İslam dinini kabul eden ülkelerin yöneticileri başta olmak üzere siyasal İslamcıların birbirlerinin kanına ekmek doğrama politikası onca piyasaya dökülmüşken, “İslam kardeşliği” bir rivayetten öte anlam taşımıyor. Kürtler büyük çoğunluğuyla Müslümandır ama ulusal kimliklerini ifade etmelerine karşı dahi küfrün bin türü alenidir. 1840’lardan beri saldırı hedefindeler. Filistinliler önemli bir bölümüyle Müslümandır ama “İslam kardeşleri”nin gözü önünde 76 yıldır imha ve işgal politikalarıyla zulüm altında tutuluyorlar.
Özak işçileri Müslümandır ama sendika seçme haklarını kullanmak istediler diye jandarmadan müftülüğe, AKP’nin belediye başkanından valisine devleti temsil edenlerin baskı ve saldırısına hedef olmaktan kurtulmadılar. Polonez işçileri polis saldırısına uğradı. Soma'da 301 işçi can verirken durumu protesto eden işçi aileleri Y. Yerkel adlı AKP bürokratının tekmeli saldırına hedef oldular. Daha bir ay önce, Soma’da AKP Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu’nun aile şirketine ait Fernas Maden Ocağında Bağımsız Maden-İş Sendikasına üye olduğu gerekçesiyle altı kişi işten çıkarıldı. Bunun gibi yüzlerce-binlerce örnek sıralanabilir. İslam kardeşliğinden, İslam dininin yüceliğinden söz eden devlet yöneticileriyle tarikat şeyhlerinin hemen tümü ülkenin en zenginleri, sermaye ve servet sahibi kesimi arasında yer almaktadır. Erdoğan, “Müslümanlar olarak Allah’tan ümidimizi kesmemekle mükellefiz” diyor, “Rab'bimize sığınmalıyız” buyuruyor. Bunu başarırsak diyor, Rab'bimiz yeni kapılar açacaktır!
Gece gündüz vardiyalarında durmaksızın çalıştıkları ve büyük çoğunluğuyla “Allah'tan ümit kesilmez” anlayışıyla hareket eden on altı milyon işçiye ancak yardımla yaşayabilen 15 milyon kişiye, 12 bin 500 TL’ye talim eden milyonlarca emekliye, aileleriyle birlikte altmış milyonu bulan yoksulluk sınırı altında yaşayanlara, Erdoğan’ın çağrısı hallerine şükredip susmak, talepte bulunmamaktır. Baş temsilcisi olduğu iktidar mevkileri siyaseten ve sermaye sahipleriyle, iç-dış güç merkezleriyle iş birliği içinde şekillenmiş olmasına rağmen, “Müslümansan Rab'bine sığın, sakın mücadele yolunu tutma!” demek de siyaset hem de siyasetin daniskasıdır. Birileri milyar dolarları kasalara doldurur, arazi-liman-orman demez mülk edinirken on milyonların ellerini açıp şükrederek beklemeleri, bu birincilerin işine çok yaradı. Durum devam etsin istiyorlar. Buna karşı çıkanları da vicdansızlıkla suçluyorlar.
Bir yanda büyüyen sermaye, artan milyoner ve milyarderler, diğer yanda yoksul ve yoksunlar! Bir yanda zor-baskı ve yasaklarla yaşamı cendereye alanlar diğer yanda zulmün kırbacı altında olanlar. Vicdan varsa eğer, terazisinde büyük sorun var!
/././
AKP ve MEB’in büyük mahareti: Bağnazlığı ve emek sömürüsünü sürdürmeye diplomalı çözüm -Adnan Gümüş-
MEB’in maharetleri say say bitmiyor, her gün bunlara yenisini ekliyor. En zoru cehaleti ve sömürüyü sürdürmek olsa gerek, maharetine paha biçilmez MEB, cemaat ve esnaflar buna artık diplomalı çözümler üretiyor.
