soL "KÖŞEBAŞI" +Sahaflar Çarşısı(XXXIII)

Sesleri bir ülkenin adını değiştirenler: Madenciler...-Emre Falay-

Kavuşunca duyacaksınız: Ankara Nallıhan’da Çayırhan Termik Santrali maden sahalarında çalışan işçilerin eylemi bugün beşinci gününde.

12 Eylül darbesinin ardından emekçilerin, işçi sınıfının örgütlü gücünün buhar olup gitmediğini ve belki de yeniden bir dalgaya dönüşebileceğini gösteren dönüm noktalarının belki de en önemlisi 1991 Zonguldak büyük madenci yürüyüşüdür. 1986 Netaş grevi, 1987 Kazlıçeşme deri işçileri grevi ve 1989 bahar eylemlerinin ardından Özal’da temsil olan neoliberal saldırıya karşı en önemli eylemlerden birini madenciler gerçekleştirecektir.

30 Kasım 1990’da grev kararının işyerlerine asılması ile başlayan mücadelenin ilk evresinde maden işçileri ve sonrasında kentteki diğer iş kollarından da pek çok işçi, aileleri ile birlikte Zonguldak sokaklarını doldurur. Hükümetin gündeminde kamu işletmelerinin tasfiyesi, özelleştirme ve işçi ücretlerinin baskılanması vardır; grev kararına karşı 4 Aralık’ta lokavt ilan edilir. İşçilerin kararlılığı bundan sonra Zonguldak sınırlarına sığmayacaktır. 4 Ocak 1991’de Ankara’ya doğru yürüyüşe geçerler. “Ölmek var, dönmek yok” der işçiler; yaklaşık yirmi yıl sonra Tekel direnişinden hatırlayacağımız kararlılığın sloganıdır. Gemiler yakılmıştır artık, geri dönüş düşünülmez. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek koca bir kent yeniden halk olmuş yürümektedir: “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı!” Devrek’te gecelenir. 5 Ocak’ta Devrek’ten çıkıp yürüyüşlerine devam ederler. Yolları Dorukhan Tüneli’nde jandarma komandoları ve polis tarafından kesilir, ancak işçiler kararlıdır. Yol açılır, Mengen’e ulaşılır. İşçilerin yolu ertesi gün yeniden kesilir. Yol dozerle kapatılır, yürüyüşçülere battaniye, ilaç ve yiyecek gönderilmesi engellenir. 8 Ocak’ta Genel Maden İşçileri Sendikası Başkanı Şemsi Denizer’in Ankara’daki görüşmelerinin ardından yürüyüş, Ankara yolu kavşağına birkaç kilometre mesafede sona erdirilir. İşçilerin grevi Zonguldak’ta devam eder.

O günleri, maden işçilerinin yürüyüşünü, yürüyüşe katılanları, bir kenti, örgütlülükte ve mücadelede dönüşenleri bize anlatanlardan biri, yürüyüşün sekiz yıl ardından yayımlanan şiirleri ile Kemal Özer’dir.

                  Kemal Özer'in "Onların Sesleriyle Bir kez Daha" eseri. 1999 Yordam Yayınları baskısı. 

Onların sesleriyle bir kez daha

Kemal Özer’in şiirleri yürüyüşten yıllar sonra, ince bir yazın işçiliği ile demlenerek buluşur okurlarıyla. Soğuk bir geçmişe bakış ya da nostaljik bir fotoğraf değildir yaşananlar şair için. Taptaze, dipdiridir. Öyle ki kitabın açılış şiirinde daha, “Ödünç alınmıştır sözcükler bile / eşlik etmek için onların şarkılarına - / ödünç alınmıştır geleceğin dilinden” diye yazar. Şair geleceği o güne bakarak kuracak umudu ve iradeyi taşır sözcüklerinde.

“Sesine Kavuşan Kent” şiirinde Zonguldak’ı konuşturur Kemal Özer. Kavuşmak. Ne güzel sözcüktür. Ne incelikli, sıcak, güçlü. Kavuşmanın öncesi ayrı düşmektir çünkü. Ve kavuşmak için önce aramak gerekir. Yürümek, emek vermek. Bir tercihtir şiirdeki varlığı da. Kentin dilinden yazılmış şiirde anlaşılır ki kentler ancak bir sınıfın sesi ile kavuşabilir sesine, onun sesi ile seslenebilir sadece:

“(...) Oturuyorlar
kilimde oturur gibi - ne dinlenmek üzere iş dönüşü, ne
de sindirim için yemekten sonra.

Sesler. Elleri havada. (...)

(...)

Neye dokunsalar, neyi gösterseler, neyin üstüne
bassalar sözcük oluyor hepsi. Yazılıyor gömleklerin
göğüslerine. Ayalarına ellerin. Tabanların derisine.
Kabuğuna ekmeğin.

(...)

Konuşabilirim artık. Aralandı yeniden gözkapakları
belleğimin. Yerine geldi yüzümün rengi. Kavuştum
sesime.”

Yürüyüş Şarkıları bölümünde yürüdükçe suskunluğunu aşan, çoğalan, gücünün farkına varan, coşkulanan, sorgulayan, düşünen, öğrenen ve dönüşen bir işçinin gözünden okuruz yürüyüşün şiirini. Alkışlarla yürür maden işçisi, “suskunluğa yenilmemiş ellerin çığlığıyla”. Bunun sadece bir yürüyüş olmadığını anlamaktadır yürüdükçe. Yürüyüşün gelecekle bir ilişkisi vardır. Yürüyüş, geleceği elleri ile inşa edeceklere sestir.

“(...)
yürüyoruz bugünden yarına alkışlarla
birimizin göğsünde hepimizin soluğu
her alkış bir yolculuk emeğin özgürlüğüne
yürüyoruz alkışları alkışlarla çoğaltarak”

Düşünür yürüyen. Omuz omuza yürüdükçe bir zamanlar güçsüz bacaklarının nasıl olup da şimdi bir rüzgârla koştuğunu, öfke bilmeyen suskun dilinin nasıl özgürleştiğini yürüdükçe sınıfının safında, “utangaç ve uysal” ellerinin nasıl da yumruk olup kalktığını havaya on binlerce olup diğer ellerle. Yürüdükçe, bir sınıfın parçası olarak varlığının farkına vardıkça yeni bir hayatı adımladığını duyumsamaktadır:

“Yürüyorum her adımda kendime doğru biraz daha,
yaklaştığını biraz daha duyarak her adımda dünyanın.”

Yürüdükçe özneleşir yürüyen. Anlar: “içinde bir yürek varsa sözün, içinde bir alev varsa yüreğin”, söz söylendiği gibi, söylendiği yerde, söylendiğiyle kalmayacak, “bir kıvılcıma yol ver”ecektir mutlaka. Yeni bir dildir bu. Bir söyleyeni vardır. İradeli, örgütlü: “yürüdükçe öğreniyorum, kendiliğinden ışımıyor sabah bile” Bu dünya onundur artık.

Sonra kente döner Kemal Özer yeniden. Suskun değildir artık kent. “Bir çeşme alınlığı, bir saray yazıtı, bir saat kulesi”ne dair söylencelerden, yapıların donuk tarihinden ibaret değildir. Canlıdır artık o. Yapılarla değil, yapıları var edenlerle doludur sesi:

“Söyleyebilirim, bir daha dirildiğimi her suskunluğun
ardından. Yapılarla değil, o yapılara can verenlerin
soluğuyla. Bir çağı yıkıp yeniden başlatmak üzere bir
başka çağı.”

Sesini bulan kentin ardından, yürüyenlerin sesleriyle buluşan, onların sesleriyle dönüşenlere çevirir kamerasını Kemal Özer. (Şimdi neden böyle, ben mi uyduruyorum ya da öyle yakıştırıyorum, belleğimde canlanan belli belirsiz görüntülerin içinde Nâzım’ın kapısından giren Kemal abinin boynunda bir fotoğraf makinesi mi vardı?) Olan bitenin hercümercinde onun öznesi olanın dışındakine, nesnesine, nesnesi iken özneleşenine ışık tutmak bir Kemal Özer inceliğidir şiirde. O zaman “onların sesleriyle” bir balkon kapısı aralanıverir. Sokaklarda yürüyenlerin sesleri içeri girer. Dalgın bir kız çocuğuyla hoyrat bir anneyi yakalar kahvaltı sofrasında. Annenin parmakları saç diplerini sızlatır kız çocuğunun örerken saçlarını. Anlarız ki bir zamanlar babası da… Arkası getirilemez cümlenin. Yürüyenlerin sözcükleriyle yürür onlar da geçmişlerinden bugüne.

Yürüyenlerin sesiyle, onlarla yürüyen ozandır Kemal Özer. Bu yeni yolculukta sınıfa bakan, sınıftan öğrenen aydındır o. Yürüyenlerin içinde ve onlarla yürüyerek dönüşmenin gerekliliğini, yeni bir dilin ancak böyle kurulabileceğini bilir:

“(...) Çünkü döktüğü ter
sözcükler arasında yürüye yürüye
dönüştürecek onu da o kalabalıkta
sesini sokaklara taşıyan birine.”

Bir marangozhanede çalışırken dışarıdaki sesleri duyunca kalbi hızla atan, yüreğinin neden böyle hızlandığına henüz akıl erdiremeyen, elindeki rendeyi bıraktığı için ustasından azar işiten çocuk işçidir yürüyüş. Yıllardır derdini anlatmak için ellerini kullanan dilsizin gördüğü yürüyenlerin elleridir, ellerin aradığı dil, sıkılı yumruklara sığdırılan düştür. Yürüyenlerin sesi yüzleştirir genç bir kadını yorgun bir sabahın ürpertisinde geceden kalan dağınıklığıyla sevişmelerin. Yaşlı bir adam seslerle doğrulur yatağından, -anıların gölgesinde kalmak niye- ‘hoşça kal’ yerine ‘hoşgeldin’e hazırlar kendini yeniden. Onların sesleri yaşanmış ve unutulmuş ne varsa, tarihe ve insana anlam verendir artık:

“artık ne darmadağın ne unutulmuş ne eksik
hiçbiri, sahipsiz değil onların sesleriyle buluşalı”

İskeleden bir gemiyle ayrılmak üzere olanlar, onların sesini duyar önce, onları görür. Anlarlar ki gitmek ya da kalmak değildir mesele, yolculuk başlamaz yeni bir dünya aranmayacaksa.

Ve şair henüz doğmamış olanın ilk soluğu ile ilmekler yürüyenlerin şarkısını. Geçmiş, bugün ve yarın arasındaki bağı yitirmez çünkü Kemal Özer. Ne bugünü dünden, ne yarını bugünden azade bırakır. Mücadele ve geleceği kurmak iradesi bir sürekliliktir Kemal Özer’de.

