Evrensel "KÖŞEBAŞI" -3 Kasım 2024-

Orman yanıyor, endüstri büyüyor, OGM camdan bakıyor -Deniz İpek-

Ne güzel dağların var Denizli

Gökyüzüne dikilmiş bir deniz dersin

Köpük köpük, çakıl çakıl

Dolansın dolansın dolansın

Dolansın durguna tırmansın akıl…

Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun Denizli gezisi sonrası yazdığı bu şiir Denizli Destanı’yla gördüklerini, insanlarını, doğasına ve özellikle dağlarına olan hayranlığını dile getiriyor. Denizli şehir merkezi coğrafi olarak bir çukurda yer alır gibi görünse de etrafı Eyüpoğlu’nun da tasvir ettiği gibi yemyeşil ormanların olduğu dağlarla çevrili bir kent. İşte o dağlar geçen hafta 6 gün boyunca yandı. Karcı Dağı zirvesinde 24 Ekim’de başlayan orman yangını 6’ncı gününde ancak söndürülebilirken, karaçam ve kızılçam türü ağaçlar başta olmak üzere ekosistemdeki birçok canlı yanarak ya yok oldu ya geri dönülmez bir tahribata uğradı.

ORMAN YANGINLARI TAŞERONUN TAŞERONU

Orman yangınlarına iktidarın yaklaşımı rant odaklı ve politik. Dağı taşı ranta çeviren iktidar, orman yangınlarının birincil sorumlusu. Ormanları ranta açmayı genel politika edinen AKP’nin orman yangınlarıyla mücadeleyi çözmeyeceği, çözmek istemediği ortadadır.

Son İzmir ve Denizli yangınlarında Orman Genel Müdürlüğünün yangınla mücadele için yaptığı helikopter ihalelerini AKP’ye yakınlığı ile bilinen bir firma aldı. Yüklenici firmanın ihale bedelini OGM’den almasına rağmen kendi taşeronlarına ödeme yapmadığı için yangına müdahale edilemediği ortaya çıkıyor. Yani orman yangınları ile mücadele taşeronun taşeronu bir sisteme dönüştürülmüş.

Denizli’de iki aydır bu konuda fikri takip yapan Yerel Gazeteci Bülent Öztürk; MGİ Savunma Uluslararası isimli ihaleyi alan firmaya servis ve tercümanlık hizmeti veren firma yetkililerinin kendisine ulaşarak MGİ firmasını icraya verdiklerini ihbar etmişti. MGİ ana yüklenici firma tarafından Rusya’dan kiralanan helikopterlerin pilotlarının, şirketlerine para ödenmediği ve akaryakıt temini yapılamadığı için uçmadıklarını, uçanların da birkaç ay önce Denizli’de olduğu gibi yakıt ikmali yapamadıkları için Denizli’nin Çivril ilçesinde tarlaya iniş yapmak zorunda kaldıklarını Öztürk’e anlatmışlar ve taşeron olan bu şirketler (Ali Uğurcu ve Ayhan Yılmaz) suç duyurusunda bulunduklarını söylemişler.

TEK SORTİDE SÖNECEKTİ

Peki 24 Ekim günü Karcı Dağı yangınında ne olmuştu? Eğer ihaleyi alan firma OGM’den parasını almasına rağmen, hizmet satın aldığı Rus firmalarına parasını ödemiş olsaydı, Denizli Orman Bölge Müdürlüğü bahçesinde bekleyen helikopter havalandığı andan itibaren 15 dakika içinde göletten suyunu alıp, hemen tepesindeki duman tüten başlangıç noktasına tek sorti yapıp suyu boşalttığı an bu felaket yaşanmamış olacaktı.

ORMAN YANGINLARINA AYRILAN BÜTÇE AZALMIŞ

Anayasa’nın 169. maddesi gereğince, devletin ormanları koruması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli tedbirleri alması, yasal düzenlemeleri yapması gerekiyor. Orman Genel Müdürlüğünün yıllık faaliyet raporlarına göre 2022 yılında 2 bin 160; 2023 yılında 2 bin 579 adet orman yangını çıkmış. 2022’de 12 bin 799 hektar, 2023’te 15 bin 520 hektar orman alanı zarar gördü. 2022’de orman yangınlarıyla mücadele için harcanan tutar 12 milyar 384 milyon TL iken; OGM 2023 yılı performans programında orman yangınlarıyla mücadele için ayrılan bütçe 10 milyar 224 milyon TL idi.

ORMANLAR PARAYA ÇEVRİLEBİLİR META

22 yıldır ülke yönetimini elinde bulunduran AKP iktidarı, ormanları bir doğal varlık olarak değil paraya ve belli çevreler için imtiyaza dönüştürebileceği bir arazi olarak görüyor ve bu anlayışla yönetiyor. Bunun için ormancılık mevzuatı ve örgüt yapısını günden güne değiştirerek, ülke ormancılığını kafalarındaki kalıba sokmaya çalışıyorlar. Türkiye’de 2021 büyük Antalya ve Muğla yangınlarının olduğu yılda pik yaparak yalnızca 2017-2021 yılları arasındaki beş yıllık dönemde endüstriyel odun üretiminde yüzde 78.7, yakacak odun üretiminde yüzde 25.9 ve toplam odun üretiminde yüzde 69.5’lik bir artış yaşandı.

2022 ve 2023 yıllında da endüstriyel odun üretiminde yüzde 51 artış görünüyor. Orman endüstri tesislerini işleten şirketler yanan odunları çok ucuz, hatta komik fiyatlara aldılar. Metreküpü 1000-2000 lira olan odunu yangından sonra 50 liraya aldılar. Yanan ağaçları sahadan temizlemek için milyonlarca metreküp alım yaptılar ve birkaç yıllık üretim maliyetlerini düşürmüş oldular. Bu tabloyu, orman yangınlarına iktidarın ve sermayenin bu kadar pervasızca yaklaşımının bir başka ekonomi politiği olarak görmek gerekiyor.

SARAYA DEĞİL ORMANA BÜTÇE

“Orman yangınlarına ortalama ilk müdahale süresini 40 dakikadan 11 dakikaya düşürdük” diyen bakan bu yangınla ilgili günlerce açıklama yapmadı. Yangın çıktığında yangının çıktığı dağın dibinde park halinde bekleyen helikopterin neden devreye girmediği ve ilk hava müdahalesinin gecikmeli yapılmasının yüzlerce hektar ormanın yanmasına, habitatın tahribatına ve su kaynaklarının tehlikeye girmesine Saray’ından tasarruf etmeyenlerin neden olduğunu biliyoruz.

                                                          /././

Irkçılığa karşı zırh gerek -Serdar M. Değirmencioğlu-

Dünya güçlü ve korkunç bir ırkçılık dalgasının etkisinde. Bu dalgayı yaratanlar ve kullanmak isteyenler açık olarak ırkçı olduklarını söyleyemedikleri için çoğunlukla göçten söz ediyor ve göçmenlerin birer düşman olduklarını iddia ediyorlar. Salı günü ABD’de gerçekleşecek olan başkanlık seçiminde de ırkçılık başrolde. Bunu anlamak için Donald Trump’un seçim kampanyasının New York’taki son mitingine bakmak yeterli.

Miting boyunca yapılan konuşmaların hemen hepsi, öfke ve kin içeriyordu. Trump, daha önce de yaptığı gibi “içerideki düşmanla” savaştığını ve seçilir seçilmez, “ABD tarihinin en büyük sınır dışı etme programını” başlatacağını söyledi. Trump açık açık, “Ben ırkçıyım!” veya “Beyazlar üstündür!” demedi. Onun söyleyemediklerini diğer konuşmacılar söylediler. Konuşmacı olarak seçilen kişilerin birer saldırı aracı olarak kullanıldıkları ortadaydı.

Yaklaşık 15 yıl boyunca sağcı medyanın en saldırgan kanalında çalışan ve bu kanalın en bilinen yüzü olan Tucker Carlson yine görevini yaptı ve Demokrat Parti Başkan Adayı Kamala Harris’in etnik kimliğiyle dalga geçti. Bir radyo sunucusu, daha önceki Demokrat Parti adaylarından Hillary Clinton için “piç” dedi. Pek tanınmayan bir komedyen, ABD sömürgesi olan Porto Riko’yu “çöp adası” olarak tanımlayarak tüm Porto Rikoluları karaladı.

Sağcıların hiç doyamadıkları, “Değerlerimizi koruyoruz!” söylemi altında ABD’de ve Avrupa’da keskin bir dinci zihniyet yatıyor. Göçmen karşıtlığı kisvesindeki ırkçılığın dayanaklarından biri, dincilik. Trump mitinginde özel olarak düzenlendiği anlaşılan bir mizansen bu zihniyeti yansıtıyordu. Trump ile “ömür boyu arkadaş” olduğu söylenen ama gerçekte Trump ile birkaç hafta önce tanışmış 60 yaşındaki bir temizlik işçisi sahneye elinde haçla çıktı ve Kamala Harris için “deccal” ve “şeytan” dedi.

Göçmen karşıtlığı kisvesindeki ırkçılık elbette ki, ABD ve Avrupa ile sınırlı değil. Irkçılık Türkiye’de de yükseliyor çünkü yükseltilmesinden yararlanan sağcı siyasetçiler bol. Göçmen düşmanlığı çok kolay çünkü göçmenler büyük ölçüde savunmasızlar. Türkiye’de Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Romanlara, Alevilere düşmanlık üretenler için yurttaşların olağan yasal haklarından yararlanamayan göçmenlere saldırmak çok kolay.

Dünyayı etkileyen ırkçılık dalgasının çocukları etkilememesi beklenemez. Araştırmalar çocukların çok küçük yaştan başlayarak ırkçı kalıplardan etkilendiklerini gösteriyor. Bu araştırma bulgularını incelemeyi bir başka zamana bırakarak, çocuklara yararlı olacak temel ilkelere değinmekte yarar var.

Güçlenen ırkçılık karşısında çocuklara bir tür zihinsel zırh kazandırmak önem taşıyor. Bu zırhın çift yönlü olması gerekiyor ki, ırkçılık yayılmasın: “Derimin rengi bana bir üstünlük sağlamaz. Tenimin rengi bana bir meziyet veya erdem katmıyor.” Irkçılık konusunda çalışmalarıyla bilinen Ibram X. Kendi, tüm beyaz çocukların bu basit fikri öğrendikleri ve içselleştirildikleri bir dünyanın hem daha güzel, hem daha barışçıl olacağını söylüyor. Bir diğer deyişle, beyaz çocukların da korunması gerekiyor. Onların, beyaz oldukları için özel ve üstün olduklarını söyleyen tüm sözlü veya sözsüz, açık veya örtük mesajlardan korunmaya gereksinimleri var.

Derimin renginde bir yanlışlık yok. Derimin rengi nedeniyle bende yanlış, eksik, garip bir şey yok.” Tüm beyaz olmayan çocukların bu fikri öğrendikleri, içselleştirildikleri ve benliklerini bunun üzerinden geliştirdikleri bir dünya elbette ki, herkes için daha güzel bir dünya olacaktır. Beyaz olmayan çocuklar, onlara ulaşan ve beyaz olmadıkları için özel olmadıklarını, hatta aşağı, eksik, garip olduklarını söyleyen sözlü veya sözsüz, açık veya örtük tüm mesajlardan korunmalıdır.

Bu yaklaşımı ırkçılıkla sınırlamak gerekmiyor. Başka türde ideolojik tuzaklara karşı da zırhlar üretmek gerekiyor. Cinsiyetçilik karşıtı zırh düşünelim: “Cinsiyetim bana bir üstünlük sağlamaz. Cinsiyetim erdem olamaz. Eksik veya üstün cinsiyet olmaz.” Türkiye’de dil düşmanlığı da var. Zırh düşünelim: “Ana dilim bana bir üstünlük sağlamaz. Ana dilim bana bir meziyet veya erdem katmıyor. Her ana dili değerli ve güzeldir.” Vatan-millet-bayrak? “Bayrak bana bir üstünlük sağlamaz. Bayrağın, kimlik kartının, pasaportun rengi bana bir erdem katmaz, beni özel kılmaz. Beni özel kılacak olan davranışlarımdır.

