Evrensel "KÖŞEBAŞI" -6 Ekim 2024-

21. yüzyılın büyüyen sömürüsü: Kahve zincirleri -ÖZLEM SONGÜL ABAYOĞLU/NİSA SUDE DEMİREL-

Türkiye’nin dört bir yanını donatmış, en köklü ve en hızlı büyüyen dört kahve zincirinin büyüme, teşvik ve sömürü hikayesi...

Starbucks, Çay Saati, Çaykovski, Espressolab, Nero... Başta büyükşehirler olmak üzere kentte bulunan her boşluk, her ‘estetik’ mekan tek tek bir kahve zincirine kiralanıyor. Artık kentlerde yol tariflerinde referans noktasına dönüşmüş, sayılı sosyalleşme alanlarından kahve zincirlerinin arkasında -kahvenin dünyaya yayılış hikayesinden farklı olmayarak- yüksek kârlar, vasat çalışma koşulları var. Türkiye’nin dört bir yanını donatmış, en köklü ve en hızlı büyüyen dört kahve zincirinin büyüme, teşvik ve sömürü hikayesi...


KAHVE DÜNYASI: VERGİ VERMİYOR, TEŞVİK AKIYOR
Kahve Dünyası 2004’te İstanbul’un Eminönü ilçesinde ilk şubesini açtı. Şu an Türkiye'de 34’ten fazla şehirde bulunan Kahve Dünyası’nın Türkiye dışında İngiltere, Romanya, Kuveyt ve Suudi Arabistan’da da şubeleri var. Kahve Dünyası aynı zamanda Altınmarka Gıda grubunun üyesi. Altınmarka ise İSO 500 listesinde yıldan yıla üst sıralara yükseliyor ve devlet teşviki ve vergi indirimleriyle kârına kâr katıyor.

Altınmarka Gıda 2022 yılında İSO 500’de 152’nci sıradayken, 2023 yılında 124’üncü sıraya yükseldi. 2022 yılında en fazla ihracat yapan firmalar arasında 377. iken yüzde 35.5 büyüme ile 2023 yılında 248’inci sıraya yerleşti. 2021 ve 2022 yıllarında hiç vergi ödemeyen Altınmarka Gıda’nın 2023’te ödediği vergi ise 215 milyon 563 bin lira oldu, bunun karşısında net kârını açıklamayan firma net satışlardan 11 milyar 240 milyon 289 bin lira elde etti.

Kahve Dünyası’nın CEO’su Kaan Altınkılıç’ın adı ‘eser kaçakçılığı’ haberiyle duyuldu. Bolu Mudurnu yolu üzerindeki Gövem köyündeki lüks villaları olan aile, Mudurnu yolu üzerindeki Gövem köyünde, yaklaşık 30 yıl önce yapılan yol çalışması esnasında çıkan ve yol kenarına bırakılan sütunları yerinden alarak bahçelerine götürdü. İhbar üzerine sütunlar ailenin bahçesinde bulundu ve Bolu Müze Müdürlüğünce korumaya alındı.

ESPRESSOLAB: İKTİDARIN GÖZDE KAHVECİSİ
Kentlerdeki hemen hemen her türlü yapıya, özellikle de tarihi binalara şube açmasıyla bilinen Espressolab, Sütiş ile birlikte Kocadağ Ailesi Şirketlerine ait. Esat Kocadağ’ın kurduğu Espressolab’in ilk şubesi -halen üniversite kampüslerinde şube açmasıyla öğrencilerin tepkisini çekiyor- 2014’te İstanbul Bilgi Üniversitesinde açıldı. Türkiye dışında Almanya, Portekiz, Mısır, Katar, Ürdün, Fas, Güney Afrika, Birleşik Arap Emirlikleri, Kıbrıs ve Irak'ta da şubeleri olan Espressolab'in toplam 273 şubesi var. Esat Kocadağ'ın inbusiness.com'a verdiği röportaja göre 2023 yılı ciroları 1 milyar 200 bin TL. Şubelerin yüzde 22’sinin kendilerine ait olduğunu söyleyen Kocadağ, kalan şubelerin ise imtiyaz sahiplerinin olduğunu dile getiriyor. Franchise usulü işletilen şubeler ise 700 bin TL ve cironun yüzde 5’ini Kocadağ ailesine veriyor.

Espressolab’in reklamı, Ayasofya’nın açılışı sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ve MHP Lideri Devlet Bahçeli'nin kahve içmeyi tercih ettiği yer olarak yapıldı. Sütiş'in sahibi, Kocadağ ailesinden Mevlüt Kocadağ aynı zamanda AKP’li Eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın kuzeni. İstanbul’da birçok tarihi mekanın -bazılarının restorasyonu dahi öncesinden yapılarak- devredildiği Espressolab pek çok imkanla donatıldı. Kadir Topbaş’ın oğlu Mustafa Ömer Topbaş ile Mevlüt Kocadağ’ın oğlu Emre Kocadağ, 2007 yılında ortak haline geldi. Bunun yanı sıra Kocadağ ailesinin Fas’taki ortağı da tanıdık bir isim. Fas Başbakanı Aziz Ahnuş.

STARBUCKS: "VENTİ BOY SÖMÜRÜ"
ABD çıkışlı Starbucks, kahve zinciri denince ilk akla gelenlerden. 1971 yılında ilk şubesini Seattle’da açan Starbucks’un 65 ülkede 21 binden fazla şubesi var. 11 Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarında 2 binden fazla şubesi bulunuyor. Starbucks'ın 2023 yılı cirosu 67.9 milyar dolar, net kârı ise 15.3 milyar dolar. Avrupa’daki Starbucks şubelerinin yüzde 24.2’si ise Türkiye’de. Yani Starbucks’ın Avrupa’daki her dört şubesinden biri Türkiye’de.

Starbucks, 1981’den beri Howard Schultz’a ait olsa da Starbucks’ın Türkiye de dahil olmak üzere Ortadoğu şubeleri 1999’dan beri Kuveytli özel aile şirketi Alshaya Group tarafından işletiliyor. Starbucks’ın Türkiye’de 685 mağazamız, 7 bin 622 çalışanı var. Türkiye’de ilk şubesini 2003’te İstanbul'da Bağdat Caddesi'ne açtı.
1890’da Kuveyt’te kurulan Alshaya Group, Türkiye’de sadece Starbucks ile bilinmiyor. Şirket, Türkiye’de 6 uluslararası firmayı anlaşmalı olarak işletiyor. Alshaya Group’un Türkiye’de 750’nin üzerinde mağazası ve 8 binden fazla çalışanı var. Uzun süredir de Türkiye iktidarı ile arası epey iyi. 2015’te Erdoğan Kuveyt’e ziyarette bulunduğunda Al Shaya, Erdoğan onuruna akşam yemeği vermişti. Ayrıca Alshaya sık sık Türkiye Yatırım Danışma Konseyine de katılan isimlerden, sık sık Türkiye’de tatil yapıyor.

Tüm bu ilişkiler Türkiye’de Starbucks çalışanlarının çalışma koşullarını daha kolay gölgeliyor. 7 Ekim’in ardından sık sık boykotların hedefi haline gelen Alshaya’nın bu nedenle Türkiye de dahil olmak üzere Ortadoğu’daki mağazalarında işten çıkarmaya gideceği duyuruldu. Starbucks Türkiye çalışanları çok uzun süredir düşük ücret, iş tanımının belirsizliği, sendika düşmanlığına karşı ‘Starbucks’ta ‘venti boy’ sömürü’ sloganıyla mücadele ediyor.

CAFFÉ NERO: HIZLA BÜYÜYEN ZİNCİR
Caffè Nero, 1990’da kuruldu, 1997’de Paladin Partners’a satıldı. Kahve şirketini Londra’daki beş mağazayla devralan Paladin Partners’a ait Caffè Nero’nun İngiltere, İrlanda, İsveç, Polonya, Kıbrıs, Hırvatistan, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere on bir ülkede binden fazla şubesi var. 2022’de en son açıklanan sayıyla Caffé Nero’nun Türkiye’de 75’ten fazla mağazası var. Nero’nun İngiltere’den sonra en büyük ikinci pazarı Türkiye, Nero Avrupa’nın en hızlı büyüyen 20 şirketi arasında. 2015’e kadar Özsüt, Delta Petrol gibi şirketlerin de sahibi olan Mustafa Aşur’un şirketi Türkiye’de Caffé Nero’ya ortaktı. Ancak 2015’te hisseleri geri verdi.

Artık hisselerin tümüne sahip olan Caffé Nero Türkiye CEO’su ve Gıda Perakendecileri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Yanıkoğlu’nun bir röportajda verdiği bilgiye göre şirket, Türkiye’de her sene 30 şube açarak 3 yıl içinde 200 mağazaya ulaşmak istiyor. Kahve zinciri, haziran-kasım 2023 döneminde 2022'nin aynı dönemine kıyasla yüzde 10'luk artışa 265 milyon avro kâr açıkladı. 2022 mayıs-2023 mayıs arasında satışları yüzde 16 arttı. Türkiye’de de hızla büyüyen şirketin çalışanları ise bu büyümeden pay alamıyor. Caffé Nero Türkiye çalışanlarının çeşitli iş bulma sitelerine yazdığı yorumlara göre; çalışanlar garsonluk yapıyor, tuvaletleri temizliyor, mağazanın temizliğini yapıyor, çöpleri atıyor, bulaşık yıkıyor, kahve hazırlıyorsunuz. Ve tüm bunlar için asgari ücretin yaklaşık olarak 2 bin lira fazlasını alıyor, günlük 250 TL yemek ücretinden ‘yararlanabiliyor.’                                /././   
Kahve zincirleri üniversiteleri ele geçiriyor -Şeyma Akcan

Üniversitelerde öğrencilerin vakit geçirebileceği kamusal alanlar artık ünlü kahve zincirlerinin şubelerine dönüşüyor. Kampüslerine Espressolab açılan, üniversite öğrencileriyle görüştük.