Kent sesine kavuşur nihayet, isimsiz değildir artık, Zonguldak olur. Sesine kavuşan, bir kentle birlikte bir halktır. Kent bir halk, halk bir kent olur sınıf ayağa kalkınca.

“Sonra her gün geldiler, artarak geldiler, kadınları
çocukları ve alkışlarıyla, yoğurt mayalar gibi geldiler,
pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi, su gibi, ateş gibi.

(...)

ve adını değiştirdiler bir ülkenin.”

Bugün

Engels, İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu’nda Kuzey İngiltere maden işçilerinin on dokuz hafta süren grevine katılanları anlatırken “o zamana kadar içinde bulundukları entelektüel ölümden, sonsuza dek çekip çıkarmıştı; uykudan uyandılar” diye yazar. (Sol Yayınları, 1997, s.337)

1991 Büyük Madenci Yürüyüşü belki de bu nedenle önemliydi. Sadece katılanlar, katılanların aileleri açısından değil, bütün bir ülke için böyleydi. Hep birlikte uyandık, hatırladık: Seslerimiz ancak sınıfın sesi ile yeni bir dünyayı kuracak dilin öfkesini haykırabilir, türküsünü söyleyebilir. Sesine böyle kavuşabilir koca bir ülke. Çünkü biliyoruz; sevgili Gamze Yücesan Özdemir’in Proleterlerin Gündüzü’nü bitirirken yazdığı gibi: "Bu ülkede işçiler var. Onlar toplumun yalnızca kurtuluşunun değil aynı zamanda yeniden kuruluşunun da temelidir. (...) Ülke emekçilerindir. Öyle olduğu içindir ki, er ya da geç işçi sınıfı tekrar güneşin altındaki yerini alacak ve gündüzünü yaşayacaktır." (İmge Kitabevi, s.225)

Çünkü o günlerden bugünlere bir bağ var kopmayan. Sloganlarda, sıkılı yumruklarda, Kemal Özer’in dizelerinde yaşayan, yeni bir dünyayı kuracak olmanın iradesini, umudunu ve iyimserliğini yarına taşıyan.

Belki pek duyulmuyor şimdi, ama biraz kulak verseniz işiteceksiniz. Açın pencerelerinizi, balkonlarınızın kapısını, belki de kentinizin şimdi bembeyaz sokaklarının sessizliğinde yüzünüzü kesecek ayaza aldırış etmeyin. Dinleyin. Biraz daha cesaretiniz varsa çıkıverin sokağa.

Bırakın Kemal abi omzunda çantası (ve bence fotoğraf makinesi) ile bastonuna dayanarak karşılasın sizi dizeleriyle. Bundan güzel kavuşma mı olur bu kış gününde…

Kavuşunca duyacaksınız: Ankara Nallıhan’da Çayırhan Termik Santrali maden sahalarında çalışan işçilerin eylemi bugün beşinci gününde. Aileleriyle, çocuklarıyla kararlı, gülümsüyorlar objektiflere. “Özelin ne olduğunu burada herkes çok iyi biliyor,” diyorlar. Sadece haklarını kaybedecek olmaya karşı bir direniş değil bu, fazlası var. Özelleştirmeye hayır diyorlar, toprağımızın, vatanımızın satılmasını istemiyoruz diyorlar. Memleketin pek çok yerinde farklı işyerlerinden benzer sesler yükseliyor. Kimi cılız kimi gür. Kimi ürkek kimi cesur. Kimi çekingen kimi cüretli. Sesler yükseliyor. Belki tek tek bakınca farkına varamıyoruz, ama tümü işleri ile, işyerleri ile, emekleri ile memleket ve yarın arasında bağ kuran sesler. Onların sesleri…           /././

Öğretmenleri hedef tahtasına oturtan 12 Eylül'ün göz boyaması: 24 Kasım Öğretmenler Günü -Mustafa Demir*-

Öğretmenler Günü Kanunu'nu çıkaran cuntacı paşalar, öğretmenleri ve onların örgütlerini hedef tahtasına koymuşlardır. Onlara göre ilk önce sindirilmesi gerekenlerin ilk sıralarında öğretmenler vardı.

Türkiye’de 1981 yılından bu yana 12 Eylül paşalarınca çıkarılan bir kanunla (26 Şubat 1981 — Sayı: 17263), Mustafa Kemal Atatürk’ün Başöğretmenliği kabul ettiği gün olan 24 Kasım’ı (1928) ‘Öğretmenler Günü’ olarak kutlanmaktadır. Ülkemizde bir meslek grubu için kanunla belirlenen tek gündür. 

Ayrıca ülkemizde birçok öğretmenin, bazı öğretmen sendikalarının ve öğretmen örgütlerinin kutladığı Dünya Öğretmenler Günü vardır. Bu günün tarihsel dayanağını, 5 Ekim 1966’da Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) ile Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) önderliğinde düzenlenen ve Türkiye’nin de temsil edildiği hükümetler arası bir konferansta alınan, ‘Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararı’ oluşturmaktadır. UNESCO 1994’te bu günü Dünya Öğretmenler Günü olarak ilan etmiştir. Ayrıca birçok ülkede öğretmenler günü olarak, kültürel ve tarihi özelliklerine ve okulların tatil günlerine uygun tarihleri kabul edilmiştir.

Ülkemizde hem 12 Eylül paşalarının koydukları kanun gereği hem de Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararına atfen, iki öğretmenler günü kutlanmaktadır. Böyle bir durumun dünyada ikinci bir örneği var mıdır?  Bilmiyorum. Ayrıca bu iki günün hem konuluş nedeni hem de amaçlarında hiçbir ortak özellik yoktur.

Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararı, öğretmenlik mesleğini evrensel normlarla tanımlayan ve öğretmenlerin haklarını ulusal ve yerel hükümetler karşısında güvenceye almaya çalışan bir belgedir. Yani içeriği, ilkeleri, hedefleri ve önerileriyle bu belge: öğretmen sorunlarının çözümü, mesleki statülerinin korunması ve geliştirilmesiyle birlikte öğretmenlerin yetiştirilmesi konusunda devleti görevli sayıyor ve ona ödev veriyor. Bu niteliğiyle,  UNESCO ‘tavsiye belgesi’ aynı zamanda uluslararası düzeyde yapılmış bir toplusözleşme niteliği taşımaktadır.

Türkiye Hükümeti’nin altına imza atığı bu belgeye rağmen, gelmiş geçmiş hükümetlerin yükümlülüklerini yerine getirdiği söylenemez. Örneğin, ülkemizde öğretmenler Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ülkeleri arasında ekonomik, sosyal ve özlük haklar açısından son sıralardadır. 

24 Kasım Öğretmenler Günü Kanunu, mesleki dayanışma ve öğretmenlik mesleğinin kutsallığından da söz etmiş olmasının yanında öğretmenlere, Milli Eğitim Temel Kanunu’na ek olarak, 12 Eylül ile birlikte kurulan sistemi koruma/savunma ve Milli Eğitim Bakanlığının iç düzeninin uyumu için yeni görevler yüklemiştir.

Ayrıca Öğretmenler Günü Kanunu'nu çıkaran cuntacı paşalar, öğretmenleri ve onların örgütlerini hedef tahtasına koymuşlardır. 12 Eylül paşalarına göre ilk önce ezilmesi ya da en azından sindirilmesi gerekenlerin ilk sıralarında öğretmenler yer almaktaydı. Çünkü onlara göre öğretmenler "anarşinin" baş sorumlularındandı. Genç beyinleri onlara, bu haliyle teslim etmemek gerekirdi. Öyle de yaptılar. 670 şubesi ve 220 bini aşan üyesiyle dünyanın sayılı örgütlerinden biri olan TÖB-DER’in (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) faaliyetine son verildi. TÖB-DER’in 12 Eylül 1980’e kadar 230 üyesi katledilmiş ancak, darbeci paşalar bu katledilenlerin faillerini bulmak için hiçbir soruşturma ve takibat yaptırmamışlardır. Aksine, TÖB-DER yöneticileri tümü ve aktif olan üyelerinin çoğunluğu tutuklandı, işkencelerden geçirildi, işten atıldı. Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından TCK’nın 141 ve 142. maddelerine göre TÖB-DER’in 64 yönetici ve temsilcisine 4 ile 9 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi. TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu, vatandaşlıktan çıkartıldı. 1402 sayılı yasa gerekçe gösterilerek 3 bin 854 öğretmenin işine son verildi. Binlercesi sürgün ya da erken emekli edildi.1 TÖB-DER’in mallarına el konuldu ve hazineye devredildi. Daha sonra TÖB-DER üyesi öğretmenlerin tüm girişim ve çabalarına karşın bu mallar geri verilmedi. Malların öğretmenlere iadesiyle ilgili açılan davalar reddedildi (bu dava dosyası şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde görüşülmektedir). Bunlarla yetinmeyen 12 Eylül paşaları, Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın (TÖS) önderliğinde ve Türkiye İlkokul Öğretmenleri Sendikası'nın (İLKSEN) katılımıyla gerçekleştirilmiş olan ve dört gün süren Büyük Öğretmen Boykotu'na (15 Aralık 1969) katıldıkları gerekçesiyle TÖS üyesi olduğunu sandıkları binlerce öğretmen hakkında soruşturma açarak ve hayali suçlamalarla ücret kesimi, kademe durdurması ve benzeri cezalar verdiler.

Paşalar bunları yaparken, göz boyamak ve şirin gözükmek için göstermelik bir şeyler yapma gereği duydular. Bunlardan ikisi dikkat çekicidir: Öğretmenevlerini açmak ve 24 Kasım’ı Öğretmenler Günü olarak belirlemek. Bu günü belirlerken de Atatürkçülük kisvesine bürünmek. Oysaki 12 Eylül paşalarının Atatürkçülük yorumu, baskıcı ve her türlü özgürlüğe düşmanlığın izlerini taşıyan çarpıtılmış bir Atatürkçülüktü. Diğer bir anlatımla bu paşaların Atatürkçülüğü, Türk- İslam sentezine dayanan, aşırı milliyetçi ve kutsal devletçi, çarpıtılmış ve alakasız bir yoruma dayanıyordu. Yani bu yorumda 12 Eylül endoktrinasyonunu (birisine veya bir topluluğa görüş, düşünüş aşılama ya da fikir telkin etme) meşrulaştırma amaçlı bir Atatürkçülük söz konusuydu. Bu meşrulaştırma işine Atatürk’ün Millet Mektepleri ‘Baş Öğretmenliğini’ kabul ettiği gün Öğretmenler Günü için de en uygun gündü. Üstelik Atatürk’ün 100. doğum yılına da yakışırdı.