                                                          /././

Amerikan seçimlerini aşırı sağ kazandı -Cihan Tuğal-

Yanlış okumadınız. Günü de şaşırmadım. Rüya da görmüyorum.

Sandıktaki sonuçlardan bağımsız olarak, Amerikan seçimlerinin galibi aşırı sağ. Muhafazakarlar ve liberaller büyük mağluplar. Sol da kaybedenler arasında.

SINIFTAN KAÇIŞ

Aşırı sağın yarattığı gündemler seçim kampanyalarını belirledi. Göç ve suç iki partinin de propagandasının merkezindeydi. Cumhuriyetçiler milyonlarca insanı sınır dışı edeceklerini, böylece suçu azaltacaklarını anlatıyorlar aylardır. Suçun göçmenlerden kaynaklanmadığını gösteren yığınla araştırma olmasına rağmen, Demokratlar da göç ve suç konusunda sağcı bir istikamet tutturdular. Burada ilginç olan, Demokratların yanındaki liberal medyanın, suç oranlarında ciddi bir artış olmadığına, olan kadarının da göçle zayıf bir bağlantısı olduğuna dair veri sunmasına rağmen, partinin başka bir yöne gitmesi. Liberal medya ve Demokratik Parti arasında genelde çok ciddi bir makas olmuyor ama, bu konuda parti kendine tabi medyanın ve (göçe olumlu bakan) geleneksel muhafazakarların bile çok daha sağına kaymış durumda.

Demokratların ve liberal medyanın çok ayrışmadığı bir konu enflasyon. Hayat pahalılığı neredeyse göç ve suç kadar merkezinde kampanyaların. Cumhuriyetçiler fiyatlara büyük vurgu yapıyor. Demokratlar ve medyaları ise, “Enflasyon neredeyse yüzde ikiye, yani normal seviyelere düşmüş durumda” diye ısrar ediyor. Ancak temel ihtiyaç maddeleri zaten o kadar pahalanmıştı ki, enflasyonun yavaşlaması hayatı kolaylaştırmıyor. Bu başlıktan da galip çıkan Cumhuriyetçiler o yüzden. Demokratlar birkaç ay önce hayatın zorlaştığını reddetmeyen, ancak suçu büyük şirketlere yıkan bir çizgi tutturmaya yeltendiler. Fakat bu sol taktikle kısa bir flörtten sonra, enflasyonu neredeyse tamamen yükselen ücretlerle açıklayan ekonomik ortodoksiye geri döndüler. Liberal medya da aynı yerden konuşuyor.

Eflasyon bahsinde Demokratların ve liberallerin bu tıkanmışlığının ve sağa kayışının diğer sınıfsal meselelerle doğrudan bağlantısı var. Biden idaresinin ilk yılında sendikalaşma ve ücret artışı gibi duruşlarla tabanını genişletmeye çalışan parti, elit üyelerinin baskısına yenik düşüp 1980’lerden beri izlediği neoliberal rotaya geri döndü.

Bu konularda artık konuşmak istemeyen Demokratlar, propagandalarını tamamen Trump karşıtlığına indirgemiş durumdalar. Trump’ın demokrasiyi askıya alacağını, hatta “faşist” bir idare kuracağını vurguluyorlar her şeyden fazla. Tamamen haksız da sayılmazlar. Ancak bu sıradan seçmen için enflasyon kadar acil bir sorun değil.

Dengelerin Demokratların lehine olduğu tek başlık kürtaj. 2022 ara seçimlerini, Cumhuriyetçilerin giderek insanlık dışı bir noktaya gelen kürtaj karşıtlığından korkan üst-orta sınıf muhafazakar kadınların oylarıyla kazandı Demokratlar. Dolayısıyla “faşizm” karşıtlığından hemen sonra, en çok gündemde tutmaya çalıştıkları konu bu. Cumhuriyetçiler de baltaları gömmeseler dahi, kürtajı gündem dışı tutmaya çalışıyorlar.

Daha önce de Evrensel’de anlattığım gibi, iklim değişikliği ve dış siyaset (özellikle de Filistin/İsrail meselesi) özenle kampanyaların dışında tutuldu.

Tüm bunlar olurken, sol -alternatif bir duruşu geniş kitlelere anlatmayı, hele hele onları ikna etmeyi bırakın- kendi gündemini, kendi çizgisini yaratamadı.

LİBERAL DEMOKRASİNİN YAKLAŞAN SONU

Elbette Demokratik Parti kazanırsa, liberaller Biden çizgisinden çok da sapmayan politikalarla yola devam edecekler. Ama bu politikaların daha az meşruiyeti olacak. O meşruiyet zeminini kendi kampanyalarıyla aşındırmış durumdalar. Kazansalar da tedricen sağa kaymaya devam edecekler bu genel atmosferden dolayı.

O halde, Trump seçilirse gerçekten de liberal demokrasiyi askıya alıp almayacağına bakmak gerekiyor.

Aslında bunun koşulları zaten hazır. Kurumlar daha şimdiden boyun eğmiş durumda: Washington Post ve Los Angeles Times gibi köklü gazeteler, en prestijli üniversiteler aşırı sağa teslim bayrağını çektiler. Demokratlar taktik olarak bir iki konuda sağa kaymak yerine, kürtaj dışında bütün konularda sağa kaydılar. Kendi partilerinin kaderini tamamen Cumhuriyetçi kadınlara bağlamış, diğer kesimleri boş vermiş durumdalar. Hukuk da giderek Trump’ın kontrolüne giriyor.

Bunların farkında olan Cumhuriyetçiler, “Zaten kazandık” gözüyle baktıkları 2024 seçimleri kadar, 2028 seçimlerini de düşünüyorlar şimdiden. Trump’ın ekonomide yapısal değişiklik yaratarak iktidarda kalma şansı yok 2028’de. Partiyi işçilerin partisine dönüştüreceğini söyleyip duruyor ama, buna yönelik adım atacağından şüpheliyim. Atsa bile, aynen 2016’nın ilk aylarında olduğu gibi, Meclis ve Senato tarafından sabote edilecektir çabaları. Dolayısıyla yukarıda anlattığım boyun eğme haline daha net bir şekil vermeye, 2028 seçimlerini usul dışı yollarla kazanmaya çalışacak.

Fakat kurumlar niye bu kadar kolay boyun eğdi? Demokratlar ve elitler niye kurumları koruyamadı? Soldan mı çok korktular? “Sosyalizm geleceğine faşizm gelsin” diye mi düşündüler? Tam tersine. Asıl sorun soldan doğru düzgün bir baskı gelmemesi oldu. Soldaki bu boşluktan dolayı, liberaller de güçlü gördükleri odağı taklit etmeye başladılar.

TUHAF BEKLEYİŞ

Şu anda çok tedirgin bir bekleyiş var. Göçmenler, azınlıklar, liberallerin sola yakın olanları, Trump muhalifleri birkaç ay içinde hayatlarının kökten değişebileceğini, sürekli bir fiziksel saldırı, işten çıkarılma, sınır dışı edilme tehdidi altında yaşamaya başlayacaklarını hissediyorlar. Buna rağmen insanın rutinine devam etmesi tuhaf bir duygu.

Sosyalistinden postkolonyalistine, liberalizmin soluna düşen düşünür ve aktivistler arasında ise bu tuhaf varoluş aslında 7 Ekim 2023’ten beri devam ediyor. Bir taraftan dünyanın yok edilişinin hızlandırıldığını görüyorsunuz. Herkesin gözü önünde, “naklen” soykırım yaşanıyor ama yine de sabah işinize gidiyorsunuz, akşam çocuklarınızın yüzüne her şey normalmiş gibi gülüyorsunuz mecburen. Bu sürreel his, son bir iki haftadır toplumun üçte birine yavaş yavaş yayılıyor. Toplumun diğer üçte biri ise “düşmanları”na toptan bir saldırı hazırlığında, ya da kendi adına yapılacak saldırıyı naklen seyretme hevesinde.

Henüz aktif olmayan, bu garip dengeyi değiştirme potansiyeline sahip diğer üçte birin harekete geçmesini, Godot’yu bekler gibi bekliyoruz. Bunu daha aktif bir bekleyişe çevirenler var elbette. Umut onlarda ve (seçim günü ya da haftasında değil) seçimlerden sonraki dönemde.

                                                     /././

5 maddede ABD seçimlerinin Avrupa’ya etkileri -Yücel Özdemir-

Avrupa’nın pek çok ülkesinde, özellikle de Almanya’da 5 Kasım’da ABD’de yapılacak seçimler adeta ülkedeki genel seçimler gibi bütün yönleriyle ayrıntılı olarak ele alınıyor. Gazete ve televizyonların temsilcileri güncel gelişmeleri, anket sonuçlarını, başkan adaylarının ne dediklerini ayrıntılı olarak haberleştiriyor. ABD seçimlerini Avrupa’da bu denli önemli kılan nedenlerin başında elbette Transatlantik ilişkilerin yakın olması geliyor. Emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinde ABD ile aynı safta yer alan AB’nin pek çok ülkesi kimin kazanacağına bağlı olarak ilişkilerin nasıl ilerleyeceği üzerinde duruyor.

Genel hava Trump’ın kazanması durumunda bunun Avrupa için “felaket” olacağı yönünde. “Trump 2.0” olarak adlandırılan Trump’ın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturma ihtimali ile; Transatlantik ilişkilerinin Kamala Harris’in kazanmasına oranla daha fazla gerileceği az çok öngörülebiliyor. Harris’in kazanması durumunda ilişkilerin son dört yılda olduğu gibi devam etmesi bekleniyor. Trump’ın kazanması durumunda gerilimlerin olması muhtemel konular ise şunlar sıralanıyor:

1- GÜMRÜK VERİLERİ

2016-2020 yılları arasında başkanlık yapan Trump’ın ABD pazarını koruma adına AB’den gelecek mallardan yüzde 10-20 gümrük vergisi almayı planladığı biliniyor. Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Kenneth Roggoff, Handelsblatt gazetesinde verdiği söyleşide gümrük vergilerinin arttırılmasının yaratacağı sonuçları şöyle değerlendirdi: “Gümrük vergilerinin artırılması korkunç olur. Diğer ülkeler da buna karşılık verecektir. Bu sadece ekonomiyi değil, aynı zamanda jeopolitik ilişkileri de etkileyecektir. Ancak Trump’ın seçilmesi halinde gümrük vergilerini uygulayamayacağı konusunda umutluyum.” (31.10.2024)

Avrupalılar ise bu kadar umutlu değil. Şimdiden Trump’ın seçilmesi durumunda gümrük vergilerinin hayata geçirilmesi durumunda ekonomide neler olacağı konusunda senaryolar hazırlanıyor. Merkezi Köln’de bulunan Alman Ekonomi Enstitüsü (IW) tarafından 24 Ekim’de yayımlanan raporda iki senaryo üzerinden değerlendirmeler yapıldı. Senaryoların birinde Trump’un AB’den gelecek mallara yüzde 10, Çin’den alınacak mallara yüzde 60 daha fazla gümrük vergisi uygulaması ele alınıyor.

İkinci senaryoda genel olarak gümrük vergilerinin yüzde 20 arttırılması üzerinde duruluyor. Her iki senaryoda da ABD ve AB ekonomileri küçülmeyle sonuçlanıyor. Ancak uzun vadede ABD ekonomisi yeniden toparlanırken; AB, özellikle de Alman ekonomisi gümrük vergilerinin arttırılmasından olumsuz etkilenmeye devam edecek.

Bu tablonun sonucunda Transatlantik ilişkilerde krizler yaşanmakla birlikte, Avrupa ekonomisinin de ciddi bir istikrarsızlığa sürüklenmesi öngörülüyor. En fazla da Almanya... Zira, en fazla ABD ve Çin ile dış ticareti bulunan Almanya, her iki ülkenin de gümrük vergilerini arttırması durumunda ekonomide büyük bir kriz görünüyor. Bu durum doğal olarak diğer Avrupa ülkelerini de önemli ölçüde etkileyecek.