Çok kısa süre içinde kentlerin her yerini kaplayan kahve zincirlerine en sık rastlanan yerlerden biri de üniversiteler. Gittikçe ticarileşen üniversitelerde öğrencilerin vakit geçirebileceği kamusal alanlar artık ünlü kahve zincirlerinin şubelerine dönüşüyor. Öğrencilerin sosyalleşme, vakit geçirme seçeneklerini kısıtlayan bu uygulama öğrencileri kahve zincirlerine mecbur bırakıyor, üniversitelerin görüntüsünü birer alışveriş merkezine dönüştürüyor. Uzun zamandır süren bu uygulamaya ilk tepki Boğaziçi Üniversitesi’de gelmişti. Öğrencilerin Güney Kampüste ortak ve ücretsiz kullandığı bir alana Starbucks açılmaya çalışılmış, öğrenciler beş hafta boyunca eylemlerini sürdürmüş ve en sonunda alanı işgal etmişti. Starbucks’ın çekildiği alanı öğrenciler halen ücretsiz vakit geçirebilecekleri çalışma alanı olarak kullanıyor.

2019’dan beri öğrencilerin kampüslerindeki millet bahçesi projesine karşı mücadele ettiği, ardından da öğrencilerin en sık vakit geçirdiği Orta Bahçe’ye Espressolab açılan, üniversitelerdeki bu dönüşümden en çok etkilenen üniversitelerden Yıldız Teknik Üniversitesinden Yusuf ve Elif ile konuştuk.

"KAMPÜSÜMÜZDE VAKİT GEÇİREMİYORUZ"

Öğrencilerin oturup vakit geçirebileceği alanların üniversitelerde oldukça azaldığını söyleyen Yusuf, “Bu probleme bir çözüm önerisi olarak üniversitelerde ticari amacı olmayan, tamamen biz öğrencilere ait olan alanların artırılması gerekiyor” diyor. Kampüs içindeki kafelerin öğrenci bütçesine de uygun olmadığını söyleyen Yusuf, “Zamanının büyük bir çoğunluğunu okulda geçiren öğrenciler, bu fiyatlarla oldukça zorlanıyor” diye konuşuyor. Yusuf, zincir kahvecilerin kampüs içindeki varlıklarının bilim üretme amacı taşıyan üniversitelerle çeliştiğini düşünüyor.

Elif ise yeme içme alanlarının öğrencilerin ihtiyaçlarına yönelik oluşturulmadığını, tam tersine bu tarz girişimlerle üniversitelerin ticarethaneye dönüştüğünü söylüyor. Oturma alanlarının kısıtlı olduğunu, zincir kahvecilerin ise fiyatlarından dolayı kendileri için bir seçenek olmadığını ifade eden Elif, “Bizim kampüste Tonoz’un, Espressolab’in, Kahve Dünyası'nın oturma alanı var. Onun dışında okulun bize bir sosyalleşme alanı yok” diyor. Sosyalleşme alanlarının gittikçe kısıtlandığını anlatan Elif, “2-3 gün espresso kahve aldığımda sanki kendimi ödüllendiriyormuş gibi hissediyorum. Zaten halihazırda çok fazla kâr elde eden yerleri bir de üniversiteye koyup sosyalleşme, tüketim ihtiyacımızda bizi zincir kahvecilere zorunlu bırakmak öğrenci dostu bir çözüm değil” ifadelerini kullanıyor.

                                                       /././

İsrail’le uzlaşıp anlaşma mı, mücadele mi? -Mustafa Yalçıner-

İsrail, Ortadoğu’nun belalısı. Saldırganlığı katliamlarıyla kanıtlı. Üstelik Hitler’in soykırımcı saldırısına muhatap olmuş Yahudilerin yüz karası bir saldırganlık İsrail’inki. Soykırımı, siyonizminin gözü dönmüşlüğüyle artık kendisi uyguluyor.

İsrail yüzünü gizlemeyi gereksiz sayan, maske takmayı fazla masraflı sayan bir kan içici. BM kararlarını da önemsemiyor.

Önemsedikleri yok değil. Örneğin Hizbullah’a saldırı emri vermişken kongresinde konuşurken Netanyahu’nun ayakta alkışlandığı ABD’yi önemsiyor. Önemsemekle kalmıyor, sırtını dayadığı bu ülke. Almakta oldukları son derece gerici önlemlerle durmadan güdükleştirdikleri “demokrasileri” ile hâlâ övünmekte olan İngiltere, Almanya ve Fransa gibi Avrupa’nın emperyalist ülkeleriyle Amerikan emperyalizmi İsrail’in sırtını sıvazlayıp, soykırıma dönüşen son katliamlarına bile destek veriyor. İsrail’i cesaretlendirip pervasızlaştıran, öncelikle, henüz saldırıya geçmeden olurlarını alıp zaten verileceğinden emin oldukları arkalarındaki emperyalistlerin, özellikle Amerikan emperyalizminin desteği. Hint Okyanusu’ndaki 5. filosunu alarma geçirip İngiltere ile birlikte Doğu Akdeniz’e uçak gemileri ve sair savaş araçlarıyla yığınak yapan ABD, desteğini hiçbir zaman sadece sözle ifade etmekle kalmadı.

ABD’nin İsrail’le ilişkisi, gerçekte yalnızca destek vermekten ibaret bir ilişki de değil. İsrail’in ABD ile birlikte tasarlamadığı, lojistik vb. desteğini önceden sağlama almadığı hemen hiçbir önemli hamlesi yoktur. İsrail, kuruluşundan başlayarak hiçbir zaman İngiltere ve ABD tarafından yalnız bırakılmadı.

İsrail bölgedeki tüm hamlelerinde olduğu gibi, Filistin sorununda da ABD desteğini, Kudüs’ün başkent ilanı türünden en aşırı hamlelerinde bile sonuna kadar yanında hissetti. Hatta bunlar, zamanlanmaları da dahil, ABD tarafından yönlendirildi. Örneğin Oslo ve Camp David görüşmeleri böyle oldu. Barış görüşmeleri, gerçekte sadece İsrail’in lehine gelişip onun çıkarlarına uygun sonuçlar üretmekle kalmadı, İsrail’in pozisyonunu sağlamlaştırdı. Bölgede İsrail’in Türkiye ve hemen tüm Arap ülkeleriyle ilişkilerinin normalleştirilmesi süreci, gerçekte yalnızca Amerikan katkısıyla değil, onun koşullarını hazırlayıp muhataplarını da yönlendirerek çerçevesini şekillendirmesiyle gerçekleşti.

Özeti şu ki, İsrail’e karşı, onu ABD ve diğer Batılı emperyalistlerle birlikte ve ilişkisi içinde anlamadan bir tutum geliştirilemez.

DENİZ GEZMİŞ, NATO VE FİLİSTİN

Türkiye’de Filistin davası ve İsrail karşısında geliştirilen tutumlar bu açıdan birer gösterge olduğu kadar öğreticidir de.

AKP iktidarı öncesinde generallerin etkili olduğu Türkiye, Osmanlı’ya karşı ayaklanmaları ve I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı’yı zayıflatmaları nedeniyle Araplardan hazzetmedi ve genellikle küçük görücü ve hatta aşağılayıcı tutumları marifet bildi. Amerikan yandaşlığı ortak paydası, bir dizi savaşta Arap ordularını yenmesi ve “Çöle hayat vermesi” dolayısıyla övdüğü İsrail’le iyi ilişkiler içinde oldu. Filistin’e karşı bir yakınlık hissetmedi.

Aynı dönemde Türkiye’ninkiyle zıtlık içinde olan tutum devrimcilerin tutumuydu. Başlarında Deniz Gezmiş olan devrimci gençler, generallerin NATO’culuğunun tersine NATO’yu ve ABD’yi düşman bilen antiemperyalistlerdi. İsrail’i Amerikan yandaşlığıyla değerlendiriyor ve ezilen Filistin ulusunun emperyalizme ve siyonizme karşı mücadelesine sempati duyuyorlardı. Sempatilerini eyleme dönüştürdüler; Filistin halkıyla dayanışma içinde emperyalizm ve işbirlikçisi İsrail’e karşı birlikte savaşmak üzere Filistin’e gittiler.

Enternasyonalisttiler, İspanya’da faşizme karşı İspanyollarla birlikte savaşan uluslararası tugaylarla Türkiye’den iç savaşına katılmaya Yunanistan’a giden ağabeylerinin öyküleriyle büyümüşlerdi. Önemli olan ezilen halklarla birlikte saf tutarak emperyalizme karşı savaşmaktı, bu savaşı Türkiye’de ya da Filistin’de yürütmek onlar için ayrıntıydı. Generaller türünden burnu büyüklerden değillerdi ne Arapları ne özel olarak Filistin halkını aşağıladılar. Türkiye ya da Filistin halkı, ikisi de emperyalizm tarafından ezilen dünya halklarının birer parçasıydı. Hem Filistin’de savaşarak savaşmayı da öğreneceklerdi. Hiç tereddüt etmeden, her biri ailelerinin en az birer ferdini yitirmiş Filistinli savaşçılarla birlikte İsrail’e karşı savaşmakta tereddüt etmediler.

FİLİSTİN’LE TİCARET(!)

Şimdi AKP de Filistin halkına yakınlık duyuyor görünüyor. Devrimci gençlerin emperyalizme ve siyonizme karşı Filistin davasının zaferi için savaşmaya gittikleri zaman da AKP’nin önceli olan siyasal İslamcıların iddiası farklı değildi.