Düzenlenen kutlama törenlerinin amacının, "Devletin eğitim, öğretim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan ve özel ihtisas mesleğinin elemanı bulunan öğretmenlerin toplumdaki saygın yerlerini almalarını sağlamak, mesleğin özelliklerini vurgulayıp gereği gibi belirtmek, öğretmenler arasında saygı ve dayanışmayı kuvvetlendirmek, sorunlarını dile getirerek ilgililere ve yetkililere duyurmak" olduğu söylenildi. Ancak hiç de öyle olmadı. Örneğin: Henüz, 12 Eylül öncesi son Demirel Hükümeti’nin Milli Eğitim Bakanı Orhan Cemal Fersoy'un öğretmenler için "alçaklar" ifadesini kullanması hafızalardaki tazeliğini korurken, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam, bir toplantıda öğretmenlerin ekonomik olarak sıkıntı yaşadıklarının dile getirilmesine "Sırtınızda küfe yok. Beğenmeyen bu iş yapmasın" yanıtını vermiştir.

Öğretmenler günü kutlamalarına ve uygulamalara bazı örnekler:

  • Öğretmenler Günü etkinlikleri için yurt içinde ve dışında kutlama komiteleri kuruldu. 
  • Her ilçede, değerlendirmenin neye göre yapıldığı belli olmayan yöntemle, bir öğretmen yılın öğretmeni seçildi. Bu seçilenler arasından biri de il için yılın öğretmeni seçilerek Ankara’ya gönderildi. Bunlar, Ankara’da ağırlandılar, televizyona çıkartılarak “meşhur edildiler”. Aralarından biri Türkiye’de yılın öğretmeni seçilerek “meşhurlar meşhuru” ilan edildi.
  • Seçilen yılın öğretmenlerine maddi ödüller verildi. Hâlâ da bu uygulama devam edilmektedir.
  • Okullarda öğrencilere kutlama etkinlikleri düzenletildi. Amblem, afiş, rozet, şilt hazırlandı. Okullar bayrak, flama, afiş ve Atatürk resimleri ile donatıldı. 
  • Hazırlanan programlara göre sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler 24 Kasım’ı içine alan hafta boyunca gerçekleştirildi. 
  • İlçelerde ve illerde çeşitli yarışmalar düzenlendi. 
  • Öğretmenlerin piyeslerde rol alma ve koro çalışmalarına emrivakilerle katılımı sağlandı. 
  • Bazı yerlerde öğretmenlere, ilçe ya da il protokolünü oluşturanların önünden resmigeçit yürüyüşü yaptırtıldı.
  • Camilerde ise imamlar, öğretmenlik mesleği ile ilgili olan ve Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan hutbeler verdi.
  • Mesleğe yeni başlayan öğretmenlere 24 Kasım’da devlet memurluğuna giriş ve öğretmenlik yemini ettirilmeye başlandı. 

Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi öğretmenler “kendi günlerini” devletin belirlediği ve nasıl olması gerektiğini de dikte ettiği etkinliklerle kutladılar. Bu kutlama yöntemi bugün de devam etmektedir.

Her 24 Kasımda yöneticiler ve siyasiler öğretmenlik mesleğinin önemi ve kutsallığı üzerinde durdular; öğretmenler için çok iyimser vaatlerde bulundular; özlük ve ekonomik haklarının iyileştirilmesiyle ilgili iddialı laflar ettiler. Ancak hiçbir gerçekleşmediği gibi, gelenek haline gelmiş olan öğretmenler üzerinde baskı kurma, korkutma ve sindirme uygulamaları artırılarak sürdürüldü.  

Ayrıca; 

  • 12 Eylül darbesinden sonra mağdur edilen binlerce öğretmen yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.
  • Öğretmenler, sürekli kardeş kavgalarının kışkırtıcıları ve vatan haini olarak suçlandı.
  • TRT televizyonu ekranlarından "TÖB-DER’li öğretmenlerin ülkeye vermiş oldukları zararlar" alakasız ve abartılı bir şekilde aralıksız anlatıldı. 
  • Görevine son verilen öğretmenlerden bir kısmı seyyar satıcılık, ansiklopedi pazarlamacılığı ve benzer işlerle geçimlerini sağlamaya çalıştı.

Yine bugün, yani bir 24 Kasım’da daha muktedirler, öğretmenler için övgü dolu sözler söyleyip, büyük vaatlerde bulunacaklardır. Ancak söylenen hiçbir sözün ve vaatlerin karşılığı olmayacaktır. Çünkü hep öyle olmuştur.

Yıllar içinde öğretmenlerin aldıkları ücret ve diğer ödemeler doğal olarak artmıştır. Ancak bu artış rakamsal olup reel gelir artışı değildir. Tersine öğretmenlerin, özelikle de mevcut iktidar döneminde reel gelirlerinde belirgin bir azalma söz konusudur. Hatta ücretler artık yoksulluk sınırın altına imiş ve açlık sınırına yaklaşmıştır.

Devlet okullarında sözleşmeli ya da ücretli çalışan öğretmenlerin aldıkları ücretler ise açlık sınırının altındadır. Ayrıca bu öğretmenlerin işvereni devlet olmasına karşın ne iş ne de mesleki güvenceleri vardır. 

Atanamayan öğretmenlerin durumu ise toplumun ve ülkenin kanayan yarası olarak bir kenara bırakılmıştır. Mevcut siyası iktidarın bu sorunu çözmeye niyetinin olmadığı da açıktır.

Kamuda devlet memuru statüsünde çalışan öğretmenlerimizin önemli bir bölümünün yaşamlarını parasal olarak normal koşullar içinde sürdürebilmek için ek iş yapmak zorunda bırakılmış olması artık toplumsal olarak kanıksanmış bir durumdur.

Özel okullarda çalışan öğretmenlerin durumları ise hem iş güvencesi hem aldıkları ücret hem de ücretlerini düzenli alamama gibi sorunlardan dolayı içler acısıdır. Her an işsiz kalma riski altındadırlar. Özel okul çalışanlarına yönelik yapılan yasal düzenlemelerse bu durumu daha da pekiştirmiştir.

Yıllar içinde öğretmenlerin ekonomik kayıpları ve sosyal sorunlarının artmasına ek olarak, mesleki saygınlıklarında da ciddi gerilemeler yaşanmıştır. Öğretmenlik mesleği, izlenen politikalar nedeniyle dikkat çekecek ölçüde yıpratılmıştır. Bu yetmiyormuş gibi 7528 sayı ve 10.10.2024 tarihli "Öğretmenlik Meslek Kanunu" öğretmen haklarını daha geriye götürdüğü gibi öğretmenler arasında da statü ayrımı yaratmıştır.

Bunun için ülkemizde eğitim politikalarına yön verenler, öğretmenlik mesleği ve eğitim alanında yaşanan sorunların, sürekli artarak çözümsüzlük noktasına yaklaşmasının baş sorumlularıdır.

İzlenen liberal politikaların etkisiyle, başta eğitim ve sağlık alanları olmak üzere, kamu hizmetlerinde güvencesiz, esnek ve performansa dayalı çalıştırma politikasını acımasızca sürdüren siyasi iktidar, sözleşmeli öğretmen alımında bile mülakat sınavı uygulaması yoluna gitmiştir. Ayrıca iktidarın izlediği politikalar, eğitim ve öğretim çalışanlarını çalışma yaşamında güvencesizleştirmenin yanında, özlük hakları ve çalışma koşulları arasında belirgin farklılıklar ve adaletsizliklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Türkiye’de, öğretmen yetiştirme ilkeleri ve hedeflerinin, olması gerekenin çok uzağında kaldığı görülmektedir. Türkiye’nin hiç önem vermediği hedeflerin başında gelen "Gerekli moral, düşünsel, fiziksel ve kişisel nitelikler taşıyan ve istenilen bilgilere ve beceriye sahip öğretmen yetiştirilme" ilkesi2 neredeyse unutulmuştur. Ülkemizde öğretmen yetiştiren fakültelere girenler, öğrencilikleri süresince okullarını bitirdiklerinde atanamama endişesiyle eğitimlerini sürdürmektedirler. Ayrıca öğretmen adaylarının aldıkları eğitim, hem dağınıklığı hem de niteliği bakımından bu ilkelerden çok uzaktır. Çünkü yıllardır izlenen politikalarla öğretmenlerin mesleki saygınlığı ve heyecanı zayıflatılırken, öğretmen yetiştirmeye de aynı anlayışla bakılmıştır. Böylece öğretmen yetiştirmede de kısa bir sürede aşılması zor sorunlar ortaya çıkmıştır.

İşte bu gerçekler içinde bir 24 Kasım Öğretmenler Gününü daha "kutluyoruz".

Eski EĞİT-DER Genel Başkanı, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) üyesi

  • 1.Bu sayılar Halit Çelenk’in Hukuki Acıdan TÖB-DER Davası adlı kitabından alındı. Ayrıca TÖB-DER’in son MYK üyelerinden İsmet Yalçınkaya’nın bilgisinden yararlanılmıştır.
  • 2.Bu ilkeler UNECO’’nun ‘Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararı Sözleşmesi’nde yer almaktadır.                                         /././

12 Eylül işkenceleri ve özel harp “Atatürkçülüğü” -BİRGÜN


12 Eylül sonrası birleştirici değil, ayrıştırıcı Atatürk ve cumhuriyet anlatısı, hapishanelerden tarih kitaplarına, TV kanallarına zerk edildi, bugün de yine Evren’in makbul aydınları, tarihçileri “Osmanlı Paşası” Atatürk imajı üzerinden bugünün konjonktürüne uygun yeni bir revizyona giriştiler. Osmanlı’yı yıkan değil, onun parçası bir Atatürk imgesi de darbe döneminde dönüştürülen Kemalizm esasında emperyalizmle barışık, sağcı bir Türkiye yaratma vizyonuna dahildir. İlmiye Çığ’ın ölümünün ardından, hakkındaki gerçeklere karşın, muhalif kesimlerce sözde Atatürkçülük adına sahiplenilmesi de bu revizyonun ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi!

Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümü 12 Eylül’ün karanlığındaki işkenceleri bir kez daha gündeme getirdi. CIA’nın, “insan zihnini ve davranışlarını yönlendirme” araştırmalarının İlmiye Çığ’ın da parçası olduğu Hamide Zekeriya İtil (HZİ) Vakfı tarafından 12 Eylül sonrasındaki devrimci mahkûmlara uygulandığı biliniyor.

M. İlmiye Çığ’ın kendisi de 12 Eylül’de Türk-İslam sentezinin resmî ideoloji olarak şekillenmesinde ve cunta anayasasının yapımında önemli roller üstlenen Aydınlar Ocağı’nın bir mensubuydu.