2- UKRAYNA SAVAŞI

Her fırsatta Ukrayna’ya çok fazla askeri ve mali destek verildiğini söyleyen Trump’ın 20 Ocak’ta ikinci kez başkanlık koltuğuna oturması durumunda Ukrayna politikasında değişikliğe gitme olasılığı Avrupa ülkelerini tedirgin etmiş durumda. Seçimlerden önce bir barış masası kurulup uzlaşma yoluna gidilmediği için bundan sonra olacakların hepsi artık sürpriz olabilir.

ABD’nin askeri ve mali olarak destek vermediği bir savaşı, Ukrayna’nın Avrupa’dan alacağı destekle sürdürmesi pek mümkün görünmüyor. Bunun farkında olan Joe Biden yönetimi kısa bir süre önce G7 ülkelerinin 2025’te Ukrayna’ya 50 milyar dolarlık bir yardım paketini karar altına aldı. Pakette ABD’nin payına düşen 20 milyar dolar.

3-ASKERİ HARCAMALAR

Daha önce Avrupa’daki NATO üyesi ülkeleri gayrisafi milli hasılalarının yüzde 2’sini silahlanmaya ayırmadığı için eleştiren Trump, aynı politikasını seçilmesi durumunda sürdürecek. Bu arada bir çok ülke Ukrayna savaşını gerekçe göstererek bu şartı yerine getirdi. Yüzde 2’yi yerine getirmeyen ülkeler Trump’ın hedefinde olacak. Ancak Harris de aynı yönde politikanın ısrarcısı olacak. Bu konuda kriterin yerine getirilmesi için her iki aday da hemfikir.

Genel olarak askeri harcamaların arttığı günümüz dünyasında, ABD adaydan bağımsız olarak silahlanma politikalarına hız verecek. Trump, NATO’ya Harris kadar anlam ve önem atfetmediği için Transatlantik ilişkilerde derinleşmeden ziyade gerilim olabilir.

4-ALMANYA’YA YERLEŞTİRİLECEK ABD FÜZELERİ

Trump’ın başkanlık yıllarında ABD-Almanya ilişkileri gerilim hattı üzerinde şekillenmişti. Rusya’dan doğal gaz akışı sağlayan Kuzey Akımı hatlarının kapatılması için yaptığı baskıya Dönemin Başbakanı Angela Merkel net bir şekilde karşı çıkmıştı. Ancak Ukrayna savaşıyla birlikte Cumhuriyetçi Trump’ın istediğini Demokrat Biden yerine getirdi. Üstelik hatlara sabotaj da düzenlendi.

Denilebilir ki; Almanya-ABD ilişkileri, Biden-Scholz döneminde alabildiğince yakınlaştı ve Almanya dış politikada ABD’ye yaklaştı. Bu çerçevede 2026’de Almanya ve Doğu Avrupa’yı Rusya tehdidinden korumak için Almanya’ya uzun menzilli silahların yerleştirilmesi kararı alındı. Barış hareketinin sert tepki gösterdiği Almanya’ya uzun menzilli ABD füzeleri konusunda Trump’ın nasıl bir politika izleyeceği belirsiz. Daha önce Avrupa’nın kendi güvenliğini sağlaması gerektiğini söylemişti.

Bu kapsamda Almanya’daki ABD askerlerinin çekilmesini de gündeme getirmişti. ABD’nin Almanya’daki üslerinde halen 35 bin asker bulunuyor. Ortadoğu ve Afrika’ya gidişler genellikle bu askeri üslerden organize ediliyor.

5-ÇİN POLİTİKASI

Önümüzdeki dört yıl içinde kimin başkan seçileceğinden bağımsız olarak ABD dış politikasının en önemli gündemlerinden birisi Çin olacak. Gümrük vergilerinin arttırılması, Tayvan’ın Çin’den kopartılarak ayrı bir devlet ilan edilmesi kuvvetle muhtemel gelişmeler. ABD’nin Çin’e karşı politikasını sertleştirmesi, hatta yaptırımları gündeme getirmesi Almanya başta olmak üzere bir çok AB ülkesinin ekonomisini etkileyecek. Zira özellikle vergiler aynı zamanda Çin’de üretim yapan Avrupa tekellerini de kapsayacak. ABD ile AB/Almanya arasında izlenecek Çin politikası konusunda farklı görüşler ve buna bağlı çelişkiler ortaya çıkabilir.

Gazze, Lübnan ve İran konusunda ise ABD ile AB İsrail’e tam destek verdiği için önümüzdeki süreçte mevcut tutumun devam etmesi bekleniyor.

                                                      /././

Yeni ‘süreç’: Demokratik siyasete kurt kapanı -Yusuf Karadaş-

Devlet Bahçeli’nin açıklamaları üzerinden iktidarın yeni bir ‘açılım süreci’ başlattığı tartışmaları yapılırken İstanbul’un CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, önceden hazırlığı yapıldığı anlaşılan bir siyasi operasyon üzerinden “terör örgütü üyeliği” iddiasıyla tutuklanarak yerine kayyım atandı. Bahçeli’nin PKK Lideri Öcalan’ın Mecliste konuşma yapması çağrısı yaptığı bir dönemde ‘kent uzlaşısı’ üzerinden demokrasi güçlerinin önemli bir kesiminin desteğini alarak yüzde 49’la belediye başkanı seçilen Ahmet Özer’in, “Öcalan’ın ‘çözüm süreci’nde heyetlerle yaptığı görüşmede adının geçmesi” gibi uyduruk bir gerekçeyle tutuklanması, ‘yeni açılım’ olarak adlandırılan sürecin demokratik siyasete karşı bir kurt kapanı olarak kullanılacağını gösteriyor.

AKP içindeki Kürt siyasetçilerden Orhan Miroğlu’nun Özer’in tutuklanmasının ve Esenyurt Belediyesine kayyım atanmasının “Süreci etkilemeyeceği” açıklaması, yeni sürecin de tıpkı eskisi gibi iki uçlu bir politika olarak uygulanacağını ortaya koyuyor. O dönem cemaatçilerle birlikte olan Erdoğan’ın 2009’da başlattığı açılım sürecinde de Kürt halkında çözüm yönünde beklenti yaratan adımlara Kürt siyasetçilere ve belediye başkanlarına yönelik “KCK operasyonları” eşlik etmişti. Böylece açılım bir yandan halkta beklenti yaratmaya ve öte yandan da demokratik siyaseti tasfiye etmeye dayalı iki uçlu bir politika olarak uygulanmıştı.

Kuşkusuz hem 2009’daki açılım sürecinin ve hem de bugün Bahçeli üzerinden başlatılan sürecin kendi özgünlükleri bulunuyor. Ancak iktidarın/devletin bu süreç üzerinden bugün ulaşmak istediği politik hedeflerin anlaşılması bakımından 2009’daki açılım sürecine dönüp bakmak birçok bakımdan açıklayıcı olacaktır.

Açılım süreci, ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etmek için 2003’te müdahale ederek rejim değişikliği gerçekleştirdiği Irak’ta deyim yerindeyse savaş batağına saplanması sonrasında askerlerinin önemli bir kısmını çekmesi tartışmasının yapıldığı bir dönemde başlatılmıştı. Arka planında ABD’nin çekilmesinin bir boşluk yaratmaması için Türkiye’deki iktidarın Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve İsrail ile ABD’nin politik ekseninde birleştirilmesi yer alıyordu. O dönem Taraf gazetesi gibi açılımın fanatik taraftarları, bu sürecin Türkiye’yi Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgeninde önemli bir ticaret ve enerji koridoru haline getireceği propagandasını yapıyorlardı.

Bugün Bahçeli de Kürt sorunu konusunda yaptığı son açıklamaları bölgesel gelişmelerle izah ediyor. Başka bir deyişle devlet/iktidar, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırganlığının bölgeye yayılması ve bu süreçte Türkiye egemen sınıflarının üstleneceği rol bakımından Kürt sorunu konusunda bir inisiyatif geliştirmeyi zorunlu görüyor.

Bu noktada SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi’nin Türkiye’nin Rojava’ya yönelik saldırılarına rağmen ABD’nin başını çektiği Uluslararası Koalisyonun ‘ara buluculuk’ yaptığına dair açıklamasına da dikkat çekmek, bu süreçte ABD’nin rolünü anlamak bakımından önem taşıyor.

Açılım sürecinde AKP-Erdoğan iktidarı, TRT Şêş ve üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması gibi Kürt halkında beklenti yaratmayı amaçlayan sembolik adımlar atmıştı. Bugün Bahçeli her ne kadar çıtayı Öcalan’ın Mecliste konuşması ve ‘umut hakkı’ndan yararlandırılması gibi yükseğe koymuş olsa da somut hiçbir adım atılmış değil. Ancak Bahçeli ve Erdoğan’ın açıklamalarına bakınca en azından söylem düzeyinde beklenti yaratmaya yönelik tutumun devam ettirileceği anlaşılıyor.

Öte yandan Özer’in tutuklanması ve Esenyurt Belediyesine kayyım atanmasıyla bağlantılı olarak açılım sürecinin dikkat çekici yönü, bu sürecin asıl olarak demokratik siyasetin tasfiyesi üzerine inşa edilmeye çalışılmasıydı.

Açılım sürecinde Kürt siyasetçi ve belediye başkanlarına yönelik KCK operasyonlarının yapılmasını, o dönemin Fethullahçı-emniyetçi yazarlarından Emre Uslu “Açılım sürecinin sağlıklı ilerlemesi için zorunlu” diyerek savunmuştu. Şimdi Miroğlu da kayyımların sorumlusunun KCK olduğunu söylüyor ve Özer’in siyasi bir komployla tutuklanmasının süreci etkilemeyeceğinden emin görünüyor. Çünkü Özer’in tutuklanması ve Esenyurt Belediyesine kayyım atanması, yeni süreçte yaşanmış bir yol kazasını değil; istikametin kendisini gösteriyor.

Açıktır ki, MHP’den HÜDA PAR’a ülkenin en gerici güçlerinin ittifakı üzerine kurulmuş olan bugünkü iktidarın Kürt sorununda adım atmadan beklenti yaratabilmesi için demokratik siyasetin tasfiyesi dışında bir seçeneği bulunmuyor. Bu noktada Esenyurt ve Ahmet Özer’in hedef seçilmiş olması, iktidarın önceden planlandığı belli bir hamlesi olarak öne çıkıyor.

Burada öncelikle bu siyasi komplonun aktörü olarak öne sürülen İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek için bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü Gürlek’in ‘yükseliş’ hikayesi, yargının iktidarın siyasi amaçları doğrultusunda araçsallaştırılmasının da hikayesidir. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi hakimi iken Anayasa Mahkemesinin CHP’li Enis Berberoğlu’na yönelik ihlal kararını tanımayarak başlayan bu yükseliş hikayesi, Adalet Bakanı yardımcılığına ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına uzanıyor. Gürlek’in, tıpkı Erdoğan’la görüşmesinden sonra Kobanê iddianamesini hazırlayan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman gibi Erdoğan’ın talimatıyla harekete geçtiğine şüphe yok. Zaten Özer daha gözaltındayken Erdoğan’ın yaptığı “Terör örgütü Esenyurt’u kasıp kavuruyor” açıklaması, hükmün önceden verildiğini ortaya koyuyor.

İktidar, uzunca bir süredir kaybetmenin sancısını yaşadığı İstanbul’un en büyük ilçesi Esenyurt’u ve bu ilçede CHP ve DEM’in başını çektiği kent uzlaşısını hedefe koyarak bir taşla birden fazla kuşu vurmayı hesaplıyor.

Öncelikle CHP ve DEM’in başını çektiği kent uzlaşısı, Erdoğan iktidarı ve onun Cumhur İttifakının iki dönemdir İstanbul Büyükşehir Belediyesini kaybetmesinin arkasındaki güç birliğini ifade ediyor. Dolayısıyla İstanbul’un CHP’li bir belediye başkanının “KCK-PKK üyeliği” iddiasıyla tutuklanması, İBB Başkanı İmamoğlu’na kadar uzanabilecek bir saldırının kritik bir halkası olarak öne çıkıyor. Bilindiği gibi İBB ve İmamoğlu geçtiğimiz dönem de Kürt din görevlilerini belediyeye gassal (ölü yıkayıcı) olarak işe aldığı gerekçesiyle “terörle iş birliği” suçlamasıyla hedefe konmuş ve belediyeye kayyım atamanın koşulları yaratılmaya çalışılmıştı.