Sevmeyip suçladıkları Amerikan emperyalizmiyle el ele vermiş İsrail siyonizmi değil, Yahudilerdi ve bugün de öyle. Haçlı savaşları dönemindeki gibi dinsel yakınlıklar hissedip düşmanlıklar güdüyor, Filistin davasını dinsel bir dava olarak anlıyor ve Filistin sorununa din savaşı mantığıyla yaklaşıyorlar. Ancak bu da sadece dillerinde olan. Bir de oğul Erbakan ve YRP’si gibi muhalefette olan siyasal İslamcıların söylemi böyle. Yoksa gerçekte “büyük patron” ABD’ye ve elde edecekleri maddi karşılıklara, parasal kazançlara değer biçiyorlar. Bu nedenle İsrail’le ticareti en çok sıkışıp tecrit olmaya yaklaştıkları zaman bile kesmediler. Hâlâ üçüncü ülkeler üzerinden ticaret gibi dolaylı yollardan ve “Filistin’le ticaret” iddiası türü hilelerle sürdürüyorlar.

HAMAS’la AKP, aynı Müslüman Kardeşler örgütlenmesinin farklı ülkelerdeki kolları. İdeolojik yakınlıkları tartışmasız ve bu nedenle Erdoğan HAMAS’ı Kuvayımilliye’yle özdeş sayıyor. Ancak Kuvayımilliye’ye herhangi türden dostluk hissi beslemediği gibi, HAMAS’a da devrimci gençlerinki gibi gerçek bir destek sunmuyor. İsrail’e savaş malzemesi olarak da kullanılabilecek ürünler ihraç etmekten geri durmazken ne Filistin ne de Filistin’le özdeşleştirdiği HAMAS’a lafın ötesinde ciddiye alınabilir bir destekte bulunuyor.

‘GÜL GİBİ’ OLMASA DA GEÇİNİP GİDİYORLAR

İsrail’le gerçek bir karşıtlık içinde olmayışlarının başlıca nedeni, Amerikan yandaşlığındaki beraberlikleri ve İsrail’le düşman görünen dostluklarının maddi getirilerine değer veren pragmatizmlerini de üreten kapitalist nitelikleridir. Görünüş ne olursa olsun, İsrail ırkçılığıyla dinci Türk milliyetçiliği ya da Türk-İslam sentezciliği çıkar farklılıklarıyla tekelci kapitalizm ve büyük Amerikan patronun “etrafından” olma ortak zemininde “gül gibi” olmasa bile, geçinip gidiyorlar.

İki tutum arasındaki temel fark odur ki, devrimcilerin yücelttikleri halktır, AKP’ninki sermaye; devrimciler antiemperyalisttir, AKP emperyalizmin işbirlikçisi.

                                                           /././

'İç cepheyi güçlendirelim' çağrısı, muhalefet ve emek güçlerine arkamızda hizalanın çağrısıdır! -İhsan Çaralan-

1 Ekim günü TBMM kendiliğinden toplandı. Ama 1 Ekim günü siyasette olanlar, en azından önümüzdeki günlerde, belki haftalarda, aylarda da siyasi gündemi belirleyecek tartışmaları başlattı.

Aslında pazartesi “normal” başlamıştı!

O gün Sinan Ateş cinayeti davasının karar duruşmasının ilk oturumu yapılacaktı. Bu yüzden de Devlet Bahçeli’nin mahkemeye ayar vereceği bir konuşma yapması bekleniyordu!

Öyle de oldu pazartesi öğleden önce partisinin grup toplantısında kürsüye çıkan MHP Genel Başkanı Bahçeli; "Herkes haddini bilsin, hudut ihlalinden kaçınsın. Halk TV ve CHP ayağınızı denk alın. Dört soytarı muhabirle Milliyetçi Hareket Partisini sorgulayamazsınız, sorgulatmayız" dedikten sonra CHP Genel Başkanı Özgür Özel'e, "İddiaların aynen şahsın gibi çürüktür" diyerek hakaret etmeyi de ihmal etmedi.

Aynı gün öğleden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Mecliste milletvekillerine hitap etti. CHP, Erdoğan Genel Kurul salonuna girerken yıllardır sürdürdüğü ayağa kalkmama tutumunu değiştirdi Erdoğan’ı ayakta karşıladı. Ama CHP Meclis grubundan bazı milletvekilleri bu karara uymamak toplantı salonuna girmeyerek bazıları da girip ayağa kakmayarak bu karara uymadı.

Konuşmasında Erdoğan sözü İsrail’in Filistin ve bölgede giriştiği katliamlara getirerek bu konuda “Dünyanın üstüne düşeni yapmadığı”na dikkat çektikten sonra asıl söylemek istediğine geldi: “Vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin Filistin ve Lübnan'dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır… Netanyahu Hükümeti Anadolu'yu da içine alan bir ham hayal peşinde koşmaktadır!”

Öğleden önceki grup konuşmasında CHP’ye ve gazetecilere “ayar verme”  konuşmasından sonra Meclis toplantısına da herkesten önce gelen Bahçeli, Erdoğan’ın konuşmasından sonra DEM Parti gurubuna giderek eş başkanların ve milletvekillerin elini sıkıp hal hatır sorarak beklenmedik bir hamle yaptı.

ÇÜRÜMÜŞ SİYASETTE BİR GÜN NE UZUNMUŞ!

Yıllardır, “HDP derhal kapatılsın, DEM Parti de kapatılsın. Hazine yardımı kesilsin. Milletvekilleri cezaevine konsun. Bunlar teröristlerin Meclisteki uzantısıdır” demeyi diline pelesenk eden Bahçeli’nin DEM Parti gurubuna gidip böyle yaklaşmasına “Hayırdır inşallah” diyenlere de “Beni harekete geçiren Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı konuşma. İktidarıyla muhalefetiyle Meclisin hasımlarımıza korku verecek bir şekilde çalışması elzemdir” diyerek, tutumunun öylesine bir “nöbet hali” olmadığını söylemiş olurken siyasetteki “dün dündür bugün bugün” çürümüşlüğünün her halde kolay unutulmayacak bir örneğini sundu!

1 Ekim Pazartesi günü daha bitmedi! Akşam verilen kokteylde Bahçeli, Özgür Özel’le karşılaştı. Hararetli ve iki elle yapılan el sıkışma eşliğinde Bahçeli, “Sizi kırmadım inşallah Özgür Bey. Siyaset icabı böyle konuşuyoruz. Yoksa…” dedi. Özel de Bahçeli’ye “Hayır kırılmadım. Saygı sevgi eksik olmasın yeter…”  diyerek vücut diliyle de Bahçeli’nin bu “kibarlığını” karşılıksız  bırakmadığı gibi sonradan bu tutumu Bahçeli’nin normalleşmeye katkısı olarak da değerlendirdi!

Tabii 1 gün içinde olan bu baş döndürücü gelişmeler CHP içinde ve CHP’ye oy veren çeşitli çevrelerden tepkilerle karşılandı. Mecliste Erdoğan’ın CHP grubu tarafından ayağa kalkarak karşılanmasına tüm grubun uymaması, Kılıçdaroğlu’nun bu sıkıntıları kullanmak için harekete geçeceğinin işaretleri de dikkate alındığında Özel ve ekibinin hayli zorlanacağı günlere geldikleri anlaşılmaktadır.

İSRAİL’İN TÜRKİYE’Yİ TEHDİT ETTİĞİ NE KADAR GERÇEK?

Pazartesiden beri siyasetteki tartışmalar; Erdoğan’ın, “İsrail’in gözü topraklarımızda” demesiyle birleşince Cumhur İttifakının ülkedeki siyasi iklimi belirlemek için iki ayaklı bir strateji hazırladığı anlaşılmaktadır. Ki, bu stratejinin bir ayağının “yeni anayasa ihtiyacı” öteki ayağının da “İsrail’in Türkiye topraklarını hedef alan bir tehdit olduğu” iddiası oluşturacak görünmektedir. Bu konuda Erdoğan ve Bahçeli anlaşmıştır!

“Yeni anayasa” etrafında kopartılan gürültülü girişimler gerçek bir anayasa yapma girişimi olamadığı bu köşede ve gazetemizde de değişik vesilelerle yazıldı, yazılıyor. Bu yüzden de burada Erdoğan-Bahçeli ittifakının ya da Cumhur İttifakının siyaseti motive etme stratejisinin yeni ayağı olarak ortaya attıkları “İsrail tehdidi” iddiası üstünde duracağız.

Her şeyden önce belirtelim ki Yahudi mitolojisi de diyebileceğimiz kimi dini menkıbelerde “vadedilmiş topraklar” efsanesi vardır. Ama ne geçmişte ne de bugün İsrail’in Anadolu toprakları üstünde bir iddiası olmuştur. Hamasete çok da ihtiyacı olan son bir yıl içinde bile en aşırı siyonistler de dahil, Türkiye’nin toprakları üstünde ima yoluyla bile hak iddiasında bulunan bir İsrailli yetkili olmadı.

Ama içinde AKP’li ve MHP’li ideologların olduğu yeni Osmanlıcılar her platformda eski Osmanlı toprakları üstünde (Bunların başında İsrail’in de içinde olduğu bölge de vardı) hak iddiasını pervasızca dile getirdiler. 2007’den itibaren girilen “Aktif dış politikaya yönelme”nin arkasında bu iddialar da vardı.

Ama bu kadar da değil. Erdoğan, daha iki ay önce Rize'de yaptığı bir halk toplantısında; "Biz nasıl Karabağ'a girdiysek, nasıl Libya'ya girdiysek, bunun benzerini aynen onlara (İsrail) da yaparız" diyerek açıkça İsrail’i tehdit etti. Ama İsrail’in çılgın siyonist yetkilileri bu tehdide “Biz de Gazze’ye girdiğimiz gibi Türkiye’ye de gireriz” demedikleri gibi bu doğrultuda bir imada bile bulunmadılar. Çünkü en çılgın siyonistler bile böyle bir iddiaya kimsenin inanmayacağını biliyorlar.