Bu ideolojik faaliyetlerin önemli bir kısmı da Kemalizmin ileri yanlarının ortadan kaldırılması üzerine şekillenmiş bir Atatürkçülük inşa edilmesiydi. 12 Eylül idaresi, Atatürkçülüğü sürekli olarak bir ideolojik motif olarak kullandı, her fırsatta “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılıklarını” ifade ettiler. Bu Atatürkçülük demagojisine karşın, emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluşçuluk üzerine yükselen cumhuriyet, emperyalizme yeni bir teslimiyet içinde ilerici değerlerinden kopartılarak, gerici bir dönüşüme uğratıldı.

Amerikan güdümlü 12 Eylül cuntasının asıl hedefi de bu kapsamdaki bir dönüşümün gerçekleşmesin önünde engel olarak görülen, devrimci toplumsal aydınlanma hareketinin bastırılmasıydı. Maraş, Çorum katliamlarından, Bedrettin Cömert’e Karafakıoğlu’na uzanan aydın cinayetlerine bir iç savaş içerisinde önlenemeyen sol yükseliş, askerî darbe yoluyla başarıldı. Devrimcilere yönelik katliam ve CIA uzantılı işkencelerden Aydınlar Ocağı ve palazlandırılan tarikatlara kadar tüm adımlar, sol devrimci düşüncelerin etkinliğinin kırılması, muhalefet potansiyellerinin parçalanması olarak şekillendi.

12 Eylül’ün dizginsiz devlet terörü içinde politikadan arındırılan kitleler içine düşürüldükleri güvensizlik iklimi ve kimlik bunalımı içinde devlet eliyle palazlandırılan tarikatlar eliyle dine yönlendirildi. ABD’nin Yeşil Kuşak Projesiyle başlayan bu gelişmeler, Özal’lardan geçilerek, Büyük Ortadoğu Projesi içinde güncellenerek iktidara taşındı.

Bunun karşısında muhalif kesimler için de ilericilik bağlantıları ortadan kaldırılarak, devlet bekası ve iç düşman algısı üzerinden oluşturulmuş, özel olarak sola karşı konumlandırılmış bir Atatürkçülükle manipüle edildi. Nasıl 12 Eylül sonrası birleştirici değil, ayrıştırıcı bu Atatürk ve cumhuriyet anlatısı, hapishanelerden tarih kitaplarına, TV kanallarına zerk edildiyse, bugün de yine Evren’in makbul aydınları, tarihçileri de şimdi “Osmanlı Paşası” Atatürk imajı üzerinden bugünün konjonktürüne uygun yeni bir revizyona giriştiler. Osmanlı’yı yıkan değil, onun parçası bir Atatürk imgesi de darbe döneminde dönüştürülen Kemalizm de esasında emperyalizmle barışık, sağcı bir Türkiye yaratma vizyonuna dahildir.

M. İlmiye Çığ’ın ölümünün ardından, hakkındaki gerçekler de ortaya çıkmasına karşın, muhalif kesimlerce sözde Atatürkçülük adına sahiplenilmesi de bu revizyonun ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi!

Belki her şeyden önce anlaşılması gereken şey, mevcut emperyalizme bağımlı siyasal İslamcılığın bir uzantısı olarak kurgulanmış (ve Kemalizmin tüm ilericiliğinden arındırılmış) bir Atatürkçülük perdesi altındaki devletçilik üzerinden mevcut rejime karşı muhalefet yapılamayacağı gerçeğinin hatırlanmasıdır. Bunu anlamak için, M. İlmiye Çığ’ın Erdoğan ve siyasal İslamcı rejimin kapıkulu görevini üstlenmiş D. Perinçek’in Vatan Partisi’nin başdanışmanı olarak görev yapmış olduğunu hatırlamak da yeterli olsa gerek.

BİR 12 EYLÜL AYDINI OLARAK MUAZZEZ ÇIĞ

Bugün kendisini aydın olarak niteleyen bir kesimin arkasından her gün bir yeni övgü uydurduğu Muazzez İlmiye Çığ, esasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hititoloji lisans bölümü mezunuydu. Lisans eğitimini tamamladıktan sonra herhangi bir akademik programa dahil olmamasına rağmen kendisinden büyük bir alçakgönüllülükle “Çok karıştırılıyor, profesör değilim, doçentim!” diye bahsediyordu. Sümeroloji bilmeyen, konu hakkında hiçbir akademik çalışması da bulunmayan Çığ’ı “Sümer kraliçesi” mertebesine eriştiren, tüm siyasal bağlantılarının yanında, Ankara Üniversitesindeki hocalarının uçuk tezleriydi. Nazi Almanya’sından Yahudi olduğu için Türkiye’ye sığınan üniversite profesörlerinden Hans Gustav Guterbock ve Benno Landsberger, Ankara Üniversitesinde antik medeniyetler dersleri vermeye başladılar.

Enteresandır, Guterbock henüz Yahudi olduğu için Naziler tarafından hedef alınmadan önce de Alman devletinin görevlendirilmesiyle Çorum’da Hattuşa antik kentlerinde görev yapıyordu, bu kazılar Almanlar için Sümerlerin de aynı “aryan ırktan” geldiğini kanıtlaması açısından bir kıymeti harbiyeye sahipti. Ancak dönem değişip Guterbock Türkiye’ye sığınmak zorunda kalınca, bu kez Türkiye’de yükselen Türkçülük akımına uyum sağlayarak, “Üstün Türk milletinin atası medeniyetin kurucusu Hititler ve Sümerler” anlatısını geliştirdi. Fakat Guterbock’un öğrencisi Çığ, bu anlatıyı Nazi esinlenmesi 1930’lu yıllarda bırakmayarak, kendisine bir kariyer inşa etti. Yine aynı dönemde, Nazi esintili bir Türkçülük ideolojisinin kültürel inşasında önemli yer tutan Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezine de yaptığı bilim dışı ‘katkılarla’ pseudo-aydın profilini geliştirdi. Çığ’ın Sümer dilinin Türkçeden, Sümerlerin Orta Asya Türklerinden geldiğini iddia eden uçuk ve temelsiz çalışmaları yalnızca 40’lar dünyası için değil, 12 Eylül sonrasındaki yeni Kemalizm inşası için de bulunmaz nimetti.

Uluslararası akademik camiada müze memuru olarak bahsedilen Çığ’ın, Türkiye’de “Sümer kraliçesi” olarak taçlandırılmasının tek sebebi ise bu uçuk tezleri değildi. Çığ ve kardeşi İtil’in CIA bağlantıları ile 12 Eylül Türkiye’sinde yürüttüğü insanlık dışı deneyler, ondan bir “makbul aydın” çıkarmıştı.

1980’de kardeşi Turan İtil’in Türkiye’ye dönmesi ile birlikte CIA’nin finanse ettiği “beyin yıkama” deneyleri için İstanbul’daki HZİ vakfında iki kardeş, 1970’lerde Aydınlar Ocağını kuran, 12 Eylül ile birlikte TRT yönetim kurulu üyeliğine kadar yükselen Ayhan Songar ile birlikte, siyasi mahkûmlar üzerinde rızasız, kalıcı hasarlara da sebep olan uyuşturucu deneyleri yaptılar.

12 Eylül döneminin ardından yeniden “aydın paltosunu” giyen ve bu kez danışmanı olduğu Perinçek’in Vatan Partisi’nin çizgisine uygun bir Sümer tarihi uydurmaya devam eden Çığ, AKP’nin bir dönem başörtüsü tartışması üzerinden yaratmaya çalıştığı kutuplaşmaya da dahil olmuş, başörtüsünü Sümerlerde fahişelerin taktığını iddia etmişti. Toplumda infial yaratmaktan başka hiçbir anlamı olmayan bu tür anlatıların, tarihsel olarak da herhangi bir kaynağı bulunmuyor tabii ki. Sümerce çiviyazısı da bilmeyen Çığ için Sümerler ancak gündem konusu olduğunda üzerine üfürülebilir, zaten ülkede pek az bilinen otantik bir mitti.

                                                                       ***

CIA’İN BEYİN YIKAMA PROJESİ MK-ULTRA

Muazzez İlmiye Çığ ve kardeşi Turan İtil’in kurduğu Hafize Zekeriya İtil Vakfının 12 Eylül mahkûmları üzerinde yaptıkları ilaç deneyleri ve benzeri psikolojik-kimyasal işkencelerin kökeni, İtil’in eğitim gördüğü ABD’ye dayanıyor.

İlk olarak 1940’lı yıllarda Nazi biliminsanları tarafından Rus, Polonyalı ve Yahudi savaş esirlerine yapılan beyin yıkama deneyleri, savaşın ardından birçok Nazi’nin CIA başta olmak üzere ABD’nin kritik kurumlarında istihdam edilmesiyle, yeni kıtada sürdü. CIA’nin MK-Ultra adını verdiği proje kapsamında, örgüte çalışan biliminsanları, beyin yıkama, hipnoz ve konuşturma hedefiyle insanlık dışı ilaç deneylerinde bulundular.

ABD’de 1953’te başlayan ve 20 yıl sonra Kongrede duyulmasının ardından sonlanan MK-Ultra projesinde, bir kısmı gönüllü bir kısmı ise habersiz binlerce insan denek kullanıldı. Özellikle habersizce denek haline getirilen insanların, hapishanelerdeki mahkûmların deneylerde kullanılması, proje sızdırıldıktan sonra oldukça ses getirdi. Esasında beyin yıkama gibi uçuk bir hedefle, insanlara MDMA, LSD, meskalin, eroin gibi uyuşturucu maddeler verilerek gözlemlenmesine dayanan deneylerin gerçekçi amacı ise sorguda çözülmek, sorguya dayanmak, alkole direnmek, kontrollü hafıza kayıpları yaratmaktı.

Soğuk Savaş paranoyasındaki Amerika, Kore Savaşında Komünistlere esir düşen askerlerinin fikren dönüşmüş şekilde ülkeye dönmesinden, SSCB’nin beyin yıkama deneyleri yaptığı sonucuna vardı. CIA’nin hedefi, güya benzer bir beyin yıkama formülü bularak “komünistleri” konuşturmak, hatta imkânı varsa madde tesiriyle kendi taraflarına geçirmekti. 2011 yılında gizliliği kalkan CIA belgelerinde, operasyonlar sırasında hipnoz yöntemleri ve ilaç kullanımının yanı sıra ABD’li “sihirbazlara” büyü rehberleri dahi yazdırıldığı ortaya çıkarıldı. Denek olarak kullanılan insanlarda halüsinasyon gibi birçoğu kalıcı zihinsel hasarlar yaratan operasyon, Amerikan kongresince resmî olarak rafa kaldırılsa da ülkenin içerisinde ve dışarısında farklı amaçlarla sürdürüldü.