Özer’in “terör örgütü üyeliği” iddiasıyla tutuklanması, CHP’yi zayıf karnı Kürt sorunu üzerinden iç tartışmalara sürüklemeyi ve bu müdahaleye karşı etkili bir tutum sergileyemez hale getirmeyi de amaçlıyor. Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında “Kardeşliğe katkı sağladığı için” Özel’i tebrik edip devamında da Esenyurt’taki operasyona karşı çıkmaması konusunda uyarması, Özel ve Erdoğan arasında bir süredir devam eden “normalleşme-yumuşama” sürecinin iktidar tarafından nasıl kullanıldığını gözler önüne seriyor.

Eğer iktidarın Ahmet Özer’in tutuklanması ve Esenyurt Belediyesine kayyım atanması hamlesi püskürtülemezse DEM Parti’li bütün belediyelerin üzerinde kayyım tehdidi Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaya başlayacak. Dahası bu saldırı sadece belediyelerle sınırlı kalmayıp her alanda demokratik hakların tamamen ortadan kaldırılması ve demokratik siyasetin tasfiyesine doğru ilerletilecek.

Osmanlı’nın savaşta rakiplerini kuşatıp yok etmeye dayalı askeri taktiği ‘kurt kapanı’ olarak tanımlanıyordu. Ahmet Özer ve Esenyurt Belediyesine yapılanlar, iktidarın toplumda beklenti yaratmaya dayalı söylemlerinin adeta bir kurt kapanı gibi demokratik siyasetin tasfiyesinin araçları olarak devreye sokulduğunu ortaya koyuyor. Bu karanlık güçlerin kuşatmasını yarmak için ülkedeki bütün emek, barış ve demokrasi güçlerinin bu hukuksuzluğa karşı ortak bir tutum alması ve mücadelelerini birleştirmesi dışında bir seçenek bulunmuyor.

                                                         /././

(Evrensel)



T24 "KÖŞEBAŞI" -3 Kasım 2024-

 

Linus Torvalds: Yapay zekânın yüzde 90’ı pazarlama, yüzde 10’u gerçek -Füsun Sarp Nebil-

Torvalds, teknoloji çalışanlarına, moda akımı gibi görünen sektör trendlerinden etkilenmekten kaçınmaları ve bunun yerine gerçekten sonuç verebilecek anlamlı yeniliklere odaklanmaları tavsiyesinde bulunuyor.

2022’de ChatGPT’nin ortaya çıkmasıyla başlayan “yapay zekâ çılgınlığı” tüm hızı ile sürerken, bu konudaki tartışmalar çok çeşitli. Bir hafta kadar önce teknolojinin Hype'ları ve yapay zekâ kışları'nı yazmıştık. Yapay zekâ etrafında örülen hayal dünyası ve abartılar uçuşurken, neler yapabildiği ya da yapabileceği konusunda muhtelif görüşler var. 

Bilişimin önde gelen birkaç dahi çocuğundan birisi olarak bilinen, Linux çekirdeğinin yaratıcısı ve baş geliştiricisi Linus Torvalds da Açık Kaynak Zirvesi’nde yapay zekâ (YZ) konusundaki görüşlerini anlattı. Finlandiya asıllı Amerikalı bir bilgisayar mühendisi olan Torvalds, 1991 yılında, henüz 21 yaşındayken, Linux çekirdeğinin kodlarını yazmaya başlamış ve açık kaynak camiasının yaratılmasına neden olmuştu.  Asperger sendromuna sahip olan Linus zaman zaman herkese ters düşen çıkışları ile bilinir.

Teknolojiyle ilgili her şey hakkında son derece bilgili ancak sivri görüşleriyle ünlü Torvalds, yapay zekânın bugün geldiği durumu, "yüzde 90 pazarlama ve yüzde 10 gerçeklik" olarak özetliyor. Torvalds, bu ayın başlarında Viyana'da düzenlenen Açık Kaynak Zirvesi'nde konuştu. Arkasından yapılan röportajda ise, Torvalds, yapay zekâdaki potansiyeli gördüğünü ancak endüstrinin abartısının çok fazla olduğunu belirtti.

Torvalds, şöyle özetledi:

"Yapay zekânın gerçekten ilginç olduğunu ve dünyayı değiştireceğini düşünüyorum. Ve aynı zamanda, abartı döngüsünden o kadar nefret ediyorum ki oraya gitmek istemiyorum. Bu yüzden şu anda yapay zekâya yaklaşımım, onu temelde görmezden gelmek, çünkü bence yapay zekâ etrafındaki tüm teknoloji endüstrisi çok kötü bir konumda. Finansın tolere edemeyeceği kadar çok yapay zekâ saçmalığı var gibi görünüyor ve şu anda yapay zekanın "yüzde 90'ı pazarlama ve yüzde 10'u gerçek."

Ama Torvalds, değişimin de yolda olduğunu düşünüyor.

"Beş yıl içinde, her şey değişecek ve o noktada gerçek iş yükleri için her gün hangi yapay zekânın kullanıldığını göreceğiz."

Şimdilik Torvalds, ChatGPT gibi bazı araçların belirli kullanım durumlarında yararlı olduğunu kabul ettiğini söyledi, ancak yapay zekânın daha geniş uygulamalarının hâlâ sınırlı kaldığını yineledi. Torvalds'ın açıklamaları, Baidu CEO'sunun yakın zamanda yaptığı, yapay zekâ balonunun yakında patlayabileceğini ve kalan bölümden yalnızca küçük bir şirket yüzdesinin yararlanabileceğini öngören açıklamalarının ardından geldi.

Torvalds, teknoloji çalışanlarına, moda akımı gibi görünen sektör trendlerinden etkilenmekten kaçınmaları ve bunun yerine gerçekten sonuç verebilecek anlamlı yeniliklere odaklanmaları tavsiyesinde bulunuyor.

                                                             /././

“Güçlülerin” hukuk taktikleri ve kayyım gerçeği -Gökçer Tahincioğlu-

Memleketin ana muhalefet partisinin 10 yıldır üyesi olan bir kişi terör örgütü üyesi olduğu nasılsa yeni fark edilebilmiş! Silahlı terör örgütü üyeliği suçunun unsurları oluşması için yeterliymiş bunlar… Kendinize yüksek sesle söyleyin: Silahlı terör örgütü üyeliği…

Cezaevinde tam 7. yılını dolduran Gezi davası hükümlüsü Osman Kavala’nın, AİHM kararına ve Gezi davasının ilk yargılamasında beraat etmesine rağmen cezaevinde tutulmasını sağlayan suçlama neydi anımsıyor musunuz?

Ajanlık…

Suçlandığı iddianamede şu yazıyordu:

“O kadar başarılı bir ajandır ki ajanlık faaliyeti ile ilgili delil elde edilememiştir…”

Türkiye’de, hukukun nasıl siyaseten kullanıldığının açık kanıtı…

* * *

Yeni değil elbette, ustalaşmak için belli bir evre geçildi.

Şimdi “saf saf” soruyor bazı hesaplar, hatta solcuları, bir an için bile sıkılmadan sadece kendileri için adalet istemekle suçluyorlar…

Ne olmuş da hangi evreler geçilmiş de buraya gelinmiş, kendilerinin ne suçu varmış!

Dinleme merkezleri kuran, dava dosyasına girmeyen özel hayata ilişkin dinleme tapelerini elden ele gezdiren, kendilerine yakın basına hazır-paket haberler servis eden, kimin tutuklanacağına dair liste yapmak için toplantılar tertip eden bir organizasyon yapılmamış, insanların hayatları kaydırılmamış gibi saf görüntüsü vermeler, adilmiş gibi davranmalar.

Bir küçük özeleştiri yapmayan, “cemaat hukuku” nedir, bilmezden gelen bir sürü insan.

Bir de en ufak bir söze de tahammül göstermiyorlar.

Haksız hukuksuz yere cezaevine atılan insanların daha uzun yatmaları için kalem dahi oynatmamış insanların tek merkezden gelen emirleri yerine getirmemiş gibi adalet arıyor halleri…

* * *

Ergenekon döneminden küçük bir örnek.

Cumhuriyet’in başyazarı İlhan Selçuk’a operasyon yapmak için yasal olarak kullanılması mümkün olmayan “istihbari dinlemeler”, mahkeme kararıyla yasallaştırılmaya çalışıldı.

Ve sıkılmadan o mahkeme kararına mealen şu yazıldı:

“Ergenekon o kadar gizli bir örgüttür ki yapıyı açığa çıkarmak için bu istihbari dinlemelerin de kanıt olarak kullanılması gereklidir…”

Ne güzel hukuk!

Ve Kavala dosyasına bakınca anlıyorsunuz, ne güzel benzerlikler…

* * *

Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tutuklanmasına ve belediyeye kayyım atanmasına giden süreç de tanıdık…

Hiç lüzumu olmamasına rağmen yapılan ev baskını, gözaltı sırasında ağır muamele…

Basına önceden sızdırılan bilgi notları…

Meşruiyet zemini yaratılma çabası…

En hassas nokta ne, terör…

O zaman buradan yürüyelim…

* * *

Soruşturma Abdullah Öcalan’ın İmralı görüşmelerinde Özer’in ismini söylemesiyle başlamış…

Savcılığın sevk yazısı ve tutuklama kararı bunu gösteriyor.

Bu demektir ki Türkiye’de herkes potansiyel terör suçlusu olabilir.

Herhangi bir örgüt üyesine isminiz söyletildiğinde bir anda terör suçlusu haline gelebilirsiniz.

Ağzından çıkması yeterli, ağızdan çıkartılması da güç değil.

Aynı Öcalan’ı, memleketin en radikal partisinin liderinin Meclis kürsüsüne daha bir hafta önce davet etmesi çelişkisine değinmeye bile gerek yok.

* * *

Özer, roman yazıyormuş, içinde sakıncalı ifadeler varmış… Birilerine başsağlığı dilemiş, başsağlığı dilediği kişinin çocukları teröristmiş…

Memleketin ana muhalefet partisinin 10 yıldır üyesi olan bir kişi terör örgütü üyesi olduğu nasılsa yeni fark edilebilmiş!

Silahlı terör örgütü üyeliği suçunun unsurları oluşması için yeterliymiş bunlar…

Kendinize yüksek sesle söyleyin: Silahlı terör örgütü üyeliği…

Ancak elbette bu suçun seçilmesinin de bir nedeni var.

Propaganda ya da örgüte yardım gibi bir suçlama seçseler, kanıt diye sundukları bazı bilgileri davada kullanmaları mümkün olmayacaktı.

Örgüt üyeliği suçunun zamanaşımı süresi 15 yıl…

Diğer suçlarda bu süre düşüyor.

Örneğin 2013’te yapılan bir telefon görüşmesini o zaman kanıt olarak kullanmanız da mümkün değil.

Ama bu kadar teknik hukuka gerek var mı?

Örgüt liderini Meclis’te konuşmak için davet etmek, doğal olarak, suç sayılmazken, düzenlenen bir konserde kim olduğu belirsiz üç beş kişinin slogan atmasından belediye başkanı nasıl sorumlu tutulabilir?

* * *

Güçlülerin mağduriyeti bu ülkeye has özelliklerden.

22 yıldır ülkeyi sen yönetiyorsun ama mağdursun.

Bürokrasiye atamaları sen yapıyorsun ama mağdursun.

Yargı-polis tamamen senin yönetiminde ama mağdursun.

Öyle bir ülke ki spordan siyasete, kazananlar mağdur, kaybedenler kumpasçı ilan edilebiliyor. Ve büyük bir kalabalık bu basit hakikati bile umursamıyor…

* * *

İçişleri Bakanlığı’nın DEM’in öncülü HDP’li belediyelere kayyım atamaya başladıktan sonra hazırladığı bir rapor var.