BÖLGEDEKİ ETKİSİZLİK BÖYLE Mİ KAPATILMAK İSTENİYOR?

Dahası Erdoğan, 9 Mart 2022’de İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’u Ankara’da ağırladı. Eğer 7 Ekim 2023’te savaş başlamasaydı, Erdoğan 2023 bitmeden Netanyahu’yu da Ankara’da ağırlamak için sabırsızlanıyordu!

Ve dahası Erdoğan, İsrail Filistin’de soykırıma varan katliamlarını sürdürürken 7 ay boyunca İsrail’le ticaretini hiçbir şey yokmuş gibi sürdürdü. Bugün de resmiyette inkar edilse de üçüncü ülkeler üstünden İsrail’le ticaretin sürdürüldüğü de artık herkesin bildiği bir gerçek.

Arkasında ABD başta ve Batılı emperyalistler olmasa İsrail’in sırdan bir bölge ülkesi olma ötesinde bir role sahip olamayacağı apaçık ortadayken Erdoğan iktidarı Kürecik Radar Üssü gibi İsrail’e istihbarat akıtan bir üssü kapatmadığı gibi NATO içinde de tesanütü bozmamaktadır. İsrail’e destek için Doğu Akdeniz’e gelen Amerikan savaş gemileri Türkiye’nin limanlarında moral toplama ziyareti yapmaktadırlar.

Yani Türkiye yüksek sesle İsrail’e hakaretler edip sert mesajlar vermektedir ama pratikte İsrail’e karşı bölgedeki en etkisiz ülke durumuna da düşmüş bulunmaktadır.

Abartılı söylemlerin, “İsrail’in bizim topraklarımızda gözü var” iddiasının böyle “somut ve yakın bir tehdit” olarak gündeme getirilmesinin arkasındaki nedenlerden birisi de bu etiksizliğin üstünü örtmek olduğunu söylemek yanılış olmaz.

‘İÇ CEPHEYİ GÜÇLENDİRELİM’ NE DEMEK?

Öyle görünmektedir ki ”İsrail tehdidi”nin içerideki karşılığı “İç cepheyi güçlendirelim” olmaktadır.

Bunu hem Erdoğan hem de Bahçeli saklamıyor. Tersine pazartesi gününden beri atılan ve bundan sonra atılacak adımların da asıl amacının “İç cepheyi güçlendirme” adına olacağı anlaşılıyor. Yani muhalefete özetle “Birbirimizle değil İsrail’le uğraşalım” denmek isteniyor.

Bunun pratikteki karşılığı ise; işçilerin, emekçilerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, Kürtlerin, Alevilerin, depremzedelerin,…kendi taleplerini bırakıp “Vatan elden gidiyor onun için hepimiz iktidarın arkasında hizalanmalıyız” kuyruğuna girmesidir. Kısacası bu çağrı, “Muhalefete muhalefet etmeyi bırakın majestelerinin muhalefeti olun”, emek güçlerine ise “Taleplerinizi geri çekin vatan savunması için her mihnete katlanın” çağrısıdır.

Eğer muhalefet (tabi sendikalar emek örgütleri) gibi güçlerin bir bölümü bile bu çağrıya olumlu yanıt verirse Erdoğan-Şimşek programı rahatça uygulanabilecek, tek adam rejiminin sarsılan ekonomik, sosyal temeli yeniden organize edilebilecek diye düşünüyorlar.

Buna uymayanlara ise bugüne kadar yaptıkları gibi, “dış güçlerin uzantısı”, “FETÖ’cü”, “terör iş birlikçisi”, “bölücü”, “vatan haini”…gibi sıfatlardan sıfat beğenme dayatılacaktır!

Gelişmelerin seyrinin hangi yönde olacağını ise çok geçmeden göreceğiz.

(Evrensel)


                                  

soL "KÖŞEBAŞI" + Altın Koza’dan notlar + Sahaflar Çarşısı(XXVI) -6 Ekim 2024-

AKP doğumu da sağlıkçılara bırakmıyor: Emine Erdoğan 'sezaryen fıtrata aykırı' dedi -Aslı İnanmışık-

AKP'nin kadın düşmanı dayatmaları doğum şeklini hedef aldı. Tıbbi gerekliliğine sağlıkçıların karar vermesi gereken sezaryenle doğum, anormal gösterildi. Bilim düşmanlığının gerekçesi nüfusu artırmak.

3 Ekim Perşembe günü Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi'nde "Doğal Olan Normal Doğum" temasıyla "Normal Doğum Eylem Planı Tanıtım Toplantısı" yapıldı.

Toplantıya özel hastane sahipleri, hastane başhekimleri, üniversite başhekimleri, bazı dernekler, il sağlık müdürleri ile Sağlık Bakanlığı'nın tüm birimlerinden temsilciler katıldı. Alanla ilgili doktorların bir bölümü de toplantıdaydı.

Toplantının çağrıcılarından biri AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'dı.

"İslami alternatif tıp" propagandalarıyla hatırladığımız Emine Erdoğan'ın konuyla ne ilgisi olduğunu sorgulayan bazı katılımcıların şaşkınlığı Erdoğan'ın konuşmasıyla arttı. Emine Erdoğan, doğum için "Bu özel zamanın mümkün olduğunca fıtrata ve doğala uygun bir şekilde gelişmesi, hayati önem taşır" dedi.

Sezaryenle doğum oranlarının düşürülmesi gerekliliğini "normal" dediği vajinal doğumu kutsayarak vurgulayan Erdoğan, "Modern zamanın konformist ve maddeci yaklaşımları nedeniyle dünyanın en kadim tecrübesi, tıbbi bir operasyona indirgeniyor" şeklinde konuştu. 

'Doğum ilahi bir yaratılış süreci'

Konuyla ilgili herhangi bir uzmanlığı bulunmayan Erdoğan şu ifadeleri kullandı:

"Hormonların sağlıklı bir şekilde salgılandığı doğal doğum sürecinde, anne hızlı bir şekilde toparlanır, bebeğini kucağına alır ve emzirerek ömrün sonuna kadar devam edecek güçlü bir güven ve sevgi bağının temelini atar. Araştırmalar, beyin gelişiminde bellek, öğrenme, farkındalık gibi davranışları düzenleyen protein salgılarının doğal doğumda daha fazla üretildiğini ortaya koyuyor. Kadın bedeninin tamamen içgüdüsel ve adeta programlanmış bir şekilde fıtri yürüttüğü doğum tecrübesinin dışarıdan kontrol edilmesi mümkün değildir."

Sezaryeni doğum olarak görmeyen ve vajinal doğumu "ilahi bir yaratılış süreci" olarak tanımlayan Emine Erdoğan, "Normal doğumu kolaylaştıracak doğal destek yöntemlerinin güçlendirilmesini de ayrıca önemsiyorum. Nefes egzersizleri, akupunktur, hidroterapi gibi doğal doğumu kolaylaştıran etkili yöntemler olduğunu tüm anne adaylarımız bilmeli. Diğer yandan müdahalesiz doğum karnesi iyi olan hastaneler ve hekimler ödüllendirilmeli, tanıtımını bizzat yaptığım 'İlk Adım Ebe Gebe Okulu' gibi yerel iyi uygulamalar teşvik edilmelidir" dedi.

'Sezaryenle bebekler ortama bir bıçak darbesiyle bir anda çıkıyor'

Toplantıda ilgili ilgisiz pek çok isim de konuşma yaptı, fotoğraf verdi. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş da oradaydı.

Eski manken, oyuncu Azra Akın "kendi doğum deneyimlerini" paylaştı. Sunucu Zahide Yetiş, "Normal doğumla dünyaya gelen bebekler de çok daha sağlıklı, dünyaya hazır halde doğuyor. Sezaryende ise bebek hiç bilmediği bir dünyaya, ortama bir bıçak darbesiyle bir anda çıkıyor" iddiasında bulundu. 

Sağlık Bakanı: Sezaryen bir doğum şekli değil

Toplantıda hazırlanan "Normal Doğum Eylem Planı" madde madde sunuldu. Daha sonra da Sağlık Bakanı Prof. Dr. Kemal Memişoğlu konuştu. 

Memişoğlu, "Ülkemizin toplam doğurganlık hızındaki gerileme, nüfus yenilenme seviyesinin altında kalmış ve bu durum sürdürülebilir bir gelecek için büyük bir tehdit hâline gelmiştir. Bugün doğurganlık hızındaki azalma ve sezaryen oranlarındaki artış bunu bize göstermektedir" dedi.

"Sezaryen, bir doğum şekli olmadığını" söyleyen Sağlık Bakanı, sezaryenin kontrolsüz artışının doğurganlık kapasitesini sınırladığını ve demografik yapıyı tehdit ettiğini söyledi, ekonomik etkenlerdense bahsetmedi:

"Sezaryen, bir doğum şekli değil, ameliyattır. Ameliyat doğal değil, mecburi bir süreçtir. Sezaryenin yaygınlaşması toplum sağlığı üzerinde olumsuz etkiler oluşturmaktadır. Sezaryenin yaygınlaşması, normal doğumun geri plana atılmasına neden olmakta ve bu durum anne ve bebek sağlığını uzun vadede tehdit etmektedir."

Konuşmaların ardından Emine Erdoğan "normal" doğum oranı yüksek hekimlere ve ebelere plaket verdi.

Sağlık emekçilerine 'soruşturma sopası'

Öte yandan soL'un edindiği bilgiye göre, toplantıda sağlık çalışanlarına aba altından sopa da gösterildi. Önümüzdeki günlerde kurumlara eylem planıyla ilgili bilgilendirme genelgesi gönderileceği belirtilen toplantıda, sağlık çalışanlarına sezaryen oranlarını yüksek tutmalarının "soruşturmayla sonuçlanabileceği" ima edildi.