TÜRKİYE’DE DENEYLER ZİVERBEY’DE BAŞLADI

ABD’de CIA’nin resmî olarak sonlandırdığı proje, müttefik ülkeler olan Almanya, Japonya, Türkiye’de, hatta Guantanamo’daki esir kamplarında ve gizlice ABD’deki üniversitelere kadar el altından sürdürüldü. Amerikan basınının 1970’lerde ortaya çıkardığı belgelere göre, doğrudan Amerikan Hava Kuvvetlerinin teşviki ile proje ABD’deki Psikiyatri Enstitülerinde sürdürüldü, MK-Ultra projesinde çalışan biliminsanları fonlanmaya devam etti.

Türkiye’de ise ilk işkencede ilaç deneyleri, 12 Mart döneminde gerçekleşti. Eski Fenerbahçe futbolcusu, nöropsikiyatr Doktor Memduh Eren, 12 Mart döneminde uydurma iddialarla Bomba Davasının sanığı olarak tutulduğu Ziverbey köşkünde, işkence sırasında uyuşturucu madde ile sorgulandığını ortaya çıkarmıştı. İlaç deneylerinin yapıldığı Ziverbey köşkü işkencelerinden sorumlu MİT’çi Bülent Öztürkmen, sonraki yıllarda devrimcilerin hedefi oldu. Ancak Türkiye’de bu tür ilaçların hakiki bir işkence aracı haline gelmesi, 12 Eylül ile mümkün olacaktı.

İTİL’İN ABD’DE BAŞLAYAN “DENEY” SERÜVENİ

Turan İtil’in uyuşturucu deneyleri ile tanışması, MK-Ultra projesinde çalışan Alman nörolog Max Fink ile tanışmasıyla başladı. CIA’nin fonlamaya devam ettiği Fink, potansiyel gördüğü İtil’i Almanya’dan ABD’ye getirerek başında bulunduğu Missouri Psikiyatri Derneğinde çalışmalara başladılar. Hastalara LSD vb maddeler vererek tedavilerini gözlemleyen Fink, maddenin ABD’de yasaklanmasının ardından dernekten ayrıldı. İtil ise yasak olduğu halde LSD ile deneylerini psikiyatri hastalarında sürdürdü.

Geçtiğimiz günlerde Çığ’ın ölmesiyle gazeteci Cengiz Erdinç’in kamuoyuna taşıdığı, Amerikan basınından 1975 tarihli habere göre İtil ve geçmişte Amerikan ordusunda uyuşturucu deneyleri yapan Dr. Marrazzi, Psikiyatri Derneğinde de yasak olduğu halde hastalar üzerinde LSD kullandığını ortaya çıkardı.

İtil’in ortağı ile birlikte hastalar üzerinde gerçekleştirdiği uyuşturucu deneylerinin ortaya çıkmasından henüz bir yıl önce ise kardeşi Çığ ile birlikte New York’ta HZİ vakfını kurmuştu.

Kardeşler, aynı isimle bir vakıf da Türkiye’de kurdu. ABD’de uyuşturucu deneylerinin yasaklanması ve denetiminin artırılmasının ardından ise İtil Türkiye’ye geldi, 12 Eylül darbesi sonrası kendisine uygun ortamı ağır işkencelerin sürdüğü hapishanelerde buldu. Hakeza 1970’lerde, yine C. Erdinç’in anlatımına göre İtil Türkiye’deki hastanelerde de çocuklar üzerinde LSD maddesi kullanarak deneyler yapmıştı, şimdi ise şartlar istediği gibiydi.

Nokta dergisinin 1985 yılında gerçekleştirdiği röportajda, Muazzez İlmiye Çığ, kardeşinin insanlık dışı tıbbi pratiklerini bir ülke sevdası gibi pazarlarken, deneylerin Türkiye’de başlangıcında dair de önemli bir detay paylaşıyordu. Çığ’ın iddiasına göre TSK, bu tür deneylere 1977 yılından itibaren başlamıştı bile:

“Turan, ‘Ben ne yapabilirim?’ diye düşündü. ‘Bu genç çocuklar nasıl teröre bulaştılar, bunların psikolojisini araştırabilirim’ dedi. Daha sonra Turan buraya geldi. O zaman Kenan Evren ve Millî Güvenlik Kurulu vardı. Bir vasıtayla kurula gidip, yapmak istediği araştırmayı anlattı. Meğerse askerler, 1977’de böyle bir araştırmaya başlamışlar.”

ABD’de CIA’nin finanse ettiği Max Fink’in yetiştirdiği İtil, Türkiye’de Kenan Evren tarafından mutlulukla karşılandı! Herhangi bir vasfı olmadan MGK’da yaptığı çalışmaların sunumlarını yaptı, 12 Eylül komutanlarından, hapishanelerde deney yapmak için tam yetki aldı, birçok hapishanede mahkûmların rızası ve bilgisi olmaksızın LSD vb maddelerle deney yaptı, ekibiyle izledi, kimi mahkûmları hapishaneden çıkarıp vakfına getirdi. Tüm bu insanlık dışı deneyler, Evren’in rızası ile İtil ve kız kardeşi Çığ’ın yöneticisi olduğu HZİ vakfı tarafından gerçekleştirildi.

KOMÜNİZMİ İĞNE İLE TEDAVİ ETMEYE ÇALIŞTILAR

Bu dönemde İtil’in HZİ vakfı ile 12 Eylül hapishanelerinde sürdürdüğü deneyler, yıllar sonra devrimcilerin tanıklığı ile açığa çıktı. Erzurum 3 No’lu Askerî Cezaevinde siyasi mahkûmlara yönelik olarak yapılan deneyleri, bu dönemin siyasi mahpuslarından BirGün Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Aydın şöyle anlatıyor:

“Bize bir ara özellikle hücrelere götürüp çıkarırken yoğun iğne vurmaya başladılar. Yani ne olduğunu bilmediğimiz tarzda böyle bir anda işte 5 enjektörün, 6 enjektörün doldurulup iğne vurulduğu olaylar olmaya başladı. Hücreye giden arkadaşların hemen hemen hepsine aşağı yukarı bu uygulamayı yapmaya başladılar. Hücreye giriyorsun 1 hafta sonra çıkıyorsun, girerken atıyorum 10 tane iğne yiyorsun çıkarken bir 10 tane daha iğne yiyorsun. Sonra bir hafta sonra tekrar gidiyorsun yine o iğneyi vuruluyorsun.

Öyle yoğun bir iğne vurma furyası başladı. Bir yandan da havalandırmaya çıktığımız zaman bizi kulelerden gözleyen, hiç tanımadığımız tipler ortaya çıkmaya başladı. Birkaç ay sürdü bu uygulama. Saymıştım, 52 tane iğne vurmuşlardı bana. Sonra herhangi bir etkisi olmadı. Herhangi bir şey hissetmedim. Daha sonra bunun ne olduğunu araştırdık, öğrendik.

Siyasi mahkûmlar üzerinde yapılan bir deney. Özellikle Amerikan menşeli işte ‘Komünizm bir hastalıktır, dolayısıyla hastalık pekâlâ tedavi edilebilir’ diye başlayan bir proje bu. Türkiye'de Turan İtil yürütüyor bu projeyi, komünistleri tedavi etmek için. Bunun birçok suç duyurusunu yaptık. Daha sonradan hastanelere götürdüler, incelediler, tahliller yaptılar. Herhangi bir şey çıkmadı. Sanırım zaten yanlış bir ilaçmış herhalde ki, komünist düşünce tedavi olmuyormuş. O dönemde direniş içerisinde olan, dolayısıyla hücreye giden, tektip elbise giymeyen, hücreye giden hemen hemen herkes o iğnelerden yedi.”

BİLİMİN KÖKÜNE OT TIKAYAN KARDEŞLER

Turan İtil, yaptığı insanlık dışı işkenceleri ve niyetlerini gizleme gereği duymayan tam bir antikomünistti. 12 Eylül sonrası dönemde Türkiye’de verdiği röportajlarda, üzerinde rızasız deneyler yaptığı mahkûmlardan hakaretlerle bahsediyor, “terörizm” olarak yaftaladığı devrimciliğin genetik olduğunu, benzer bir kan ailesinden geldiğini iddia edecek kadar uçabiliyordu. Bu “son derece bilimsel” görüşleri, hiçbir dönemde ana akım medyada ve kamuoyunda sorgulanmadı. İtil bu insanlık dışı işkenceleri sürdürürken, bu uçuk görüşlerini kamuoyuyla paylaşırken, vakfın diğer ortağı olan kardeşi de hiçbir akademik vasfı olmadığı Sümeroloji hakkında kendi uydurduğu Türkçü tezlerle gündeme geliyordu. Hakeza Çığ, kardeşinin uydurma teorilerini kendisi de benimsemişti, 1980’li yıllarda verdiği bir röportajda devrimciler üzerinden yapılan deneyleri insanlık dışı yakıştırmalarla meşrulaştırıyordu: “Cinayet işlemiş ve mahkûm olmuş sağcı ve solcu çocuklar üzerinde yapılıyordu. Aynı yaştaki aynı eğitim düzeyinde, benzer ailelere gelen ama farklı siyasi tercihleri olan çocuklar seçilmişti. Sonuçta, bu çocukların ister sağcı ister solcu olsunlar, zekâ derecelerinin yapılan kontrollere göre istatistik olarak çok düşük oldukları ortaya çıktı. Ayrıca tetiği çeken profillerin İtalyan-Amerikan mafya mensuplarının profillerine çok benzediği saptandı. Araştırma bitince kardeşim askerlere, ‘Dünyada terör uzamanları var. Siz onları çağırıp, bu bulguları onlara sunun. Size yol göstersinler’ dedi.”

Yine 1985 yılında Turan İtil, Türkiye’de uluslararası terörizm ve hapishanelerde rehabilitasyona dair bir konferans düzenledi. Basına kapalı yapılan konferansa, geçmiş dönemin Türkiye CIA şefi Paul Henze, Orgeneral Necdet Öztorun, Pentagon projelerinde İtil ile birlikte çalışan Tuğgeneral Şevket Akpınar da katıldı. Henze’nin de bir konuşma gerçekleştirdiği konferansta İtil de devrimciliği ya da kendi deyimi ile “terörizmi” kan ailesine dayadığı tezleri bu konferansta da iddia etmekten kaçınmadı. Artık 5 yıldır tutuklu olan siyasi mahkûmların geleceğinin Türkiye’nin gündeminde olduğu bir dönemde, İtil ve şürekâsı son derece “bilimsel” tezleri ile komutanlarına öneriler sunuyor, aynı zamanda rızasız deneylerinin bulgularını da CIA başta olmak üzere “uluslararası” kamuoyu ile paylaşıyordu.