Diline bakın:

“Bu rapor, kamuoyunda kayyım süreci olarak bilinen, bölücü terör örgütü PKK ile iltisaklı, irtibatlı 94 belediye başkanının görevden alınarak yerlerine belediye başkan vekilleri görevlendirilmesinin Bakanlığımızca bir tercih olmayıp devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü korumak, bölgede yaşayan vatandaşlarımızın can ve mal emniyetini sağlamak ve vatandaşlarımızın mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak için Anayasal bir zorunluluk ve kanuni bir görev olduğunu; görevden alınan belediye başkanlarının vatandaşlarımızın mahalli müşterek nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak yerine bu belediyeleri nasıl bölücü terör örgütünün mali ve lojistik destek merkezi haline getirdiğini ve vatandaşlarımızın temel hizmetlerden nasıl mahrum bırakıldığını, buna karşın görevlendirilen belediye başkan vekillerinin devraldıkları belediyeleri asli görevlerine kanalize ederek, hak ve hukuka uygun başarılı faaliyetleri ile vatandaşlarımızın hizmetine nasıl sunduklarını örnekleri ile somut bir şekilde ortaya koymak için kaleme alınmıştır.”

* * *

Rapor, rapor değil elbette bir propaganda faaliyeti…

Memleketin İçişleri Bakanlığı, açıkça siyaset yapabiliyor böyle bir raporda bile…

Kayyımlarla ilgili suçlamalara yanıt verirken sadece slogan atıyor.

Birkaç örnek:

- Bir belediye başkan vekili tarafından “‘kitap okuma’ adı altında Kürt çocuklarına Hanefi mezhebine ilişkin bilgi içeren kitaplar hediye ederek, kitapları okul bahçesinde okuttuğu” iddiasında bulunulmuştur. Kaymakamlık veya belediye tarafından böyle bir dağıtımın yapılmadığı, dağıtımı yapılsa bile Hanefiliğin ortak bir değer olduğu ve bunu farklı bir yöne çekmenin tek kelimeyle cehalet olduğu açıktır.

- “Görevlendirilen belediye başkan vekillerinin ihalelerde mevzuata aykırı davrandıkları” iddiası, karalama kampanyasının temel argümanıdır. Başkan vekilleri görevlendirilen belediyelerde “pazarlık usulü” ihale yönteminin kural, açık ihale usulünün ise istisna olduğu iddiaları mevcuttur. Belediye başkan vekilleri tarafından yapılan ihaleler incelendiğinde pazarlık yöntemiyle yapılmış olan ihalelerin tamamında yüksek kırımlar yapılmıştır. İhalelerdeki kırımlar yüzde 36’lara hatta yüzde 45’lere ulaşmıştır. Bu oranlara ise HDP’li belediyelerin ihalelerinde hiç rastlanmamaktadır.

* * *

Komedi…

Kayyımın ana gerekçesi belediyelerin PKK’ya para aktardıkları iddiasıydı. Raporda mesela bu konuda tek bir mahkeme kararı bulunmamasına değinilmiyor.

Ve en geniş yer de kayyım atananların usulsüz işlemleriyle ilgili iddialara yanıt vermeye ayrılmış…

Yerel seçimde kayyımlardan geri kazanılan belediyelerin başkanları, bilançoyu görünce neye uğradıklarını şaşırdı.

İl ve ilçe belediyelerinin tamamı milyonlarca hatta milyarlarca liralık borç altına sokulmuştu.

Bunların hesabını kimse vermiyor ve vermeyecek elbette.

Merak edenler bilançoyu T24’ten Ceren Bala Teke’nin haberinde ayrıntılı olarak görebilir.

CHP lideri Özgür Özel’in, Esenyurt’un rant için geri alındığı sözlerinin doğruluğu buradan da anlaşılabilir.

* * *

Osman Kavala’nın tarihi tespiti ile bitirelim:

“…şunu anladım ki yargı mensupları sakıncalı buldukları insanlara ceza verme yetkisine sahip olduklarına inanıyor. Bu insanların suç işlemediklerini biliyor olmalarına rağmen…”

İnsanlar ikiye ayrılıyor…

Düşünceleri için, iktidarları için, rahatları için, öyle istedikleri için başka yaşamlar üzerinde elinde ne varsa onu kullananlar ve onlar tarafından mağdur edilen, mağdur edilmese bile mağdur edilenleri dert edinenler…

Sadece insanları değil, doğayı, yeşili, hayvanları, havayı, suyu dert edinenler…

Onların yüzü suyu hürmetine dönüyor hala dünya… Ve eninde sonunda haklı çıkıyorlar inatlarıyla…                       /././

Kıbrıs’ta erken doğum sancıları mı?-Hasan Göğüş-

Birileri bir sabah kalktığımızda, “Christodoulides gelsin TBMM’de Kıbrıs Türklerinin egemen eşitliğini kabul ettiğini söylesin, biz de GKRY’ni tanıyalım, Kıbrıs sorununu çözelim” derse şaşırır mıyız?

20 Temmuz Barış Harekatı’nın 50. yıldönümünden bu yana Kıbrıs sorununun çözüm arayışlarında belirli bir hareketlilik yaşanıyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri (BMGS) Guterres’in, 5 Ocak 2024 tarihinde Kıbrıs Kişisel Temsilcisi olarak atadığı Maria Angela Holguin, raporunu geçtiğimiz temmuz ayında BMGS’ne sundu. Rapor kamuoyuna açıklanmadı. BMGS Guterres, New York’taki 79. BM Genel Kurulu toplantıları sırasında GKRY Lideri Christodoulides ve KKTC Cumhurbaşkanı Başkanı Tatar ile ayrı ayrı görüştü. 15 Ekim’de de her iki toplum lideriyle yine New York’ta gayri resmi bir çalışma yemeğinde bir araya geldi. Bu konuda BM tarafından yapılan açıklamada, Kişisel Temsilci Holguin’in Kıbrıs sorununun ilgili tüm taraflarıyla yaptığı temaslarda çözüm için ortak bir zemin bulunmadığı sonucuna vardığını, Genel Sekreterin her iki lideri aralarındaki görüş ayrılıklarını gidermeye teşvik ettiğini, bu çerçevede her iki liderin yakın bir gelecekte neler yapılabileceğini görüşmek üzere, BMGS’nin himayesinde geniş bir formatta gayri resmi bir toplantıya katılmayı, ayrıca Ada’da iki kesim arasında yeni bir geçiş kapısı açılması için müzakereler yürütmeyi kabul ettikleri belirtildi. BMGS’nin iki liderle gayri resmi akşam yemeğinden hemen sonra Bakan Fidan’ın BMGS Guterresi telefonla arayarak Kıbrıs konusunu görüşmesi dikkatlerden kaçmamalı. Muhtemelen kurgulanmakta olan sürece bir ayar vermek ihtiyacı hissedilmiş olmalı.

Yılbaşı tatilinden önce yapılması beklenilen gayri resmi toplantının İngiltere’nin de dahil olacağı 5’li mi, yoksa sadece anavatanların iştirak edeceği 4’lü formatta mı yapılacağı henüz netlik kazanmamış. Türk tarafı ilk aşamada güvenlik garantileri ve toprak meseleleri ele alınmayacağı cihetle İngiltere’nin katılmasına gerek olmadığı gerekçesiyle 4’lü formatı tercih ediyor.

Kaptan köşkünde dışişleri bakanları oturuyor

Gerek Ege, gerek Kıbrıs sorunlarının çözümü için kurgulanan yeni süreçlerde kaptan köşkünde bu kere Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları Hakan Fidan ile Giorgos Gerapetritis’in oturduğunu söylemek mümkün. İki bakanın son bir senedir yürüttükleri pozitif gündem odaklı diyalog çerçevesinde Kıbrıs’ı da konuştukları anlaşılıyor. Bu açıdan 8 Kasım’daki Fidan’ın Atina ziyareti büyük önem taşıyor. Kıbrıs sorununun kalıcı bir çözüme ulaştırılmasının iki ülke arasındaki pozitif gündeme olumlu yansımaları olacağı, ama sanki Kıbrıs sorununun Türk-Yunan ilişkilerinin geliştirilmesi yönünde bir engel teşkil etmeyeceği hususunda iki bakan arasında zımni bir mutabakat var.

ABD sürecin neresinde?

Ortalıkta fazla görünmese de ABD süreci yakından takip ediyor. Hatta yönlendiriyor. Aslında yeni sürecin ilk aşaması Washington’da temmuz ayı başındaki NATO Zirvesi sırasında uygulamaya konuldu. NATO Zirvesinde hiçbir işi olmamasına rağmen BMGS’nin Kıbrıs Kişisel Temsilcisi Holguin apar topar Washington’a çağrılarak, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in telkiniyle Fidan ve Gerapetritis ile görüşmesi sağlandı.

Kıbrıs Rum tarafının bir şansı da 5 Kasım’da yapılacak ABD başkanlık seçimleri. Biden yönetimi giderayak Trump’ı destekleyen Yahudi lobisine karşı “Rum lobisini yanıma çekebilir miyim?” hesabıyla GKRY’ye hoş görünmek için arka arkaya adımlar atıyor. İlk olarak GKRY’ye uygulanan silah ambargosu kaldırıldı. Kısa bir süre önce de ABD ile Kıbrıs arasında Savunma İşbirliği ve stratejik diyalog anlaşmaları imzalandı. Göreve geldiği ilk günlerde “Benim adım Bidenopoulos” diyen Biden’in, Beyaz Saray’da ağırladığı son konuk da GKRY Cumhurbaşkanı Christodoulides oldu. Beyaz Saray 30 Ekim’deki görüşmeden önce öyle bir açıklama yaptı ki evlere şenlik. Açıklamada, Biden’in görüşmede ABD’nin Kıbrıs’ta BM parametrelerine uygun iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyondan yana olduğunu teyit edeceği belirtiliyor. Görüşme yapılmadan içeriği hakkında bilgi verilmesi pek usulden değildir. Böylelikle bir anlamda araba atın önüne konuluyor. Umarız 5 Kasım’da kim seçilirse seçilsin ABD’nin körü körüne GKRY’i destekleyen bu tek yanlı Kıbrıs politikası devam etmez.

Bir yanda “egemen eşitlik ve uluslararası eşit statü olmadan müzakerelere geri dönmem” diyen Tatar, diğer tarafta “iki devletli çözüm asla” diyen Christodoulides, ortada da Kişisel Temsilci Holguin’in,” taraflar arasında ortak zemin yok” tespitini yapan raporu var. BMGS hangi cesaretle yeni bir inisiyatif alıyor? Guterres, uzun yıllar ülkesi Portekiz’de başbakanlık yapmış, BM’nin en belalı kurumlarından Mülteciler Yüksek Komiserliğini başarıyla yönetmiş deneyimli bir politikacı ve diplomat. Herhalde vardır bir bildiği.

KKTC Cumhurbaşkanı Tatar bir Denktaş gibi, bir “akıncı” gibi Türkiye’nin her dediğine evet demeyebilecek güçlü bir lider değil. Bu nedenle yeni süreç bütünüyle Ankara’dan yönetileceğe benziyor. Ankara nereye kadar gider? Günümüz Türkiye’sinde her şey mümkün. Bir de bakmışsınız, birileri bir sabah kalktığımızda, “Christodoulides gelsin TBMM’de Kıbrıs Türklerinin egemen eşitliğini kabul ettiğini söylesin, biz de GKRY’ni tanıyalım, Kıbrıs sorununu çözelim” derse şaşırır mıyız?

                                                            /././   

(T24) 

Haydarpaşa Garı’nda yeni oyunlar -Osman Güdü(Mimar) / EVRENSEL


Bakanlıklar arası sözleşmeler, alanların başkalarına kiraya verilecek olması vs. bütün bunlar çökme projesinin yolları. Galataport ve diğer uygulamalara bakıldığında bunu görmemek mümkün değil.

Her şey 28 Kasım 2010 yılında çıkan yangınla başladı. Gar binasının başta çatısı olmak üzere birçok bölümü zarar gördü. Uzun yıllar üstü branda ile örtülü olarak onarımını bekleyen gar binasının belleklerdeki hikayeleri aklımdan geçti; siyah beyaz film karelerinde İstanbul’a giriş kapısı olarak geçen o güzel sahneleri, İstanbul ile Anadolu’yu buluşturan özlem, sevgi ve hasret dolu anların yaşanmasını. 1924 yılından itibaren TCDD’nin ilk genel müdürlük binası, sonrasında da 1. bölge müdürlüğü binası olarak hizmet veren İstanbul’un bu simge yapısını kent hafızasından silecek projeler önerildi.