Konuşmalardan sezaryen tercihinin inceleneceği sonucunu çıkaran hekimler, kendilerini kanunen korumayan maddeler sayıldığını, bunun da pek çok sorunu beraberinde getireceğini, sağlık çalışanlarının hedef olabileceğini düşünüyor.

Bakanlığın skandal videosu tepki çekti

https://www.instagram.com/p/DAqzGTTo7E0/?utm_source=ig_embed&utm_campaign=embed_video_watch_again

Programda bakanlığın hazırladığı bir video da gösterildi. Video daha sonra bakanlığın sosyal medya hesaplarından da paylaşıldı. Büyük tepki çeken ve "Doğal Olan Normal Doğum" etiketiyle paylaşılan videoda, sezaryenle bir bebeğin adeta "annesinden koparıldığı" işlendi. "Normal doğum yapan anneler ile bebekleri arasında ilk andan itibaren sağlıklı bir bağ kurulur. Anne emzirmeye hemen başlayabilir" ifadelerine yer verildi. "Vajinal yolla yapılmayan doğumla "bebek ve anne arasında sağlıklı bir ilişki kurulamaz" algısı yaratıldı.

AKP bunu hep yapıyor: 'Sezaryen Türkiye’ye karşı bir komplo', 'fıtrata uygun değil', 'caiz değil'

Dünyada ve Türkiye'de sezaryen oranlarının arttığı bir gerçek. Ancak tıp etiğinin bile tartışması olan bu konuda doktorların farklı fikirleri bulunuyor.

Hastayı yönlendirecek başta hekimler olmak üzere sağlık emekçilerininse tek başına süreci sırtlanması imkansız. Zira hastanelerin koşulları, sağlık sisteminin paralı hale gelmesi, gebelik takibindeki sıkıntılar gibi pek çok başlıkta kamucu bir sağlık anlayışına ihtiyaç var.

Sağlık Bakanlığı'nınsa öncelikle el atması gereken bu konular yerine tersinden piyasacı bir anlayışla özel sektörü güçlendirme politikaları sürüyor.

AKP iktidarlarında vajinal yolla doğum çeşitli dönüm noktalarında daha önce de yanlış söylemler üzerinden öne çıkarıldı. Kadın düşmanı, gerici politikalarla özdeşleştirildi. 2008, 2012, 2017 ve 2020'de konuyla ilgili Emine Erdoğan ve Recep Tayyip Erdoğan zaman zaman açıklamalar yaptı. Erdoğan kürtaj hakkındaki bir konuşmasında sezaryeni de adeta "cinayet" olarak nitelendirmişti. Erdoğan "Sezaryen Türkiye’ye karşı bir komplo" demiş, Diyanet, "Tıbbi zorunluluk olmadıkça sezaryen yöntemine başvurmak dinen de uygun değil" fetvası vermişti.

Oysa sezaryen oranlarının yüksekliğine AKP'nin sağlık politikalarının kendisi yol açıyor.

'Bebek ile annenin bağını sağlayan şey doğum şekli değildir'

Tablonun kendisini ilgili sağlık emekçilerine sorduk.

Görüştüğümüz bir kadın doğum uzmanı doktor, özellikle videonun "bilimsel ve etik olarak akla, mantığa, psikolojik sağlığa sığmayan tamamen popülist ve siyasi olduğunu" düşündüğünü söyledi. "Hastalarla doktorları karşı karşıya getirmekten başka işe yaramaz" diyen uzman doktor, bu durumun sağlık çalışanlarını endişelendirdiğini belirtti.

Sezaryenle ilgiliyse şöyle konuştu:

"Sezaryen tıbbi gereklilik halinde yapılan bir müdahaledir. Ne kadar azaltırsanız azaltın bu oran yüzde 10-20’nin altına düşmez. Bebek ile annenin bağını sağlayan şey doğum şekli değil, annenin ruh hali ve bebeğe bakım verirken ona ayırdığı kaliteli zaman ve sevgidir. Bu bilimsel gerçek ışığında düşündüğümüzde, bu kötü kurgulanmış vajinal doğuma özendirme vidosu, bir sebeple sezaryen olan, lohusalığın getirdiği yükün altına mücadele eden kadınları kötü, yetersiz hissettirmekten başka bir işe yaramaz."

'Tek bir doğum yönteminin dayatılması psikiyatrik hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabilir'

Meselenin diğer bir boyutu da videonun ve kampanyadaki yaklaşımın ruh sağlığına etkileri.

Kadın Dayanışma Komiteleri (KDK) adına görüşlerine başvurduğumuz Psikiyatrist Dr. Gülperi Putgül Köybaşı, bilimsel literatüre ilişkin düzeltme yaparak doğumun vajinal yolla ya da sezaryen yoluyla gerçekleşebileceğini vurguladı. Doğumun nasıl olacağını belirleyen pek çok tıbbi unsur olduğunu, buna kadının doğum süreci ile ilgili beklentileri ve kaygısının da dahil olduğunu hatırlattı.

"Hekim ve ebeveynler doğumun nasıl gerçekleşeceğine dair birlikte bir planlama yapar" diyen Gülperi Putgül Köybaşı, Sağlık Bakanlığı'nın videosunda ise vajinal doğumun "normal" olduğu dolayısıyla sezaryenle doğumun anormal olduğu mesajı verildiğine dikkat çekti.

Vajinal yolla yapılan doğumun bir başarı olarak yansıtılmasını eleştiren Putgül Köybaşı, şunları söyledi: 

"Gebeliğin başlangıcından doğuma kadar geçen süreç ebeveynler özellikle de anne adayı için hem fiziksel hem psikolojik açıdan oldukça karmaşıktır, zaman zaman zorlayıcı da olabilir. Doğumun başarı/başarısızlık olarak kodlanması kadının zaten karmaşık olan bu süreçle ilgili kaygılarını arttırma riski taşır. Hele ki tek bir doğum yönteminin dayatılması, vajinal doğum yapmayan kadınlarda kaçınılmaz olarak baskı oluşturacaktır. Bu kadınlarda suçluluk, kaygı vb pek çok olumsuz duygu hissetmelerine hatta kimi psikiyatrik hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabilir."

                                            Psikiyatrist Dr. Gülperi Putgül Köybaşı

'Sezaryenle doğum sağlıklı bir bağlanmanın önünde engel oluşturmaz'

Videodaki bir başka yanlışınsa anne ve bebek arasında ancak vajinal doğum ile sağlıklı bir bağlanma ilişkisi gelişebileceği algısının yansıtılması olduğuna işaret eden hekim, "Anne ve bebeğin bağlanma ilişkisi doğum yöntemine indirgenemeyeceği gibi sezaryen yoluyla doğumun sağlıklı bir bağlanmanın önünde engel oluşturduğunu iddia etmek bilimsel açıdan kabul edilemez" dedi. 

Sağlık hizmetinden yararlanmanın her insanın en temel haklarından biri olduğunun ve devletin bunu sağlamakla yükümlü olduğunun altını çizen Gülperi Putgül Köybaşı, "Ne yazık ki sağlığın piyasalaştırıldığı, bu nedenle pek çok kadının ve bebeğin gebelik ve doğum sürecinde yeterli sağlık hizmeti alamadığı için kaybedildiği bir ülkede yaşıyoruz. Sağlık Bakanlığı'nın işi, topluma kendi ideolojik doğrularını dayatmak değil halk sağlığını koruyucu önlemler almaktır" ifadelerini kullandı.

Gülperi Putgül Köybaşı sürecin kadınların ruh sağlığını olumsuz etkileyebileceğini belirtti:

"Aynı zamanda Sağlık Bakanlığı'nın topluma bilimsel/doğru bilgiyi ulaştırma sorumluluğu taşıması gerekir. Ancak görüyoruz ki kadının toplumsal konumunu anneliğe ve eşliğe indirgeyen, kadının bedeni ile ilgili kararları vermesine bile tahammülü olmayan gerici ideoloji, doğum süreçlerine de aynı bakış açısıyla müdahale ediyor. Kullandığı ayrıştırıcı ve suçlayıcı dil ile toplumun özellikle de anne olmaya hazırlanan kadınların ruh sağlığını olumsuz etkiliyor."                                 /././

Özel’in şahsında Yeni Osmanlı’nın hoşnutsuz aktörleri -Berkay Kemal Önoğlu-

"Türkiye’de sömürüyü sorgulamayan sistem içi aktörlerin hiçbiri modern anlamda muhalefet unsuru olarak görülmemelidir."

Geçtiğimiz hafta Özgür Özel’in New York’taki Türkevi önünde basına verdiği demeç, Türk dış politikasının son yıllarda takip ettiği çizginin ne kadar geniş bir sermaye mutabakatına dayandığını göstermesi açısından son derece önemliydi. “Bizimkiler rüşvet vermez, varsa öyle bir şey misliyle mukabele edilmiştir” türü acemice bir değerlendirmenin iç politikada Özel’e elbette maliyetleri oldu ve sözleri çok konuşuldu. Ancak bu durum bana kalırsa Türkiye’nin taşıdığı emperyal vizyonun bu gibi başlıklarda öne çıkan bütünleştirici işlevi açısından daha da dikkat çekiciydi. Bir yeni-Osmanlı tablosuydu ortaya çıkan ve eski-Osmanlı’dan yoğun esintiler içermekteydi.

Bugün Türkiye’deki “muhalefet” cephesine ve bunun toplumsal algıdaki yerine bakınca ciddi bir devrimci yapının kendini o muhalefetten ayırma kaygısı taşımaması imkansız hale geliyor. Ama öte yandan söz konusu imparatorluk siyaseti olduğunda modern anlamda “muhalefet”ten söz etmenin de pek mümkün olmadığını anlıyoruz.