İtil’in usulsüz deneyleri 12 Eylül mahkûmlarından sonra da sürdü, birçok insan bu deneylerin sonucunda çeşitli kalıcı fiziksel hasarlar gördü. İtil zaman zaman medyaya yansıyan bu skandal saldırılarını sürdürürken, hep Türkiye’de olan kardeşi Çığ’ın 12 Eylül sonrası inşa ettiği sahte “aydın” kimliği göz alıcı bir paravan yerine geçiyordu.

(Birgün)

Fuat Kökek ve Duygu Güles Kökek, ‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’ ile geçmişle bugüne köprü kuruyor: Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap! (Ebru D.Dedeoğlu/T24) + Rober Koptaş: Romanda anlattığım, adına travma dediğimiz darbelerden azade değilim(Anıl Mert Özsoy/duvaR)

Fuat Kökek ve Duygu Güles Kökek, ‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’ ile geçmişle bugüne köprü kuruyor: Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap! (Ebru D.Dedeoğlu/T24)

‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’nin yazarı Duygu Güles Kökek ve anlatıcısı Fuat Kökek: Bugünkü Beşiktaş'la o zamanki "karakter"in hiçbir ilgisi yok. Yani o karakterde çatlaklar yaratmanın ötesinde, o karakter atın çatlaması gibi çatladı ve içinden bambaşka amorf bir yaratık çıktı.

Beşiktaş, İstanbul’un hızla değişen yüzünde bir yandan kozmopolit ruhunu taşırken, diğer yandan geçmişin izlerini kaybetmenin sancılarını yaşıyor. Bir zamanlar bostanları, kuşları, yeraltı dünyasının efsaneleri ve nostaljik doğasıyla anılan bu kadim semt, modernleşmenin ve kapitalizmin ilerleyişiyle kendine özgü kimliğinden giderek uzaklaşıyor. Tam da bu noktada, Siyah Kitap’tan yayımlanan Beşiktaş’ın Gizli Tarihi, bir semtin kaybolmaya yüz tutmuş hafızasını gün ışığına çıkarma çabasıyla dikkat çekiyor.

Fuat Kökek’in anıları, Duygu Güles Kökek’in sanat tarihçi bakışıyla birleşerek okura çarpıcı bir anlatı sunuyor. Beşiktaş’ın kuşlarından ve kuşbazlarından bostanlarına, 6-7 Eylül Olayları’nın semtin çok kültürlü yapısını nasıl sarstığından, Migros kamyonlarıyla gelen kapitalizmin semt kültürüne etkileri, Ihlamur Kasrı’nın Beşiktaş’ın ruhunu nasıl beslediğini, çocukluk anılarının bugünün Beşiktaş’ını anlamaya nasıl ışık tuttuğunu ve semtin yeraltı dünyasının sosyal bağları nasıl şekillendirdiğini derinlemesine konuştuk. Ayrıca Fuat Kökek’in, İtalyan sinemasının efsanevi aktörü Marcello Mastroianni'ye duyduğu hayranlığı ve etkilerini de ele aldık. :)

Beşiktaş’ın Gizli Tarihi, geçmişle bugünü birleştiren güçlü bir köprü kuruyor. Hafızayı yalnızca geçmişe tutunmak değil, bugünü ve geleceği sorgulamak için bir direnç aracı olarak tanımlıyor. Günlük yaşamın tarihine dokunan her sayfasında, yalnızca bir semtin değil, bir kentin hafızasızlığa karşı verdiği mücadeleye tanıklık edeceksiniz.

- Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’nde Beşiktaş’ın kentsel dönüşümlerle geçirdiği değişimler çok çarpıcı. Modernleşmenin bir yıkım aracı olarak işlendiği yerlerde, hafıza bir direnç alanı olabilir mi? Hafızanın bu direnci, sizin için sadece geçmişe tutunmak mı yoksa bugünü anlamak için bir araç mı?

Bana göre hafıza tamamen geçmişle ilgili değildir. Elbette hatırlama geçmiş şeylere yöneliktir ama hafıza geçmişi bugüne eklemleyerek günü anlama yolunda önemli veriler sağlar. Bu yönüyle hafıza güçlü bir direniş aracıdır. Geçmişini, nereden geldiğini bilen insana türedi şeyleri yutturmak kolay değildir. Hafıza, insanı önüne her geleni sorgusuzca kabul etmekten alıkoyar. Reddetme bilinciyle alakalıdır bu açıdan. Örneğin ben cep telefonunu reddetmiş biriyim, hiç kullanmadım. Bu yüzden, şehrime çocukluğumdaki gibi meraklı gözlerle bakmaya devam ediyorum. Elimde beni kendine hapsedecek bir şey olmadığı için etrafıma, havaya, denize, ağaca dikkat kesiliyorum. Dolmabahçe'deki çınarlar birer ikişer kuruyor, her sene kaçı yaşıyor, kaçı gitti hepsini sayıyorum mesela.

Desen: Fuat Kökek

- Beşiktaş’ın bostanlarının yerini alan apartmanlar sadece fiziksel bir yıkımı değil, kültürel bir yitimi de temsil ediyor. Bu dönüşüm, Beşiktaş’ın sosyal dokusunu nasıl yeniden şekillendirdi? Doğanın bu kaybı, semtin insan ilişkilerinde nasıl bir iz bıraktı?

Bostanlar bozulmamışken bahçıvanlıkla geçimini sağlayan aileler, bostan içindeki bir iki katlı evlerde iki üç kuşak beraber yaşıyorlardı. Keza Beşiktaş'ın konaklarında ve ahşap evlerinde oturan eski saray eşrafından ya da yeni Cumhuriyet kadrolarından bürokratlar da aynı şekilde. Bostanların yerine yapılan apartmanlarla, daha da önemlisi dengesiz göçlerle bu organik yapı bozuldu. Bizim bostana 26 tane apartman yapıldı. Biz üç aileyiz, üç daire deseniz, geri kalan dairelere genelde göçle gelen insanlar yerleşti. Zaten bostandan apartmana geçiş semt yaşamında majör bir değişiklikti, fakat asıl kültürel hezimet göçle birlikte karışan sosyal yapıda yaşandı. Bostancılık ve balıkçılık Beşiktaş'ın başlıca ekonomik faaliyetiydi. Buğday deniz yoluyla Beşiktaş'a gelir, un olup İstanbul'a dağılırdı. Hamidiye suyu da öyle. Tüm bu taşıma ve dağıtma işi at arabalarıyla yapılırdı. Arabacılık da ayrıca bir sektördü. Şimdi tüm bu iktisadi sisteme katkıda bulunan işinin ehli adamlar gidip yerine başka coğrafya ve kültürden insanlar gelirse ne olur? İşte o oldu.

Desen: Fuat Kökek

- Peki, 6-7 Eylül Olayları kitabınızda önemli bir yer tutuyor. Bu durum, sadece fiziksel bir yıkım değil, Beşiktaş’ın sosyal dokusunu oluşturan kolektif güven ve dayanışma duygusunu da derinden etkiledi. Bu olaylar, semtin gündelik hayatındaki ilişkileri ve mahalle kültürünü nasıl dönüştürdü?

O zaman devam edeyim kaldığım yerden. Bir şeyi yerinden ettiğinizde, üstelik bunu ölçüsüzce yaptığınızda ve boşalan yere ne koyacağınızı bilemediğinizde o boşluğun çer çöple dolma tehlikesi vardır. Bu yüzden bu tür sosyal olayların etkilerini tam olarak kestirebilmek kolay değil. Yahya Kemal'in meşhur mısraı gibi: "Bir tel kopar ahenk ebediyyen kesilir." 6-7 Eylül Olayları, diğer tüm tarihsel olaylar gibi münferit bir hadise değildi, başka birçok olayla sebep-sonuç ilişkisi içerisindeydi. Migros kamyonu da aynı yıl geldi mesela. Bu olaylarla her şeyden önce esnaf ve usta-çırak geleneği ile kültürel mozaik darbe aldı. 7 Eylül sabahı çarşıya indim, İshak Amca'nın bakkal dükkânı yağmalanmış, ortada yoktu. Çocuk olduğum için anlam veremedim, anneme gidip "Anne İshak Amca'dan ne istediler?" diye sordum. Kadın bana cevap veremedi. Bu cevapsızlık semtin belleğinde esaslı bir travma oldu.

Desen: Fuat Kökek

- Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’nde kuşlardan atlara kadar Beşiktaş’ın hayvanlarıyla kurulan ilişkiye sıklıkla değiniyorsunuz. İmrenerek okudum satırlarınızı. İnsanlar ve hayvanlar arasındaki bu yakınlık, semtin sosyal hayatında nasıl bir anlam ifade ediyordu?

Babam ıspanağı ekti, geçim zamanı binlerce aç sığırcık indi, tarlaya ekilen tüm emeği aldı gitti. Ya da kasımda sökün eden bıldırcın sürülerinin uğultusu geceleri uykularımızı çimdikledi. Annem kuluçkanın altına on tane yumurtayı koydu, yirmi gün sonra on civciv çıktı. Bostanın üzerinde gezen beş altı çaylak on civcivi de kaptı kaçtı. Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap! :) İnsanın hayvanla gerçek ilişkisi böyledir. Şimdi ağaçlarda kuş, denizde balık yok. Kedi köpek seviyoruz eyvallah, fakat günümüzde insanla hayvan ilişkisinin biraz gerçeklikten koptuğunu düşünüyorum. Bizim hayvanlarla çok doğal bir ilişkimiz vardı, insan insandı, hayvan da hayvan. İstanbul'un kuşları şehrin havasının, suyunun ve nebatının bekçileri gibiydi. Atlar da ekonomik hayatımızın ayrılmaz unsurlarıydı. Sosyoekonomik paradigma değişince bu ilişki de değişti. Apartmanlara hapsolan çocukların tüm bunlarla ilişkisi kesildi. Bunu anlamak için tarım toplumuna geri dönmek gerekir ki bunun ne imkânı ne de anlamı var. Artık modern şehirde yaşıyoruz ve onun dinamikleri çok farklı.

Fuat Kökek'in aile arşivinden bir kare

- Beşiktaş’ın psikocoğrafyası, sizin kişisel hafızanızda derin bir etki bırakmış görünüyor. Beşiktaş’ın coğrafyasını bir insan karakteri gibi ele alırsak, bugünkü Beşiktaş’ın bu karakterde ne gibi çatlaklar ya da değişimler yarattığını söyleyebilirsiniz?

Bugünkü Beşiktaş'la o zamanki "karakter"in hiçbir ilgisi yok. Yani o karakterde çatlaklar yaratmanın ötesinde, o karakter atın çatlaması gibi çatladı ve içinden bambaşka amorf bir yaratık çıktı.