2000’li yıllarla başlayan projeler içinde 2004 yılında ticaret ve turizm merkezi yapılmak istenen bölgede 70 katlı tam 7 tane gökdelen projesi açıklandı. Proje, medyada görselleri ile yer aldı. Boy boy görseller İstanbul’un Anadolu yakasının silüetini yok sayarcasına kurgulanmış ve aynı zamanda da kruvaziyer liman ile Haydarpaşa Port projesi tanıtıldı.

Toplumsal tepkiler nedeni ile bu proje rafa kaldırılırken, 2005 yılında çizilen bir başka projede Haydarpaşa Venedik gibi olacak, gar binası da otel olacak, kültür merkezi olacak denildi. Yapıyı ve bölgeyi korumak adına yapılan müracaatlar ile 2006 yılında İstanbul 5. No’lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Bölge Koruma Kurulu, Haydarpaşa Gar binası ve çevresini tarihi ve kentsel sit alanı ilan etti.

Bina ve bölge için akıl almaz yeni projeler gündeme getirildi. İstanbul’un olimpiyatlara aday olması kapsamında boğazın kıyısına 120 bin kişilik stat ve binanın da olimpiyat oyunlarında işlevsel fonksiyonlarla kullanılması önerildi. Hatta bu proje sunulurken stadyumdaki seyircilerin İstanbul Boğazı’nı, Sarayburnu’yu seyrederek stadyumdaki etkinlikleri izleyebilecekleri söylendi.

Ortalık proje pazarları ile kaynarken 2018’de Haydarpaşa Gar binasının tren yolları altında yapılan kazılarda önemli arkeolojik buluntular elde edildi. Kadıköy Antik Kent Limanı ve Yerleşkesine ait yapı temelleri ortaya çıkarıldı.

Tüm bu gelişmelere rağmen kentin kamu rantını yemek için 2019’da Haydarpaşa tasarım merkezi projesi çıkarıldı. Bu aynı zamanda Haydarpaşa ile tarihi Sirkeci Garı’nı da içine alan bir projeydi. Bu maksatla ihaleye çıkarıldı. Kendilerini garantiye almak için İBB’nin ihaleye girmesi de engellendi.

Tüm bu zamanlar içinde kenti ve kamu alanlarını korumak için kurulmuş olan “Haydarpaşa Dayanışması” tam 19 yıldır aralıksız mücadelesini sürdürüyor. Her pazar atılan “Haydarpaşa gardır, gar kalacak” sloganı ülke sınırlarını da aştı.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı bu yağmaya çanak tutacak şekilde Haydarpaşa ve Sirkeci Gar binaları ve gar sahalarını (BTS’ye göre her iki gar binası çevresindeki alanların toplamı 700 dönüm) 29 yıllığına Kültür ve Turizm Bakanlığına devretti. Bakan Mehmet Nuri Ersoy’un “Kültür-sanat gücü, Boğaz’ın birleştiricisi” sloganı ile bu alanların kültür sanata hizmet edecek yerler olacağını söylemesi inandırıcı gelmedi. Zira bakanlıklar arasında daha protokol imzası gerçekleşmeden önce 9 Temmuz 2024’te Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı’nın yetkili personel dışında hiç kimsenin giremeyeceği alanlarda elinde projeler ile gözlemler yaptığı görüntülendi. Kültür ve Turizm Bakanlığının protokol çerçevesi içinde devredilen yerleri kiraya verebilme imkanının da olması bu konudaki kaygıların ne kadar doğru olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Birleşik Taşımacılık Sendikasının (BTS) bakanlıkların kiralama işlemi ile ilgili ‘Yürütmenin durdurulması’ ve ‘iptal’ talebiyle açtığı dava devam ederken bu kez de gar içindeki işletmelerin ve lojmanların derhal boşaltılması yazılı talimatları geldi.
Haydarpaşa, tren garı vasfını yitirecek. Yapılan tüm çalışmalar bu yönde. Halen mahkeme kararlarına rağmen inşası devam eden Söğütlüçeşme’ye yapılmakta olan AVM binaları, ilave edilecek viyadükler ile trenleri direk Halkalı’ya yönlendirecekler. Yani Gebze’den çalışan trenler bir şekilde Haydarpaşa’dan baypas edilip Halkalı’ya yönlendirilecek.

İstanbul’un simgesel kent kimliği de yok olacak. Aslında bakanlıklar arası sözleşmeler, alanların bu yetki ile başkalarına kiraya verilecek olması vs… bütün bunlar çökme projesinin yolları. Galataport ve diğer uygulamalara bakıldığında bunu görmemek mümkün değil. İçinde mimarlar odasının da yer aldığı Haydarpaşa Dayanışmasının mücadelesine tüm gücümüzle katkı koyalım. Tam 19 yıldır dünyada eşi görülmemiş bir mücadelenin bir parçası olalım. Bu kent bizim. Rant çetelerinin kentler üzerinde oynadığı oyunlara Haydarpaşa’da izin vermeyelim. Yıllardır dillerden düşürmediğimiz slogan ile “Haydarpaşa gardır, gar kalacak!”

Osman Güdü(Mimar) / EVRENSEL

Baalbek’in yıkımı ve mirası - Kavel Alpaslan / duvaR

 İsrail gibi zorbalığın en karikatürize haliyle vücutlaşmış öznesine UNESCO’lu ya da UNESCO’suz bir kenti başlı başına hedefe dönüştürme hakkı nasıl verilebiliyor? Bu güç dengesizliğinde kudretin ta kendisini sorgulamak, bizi liberallerin delik deşik edilmiş ‘insanlık’ masalından uyandıracaktır. 

Siyonist İsrail ordusu, uzun bir süredir Lübnan’da çeşitli yerleşimlerin hızla ‘tahliye’ edilmesi gerektiğine dair duyurular yayınlıyor. Ordu, sosyal medya hesaplarından o yerleşimin bir uydu fotoğrafını ‘hedef’ alındığına dair bazı görseller ekleyerek paylaşıyor. Görsellerin piksel kalitesi yüksek olunca İsrail’in katliamları ‘kuralına göre yaptığı’ ve ‘sivil can güvenliğinin gözetildiği’ gibi bir illüzyon yaratılıyor. Ne de olsa kimse ne savaş hukukunu açıp inceliyor, ne yerinden edilenlerin akıbetini merak ediyor, ne terk ettikleri yerlerin geleceğini sorguluyor, ne de ölmesi ‘olağanlaşmış’ insanların canına kıymet veriyor.

İşin daha da ilginç kısmı, yaratılan illüzyonun özensizliğinde. Öyle ki İsrail, yürüttüğü soykırım savaşına kılıf bulma ihtiyacını büyük ölçüde kendisine uygulanan mikroskobik dış baskıdan dolayı hissediyor. Baskının boyutu ve kudretin enginliği söz konusu saldırılara dair yapılan beceriksizce açıklamalarda kendini gösteriyor.

Duyurulan bu ‘tahliye’ emirlerini pek çok açıdan konuşabiliriz: İsrail’in sadece tahliye edilmesini istediği yerleri vurmadığını, keyfi ve haber vermeden çeşitli saldırılar düzenlediğini hatırlatabiliriz. Ayrıca eğer ‘tahliye’ emri verildikten sonra yapılan saldırılar ‘meşru’ ise her taraf için geçerli değerlendirilebilir; Lübnan Hizbullahı’nın da sınır bölgesindeki siyonist yerleşimlerin tahliye edilmesi gerektiğini, zira buraların artık askeri üslere dönüştürüldüğünü açıkladığını biliyoruz. Bu durumda İsrail’in Lübnan’a işgalde casus belli olarak dile getirdiği maddelerden biri, ‘Kuzey İsrail’de yerinden edilenlerin geri dönmesi’ de geçersiz kalıyor diyebiliriz.

Daha da uzatabilir ve İsrail’in yürüttüğü soykırım savaşının ikiyüzlü yanlarını anlatmaya devam edebiliriz. Ancak siyonist saldırıların işlediği savaş suçlarının boyutu öyle seviyelere geldi ki, bazen aşikar olanı doğrudan değil farklı yollarla incelemek gerekiyor. Yani vahşeti değil, vahşeti mümkün kılan kudreti mercek altına almalıyız.

                                                         **

Geçtiğimiz hafta yaşanan bir olayı ele alalım. İsrail, Lübnan'ın doğusundaki Baalbek kenti için bir 'tahliye uyarısı' yayınladı. Beka Vadisi’nde yer alan ve nüfusunun büyük bir çoğunluğu Şiilerden oluşan Baalbek, zaten uzun bir süredir İsrail bombardımanı altındaydı. Buna karşın köy, kasaba ve mahallelerin ardından İsrail’in bu kez yüz binlerce insanın yaşadığı Baalbek’in tahliye edilmesini emretmesi, savaşın kuralını koyan tarafın kim olduğunu da gösteriyor.

Baalbek sadece büyük değil aynı zamanda tanınan bir yer. İçinden suların aktığı, yemyeşil parklarının, bir çarşısının bulunduğu canlı bir kent Baalbek. En azından öyleydi. Fakat Baalbek’i UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alan neden, şehrin adını tüm dünyaya duyuran antik kenti ve bu antik kent içerisinde yer alan tapınak. Tüm zamanların en iyi korunmuş tapınaklarından biri olarak görülen görkemli Baküs Tapınağı, 18 metrelik 46 sütunuyla aradan geçen binlerce yıla rağmen hâlâ insanın tüylerini diken diken ediyor.

                                                Bakus Tapınağı, Baalbek

Kökleri Romalılardan da öteye, Fenikelilere kadar giden bu üç bin yıllık antik kentin İsrail bombardımanına tutulması da sıkça siyonistlerin pervasızlıklarını göstermek için dile getirildi.

                                                         **

Bu noktada insanın aklına çeşitli düşünceler geliyor. Önce şöyle soruyorsunuz kendi kendinize: İsrail bombardımanları yüzünden Lübnan nüfusunun yüzde otuzu evinden olmuşken, son bir yılda İsrail’in katlettiği insanlar on binlerle sayılırken, yerleşim yerleri tek tuşla moloz yığınına çevrilirken ‘UNESCO Dünya Mirası’ ne ifade ediyor? Siz yakınlarınızın parçalanmış bedenlerini toplarken uzaklardan biri bedenler kadar taşlar için de gözyaşı dökse ne hissedersiniz? Muhtemelen ‘bir insanın hayatına karşın yerin dibine batsın tapınağınız da harabeniz de’ diyebilirsiniz.

Örneğin bir gazeteci gibi olaylara tanıklık eden üçüncü bir kişi iseniz, doğal olarak “Hal böyleyken kalkıp kültürel mirastan söz etmek ne kadar gerçekçi?” diye düşünebilirsiniz. Ya da “Baalbek adı sanı bilinmeyen çirkin, içinden nehir geçmeyen, cansız, geçmişsiz, gri bir yerleşim olsaydı, manşet hiyerarşisinde kaç basamak geri düşecekti?” diye sorabilirsiniz.

Bunların hiçbiri buruşturulup çöpe atılacak sorular değil. Ancak hedef alınan tarihi yerleşimlerden söz etmek illa kültürel mirası insan yaşamının önüne koymak anlamına gelmiyor. İsrail’in barbarlığını ne denli umursamazca etrafa saçtığını göstermek için de bu antik Baalbek’in akıbetinden söz edebilirsiniz.

Fakat asıl mesele bu iki düşünceden birine ya da ötekisine hak vermek değil. ‘Miras’ ile ‘insan’ arasında bir tercih bizi bir yere götürmeyecek.