Osmanlı Devleti’ne tarihsel sosyolojik perspektiften yaklaşan, özellikle toplumsal yaşantının kavranması hususunda ciddi eserler veren Karen Barkey imparatorlukta muhalefet-hoşnutsuzluk denklemine dair önemli tezlere sahip. Barkey kabaca, imparatorluğun evrensel hükmetme iddiasını sorgulamayan ve ayağını bu iddianın dayandırıldığı tanrısal zeminin dışına basmayan hiçbir yapının muhalif olarak nitelendirilemeyeceğini, bunların esasta emperyal iktidarın unsurları olduğunu ifade ediyor. Buna göre imparatorluk yapısının biçimlendirilmesi, dönüştürülmesi, kökleşmesinde de bu türden hoşnutsuz unsurların üstlendikleri misyon son derece kritik. Osmanlı’da örgütlenme becerisi geliştirmiş "hoşnutsuzlukların" emperyal yönetim tarafından içerilmesi neredeyse bir norm olarak bile kabul edilebilir.

Gelelim Yeni-Osmanlı’ya… Bu kavramı Türkiye’de siyaseten ilk kez kullanan ve özellikle Arap Baharı sürecinde Türkiye’nin rolünün iyi anlaşılması için kitlelerle tanıştıran Türkiye Komünist Partisi oldu. Kavram 1923 Cumhuriyetinin fiilen ortadan kalkmış olmasının ötesinde kurulmak istenen yeni rejimin niteliğine de referans verdiği için toplum tarafından hızla kanıksandı. Elbette Türkiye’de Yeni-Osmanlıcılığın bir parti politikasının ötesinde anlam taşıdığının da aynı yaygınlıkta benimsenmesi son derece önemlidir. Sermaye sınıfının kuruluştan hemen sonra cumhuriyet fikrini bir ayak bağı olarak görmüş olduğu gerçeğini, kapitalizmin geliştikçe değişen ihtiyaçlarını, sermaye sınıfının yayılma ve nüfuz etme arzusunu, korkularını, ilhamlarını hesaba katmadan Yeni-Osmanlı tanımı yerli yerine oturtulamaz. Bizim bugünkü konumuzu da işte tam bunlar oluşturuyor.

AKP iktidarının karşı-devrim sürecinde üstlendiği özgün misyonu ve sermaye sınıfına kazandırdığı yeni ufukları elbette görmezden gelmiyoruz. Fakat esasta hüküm sürmekte olanın sermaye iktidarı olduğunu ve bu iktidarın kuruluştan çok kısa bir süre sonra çıkarlarını halkın çıkarlarından süratle ayrıştırdığını hep en başa yazmak zorundayız. Karşı-devrimci sürecin başını bu sınıf çekmiş, sonunda dümeni Yeni-Osmanlı’ya bu sınıf kırmıştır. Devlet yapısı, siyaseti, ideolojisi, ekonomi-politiği, tarih okuması ve toplum projeksiyonuyla bugün yerleştirilmek istenen bu Yeni-Osmanlıcı doğrultudur.

Peki bu doğrultu içinde "muhalefetin" konumu nedir?

Eski Osmanlı’da emperyal rejim içinde muhalefeti imkansız kılan tanrısal sorgulanamazlığın bugün hâlâ varlığını koruduğu rahatlıkla söylenebilir, ama tek bir farkla… Bu kez sistemin sorgulanamazı padişahın evrene hükmetme yetkisi değil sömürü, sömürü ve daha fazla sömürü olmuştur!

Türkiye’de sömürüyü sorgulamayan sistem içi aktörlerin hiçbiri modern anlamda muhalefet unsuru olarak görülmemelidir. Onlar ancak emperyal iktidarın hoşnutsuz unsurlarıdır ve bu unsurlar sermaye çıkarlarının tanrısal sorgulanamazlığını kabul ettikleri sürece, yönetimin verili konjonktürde gösterdiği esneklik ya da katılığa bağlı olarak dönüşebilir, sisteme bağlanabilirler.

Yeni-Osmanlılaşma sürecinde en kritik dönüm noktası olarak ise 12 Eylül işaretlenebilir, karşısındaki direnç unsurlarına en büyük darbeyi indirmiş, AKP dönemine kapı aralamıştır. Karşı devrim süreci AKP döneminde galebe çalmış, cumhuriyet yıkılmıştır. Fakat eski rejimin yıkılması ile yeni rejimin kurulması elbette bir ve aynı şeyler değildir.

Hayat boşluk tanımıyor. Bu uzun soluklu karşı-devrim süreci alternatif bir toplumsal kurtuluş projesi gerçekçi biçimde ete kemiğe büründürülemediğinden, zaman içinde toplumu yordu, örgütsüzleştirdi, kademe kademe dinamizmini yitirmesine neden oldu. Fakat AKP kurmaya çalıştığı rejime yerleşiklik kazandıracak geniş bir toplumsal mutabakat zeminini hiçbir zaman yakalayamadı. Buna dönük girişimleri de birden fazla kez duvara tosladı. Bugün de Türkiye’nin yaşadığı şiddetli geriye gidiş, iktidara yakın kesimleri de içine alarak halkımızı köklü ahlaki, vicdani sorgulamalara ittiriyor. Bunlar siyasal, kültürel, ideolojik koordinat düzlemine yansıyacak sorgulamalar ve böylesi bir geçişkenliğin de AKP'nin niyetlendiği türden bir inşa süreci için elverişli ortam sağlamadığı çok açık...

Sonuçta geride bıraktığımız AKP’li yıllarda Cumhuriyete yönelen şiddetli saldırıların düzen siyaseti içinde hiçbir ciddi dirençle karşılaşmamış olmasını, yukarıda ifade edildiği gibi, emperyal vizyonun bu cephedeki bütünleştirici etkisiyle beraber değerlendirmek gerekiyor. Deli gömleğini giymemekte kararlı olduğu için defalarca kez baş kaldıran ve savaşan Türkiye toplumu düzen partileri tarafından her seferinde sahipsiz ve yolsuz bırakıldı. O partiler aslında çoktan Osmanlı olmuşlardı.

Cumhuriyetçiliğin bir taraftan bu ülkenin kurucu dinamiğiyken diğer taraftan düzen dışına itilmiş olması; iktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partilerinin bazen örtülü bazense açıktan cumhuriyet düşmanı pozisyon almaları; kimisinin Sevr’e, kimisinin Abdülhamit’e ama hepsinin Osmanlı’ya referansla siyaset yapmaları emperyal paradigmanın siyasal alandaki geniş kapsama alanını gösteriyor.

Üzerine yapılmış bütün anakronik değerlendirmeler bir kenara, Şeyh Bedreddin İsyanı’nın enteresan yanı Osmanlı’nın kuruluşundan yaklaşık 100 sene sonra kuruluş dinamiklerine çok benzer bir çizgiyi düzen dışı bir formda örgütleyebilmiş olmasıydı. İsyan önemli bir iktidar boşluğuna doğmuştu ama asıl gücü dahil etme stratejisinin bu örnekte geçerliliğini yitirmesinden ileri geliyordu. Bedreddin emperyal yönetimin rahatlıkla devletle bütünleştirebildiği ortalama sufilikten farklı, düzen dışı bir karakter barındırıyordu. Bugüne taşınan mirası en önemli mirası budur.

Bizler hoşnutsuz Osmanlılardan değiliz. 100 sene sonra yeniden, tanrısal sorgulanamazlığı reddederek, Cumhuriyet diyenlerdeniz. 

Sömürüye dokunmadan, sömürücülerle hesaplaşmadan Yeni-Osmanlı'yı reddetmenin, Cumhuriyetçiliğin imkanı kalmamıştır.
Yaşasın emekçilerin Cumhuriyeti!     

                                                              /././

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -5 Ekim 2024-

 “Kayıp” ölüler, kayıp adalet ve bir Türkiye özeti: İbrahim Elif Apartmanı’nda neler yaşandı? -Gökçer Tahincioğlu-

Binanın müteahhidi, Kuran kursu ve kreş yapıldığını, burada kolon kesildiğini duyduğunu belirtiyor. Yapı Denetim firmasının sahibi, meslekten menedildiği için firmanın çalışanıyken adına başka bir firma kurdurulmuş; apartmanın denetimini bu firma yapmış. Aslında şantiye şefi olmayan şantiye şefi, sadece statik projeleri yapmış; projelere uyulmamasına rağmen onay verilmiş. İbrahim Elif Apartmanı dosyası bir Türkiye özeti gibi…

Depremin üzerinden 20 ay geçti.

Bölgede canla başla çalışan insanlarla birlikte, anımsayan, önemseyen, ne olduğunu merak eden bir grup insan kaldı geriye…

Bu kadar bela görmüş bir toplum için garip değil, bu kadar belayla baş etmek de mümkün değil…

Ama hayat ve mücadele sürüyor.

Düşünün, depremin üzerinden 20 ay geçti ve bazı davalar yeni açılabiliyor.

Öyle ölü sayısı az olduğu için başka binaların soruşturmasına öncelik verildiğinden değil… Peşine düşülmese öylece kalacağı için… Ancak ısrarla araştırılıp, soruşturulabildiği için…

* * *

İbrahim Elif Apartmanı, Antakya Ekinci Mahallesi’nde yerle bir olan binalardan biri.

Savcılığın verdiği resmi rakamlara göre tam 60 insan bu binada can verdi. Aileler yok oldu, gençler, bebekler öldü…

Hatay Başsavcılığı, bu binanın yıkılmasına dair iddianameyi ancak geçtiğimiz ağustos ayında tamamlayabildi. Depremden 18 ay sonra…

Garip olan, iddianameye göre soruşturma da ancak bu yıl başlatılabilmişti. Soruşturma dosyasının tarihi 2024 ile başlıyor. Bu apartmana ancak sıra gelebilmişti.

6 Şubat depremlerinde yıkılan İbrahim Elif Apartmanı (Antakya)

* * *

İddianame tek başına bir Türkiye özeti gibi…

Ölümlerden başlayalım.

İddianameye göre, ölü sayısı 60.