AKP döneminde, hele de 2010’lardan bu yana MEB işi gücü bıraktı iki konuya odaklanmış bulunuyor: Din-imam hatip, ucuz işçi-mesleki teknik okullar/çıraklık MESEM’ler. İmam hatipler o kadar yaygınlaştırıldı ki artık bu alan tüm sınırları zaten aşmış, dahası tüm okullar zaten zorunlu ve zorunlu seçmeli din dersleriyle medreseye dönüştürülmüş bulunuyor. MESEM’ler ve meslek teknik okullarının tümden çıraklığa dönüştürülmesi son 2-3 yıldır çok daha öne çıkmış gibi. Her gün ya zaten uygulamaya geçirilmiş ya da tez zamanda uygulamaya geçirileceği duyurulan berbere, yağcıya, mobilyacıya, inşaatçıya, tekstilciye… bilumum esnaf sanatkara ucuz emek gücü nasıl sağlanır projesiyle yatıp kalkıyoruz. İşletmelerin devlet teşvikli meslek okulu açması zaten vardı, hatta mevcut okulların yönetiminin esnafa devri de zaten vardı, MESEM konusu zaten var, meslek ortaokulları açılmasını bir süre önce duymuştuk, son duyduklarımız arasında iş yerinde sınıf açılmasına, çocukların 3 gün dükkanda/fabrikada yatmasına kadar iş vardı. Hatta Antalya İl Müftülüğü, 2 bin 500 sanayi işletmecisinin çırak sorununa çözüm için camilerde vakit namazları öncesinde cemaate çıraklığın avantajlarını anlatacakmış.
Artık okula da öğretmene de gerek yok, küçük sanayilerde, özel fabrikalarda çalışacak, hatta yatıp kalkacak, yurda bile ihtiyaç yok.
Öğrenci için öğretmene, okula, yurda ihtiyaç kalmayınca MEB de çok rahat edecek, bütün mesele şu öğrenciler, onları sanayiye ve camiye gönderdiğimizde, dükkanda ve tarikatta yatıp kalktığında artık sorun kalmayacak, mesele para ise parasını devlet, mesele diploma ise o diplomayı MEB veriyor zaten, cemaatlere ve işverenlere sömürmek, semirmekten, nemasını toplamaktan başka bir şey kalmıyor, diplomanın da sahtesine bile gerek yok, kanun gibi resmi diploma.
“Meslek lisesi memleket meseli” yeni değil, Türkiye’nin iktisadi ve sınıfsal yapısına dair, Türkiye’nin ekonomipolitiğine dair maalesef. Burada sorulması gereken bazı temel sorular var: Türkiye ucuz ve niteliksiz iş gücüyle kalkınır mı, bu çok sakat bir bakış, dahası işin bir de ahilik fütüvvet cehalet boyutu var. Cehalet ve insan sömürüsü istendik tercih edilen bir durum mu? Cehalet nasıl istendik hale getiriliyor, cehalet nasıl üretiliyor?
Eskiden okul diploması ucuz işçilikten ve cehaletten az biraz da olsa kurtulma göstereniydi. Şimdi diplomalı ucuz işçilik ve diplomalı cahiliye dönemine doğru evriliyoruz. Bu nasıl oluyor, cehalet nasıl diplomalı hale, nasıl istendik hale getiriliyor; ucuz işçi, çırak, camide namaz kıldırabilecek vatandaş memlekette az mı da yamaklıkla çıraklıkla imam hatiple uğraşıyoruz? Dahası bunlar için diploma gerekiyor mu yoksa diplomayı kandırmaca/havuç olarak mı dağıtıyoruz?
SINIF MESELESİ: ÖZGÜR ÜST SINIFLAR TARİH BOYUNCA MESLEK EĞİTİMİ ALMADI, GENEL NİTELİKLİ EĞİTİM ALDI
Yazının icadı ve tarih devirlerinin başladığı günden bugüne eğitim toplumların küçük bir grubunu oluşturan “yönetici” ve “özgür sınıfların” konusu olmuştur, Antik Mısır’dan bu yana yönetici sınıfın etrafında küçük bir kalemiye/ilmiye/yazıcılar grubu da olmuştur ki, bunlar da yine istisnalar dışında özgür sınıflardandır. Eski/antik toplumlarda, özgür-köle diye ayrışan toplumlarda özgür sınıf dışında kalan diğer sınıfların örgün eğitim görecek “boş zamanı” hiç olmamıştır, özgür sınıf dışındakiler okula gidecekler zümresinden hiç sayılmamıştır.