‘Kültürel miras’ denilen şeyi insandan arındırarak ele alanlar için tarih ve bugün idealize edilmiş bir yansımadan ibarettir. Oysa insanlık bir ideal değil, bir gerçekliktir. Bu yüzden yıkım da vahşet de barbarlık da insanlık mirasına içkindir. İsrail’in barbarlığı da Baalbek’in sütunları kadar insana dairdir. Ancak ‘insanlığın’ yüzleşilmesi ve sonsuz kadar kılıç sallanması gereken bir yüzüdür. Çünkü bizim ideali vurgulamak için kullandığımız pozitif ‘insanlık’ ifadesi yanlış olmasa da bazen karanlık tarafı gizleyen eksik bir tanımlamadır.

                                                        **

Kahkahalarla tek saniyede havaya uçurulan Güney Lübnan’da adı bilinmeyen bir köy, o köyden edilip Beyrut’un bir caddesinde haftalardır kaldırımda uyuyan bir aile. Numara değilse bile ismiyle değil de ‘cenaze’ olarak anılan, nesneleşen insan bedenleri… Emperyalistlerin serdiği halılar üzerinde tüm bunları yapma kudretini elinde toplayan bir gücün hükmettiği bir yerde insanlık nedir? Miras nedir?

Davut’un da Golyat’ın da insanlığa içkin olduğunu kabul ettiğimiz takdirde pek çok şeyin berraklaştığını fark edeceğiz. Gerçek mirasın taşlarda değil, karşısına çıkan dev Golyat’a taş atmaya cüret eden binlerce Davut’un içinde olduğunu göreceğiz. Tutulan saf da, atılan taş da hikmetinden sual olmaz bir kudretin yarattığı yıkıma karşı direnme cüretinde saklı.

Özetle şu soruyu sormak gerekiyor: İsrail gibi zorbalığın en karikatürize haliyle vücutlaşmış öznesine UNESCO’lu ya da UNESCO’suz bir kenti başlı başına hedefe dönüştürme hakkı nasıl verilebiliyor? Bu güç dengesizliğinde kudretin ta kendisini sorgulamak, bizi liberallerin delik deşik edilmiş ‘insanlık’ masalından uyandıracaktır.

Kavel Alpaslan / duvaR 

Sağlık sisteminde “koruma”: Heybeliada Sanatoryumu -T. Gül Köksal / EVRENSEL -

 Yakınlarda gündeme düşen ve “yeni-doğan bebek çetesi” ismi verilen sağlık sorunu bir kere daha gösterdi ki, doğumdan başlayan bir koruyucu sağlık sistemi yerine, hasta üretmeyi hedefleyen piyasacı bir sağlık sistemi içinde yaşıyoruz. Üstelik bu sistem sadece Türkiye ölçeğinde değil, uluslararası piyasa bağları nedeniyle küresel düzeyde hâkim.  

Bizler de sadece insan değil, diğer canlı türlerini, doğayı, kısacası tüm canlı sistemi metalaştıran, denetim altına alan küresel bu sistem içinde, bu sistemin süregitmesine yönelik müdahalelere karşı, yaşam savunuculuğu yapıyoruz.

Yaşam savunuculuğunu biraz daha açalım. Halihazırda canlı sistemin varoluşuna karşı gelen sorunları bertaraf etmeye, ağırlıklı olarak da, sorun ortaya çıkınca reaktif tepkiye dayalı bir savunuculuk söz konusu. Ancak sorunlara önceden gören bir yerden proaktif bir koruma anlayışı da mevcut.

Peki, şimdi salt yaşamı savunmanın ötesine geçelim! Eşit, adil, özgür bir yaşamı kurucu bir irade arzusunu ortaya koyalım. Bundan öte, başka bir yaşam mümkün diyelim. Başka bir yaşamda, başka bir sağlık sistemini tahayyül edelim. Örneğin, İngiliz Yoksul Yasalarıyla sağlık hizmetlerinin, varlıklı kişilerin bağışları ile desteklenen ve yoksul halkın kontrol edilmesi amacını da taşıyan bir toplumsal denetim aracı olarak ortaya çıkan, bu yolla mekânsallaşan ve hastalık icat eden bir sağlık sistemini kökten reddedelim. Sağlıkla ilgili her türlü tezahürün nerede, nasıl, kimler tarafından üretildiğini ve bundan kimlerin, nasıl faydalandığını mesele edelim. Elimizdeki mekânları bu şekilde sorgulayalım. Ve toplumsal denetim ve gözetim aracı olmayan bir sağlık ortamı nasıl olabilir diye soralım.

Başka bir sağlık sistemi mümkün” diyenler olduğu gibi böyle çalışmalar da süregidiyor. Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası’nın (SES) üretimleri gibi (1). Ya da bu söylemi hangi yöntemlerle başka bir üretim sahasına dönüştürebiliriz diyen, benim de parçası olduğum Başka Bir Atölye’nin “Başka Bir Sağlık Sistemi Yolunda Sağlık Sistemi Üzerine Transdisipliner Çalışma”sı gibi (2).

Bu yaklaşımla yazının başlığına dönelim. Canlı sistemin sürmesinden, insan eliyle üretilmiş olan sağlık sistemine uzanan süreçte “koruma” derken neden söz ediyoruz? Bu sistem bağlamında üretilmiş yapılı çevrenin “korunması” neye tekabül ediyor.

Bu sayfalarda sık sık işaret ettiğim gibi, mekân politik bir inşa. Dolayısıyla mekân, inşa edildiği koşulların sözünü taşıyor. Mekânı, Pierre Nora’nın söylemiyle “hafıza mekânı” olarak nitelemek, mekânın üretildiği ve günümüze dek geçirdiği zamanın toplumsal sözleriyle bugün nasıl ilişki kuracağımıza dair bir alan açıyor mu? Nora’ya göre hafıza bu mekânlar içerisinde ortaya çıkıyor ve hafızaya ilişkin semboller de bu mekânlarda oluşuyor. Peki, bunun bize taşıdığı nostalji ve hüzün duyguları bize iyi mi geliyor? Ya da sınıflı ve türlü ayrımcılıklar inşa eden toplumlarda “hafıza mekânlarının üretimi”, sistemin yeniden üretimine neden olmuyor mu?

Şimdi yeniden başlığa dönelim ve örneğimiz Heybeliada Sanatoryumu’nu konuşalım.

1924’te kullanıma açılan, 1950’lere dek fiziki yapısı büyümeye devam eden, 1980’lerde gözden çıkarılan, 1999 Marmara Depremi’nde hasar alan, 2001’de onarım geçiren, 2009’da ise, bir yangına maruz kalan yerleşke 2005 yılından bu yana işlevsiz.

Yerleşke, sit alanı içinde ve ulusal envanter listesine dahil olan tescilli yapılarıyla Heybeliada’da, yazının görselindeki kür balkonundan görüldüğü üzere, müthiş bir arazide konumlanıyor. Tesisin kullanım değeri kalmadığı gibi, toprağının dönüşüm değeri gündemde ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsisi gibi müdahaleler yaşadı.

Dr. Tevfik İsmail Gökçe tarafından kaleme alınan ve Sanatoryum’un 1924-55 yılları arasını aktaran, notlar ve eklerle 2021 yılında yeniden yayımlananHeybeliada Sanatoryumu Kuruluş ve Gelişimiisimli kitap yerleşkenin geçmişini gayet detaylı bir biçimde sunuyor. Kitap, yerleşkede yer seçiminden, alandaki tüm yapıların mekânsal özelliklerine, hastalarla yapılan çalışmalardan ortamdaki bilimsel, sosyal faaliyetlere uzanan türlü ayrıntılar içeriyor.

Fiziki güncel duruma bakarsak; yapıların kullanılmadığı yıllardan kaynaklı bakım/onarım eksikliklerinin ötesinde, kasıtlı tahribat ve yangın gibi müdahaleler, çatı/pencere vb. eksik olduğu yerlerde doğanın etkilerine açık olmaları nedeniyle yıpranmaları daha da hızlanmakta. Yerleşkedeki bazı yapıların neredeyse yıkılacak duruma gelmiş olmaları da, yerinde sağlamlaştırma imkanını zorlayacak gibi duruyor.

Öte yandan reaktif ve proaktif yöntemlerle Heybeliada Sanatoryumu’nu yaşatmak üzere mücadeleler sürüyor. Geçen hafta Sanatoryum Gönüllüleri ve Doğa İçin Sanat Derneği tarafından Sanatoryum’un korunması ve kamu yararına kullanımı bağlamında etkinlikler düzenlendi (3). Bugün de Heybeliada Mahalle Meclisi, 100. Yılında Heybeliada Sanatoryumu’nun Dünü, Bugünü, Yarını” başlıklı bir panel düzenliyor. (4). Benim de konuşmacılarından biri olduğum panelde konuyu buradaki çerçeveden tartışmaya açacağım.

Panelin başlığına ithafen, Sanatoryum’un bugününde şu kurucu iradeyi hayal ediyorum;

Foucault, modern tıbbın doğum alanı klinik için, insan bedeni mühendisliğinin muazzam bir deney, öğrenim ve bilgi biriktirme mekânıdır der. Sağlık sisteminin mekânsallaşma politikası, mevcut sağlık yapılarına bu mekânsallığı taşıma görevi yükler. Hafıza/belleği tutan mekânların sürekliliği, sistem içinde neyin ne şekilde bugüne aktarıldığını da gösterir. Diğer bir deyişle buralar toplumsal aktarım ile de yüzleşmek için bir imkândır.

Bu bağlamda bedene/mekâna hastalık üretme yoluyla kazınan politikadan kopan, aynı sistemin işleyişi gibi, onu yaratıcı-yıkıma uğratan özgürleştirici bir düşünce sistemini, hüzünlü, nostaljik bir ağıt yerine neşeli yaratıcı söylem ve eylemlerle buradan neden kurmayalım? Fiziki yapıların “muhafazası” talebini, Spinozacı 2. seviye karşılaşma alanında, yani müşterek bir mefhum etrafında neden örmeyelim? Kültürel değer sistemi, güç ilişkilerini ezilen aleyhine kurmakta bir araç ise, eleştirel miras yaklaşımıyla bu dengeleri neden alt üst etmeyelim? (5).

Evet, başka bir yaklaşım ve yapma biçimi her zaman mümkün! Neden bunu, bugün denemeyelim?

T. Gül Köksal / EVRENSEL

1. https://ses.org.tr/2020/05/saglikta-donusum-programi-cokmustur-yeni-bir-saglik-sistemi-mumkun/

2. https://www.baskabiratolye.com/bbss

3. https://sanatoryumgonulluleri.com

4. https://www.instagram.com/heybeliadamahallesi/

5. https://www.evrensel.net/yazi/95791/mimarligin-simgesel-gucunu-sorunsallastirmak

Sermaye tarım arazilerini ele geçirdi: Trakya’da tehlike kapıda - Dr. Uğur ÖZDAĞLI* / BİRGÜN -


Son yıllarda Trakya’da tarım, hayvancılık ve üretim büyük dönüşümler geçirdi. Küçük çiftçiler topraklarını kaybetti, tarım sermaye gruplarının eline geçti. Toprak dönüşümü hızlandı, bölgenin yapısı köklü değişti.

Trakya, Türkiye’nin en verimli ve stratejik tarım bölgelerinden. Özellikle ayçiçeği, buğday ve pirinç üretiminde ülkenin en önemli merkezi. Türkiye’nin toplam ayçiçeği üretiminin yaklaşık %70’ini karşılayan Trakya, ayçiçeği yağı üretiminde lider. Bunun yanı sıra, bölge, Türkiye’nin toplam buğday üretiminin %15’ini sağlayarak buğdayda da önemli bir paya sahip. Pirinç üretiminde de Edirne başta olmak üzere Trakya, Türkiye’nin toplam üretiminin yaklaşık %50’sini gerçekleştiriyor.

Bu durum bölgenin verimli toprakları, uygun iklim koşulları ve gelişmiş tarımsal altyapısı ile doğrudan ilişkili. Trakya, sadece tarımsal üretimde değil, aynı zamanda tarıma dayalı sanayinin gelişiminde de büyük öneme sahip. Bölge, tarım ve sanayi entegrasyonu sayesinde hem Türkiye’nin gıda güvenliğine katkıda bulunmakta hem de ekonomik kalkınmanın lokomotifi olmakta. Trakya’nın bu stratejik rolü, onu Türkiye’nin tarımsal sürdürülebilirliği ve geleceği açısından vazgeçilmez kılıyor.