Ancak yakınlarını bu binada kaybedenler bu rakamı görünce şaşırdılar.

Zira kendileri en az 65 kişinin burada öldüğünü saptamışlardı. Aradaki fark nereden kaynaklanıyor, tamamen belirsiz.

En basiti, o akşam hayatını kaybeden gençlerden biri, Buket Yıldız… Yıldız’ın misafirliğe gitti bu apartmanda hayatını kaybettiğini mağdurlar biliyor. Ancak iddianamede Yıldız’ın ismi ölüler arasında yok.

Savcının tek başına bunu saptaması mümkün değil ancak depremden sonra sistemin nasıl çöktüğünü bu durum açık biçimde gösteriyor.

* * *

İddianamenin olumlu ve önemli yanlarından biri bütün deprem bölgesinde kamu görevlilerinin de sorumluluğunu saptayan nadir örneklerden biri olması.

İddianamede, binanın projeye aykırı biçimde inşa edildiği, bilirkişi raporuna dayanılarak net biçimde ifade ediliyor. Buna rağmen projeye belediye yetkilileri tarafından onay verildiği de vurgulanıyor.

Belediye yetkilileri hakkındaki dosyanın ayrıldığı, ayrıca soruşturulacağı belirtiliyor. Tek sorun, yine bilirkişi raporuna dayanılarak, “tali kusurlu” olarak soruşturulacağının ifade edilmesi. Bu kadar binanın yıkıldığı binlerce insanın öldüğü bir kentte, projelere onay verenler, kaba taslak kusur oranı ile “tali kusurlu” bulunabilir mi?

Yakın zamana kadar zeytinlik olan Ekinci’de bina yapımına izin verenlerin, bu arazinin inşaata uygun olmadığı uyarılarına kulak tıkayanların sorumluluğu yok mu?

* * *

İddianameye gelelim ve en büyük çelişkisine…

İddianameye göre binanın müteahhidi Midhat Tümyürek ve yapı denetim şirketi yetkilisi Hamit Yarıkkaya, tutuklandılar ve cezaevine konuldular.

Başka yer yokmuş gibi diğer deprem dosyalarındaki gibi Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde yapılan bilirkişi incelemesi vahim bir tabloyu ortaya koydu.

* Binanın duvar yüklerinin projeye aykırı yapılması,

* Dolgu duvarların tuğla ile örülmesine rağmen statik hesabın gaz betona göre yapılması

* Balkon döşemelerinin yanlış hesaplanması

* Kolon, kesit, donatı alanı, kolon kiriş birleşim bölgesinin kesme güvenliği açısından yetersiz olması

* Gerekli kiriş mekanizmalarının yeterince oluşturulamaması

* Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik esaslarına yeterince uyulmadığı…

* * *

Bu sonuçlara alışığız…

KTÜ, bununla birlikte kimlerin sorumlu olduğunu da belirledi. Nadiren imza attığı bir sonuca ulaşarak, Belediye Yapı Kontrol Birimi’nin de tali kusurlu olduğunu vurguladı. Savcılık, bu nedenle belediye yetkilileri hakkında soruşturma izni talep etti.

İddianamenin bundan sonrası ilginç…

Tutuklanan müteahhit Tümyürek, iddianameye göre ifadesinde yapı denetim şirketine başvurduğunu, belediyenin de projeye onay verdiğini söyleyip, ne suçu olduğunu söylüyor.

Bununla birlikte binanın altına Kuran kursu ve kreş yapıldığına dikkati çekip, isim de vererek, burada kolon kesildiğini duyduğunu belirtiyor. Bir suç ihbarı aslında… Ama savcılık, suçtan kurtulmak için bunları söylediği sonucuna ulaşmış.

* * *

Tutuklu Yapı Denetim firmasının sahibi Yarıkkaya’nın söyledikleri de ilginç… Buna göre, apartmanın yapı denetimini yapan ilk firma, Elit Yapı, bir yıl meslekten men cezası aldığı için kapatılmış. Bunun üzerine bu firmanın çalışanı olan Yarıkkaya’ya başka bir firma kurdurulmuş ve apartmanın denetimini bu firma yapmış.

Hileye bakın…

Yarıkkaya, kendini savunurken, kurduğu bu firmayı da daha sonra, kapatılan yapı denetim firmasının sahibine devrettiğini söylüyor. Bütün bunlara göz yumulmuş…

* * *

Şantiye şefi Ferit Tarhan’ın söyledikleri de ibretlik…

Buna göre, aslında şantiye şefi değilmiş ve sadece statik projeleri yapmış. Ve bina bittiğinde yaptığı projelere uyulmamasına rağmen yapı denetim firması ve belediye onay vermiş. Açık usulsüzlük…

Tarhan, bu tabloya rağmen isminin bilgisi dışında şantiye şefi olarak yazıldığını da iddia ediyor.

Ve çarpıcı bir bilgi daha veriyor.

Binanın altındaki Kuran kursunun zemin katı ve asma katındaki kolonların kesildiğini, projede olmayan döşeme betonlarının ilave edildiğini, kursun sosyal medya hesaplarının bunu gizlemek için kapatıldığını anlatıyor. Yine kayıtsız kalınan bir suç ihbarı…

Başka bir suç ihbarında daha bulunuyor. Binanın bir dönem mühürlendiğini, yine hile ile mührün söküldüğünü de anlatıyor. Tali kusurlu bulunan belediyenin marifetleri olarak…

* * *

Savcılık, Kuran kursu ve kreş kısmında kolon kesildiği ihbarlarını nasıl değerlendirmiş peki?

Belediyeye sorarak.

“Şikâyet var mı bu konuda?” diye sormuş ve bu ciddi iddiayı, “Şikâyet yok” yanıtı verilmesi üzerine, tanık da bulamadığı gerekçesiyle kapatmış. İddianamede, yapacak başka bir şey olmadığı vurgulanıyor. Sosyal medya hesaplarını, kim, niye kapattı acaba?

* * *

İbrahim Elif Apartmanı dosyası bir Türkiye özeti gibi.

Hileler, eksikler, ölümler, bulunamayanlar ve kuşa dönmüş cezalar…

İddianamede, açık biçimde şöyle deniliyor:

“1. dereceden deprem kuşağında bulunan yerde deprem olduğu takdirde yıkılabileceği ön görülebilir olan ve yıkım sonucu ölümlerin gerçekleşebileceği şeklindeki neticelere dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranarak söz konusu binanın inşasını gerçekleştirerek binanın yıkılması neticesinde meydana gelen ölümlerden asli kusurlu olarak sorumlu bulunduğu belirlenen…”

Olası kast düzenlemesi yeni Türk Ceza Kanunu’na konulurken şu basit örnekler veriliyordu:

“Diyelim ki sarhoş biçimde araba kullandınız. Bunun kazaya neden olabileceğini bilmeniz gerekir. Bu durumda olası kast söz konusu olur. Ya da havaya ateş açtınız… Bunun birini öldürebileceğini bilmeniz gerekir ve bu durumda da olası kast söz konusu olur…”

TCK’nın yasalaştığı dönemdeki tutanaklarda bu örnekler var.

Ama depremde nedense anımsanmıyor.

İddianamede tam da buna uygun gerekçe açıkça belirtiliyor ancak sanıkların bilinçli taksirle yargılanması isteniyor.

Müebbet yerine kuşa dönmüş bir ceza…

İnfaz rejimi sayesinde hemen çıkacak ya da hiç cezaevi görmeyecek asli ve tali sorumlular…

Yeterince detaylı araştırılmayan Kuran kursu kolonları…

Çökmüş bir bina…

Ve altında kalmış insanlar…

                                                              /././

Başsavcı görevden alındı, Sisli Vadi’nin sisi kalkıyor! -Tolga Şardan-

Savcı Öztürk, altı kişinin yaşamını yitirdiği davada altı kez ayrı ayrı olası kastla öldürmeden yargılanmaları talebinde bulundu; yargılama sırasında tahliye edilen ve davaya tutuksuz olarak katılan sanıklardan Büşra Gökgöz, Cenan Aydın ve Sevcan Ulutürk’ün tutuklanması talebinde bulunması dikkati çekti.

Kırklareli’nin İğneada bölgesindeki longoz ormanlarında geçen eylülde yaşanan sel felaketiyle ilgili devam eden yargılamada çarşamba günü önemli gelişme yaşandı.

Yargılama aşamasında gerçekleşen söz konusu gelişme, mahkeme heyetinde yer alan savcının dosyaya yönelik hazırladığı mütalaası.

Savcının mahkemeye sunduğu ve yargılamanın seyrini değiştirecek mütalaanın detaylarına girmeden önce sel felaketinde yaşamlarını yitirenlerin yakınlarının, yakın zamanda yaşadıklarından küçük kesitler aktaracağım.

Demirköy’de 5 Eylül 2023’te yaşanan ve altı kişinin yaşamlarını kaybettiği sel felaketi çerçevesinde ailelerin yaşadıkları “yorucu ve vicdan yaralayıcı” süreçleri, Büyüteç’in takipçileri yakından biliyor.

Altı kişi suda boğularak can verdi

“Sisli Vadi” adıyla bilinen turistik tesiste yaşanan sel felaketinde emekli öğretmen  Raile Şimşek ve eşi Ahmet Baki Şimşek, balayı için tesiste konaklayan genç Mihriban ve Selman Bağışlar çifti, Suna Duman ve tesis müdürü  Ümit Solmaz, önüne geçilemeyen sel sularına kapılarak hayatlarını kaybetti.

Yapılan araştırmalarda Bülent Bayrak adlı iş insanının sahip olduğu ve 20’ye yakın bungalovdan oluşan tesisin ruhsatsız olarak “kaçak” faaliyette bulunduğu ortaya çıktı. Tesisin, Kırklareli Valiliği İl Özel İdaresi tarafından Bayrak’a tahsis edilen alana inşa edildiği belirlendi.