Ticaret liseleri ticaretin yükselmeye başladığı 1200’lerden itibaren gelişmeye başlamıştır.
Asker yetiştirme ocakları hep vardır ancak bunlar yaygın olarak acemi ocaklarıdır, 1700’lü yıllara kadar asker yetiştiren meslek okulu olmamıştır, enderunlar da çok sınırlı ve farklı bir konsepttir.
Meslek liseleri 1775’lerden sonra Endüstri Devrimi’nin ürünü sayılır. Ancak hedef kitlesi hep alt sınıflar olmuştur.
Daha önceki dönemlerde olduğu gibi Endüstri Devrimi sonrası da nitelikli genel eğitim hep üst sınıflarla ve nüfusun çok küçük bir grubuyla sınırlı kalmıştır.
Kaldı ki amaç olarak çocuğun her tür beden-jimnastik-müzik-edebiyat-sanat-mantık-matematik-bilim-felsefe-entelektüel-moral gelişimine yönelik okul modeli tarih boyunca liseler/akademiler olmuştur.
GENEL ORTAÖĞRETİM OKULUNDAKİ ÖĞRENCİ ORANI YÜZDE 38
Türkiye’de genel ortaöğretim öğrencisi hiçbir zaman çağ nüfusunun yarısına erişemedi. Okullaşma oranları 1960’lara kadar yok denecek düzeydeydi, ortaöğretim ve yükseköğretim talebi 1970’lerden itibaren hızla arttı. Genel kitlesel ortaöğretim 2000’li yılların olgusudur.
En son geçtiğimiz yılın ortaöğretim öğrenci sayısına ve bunun içinde genel liseye giden oranına bakarsak sayı ve oranlar şu şekildedir.
Öğrenci Sayısı | Okullu Öğrenci İçindeki Yüzdesi | Toplam Öğrenci İçindeki Yüzdesi | |
Anadolu Lisesi | 2.185.754 | 45,73 | 32,19 |
Fen, Sosyal, Güzel Sanatlar, Spor Liseleri | 412.580 | 8,63 | 6,08 |
Genel Ortaöğretim Okulu Öğrenci Sayısı | 2.598.334 | 54,36 | 38,27 |
MTAL | 1.701.383 | 35,59 | 25,06 |
İmam Hatip | 480.484 | 10,05 | 7,08 |
Açıköğretim (AL, MAL, AİHL) | 2.009.480 | 29,60 | |
TOPLAM Öğrenci | 6.789.681 | 100,00 |
Yani 2022/2023 Ortaöğretimde
* Toplam Öğrenci Sayısı: 6 milyon 789 bin 681
* Okullu genel ortaöğretimde (açıköğretim hariç) öğrenci sayısı 2 milyon 598 bin 334
*Okullu örgün genel ortaöğretim öğrenci oranı yüzde 38.27.
Bu yüzde 38’in içinde devamsız ve okul terkleri de var. Yani genel lise öğrenci oranı yüzde 25’ler düzeyinde sayılır.
Bu durum yeni değil, Türkiye ortaöğretim çağ nüfusunun genel akademik ortaöğretim okulundaki oranı hep sınırlı düzeyde kaldı.
AKP’NİN BAŞARI GÖSTERGESİ: MESLEKİ TEKNİK ÖĞRENCİ SAYISI OECD ORTALAMASINDAN, HATTA ALMANYA’DAN BİLE DAHA YÜKSEK
Ekim 2016’da Milli Eğitim Bakanlığının Antalya'da gerçekleştirdiği "eğitimden üretime sektörle işbirliğine" temalı 2. Eğitim Kongresine Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, Eğitim-Bir-Sen Genel Başkan Yardımcısı Latif Selvi, Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan, TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, General Elektrik Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Canan Özsoy, Antalya Valisi Münir Karaloğlu, Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel, siyasiler, gazeteciler, iş ve eğitim dünyasından önemli isimler katılıyor. Hem bilgi hem beceri bakımından sıkıntılı olan salt yoksul alt sınıf çocuklarından oluşmasına rağmen AKP etrafındaki işçi sendikaları, dahası Eğitim-Bir-Sen bile mesleki eğitimin ortaöğretim düzeyinde yaygınlaştırılmasında AKP döneminde çok yol alındığını, dahası daha da yaygınlaştırılmasını savunuyor.