TEHLİKELİ DÖNÜŞÜM

Son yıllarda Trakya’da tarım ve hayvancılık büyük dönüşümler geçirdi. Bu dönüşümün en belirgin sonucu, küçük çiftçilerin topraklarını kaybedip tarımın büyük sermaye gruplarının eline geçmesi. Bu süreçte tarım ve hayvancılık sektörü dışa bağımlı hale geldi. Yerel üretimin azalmasıyla ithalat arttı, köyler boşaldı ve tarıma dayalı ekonomi çöküşe sürüklendi. Yabancı şirketlerin tohum, gübre ve ilaç gibi girdilerdeki hâkimiyeti, çiftçileri bu ürünleri ithal etmeye zorlamış, tarımın bağımsız yapısı ortadan kalktı. Hayvancılık da benzer bir durumda, yerli üretim düşerken, ithal et ve süt ürünleri yaygınlaştı.

Küçük tarım işletmeleri, maliyet artışları ve yetersiz desteklerle başa çıkmakta zorlanırken, pirinç gibi yüksek maliyetli ve teknoloji ağırlıklı tarım yapan orta ölçekli işletmeler giderek güç kazandı. Bu işletmeler, modern teknoloji ve devlet desteği ile küçük çiftçilerin rekabet gücünü yok etti. Orta ölçekli işletmelerin toprakları satın almasıyla Trakya’daki toprak dönüşümü hızlandı, bölgenin tarım yapısı köklü bir şekilde değişti. Bu süreç tarımın dışa bağımlılığını artırıyor, yerli üretimi zayıflatıyor ve sürdürülebilirliği tehdit ediyor.

Trakya’nın verimli toprakları büyük şirketler için cazip hale geldi, tarım arazileri yapılaşmaya açıldı. Bu durum, bölgenin tarımsal üretim potansiyelini tehdit etmekte, Trakya'nın geleceğini belirsizliğe itiyor.

TOPRAĞIN TAHRİP EDİLMESİ

Trakya, tarihsel olarak verimli toprakları ve tarımsal üretimiyle Türkiye’nin gıda güvenliği açısından kritik bir bölge. Ancak son yıllarda aynı zamanda hızla artan taş ocakları, rüzgar enerji santralleri (RES) ve çeşitli sanayi projeleri, bu verimli toprakların giderek tahrip edilmesine neden oluyor. Halkın ve uzmanların uyarılarına rağmen, tarım arazileri giderek azalmakta ve bu durum, yalnızca bölgenin ekosistemini değil, Türkiye’nin tarımsal üretim kapasitesini de ciddi şekilde tehdit ediyor.

Son 15 yılda Trakya bölgesinde taş ocakları, hidroelektrik santralleri (HES) ve rüzgar enerji santralleri (RES) projelerinde çarpıcı artış yaşandı. Özellikle Kırklareli ve Tekirdağ gibi iller, taş ocakları faaliyetlerinden büyük ölçüde etkilendi. Istranca Dağları’nda açılan çok sayıda taş ocağı, bölgenin doğal ekosistemini ciddi şekilde tahrip etti. Kırklareli'nde çevresel dengeyi bozacak şekilde, sadece son yıllarda 20’den fazla taş ocağı ruhsatlandırıldı. Bu durum, ormanların kesilmesi ve biyolojik çeşitliliğin kaybına yol açtı. Aynı zamanda, bazı bölgelerde açılan HES projeleri de su kaynaklarını olumsuz etkilemekte ve bu projeler su kıtlığı riski yaratan unsurlar arasında sayılmaktadır.

Rüzgar enerji santralleri projeleri ise Trakya'nın özellikle Tekirdağ ve Kırklareli illerinde yaygın hale geldi. Bölgede 50'den fazla RES türbininin kurulmuş olması, tarım alanlarını ve ormanlık arazileri tehdit eder duruma geldi. Edirne'de de taş ocakları, RES, HES ve jeotermal projeleri önemli bir artış gösterdi. Keşan ve çevresindeki taş ocakları sayısı 20'yi aştı. Özellikle Saros Körfezi'ne yakın bölgelerde tarım alanlarına ve su kaynaklarına zarar verme potansiyeli taşıyorlar. Bu projeler, yaşam kalitesini ve doğal dengenin korunmasını olumsuz etkiliyor.

Edirne’de ayrıca 100 MW kapasiteye sahip RES projesi, 30 rüzgar türbini yatırım ile dikkat çekiyor. Bu proje, 400 milyon kWh elektrik üretimi planıyla büyük bir enerji yatırımı olarak öne çıktı ve bölgedeki yaklaşık 5 bin hektarlık tarım arazisi üzerinde kurulması planlanıyor.

Buna ek olarak, Tunca Nehri üzerinde planlanan 12 MW kapasiteli HES projesi, bölgedeki su kaynakları üzerinde büyük baskı oluşturacak şekilde tasarlanmış. Jeotermal alanda da Boztepe köyü çevresinde 8 adet sondaj kuyusu açılması planlanmış, ancak bu proje çevresel ve toplumsal baskılar nedeniyle durduruldu.

SİYASİ TERCİHLER VE İHMAL

Trakya halkı, sahip olduğu tarımsal potansiyele ve bölgenin stratejik konumuna rağmen, uzun yıllardır merkezi yönetim tarafından ihmal ediliyor. Bunun nedeni siyasal tercihleri. Trakya’daki tarım alanları, yalnızca endüstriyel projeler nedeniyle değil, aynı zamanda İstanbul’un beklenen büyük depreminin ardından olası göç dalgası için konut ve yaşam alanı oluşturma amaçları doğrultusunda da tehdit altında. İstanbul’daki deprem riski sonrası olası nüfus hareketliliği, Trakya’yı bir ‘göç merkezi’ haline getirme planlarını doğurdu. Ancak bu tür projeler, bölgenin tarımsal açıdan son derece verimli topraklarını hızla tarım dışı kullanımlara açmakta ve uzun vadede Türkiye’nin tarımsal geleceğini tehlikeye atmaktadır.

İstanbul’dan Trakya’ya deprem riski ve güvenlik kaygıları nedeniyle göç eden kişi sayısında ciddi bir artış var. Özellikle Maraş depremleri sonrasında, İstanbul'dan ayrılanların sayısı hızlandı ve Trakya illerinde yoğun bir yerleşim talebi ortaya çıktı. TÜİK verilerine göre son birkaç yıl içinde İstanbul’dan ayrılan 418 bin kişi farklı illere göç etti ve bu göç edenlerin önemli bir kısmı deprem riski düşük olan Trakya’yı tercih etti.

Kısa vadede Trakya’da konut ve sanayi alanları yaratılması, bölgeye yerleşecek nüfusa çözüm olabilir gibi görünse de, uzun vadede bu durum, Trakya’nın tarımsal üretim kapasitesini geri döndürülemeyecek şekilde olumsuz etkileyecek. Tarıma uygun toprakların sanayi ve konut projelerine açılması, yalnızca bölgenin ekonomik dengelerini bozmakla kalmayacak, aynı zamanda ülkenin genel gıda güvenliği açısından da ciddi bir tehdit oluşturacaktır.

OSB’LERİN BÖLGEYE ETKİLERİ

Çorlu ve Çerkezköy Organize Sanayi Bölgeleri’nin 35 yıllık faaliyetleri, Trakya'nın en önemli su kaynaklarından biri olan Ergene Nehri üzerinde yıkıcı etkiler yarattı.

Ergene Nehri’ndeki kirlilik, yalnızca ekolojik dengeleri değil, bölgenin ekonomik ve sosyal yapısını da tehdit ediyor. Tarımsal üretimin temel unsuru olan suyun bu derece kirlenmesi, gelecekte bölgenin gıda üretimi açısından sürdürülebilirliğini riske atıyor.

Ergene Nehri’ni temizlemek amacıyla başlatılan Marmara Ereğlisi Derin Deşarj Projesi’nin hayata geçirilmesiyle birlikte yeni ve ciddi çevresel sorunlar ortaya çıktı. Proje kapsamında, Ergene Nehri’nden gelen atık suların Marmara Denizi'ne yönlendirilmesi, nehir kirliliğini denize taşıyarak Marmara ekosistemini tehlikeye attı.

ÇAKMAK BARAJI VE MERİÇ

Trakya’da tarımsal sulama amacıyla inşa edilen Çakmak Barajı, yıllardır %20 kapasitede çalışıyor ve bir türlü tam kapasiteye ulaşamadı. Yüzde yüz faaliyete geçtiğinde yaklaşık 570 bin dekar sulu tarım kapasitesine sahip bu baraj projesi geliştirilmek yerine, Meriç Nehri sularının Çorlu ve Çerkezköy sanayi bölgelerine taşınması gibi sanayi odaklı projelere öncelik verilmesi, Trakya’nın tarımsal geleceğinin göz ardı edilerek, sanayi ve konut odaklı bir dönüşümün planlandığını net bir şekilde gösteriyor.

Trakya’da artan su talebi, sanayinin yoğun su tüketimiyle birleşerek bölgenin yer altı sularının hızla kirlenmesine yol açıyor. Sanayi atıkları ve aşırı su kullanımı, tarımsal sulama ve içme suyu kaynaklarında geri dönüşü olmayan bir su kıtlığı yaratıyor.

Özellikle yer altı sularının kirlenmesi, hem tarım arazilerini besleyen sulama sistemlerini hem de içme suyu kaynaklarını olumsuz etkiliyor.

∗∗∗

STRATEJİK ÖNLEMLER GELİŞTİRİLMELİ

Trakya’nın sadece doğal yapısı değil, tarımsal altyapısı da büyük bir potansiyele sahip. Modern tarım tekniklerinin, ileri teknolojik yöntemlerin ve sürdürülebilir tarım uygulamalarının bu bölgede uygulanması halinde, Trakya’nın tarımsal üretim kapasitesi önemli ölçüde artırılabilir. Bunun yanı sıra, bu tür teknolojilerin kullanımı, su kaynaklarının korunmasına ve toprak sağlığının uzun vadede sürdürülebilir olmasına katkı sunar. Ancak bu potansiyelin gerçekleştirilmesi için, tarım alanlarını tehdit eden sanayi projelerinden vazgeçilmesi şart.

Trakya, sahip olduğu verimli toprakları ve stratejik konumu ile Türkiye’nin sürdürülebilir tarım politikalarında kilit bir rolde. Dünyada artan gıda güvenliği endişeleri ve sürdürülebilir tarım uygulamalarının gerekliliği, bölgenin tarımsal potansiyelini daha da önemli hale getiriyor. Trakya’nın bu potansiyelinin verimli bir şekilde değerlendirilmesi, hem Türkiye’nin gıda güvenliğini garanti altına alacak hem de bölgenin ekonomik kalkınmasına katkı sağlayacak. Trakya’nın tarımsal potansiyelini sürdürülebilir bir şekilde değerlendirmek, sadece bugünün değil, geleceğin tarımsal ihtiyaçlarını da karşılayacak stratejik bir adım.

Tarım, hayvancılık ve sanayinin dengeli bir şekilde gelişmesi, bir ülkenin kalkınmasında hayati rol oynar. Ancak, tarım ve hayvancılık arazilerinin hızla sanayi ve konut projelerine dönüştürülmesi bu dengeyi tehlikeye atıyor. Tarım ve hayvancılık alanlarının korunması, sadece gıda güvenliği için değil, ülkenin kalkınma stratejilerinin sürdürülebilirliği açısından da kritik bir öneme sahip. Bu dengeyi koruyacak politikalar geliştirilmezse, uzun vadede ülke ciddi ekonomik ve ekolojik sorunlarla karşı karşıya kalacak.

*Keşan Kent Konseyi Başkanı

FOTOĞRAF: Depo Photos

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ GÜNDEM -10 Mayıs 2025 -

Paşa torunu emekli maaşını övdü - Zekeriya ALBAYRAK/Sözcü- Türkiye’de her 4 emekliden birisi 15 bin lira aylıkla geçinmek zorunda kalırken A...