Sel felaketine kadar Bayrak’a ait turistik tesiste işler gayet yolunda gitti. Ancak hesapta olmayan yoğun yağış sonrasında oluşan sel, Bayrak’la birlikte Bayrak’ın yaptığı usulsüz işlere göz yuman kamu yöneticilerinin de huzurunu kaçırdı, doğal olarak.

Arazinin Bayrak’a tahsisi sırasında görevde olan dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin başta olmak üzere, sonrasında görev yapan önceki Kırklareli Valisi Birol Ekici ve il özel idaresinden kimi yöneticilerin, tesisin ruhsatsız biçimde kaçak faaliyetine göz yumdukları anlaşıldı.

Aileler, sinir harbi yaşıyor

“Yeni Türkiye”de benzerleriyle sıkça karşılaşılan Sisli Vadi faciasından sonra yakınlarını kaybeden aileler için azap günleri başladı. Zira beklenen adaletin gecikmesiyle, aileler ile adaleti sağlamakla görevli devlet/siyaset arasında tam bir “sinir harbi” yaşanıyor, deyim yerindeyse.

Faciadan sonra başlatılan adli soruşturma sırasında aileler Kırklareli’ndeki savcılık ve Ankara’da devlet/siyaset arasında mekik dokumaya başladı. Çünkü, ailelere göre nedense soruşturma bir türlü “adaletli” biçimde yürümüyordu.

Ortaya çıkan delillere karşın tesisin sahibi Bayrak başta olmak üzere ihmalde payı olanlar hakkında, “olası kasıtla ölüme sebebiyet vermek” yerine, görece daha az cezayla sonuçlanacak “taksirle ölüme sebebiyet vermek”ten soruşturma yürütülmesi ailelerin sabrını taşırdı.

Valilik – adliye – tesisi sahibi birlikteliği

Aslında bu tablonun gerekçesi, ilerleyen günlerde belli oldu.

Kaçak faaliyete devam eden tesisin sahibi Bülent Bayrak’ın, kenti yöneten kamu görevlileri ile savcılık yönetimi ile “yakın diyaloğu”nun bulunması, sürecin hem yavaş yürümesine hem de tıkanmasına neden oldu.

Hatta öyle ki, Kırklareli Adliyesi’ni yöneten dönemin Başsavcısı Hazım Arslancı ile adliye Adalet Komisyonu Başkanı Hüseyin Gedik’in, Bayrak’ın sahibi olduğu kaçak tesiste adliye pikniği düzenlediği, adliyedeki kimi hakim ve savcıların aileleriyle bu pikniğe katıldığı anlaşıldı.

Kırklareli Adliyesi'nin bahar buluşması (22 Mayıs 2022, fotoğrafın çekildiği yer, kent merkezine 2 saat uzaklıktaki Foggy Valley (Sisli Vadi) adlı tesis)

Tabii burada, kaçak tesisteki pikniğe katılan Adalet Komisyonu Başkanı Hüseyin Gedik ile hakim Merve Lekesiz’in Sisli Vadi dosyasını yargılayan heyette yer aldığını; yanı sıra hakim Lekesiz’in eşi savcısı Muzaffer Lekesiz’in de Sisli Vadi soruşturmasını yürüten ve Bayrak’ın da aralarında bulunduğu şüpheliler hakkında TCK’da daha az ceza karşılığı bulunan “taksirden” dava açan dosya savcısı olduğunu özellikle belirtmek gerek.

Valiler, savcılar ve hakime görevden alındı

Söz konusu fotoğraf sonrasında aileler, gün ışığına çıkan “tuhaf bağlantılar”ın bekledikleri adaleti sağlamayacağı endişesiyle hem valilik hem de adliye yönetiminden şikayetçi oldular.

Nihayetinde devlet/siyaset refleks verdi. Görev yaptığı kentlerde “Jet Osman” lakabıyla tanınan dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin merkeze alındı. Sonraki Vali Birol Ekici, Şırnak Valisi yapıldı.

Ailelerin hakkında adaleti sağlamadığını iddia ettiği dönemin Kırklareli Cumhuriyet Başsavcısı Hazım Arslancı, HSK tarafından Yargıtay Savcısı yapıldı. Arslancı, tenzil-i rütbe gördü. Savcı Muzaffer Lekesiz ile eşi Hâkime Merve Lekesiz ise, Van’a gönderildi.

İçişleri Bakanlığı ve HSK tayinlerinden sonra kente yeni yönetim geldi.

Daha çok ceza istenilen yeni mütalaa

Özellikle Cumhuriyet Başsavcısı Enver Eroğlu, yargılaması başlayan dosyayı yeniden ele aldı. İnceledi, mahkeme heyetine yeni savcı görevlendirdi. Savcı Uğur Öztürk, iki gün önce yargılamayla ilgili mütalaasını hazırlayıp mahkemeye sundu.

Daha önce de Büyüteç’te çok defa konu ettiğim üzere; aileler, sanıkların az ceza alarak kurtulacağından endişeliydi.

Ancak Savcı Öztürk’ün kaleme aldığı mütalaada, sanıkların yargılanması gereken suçun taksirle ölüme sebebiyet vermekten olası kastla ölüme sebebiyet vermeye çevrilmesi, ailelerin yüreğine biraz olsun su serpti.

Bundan sonra mahkemenin nasıl bir tavır alacağı çok önemli. Kaçak tesisteki adliye pikniğini düzenleyen, Adalet Komisyonu Başkanı ve aynı zamanda dosyaya bakan mahkemeyi yöneten Hüseyin Gedik’in yaklaşımı ailelerin merak konusu.

Kaldı ki; aileler önceki duruşmalarda Gedik’in dosyayı bırakmasını istemesine karşın, mahkeme başkanı talebe olumlu yanıt vermedi.

Kırklareli Adliyesi’nde gelecek cuma yeni savcı mütalaası ışığında yargılamaya devam edilecek.

Mütalaa ne diyor?

Savcı Uğur Öztürk, yargılamanın yapıldığı Kırklareli 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu iki sayfalık mütalaasında özetle şu görüşlere yer verdi:

* Bungalov evler, dere yatağı üzerine inşa edildi.

* Bungalov evlerin inşası sırasında herhangi bir statik, mühendislik ve yapıların dere yatağında yapılmasına rağmen jeolojik bir destek veya izin almaksızın işletmelerde çalışan işçilere tabanı kot üstünde taş duvar örerek, taş duvarın üzerine donatısız ince bir beton döküp, betonun üzerine ise yeterli bir bağlantı yapmaksızın basit usulde üzerine bungalov ev olarak adlandırılan ve maktullerin konakladığı ahşap evlerin yapıldı.

* Yapılan evlerin 5 Eylül 2023 tarihinde meydana gelen yağışla sel sularının belli bir seviyeye ulaşması üzerine ölenlerin gerek bungalov evlerden uzaklaşmaya çalışırken, gerek bungalov evlerin içerisinde bulunurken evlerin yıkılmasına bağlı olarak gelen sel suları ve suların içerisinde bulunan kütüklerin vücutlarına isabet etmesi sonucu yaşandı. Yapılan otopsi sonucuna göre; ölenler, genel beden travması ve suda boğulma sonucu vefat etti.

* Tesislerin fiili işvereni sanık Bülent Bayrak. İşletmeye kaçak olarak yapılan bungalovların inşaatlarının devam edildiği tarihlerde işletme, belli sürelerde, sanıklar Büşra Gökgöz, Cenan Aydın ve Sevcan Ulutürk’e devredildi.

* Bu sanıklar, söz konusu işletmenin yapıldığından haberdardı. Bülent Bayrak ile yakın ilişkide bulunmaları, söz konusu şirketin devrini kabul ederek bir nevi işletmede meydana gelen cezai sorumlulukları da bilebilecek durumdalardı.

* Söz konusu kaçak bungalovların yapıldığı yer ile ilgili olarak daha öncesinde de bungalovların bulunduğu yerleri su basması, yapılan yapıların basit usulde hiçbir statik, jeolojik ve hidrolojik hesaplama yapılmaksızın vadi içindeki dere yatağında sel olayı açıkça öngörülebilir olmasına rağmen hiçbir güvenlik önlemi, erken uyarı sistemi ve selin geldiği yerlere ilişkin olarak işletmede yapılan yapıları korumaya yönelik önlem alınmaksızın teknik destekten yoksun şekilde bungalov evler yapıldı.

* Bungalov evler kâr amacıyla, konaklamak isteyen kişilere faturasız şekilde kiralandı. Bilirkişi raporları bu konuları doğruladı.

* Seli meydana getiren aşırı yağış olayının yaklaşık 12 yılda bir tekrarlaması, söz konusu bölgede sel olaylarına ilişkin olarak uyarılarının yapılması, sanık Bülent Bayrak’ın daha öncesinde de bölgede sel olaylarının meydana geldiğine ilişkin beyanları ve bu sel olayının meydana gelebileceğinin öngörülebilir olduğu dikkate alındığında; sanıklar, kasten öldürme ve kasten yaralama suçunun kanuni tanımındaki unsurlarının gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen neticenin gerçekleşmesini kabullenerek neticenin meydana gelmemesi için hiçbir çaba göstermeyerek “olursa olsun” mantığıyla hareket ettiler.

Olası kasttan altı kez ayrı ayrı yargılanmaları istendi

Savcı Öztürk, mütalaasının sonunda ise, altı kişinin yaşamını yitirdiği davada altı kez ayrı ayrı olası kastla öldürmeden yargılanmaları gerektiği talebinde bulundu.

Öztürk’ün, aynı zamanda, yargılama sırasında tahliye edilen ve davaya tutuksuz olarak katılan sanıklardan Büşra GökgözCenan Aydın ve Sevcan Ulutürk’ün tutuklanması talebinde bulunması dikkati çekti.                 

                                                                 /././

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...