Eğitim-Bir-Sen tarafından hazırlanan eğitime bakış raporundan bahseden Memur-Sen Başkanı Yalçın: “Mesleki ve teknik eğitim noktasında, nicelik verilerinde OECD ülkelerinin birçoğunun ve OECD ortalamasının üzerinde bir sıraya yerleştik.” “15-19 yaş grubundaki mesleki eğitim alan genç oranımız, Almanya gibi sanayi devlerinin bile önünde görünmektedir. Yani, mesleki ve teknik eğitim kurumlarımızdaki öğrenci sayısında da bu öğrencilerin toplam orta öğrenci sayısındaki payında da büyük bir artış var. Ortaöğretimde öğrencilerin yüzde 47’si mesleki ve teknik öğretim kurumlarına devam ediyor.” “AK Parti hükümetleri ve Eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın hakkını teslim etmek gerekir. Çünkü başta katsayı olmak üzere meslek liselerinin önündeki bütün engeller bu dönemde kaldırıldı ve meslek liseleri için büyük bir yatırım yapıldı.”
Diğer katılımcılarla birlikte Memur-Sen de bunu büyük bir başarı olarak alkışlıyor, meslek liselerinin özendirilmesini talep ediyor.
Peki, bu bir başarı mı, neyin başarısı. Bunun için işin nitelikli eğitim kısmına bakmak gerekiyor.
İMAM HATİPLER VE MESLEK OKULLARI LİSE OLMAKTAN ÇIKMIŞ, NİTELİKLİ EĞİTİMDE DÖKÜLÜYOR
Nitelikli eğitimde yüzde 5 civarında öğrenci var.
Elimizde tek doğru düzgün veri PISA. Daha önce PISA sonuçlarına değinmiştim. Yeniden hatırlarsak, PISA sonuçlarında 5.-6. seviyeyi oluşturan üst dilimde puan alabilen öğrenci oranları üç alan ortalamasında yüzde 3’leri hiç geçmedi.
PISA “Öğrencilerin temel konu alanlarındaki çeşitli durumlarda karşılaştıkları problemleri tanımlarken, yorumlarken ve çözerken; bilgi ve becerilerini kullanma, analiz etme, mantıksal çıkarımlar yapma ve etkili iletişim kurma yeterliklerini ifade eden yenilikçi bir okuryazarlık kavramı geliştirmiştir.” (s. 266).
Yüksek (5.-6. üst seviyelerden) fen okuryazarlığında “Bu öğrenciler, sahip oldukları bilimsel bilgi ile fen hakkındaki bilgilerini yaratıcı bir şekilde ve kendi başlarına, aşina olmadıkları durumlar da dahil olmak üzere çok çeşitli durumlara uygulayabilir.” (Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 4’ü).
Matematik okuryazarlığında 5.-6.düzey: “Bu düzeylerde öğrenciler karmaşık durumları matematiksel olarak modelleyebilir. Bu durumlarla başa çıkmak için uygun problem çözme stratejilerini seçebilir, karşılaştırabilir ve değerlendirebilir.” (Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 5.4’ü).
Okuma becerilerinde 5.-6.düzey: “Bu öğrenciler uzun metinleri anlayabilir, soyut veya mantık dışı kavramlarla başa çıkabilir ve bilginin içeriği veya kaynağıyla ilgili örtük ipuçlarına dayanarak gerçek ile görüş arasında ayrım yapabilir.” (Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 1.9’u).
Genel liseler gözden çıkarılmış, daha çok imam hatip ve mesleki teknik eğitim desteklemekle birlikte, PISA sonuçları, imam hatip ve mesleki teknik okulların başarı düzeyinin çok daha başarısız kaldığını açıkça gösteriyor.
Görsel: PISA
Soru şu ki, daha iyisi dururken onu bozmaya çalışmak, daha başarısızını model yapmaya çalışmak nasıl bir zihniyete işaret ediyor acaba, hangi ekonomi politiğe karşılık geliyor?