- Ihlamur, yalnızca bir kasır ya da dere değil, Beşiktaş’ın sosyal dokusunun merkezindeydi. Bostanlardan Ihlamur Kasrı’na kadar uzanan bu tarihsel coğrafya, sizin hafızanızda nasıl bir Beşiktaş anlatısı oluşturuyor?

Fuat: İyi ki öyle bir yerde büyümüşüm diyorum. Başlı başına bir manzaraydı Beşiktaş. Pitoresk bir yönü vardı. Bu yön bendeki duyarlılıkları çok beslemiştir. Gördüğümü anlamayı, baktığıma tam anlamıyla bakmayı ve özümü keşfetmeyi öğretmiştir. Bugüne kadar yaklaşık üç bin versiyonu yapılmış Rodrigo'nun Aranjuez Konçertosu'nun ilham kaynaklarından biri de Ihlamur'un peyzajıdır. Sefarad Yahudisi olan İstanbul doğumlu piyanist eşinin, Ihlamur'un güzelliğini âmâ olan kocasına anlatıp bu güzelliği Endülüs'e taşıdığı söylenir.

Duygu: Ben manzara olgusu üzerine çalışan bir sanat tarihçisiyim. Her ne kadar Fuat'ın tasvir ettiği Beşiktaş'ı göremesem de, onun tasviri ve bu tasviri yazıya dökme uğraşı benim Beşiktaş algımı kökten değiştirdi. İstanbul, Osmanlı'nın son dönemlerinde özellikle Osmanlı resminde önemli bir imgedir. Bu konuda hocam Tarkan Okçuoğlu'nun değerli bir çalışması vardır hatta (Osmanlı Resminde İstanbul İmgesi). İşte ben resimlerde göregeldiğimiz bu cennetvari imgeyi, Fuat'ın zihninden muhayyileme yansıyan Ihlamur'da buldum diyebilirim.

Desen: Fuat Kökek

- Beşiktaş’ın kuşları ve kuşbazları üzerine yazdıklarınız, bu semtin hem insanlar hem de hayvanlar için bir yaşama alanı sunduğunu gösteriyor. Bu ortak yaşam alanının kaybı, Beşiktaş’ın sesini kaybetmesine neden oldu mu?

Muhakkak. Dediğim gibi hayvanların kendilerine ait bir habitatı vardı. Sapanımla bir taş fıydırırım, her bir fasulye sırığının üzerine farklı çeşit kuş konardı: Saka, florya, ispinoz, kanarya, iskete, sarıasma, çıvgın, ardıç kuşu, toygar, bülbül... Şimdi sadece Duygu'nun "şehir kuşları" dediği kuşlar kaldı. Bir de Tekfur'un orada, Edirnekapı Kuş Pazarı'nda kuşbazlar direniyorlar. Küçücük bir İstanbul hatırası gibi.

- Kitapta semtin bitirimleri, kabadayıları ve yeraltı dünyası önemli bir yerde. Beşiktaş’ın tekinsizliği, semtin sosyal bağlarını güçlendiren bir unsur muydu yoksa tehdit edici bir atmosfer mi yaratıyordu? Bu “tekinsizlik” nostaljiye duyulan özlemi besliyor mu?

Her ne kadar serserisi çok olsa da Beşiktaş'ın tekinsizliği, şimdi tekinsizlikten anladığımızla aynı değildi galiba. Feodal bir yönü vardı, kırmızı çizgiler çok belirgindi, semtin bir ferdine kimse yan gözle bakamazdı filan. Sosyal bağlar bu tür tekinsizlikleri bağrında yumuşatıyordu zaten. Misal Bahriyeli Cahit bitirimin önde gideniydi, fakat Cahit'i herkes severdi... Ben pek öyle nostalji meraklısı değilim bu arada. Kitabı yazmaya niyetlendiğimizde, "nerede o eski Beşiktaş?" gibi duygusal bir soru yoktu aklımızda, bilakis "İstanbul'un öyle farklı yaşantılarına tanık oldum ki bunları bu şehre musallat olmuş hafızasızlıktan nasıl kurtarabiliriz?" gibi son derece rasyonel bir soruyla yola çıktık.

Fuat Kökek'in aile arşivinden bir kare

- Migros kamyonlarının Beşiktaş’a gelişini kapitalizmin ilk hücumu olarak tanımlıyorsunuz. Kapitalizmin Beşiktaş’ta yarattığı bu dönüşüm, semt kültürüne hangi açıdan en büyük darbeyi vurdu? Günümüz semt kültürüne baktığınızda bu dönüşümün sonuçlarını nasıl gözlemliyorsunuz?

Migros kamyonu geldiğinde, bostanda yetiştirip yediğimiz şeyleri onun raflarında gördük. Artık zerzevat doğal bağlamından çıktı yani. Nasıl yetiştiği, hangi aşamalardan geçerek insanın önüne geldiği bilinmeyen, endüstriyel bir ürün oldu. Tarlada bol bol varken rafta satışa çıktı. Ben Migros kamyonu geldiğinde 7 yaşındaydım, o yaşta Sarı Bakkal'la Yeşil Bakkal'ın akıbetini hissettim. Elbette dünyanın gidişatı, tarihin ilerleyişi bakımından bunun önünü almak gayrikabildi, ama belki doğru bir yönetimle modernizasyon süreci bu kadar spastik olmayabilirdi.

- Beşiktaş’ı, adeta bir sinema platosu gibi tasvir ediyorsunuz. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar geniş bir edebi ve sinematik yelpazeye atıflar yapıyorsunuz. Beşiktaş’ın, bu tür sanatsal temsil için güçlü bir malzeme sunmasının nedeni nedir?

77 yaşındayım, hâlâ De Sica'nın Bisiklet Hırsızları filmini izleyemem, ağlarım çünkü. Bizim boğazımızdan geçen her lokma topraktan kazanılıyordu. Kuyuda intihar eden babaannemi babam kancayla kuyudan çıkardı. Ben ufaktım, çarşıda bir kavgada babamı vurdular, babam elinde bağırsaklarıyla dokuz hastane gezdi, sonunda Balıklı Rum sahip çıktı, ölmedi. 16 sene sonra babam kasımpatılarını, kalbi gibi taşıdığı yıldız çiçeği soğanlarını, güllerini, tayını, atı Dabi'yi, geceleri üçte kalkıp seviştiği toprağını ve efsane Ihlamur'daki toprakla ilgili her şeyi kaybettikten sonra 50 yaşında durduğu yerde öldü. Yeni Gerçekçilik bu, Zampano! Yeni Gerçekçiler bunu anlattı. Büyük tezatların olduğu her yer sanatsal temsil açısından verimlidir. Harbi hikâyeler hep tezattan, trajik ve komik unsurlardan üremez mi? Beşiktaş da zıtların birliğine iyi bir örnekti.

Desen: Fuat Kökek

- Hemen sormak istiyorum o zaman. Marcello Mastroianni sizin için bir idol hatta oynadığı karakterler mentorunuz olmuş. Karşılaştığımızda da bunu çok iyi gördüm. :) Marcello hayatınızın neresinde? Ve neden Belmando değil Marcello?

Marcello için hep "erkek geldi erkek gitti" derim, benim onu tanımlama biçimim budur. Marcello Mastroianni kültürel orgazmını Catherine Deneuve, Annie Girardot, Jeanne Moreau, Anita Ekberg, Monica Vitti, Sophie Loren, Anouk Aimée gibi prima kadınlarla yaşamış bir kültür adamı. Marcello'nun kötü örnek olabilecek bildiğim hiçbir defolu yönü yok. Toplumlara mal olmuş, marjinal insanlar bazı tutkuların esiridirler, bu yüzden hayatlarının bir yerinde sapıtırlar ve olumsuz bir idol hâline gelirler. Marcello idol olmanın sorumluluğunu taşımış bir karakter. Babam gibi, ağabeyim, yoldaşım gibi bir adam. Hani Pereira Diyor ki'nin son sahnesinde özgürlüğüne doğru yürür ya, işte ben de içimde onunla beraber yürüdüğümü duyumsarım.

(Ebru D.Dedeoğlu/T24)

                                                                 /././

Rober Koptaş: Romanda anlattığım, adına travma dediğimiz darbelerden azade değilim(Anıl Mert Özsoy/duvaR)

Rober Koptaş’ın ilk romanı ‘Unufak’ İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Koptaş’la roman bağlamında ‘aile’, ‘felaket’ve edebiyatın travmayı ele alış biçimini konuştuk.

Uzun yıllar gazetecilik ve yayıncılık yapan Rober Koptaş’ın ilk romanı ‘Unufak’ geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Ermeni edebiyatına ve tarihine dair hazırladığı kitaplarla tanıdığımız Koptaş, bu kez 20. yüzyılın büyük olaylarının gölgesinde bir ailenin Anadolu’daki meçhul bir şehirde başlayıp İstanbul’a varan hikâyesini ele alıyor.

Travma, aile ve toplumsal bellek üzerine konuştuğumuz Rober Koptaş, “Büyük romanlara öykünen bir tarafı Unufak’ın. Uzun bir zaman dilimi, üç kuşak, iki şehir, çokça karakter. Edebi olarak iddialı bir deneme ve bunun altında kalma ihtimali büyük bir riskti tabii ve hep de öyle olacak. Yazmanın kendisinin cüretkâr bir iş olduğunu düşünüyorum her zaman, alçakgönüllülüğü elden bırakmadan o cüretin karşılığını vermeye çalıştım” dedi.

Rober Koptaş (Fotoğraf: Erkin Ön)

Unufak, aile kavramı üzerinden açılan bir roman. Karanlık ve aydınlık hatlarıyla, aile kavramını nasıl ele aldınız?