BAĞNAZLIK VE SINIF DİPLOMASI: MÜTEŞARİK RANTİYE, AKP-MHP-HÜDA PAR ZİHNİ GERİLİĞİ VE EMEK SÖMÜRÜSÜNÜ DİPLOMAYA BAĞLIYOR
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. MÜTAŞERİK otoriterlik -müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı… birbirini bulmuş, bir blok oluşturmuştur. Nüfus istismarı da ucuz emek de halkın cahil kalmasından geçiyor.
Ancak cehaletin de pazarlanması, istendik hale taşınması, halkın rızasının üretilmesi lazım.
Yönetici sınıfların araçsal aklı o hadde vardı ki, diplomayı bile cehalete rıza üretimine dönüştürdü. Sadece imam hatip veya mesleki teknik okullarda değil artık çıraklık okulunda bile ortaöğretim (lise mezuniyeti) diploması veriliyor. AKP ve mütaşerik yarı burjuvazi DİPLOMA dağıtıyor.
Böylece bir yandan diploma değerini kaybederken diğer yandan geniş bir rıza üretimi de yaratılarak diplomalı cehalet yaygınlaştırılıyor.
AKP ve MÜTAŞERİK Otoriterlik öyle bir şey yaptı ki, okulun bile içini boşaltarak, diplomayı bile cehaleti sürdürmeye, dahası iktidara boyun eğme, körleşme, kulluk ve sömürü aracına dönüştürdü.
Eskiden diplomasız-diplomalı en azından bir miktar entelektüel eşik noktasını gösterirdi, diploma az çok bir entelektüel düzeyi gösterirdi, şimdi diploma herkese dağıtılıyor ancak diplomanın türü öğrencinin cehalet ve sınıf gösterenine dönüşmüş bulunuyor.
NİTELİKLİ BİLGİ, BECERİ VE OKULLAR HÂLÂ ÖZGÜR ÜST SINIFLARA AİT
Yakın zamana kadar çok sınırlı kalsa da okullar nitelikli eğitim anlamına geliyordu ve özgür sınıflara aitti. Giderek kitleselleşti, ancak toplumsal çelişkiler de okullara taşınmış bulunuyor.
İmam hatipler de mesleki teknik okullar da MESEM’ler de ülkenin birbirinden ayrılmaz hem cehalet meselesi hem sınıf meselesidir. Nitelikli eğitim ve okullar hâlâ ancak orta üst sınıflara aittir.
Herkese nitelikli okul hakkı bu ülke ve dünya için kritik önemdedir.
Herkes için nitelikli okul sağlanması eşitlik ve adalet meselesidir. Anne babaların kökeni, eğitim düzeyi ve varlık düzeyi en önemli üç eğitim göstergesi olmaya devam ediyor: Ne kadar yüksekse çocukları da o kadar nitelikli eğitim alıyor, ne kadar düşükse çocukları da o kadar geride kalıyor.
O halde, hem genel cehaleti ve toplumsal eşitsizlikleri hem de okulun bağnazlık ve eşitsizlik üretmesini aşmalıyız.
/././
Saldırıyı püskürtmek için -Ahmet Yaşaroğlu-
İşbirlikçi büyük sermayenin hizmetindeki iktidar işçi ve emekçi halka azgınca saldırı program olan OVP'yi güncellemiş, saldırısının kapsamını genişletme kararını ilan etmişti. Emekçilerin kıdem tazminatını hedefe koyan iktidar bu saldırısını Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) adıyla emeklilik haklarına saldırıyı, esnek çalışmayı da eklemişti. Hatırlanacağı üzere Temmuz ayı içerisinde Türk-İş, DİSK, Hak-İş ortak bir toplantı yapmış 10 talep ileri sürmüş, ortak hareket edeceklerini, bunun "üyelerine karşı sorumluluk" olduğunu vurgulamışlardı. O günden bu yana ortak eylemler yerine ayrı mitingler yapılmış, ancak bu mitinglere işçi katılımının sağlanması için yeterli çaba harcanmamış, etkisiz geçen mitingler emekçi kamuoyunda harekete geçirici bir etki yaratmamışlardı.
Üç konfederasyonun ilan ettiği 10 talep içinde, iktidarın "güncellendiği" OVP'de yer alan kıdem tazminatının gaspına, esnek çalışmanın gündem getirilmesine, emeklilik haklarına el uzatılmasına ilişkin talepler yer almıyordu. İktidar işbirlikçi büyük sermayenin talepleri temelinde saldırısını 'güncellemiş' işçi konfederasyonları ise taleplerini yenileyip, eylemlerini yaygınlaştırma gibi bir adım atmamışlardı. Şimdi sormak gerekiyor, işçi konfederasyonları bu etkisiz tutumları ile "üyelerine karşı sorumluluklarını" yerine getirebilirler mi? Üyelerini harekete geçirmek için gerekli çalışmayı yapmayan, üyelerini tehlikenin büyüklüğü konusunda uyarıp, sarsmayan, işçi sınıfının birleşik gücünü harekete geçirmeye çalışmayan konfederasyon üst yönetimlerinin iktidarın ve sermayenin saldırılarını püskürtemeyeceklerini anlamak için kahin olmak gerekmiyor.
Oysa işçi sınıfımızın mücadele tarihinde birlikte mücadelenin olumlu örnekleri bulunuyor. Şimdi unutulmuş olsa da Emek Platformu böyle bir mücadelenin örülmesi için atılan önemli bir adım olmuştu. 1999 yılı içinde DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümetinin "Yeni Sosyal Güvenlik Yasasına" karşı 3 işçi konfederasyonu, 3 kamu emekçileri konfederasyonu, 3 emekli derneği, 7 meslek birliğinin bir araya gelmesi ile Temmuz 1999'da kuruluşunu ilan eden Emek Platformu, 24 Temmuz'da "mezarda emekliliğe hayır" diyerek o günün koşullarında 400 bin işçinin katıldığı büyük bir miting gerçekleştirilmişti. Keza mücadeleci şube yönetimlerinin oluşturduğu sendika şube platformları, sınıfa bağlı temsilcilerin oluşturduğu işçi temsilcileri platformu gibi deneyimler de vardı.
Peki o halde soralım: bugün işçi sınıfının ve emekçi yığınların içinde bulundukları durumunun o günden daha iyi olduğunu söyleyebilecek tek bir sendika yöneticisi, işçi temsilcisi bulunuyor mu? Ne bu iddia edilebilir, ne de işçilerin o günden daha az mücadele etmek istedikleri ileri sürülebilir. Aksine bugün ekonomik koşullar daha sert ve acımasız, sermayenin ve iktidarın saldırıları daha kapsamlı ve köklüdür. İşçi mücadeleleri ise ortak bir mücadele merkezi olmadığından dolayı mevzi ve parçalı, ama kararlı ve militandır.
Bununla birlikte tüm emekçi halkın içine itildikleri sefalet koşullarından dolayı öfkeleri de, mücadele istekleri ve kararlılıkları da büyüktür. İşçi ve emekçiden yana, mücadeleden yana olduğunu söyleyen hiçbir şube yöneticisi veya işçi temsilcisi bugünkü koşulların emek mücadelesi için uygun olmadığını ileri süremez.
Açlık sınırı ile asgari ücret arasındaki, yoksulluk sınırı ile ortalama emekçi ücreti arasındaki uçurum giderek derinleşmekte, emekliler sefalet ve açlıkla boğuşmakta, küçük üreticiler tekeller tarafından soyulmakta, ülkenin pek çok köşesinde halk taşını, toprağını, suyunu iktidardan aldıkları güçle saldırıya geçen vahşi madencilere karşı savunmak için ayağa kalkmaktadır. Emek ve demokrasi güçleri işçi ve emekçi halkın mücadelesinin birleşmesi ve ilerlemesi için inisiyatif alma zorunluluğu ile karşı karşıya bulunmaktadır. Halkın geniş kesimlerinin gözünde iktidar sürekli eriyen bir mumdan daha farklı değildir. Ama bu mumu üfleyip söndürmek gerekiyor. Yoksa bu bir mumun erirken etraf etrafı kirletmesi gibi bir etki yaratıyor. Yani çalışma ve yaşam koşullarını zorlaştırmaktan, saldırmaktan geri kalmıyor. İşçi ve emekçi mücadelesini birleştirmek ve ona ortak bir mücadele perspektifi verebilmek için yeni bir atılım ve enerji gerekiyor.
/././