İyi kötü bir genellemeye varabileceğim bütünlüklü bir kavram setine sahip değilim aileye dair, ama romanda anlattığım aile üzerine şimdi sizinle birlikte yüksek sesle düşünerek söyleyebileceğim ilk şey, bunun tam orta yerinde atom bombası benzeri bir şey patlamış, dağılmış, parçalanmış bir aile olduğu. Buradaki atom bombasının ne olduğuna dair türlü fikirler öne sürebilirim ama ben ondan çok, patlayan şeyin ve onun artçılarının aileyi ve onu oluşturan bireyleri nasıl etkilediğine odaklandım. Çünkü her ailede az ya da çok travmatik diyebileceğimiz deneyimler mebzul miktarda var. Kimileri bundan çok beter, kimileri daha hafif etkilense de her ailenin birtakım kurucu hikâyeleri var, bu anlamda uluslara benzetebiliriz belki. Ben de ağırlıklı olarak baş karakter Kevork’u takip ederek, birtakım travmaların hem nasıl nesilden nesile aktarıldığını hem de eğer çözülmezlerse bir ömrün içinde nasıl katmerlenebildiklerini gözlemeye çalıştım. Aileye toplumun bir mikrokozmosu gibi bakmaya gayret ettim ve oradaki güç ilişkilerini, itiş kakışı, kopukluk ve bağları kurcaladım. Bu bağlamda dışarıda, toplumsal ve siyasal alanda işleyen iktidar pratiklerinin içeride nasıl yaşandığı, ama bunun da ötesinde, o pratiklerin benzerlerinin nasıl içeride yeniden üretildiği üzerine kafa yordum. Böyle bir zeminde karakterlerin psikolojik tahlilini, onların ruhsal rahatsızlıkla delilik arasında salınan parçalanmış benliklerinin eski tabirle “teşrih”ini yapabilmek için aile verimli bir alandı. Ne olduğumuzu, nasıl olduğumuzu, derdimizi tasamızı, sizin dediğiniz gibi aydınlık ve karanlık taraflarımızı belirlemede en çok rol oynayan o oluyor sonuçta daima. Bir de, ailevi yaralar bir yersiz yurtsuzluk, zaman ve mekândan kopukluk, köksüzlük yaratıyor; bir aile hikâyesi yazarak oradaki karakterleri dünyaya yeniden bağlamaya, onlara ayaklarını basacakları bir zemin, tutunacakları bir çapa vermeye de çabalamış olabilirim.

                              Unufak, Rober Koptaş, 227 syf., İletişim Yayınları, Kasım 2024 


 UNUFAK: DERDİNİN NE OLDUĞUNU ANLAMAYA ÇALIŞAN BİR ROMAN

Uzun yıllar yazıyla hemhal olsanız da bu kez bir ilk romanla okur karşısındasınız. Kendi sesi olan, derdinden emin bir metin Unufak… Bu edebi yolculuktan ve karşınıza çıkan engebelerden bahseder misiniz?

Kendi sesi olan demenize çok sevindim, derdinden emin kısmından ise tam emin değilim.

Derdinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir metin mi acaba daha çok? Evet, yazmakla, yazı düzeltmek ve düzenlemekle, kitap yayımlamakla, bir dönem gazetecilikle ilgili deneyimim var, bir yayınevinin kapısından girdiğimde on sekiz yaşında, şimdiyse kırk yedimde olduğumu düşünürsek artık az da denilemeyecek bir tecrübe bu ama kurgusal bir metin yazmak konusunda acemi olmam en büyük zorluktu, demem gerek. Bunu alçakgönüllülükten söylemiyorum, çünkü ne anlatmak istediğimi iyi kötü bilsem de nasıl anlatacağım konusunda neredeyse hiçbir fikrim yoktu. Pasajlar yazarak başladım, o günkü derdim neyse ona yakın temaları işlediğim bölümler, fragmanlar üzerine çalıştım. Bir karakter diye yola çıkmıştım, sonra diğerleri dahil oldular işe ve epey gelgitli, sancılı birtakım arayışlar sonucunda kendimce bir yol buldum ve bulduktan sonra da geriye pek dönüp bakmadım, metin o yolda açıldı. Henüz çok kaba bir haldeyken pasajlar okuttuğum arkadaşlarımın yorumlarının epey katkısı oldu bir şeylerin, zihnimin berraklaşmasında, sağ olsunlar. Bir başka zorluk da Aras Yayıncılık’ta epey yorucu bir tempoda çalıştığım için metnin yazımının uzun bir süreye yayılması oldu. Birkaç hafta metni kurcaladıktan sonra aylarca yüzüne bakamadığım oluyordu. Bir iki kere sadece yazabilmek için bir hafta-on günlük tatiller aldım. Nihayet geçen yıl yayınevinden ayrılırken öncelikle yazmaya odaklanmaya da karar vermiştim ve ondan sonra her şey daha hızlı aktı. Metinle baş başa kalarak çalışabilince ilerleyebildiğimi gördüm, bu da beni yazmak için daha da cesaretlendirdi.

‘ZORLUKLARIN ÜZERİNE GİTMEK İÇİN YAZDIM’

Romanınız, 3 kuşağın 100 yıllık hikayesini anlatıyor. Bu denli geniş bir zaman aralığını yazmanın zorlukları nelerdi?

Büyük romanlara öykünen bir tarafı Unufak’ın. Uzun bir zaman dilimi, üç kuşak, iki şehir, çokça karakter. Edebi olarak iddialı bir deneme ve bunun altında kalma ihtimali büyük bir riskti tabii ve hep de öyle olacak. Yazmanın kendisinin cüretkâr bir iş olduğunu düşünüyorum her zaman, alçakgönüllülüğü elden bırakmadan o cüretin karşılığını vermeye çalıştım. Şunu kabul ettim, ben romanda anlattığım, adına travma dediğimiz darbelerden azade değilim. Bir noktada, metnin de bu darbenin izlerini taşımasının gerektiğini hissettim. Geçmişi anlatırken yaratmaya çalıştığım zemin travmanın doğasındaki kırıklığı, parçalılığı, belki geri döndürülmezliği hem taşımalı hem yansıtabilmeliydi. Bunu yaparken anlattığım meseleleri hem içeriden dışarıya nakledebilmeli hem de onlarla mesafemi koruyabilmeliydim. Daha uzak geçmişi anlatırken bugüne kadar yazılıp çizilenlerden farklı bir söz edebilmenin yolu yordamını bulmak da kolay değildi ve Türkiyeli bir Ermeni olarak hem zaten geçmişten taşıdığınız yükler, hem de adınızın etrafındaki etiketlerle baş etmek, üstüne meseleyi salt bir Ermeni ailenin hikâyesinden çıkaracak bir insanlık derdini yazıyla icra edebilmek az zorluklar değildi. Ayrıca, bir öncül ve muhatap meselem de var şüphesiz. Ben Türkçe yazıyorum, Türkiye edebiyat kanonunda, Ermenice yazan ve kanon dışı kalmış olanları da kapsasak bile, Unufak’taki meseleler etrafında yazan kaç kişi oldu ki onlarla çarpışa çarpışa kendi metnimi kurayım. Bir elin parmaklarını geçmeyecek, bir kısmıyla zaten bir yayıncı olarak hukukum olan yazarların yazdıklarının üzerine titredim ama onların boş bıraktığı alanlara da girmek istedim. Geçmişe dair tartışmaların donduğu, tarihin araçsallaştırılarak altta olana karşı silaha çevrildiği bir Türkiye bağlamında metnin muhatapları, potansiyel okurları ve eleştirmenleri de kendi etnik, sınıfsal, kültürel, siyasal pozisyonlarından bağımsız, objektif bir gözlükle okuyabilecekler mi anlatılanı? Bunları şikâyet etmek için söylemiyorum, karşımdaki zorluklar bunlardı, ben de zaten onların üzerine gitmek için yazdım. Fikren kavgalı olduğum bu ortama karşı önemsediğim meseleleri yazarak bir hat kurdum. Korktum zorluklardan elbette ama onları yazarak yenmeye gayret ettim. 

Unufak’ta, ana mekan T. adlı bir Anadolu kasabası. Mekanın adının kodlanması toplumsal hafızaya işaret ediyor.

Az önce bahsettiğim travmatik hafızanın işareti o benim için. Bununla şunu kastediyorum: İnsanlar yerlerinden yurtlarından oldular, oraya bir daha dönemediler. Dönebilenler ezildiler ve ikinci bir göç daha yaşamak zorunda kaldılar. Onların çocukları ya da torunları, misal ben de, normal şartlarda doğup büyümüş olmamız gereken topraklarda değil, bambaşka bir yerde, bambaşka şartlarda var olduk. Burada inanılmaz bir şiddet var biz farkında olalım olmayalım. Ben babamın doğduğu ve yeniyetmeyken ayrılmak zorunda kaldığı şehri bu yaşıma kadar görmedim. Bu geri dönüşsüzlüğü anlatabilmem gerekiyordu. Bir de, memlekette hemşericilik bağları hâlâ çok güçlü. Bir Sivas, Malatya ya da Maraş romanı olarak okunmasını istemedim, çünkü olay Türkiye’de geçiyor. Farklı bir şehirde de olsa anlatılandan farklı olmayacaktı muhtemelen hikâye, belli bir yerle yaftalanmasını istemedim. Karadeniz’de insanları sandallarla denize açıldıktan sonra öldürmüşler, Dicle kıyılarında keleklerle nehirde, Erzincan’da sarp yarlardan atmışlar, Mardin’de kuyularda, mağaralarda… Hemen her yerde kan kırmızısı akan dereler, nehirler var. Arkadaşım Sevengül Sönmez metni dosya halindeyken iki farklı versiyonuyla okudu ve bir sohbette bana T’yi hep Türkiye olarak okuduğunu söyledi. Böyle bir alegori yapmak geçmemişti hiç aklımdan, rastgele diyebileceğim bir tercihti, aklıma gelmiş olsaydı T’yi kesin başka bir harfle değiştirirdim bu kadar da kör gözüm parmağına gönderme mi olur diye. Niyetim o değildi. Ayrıca aslında bazı referansları imliyor T’nin o deforme olmuş, yamuk, birkaç farklı merceğin içinden geçerek kırılmış tasviri –benim o şehre dair tahayyülümün durumu bu olduğundan. Bu meseleleri bilenler anlayacaklardır, o kadar da saklamadım, bir bulmaca gibi kalsın metnin içinde istedim sadece.

‘TEK DERDİM ‘FELAKET’İ ANLATMAK DEĞİLDİ’

Ermeni bir ailenin göçlerle, kayıplarla geçen yüz yılını okuyoruz. Ermeni edebiyatına dair yaptığı çalışmalarla bilinen Marc Nichanian, “Edebiyat ve Felaket” kitabında, “Felaket’ten söz edebilecek biricik alan edebiyattır” diyor. Yine Nichanian’a göre, edebiyatı tanıklıktan, tarih yazımından ayıran önemli bir nokta var: Anlam arayışı… Bu noktada siz ne düşünürsünüz?

Nichanian Türkiye’de verdiği dersler ve seminerlerle bizleri, diasporada da okuyan bir kesimi derinden etkiledi. Benim de üzerimde şüphesiz bir iz bıraktı. Ermeni yazarların hayatlarının bir noktasında Felaket’i anlatma çağrısına kulak tıkayamadıklarını düşünüyorum. Ben de tıkamadım ama tek derdim o da değildi. Bizi var eden hamurda o deneyimin ve sonrasının etkileri önemli bir yer tutuyor çünkü ve belki de inkârın sürekliliği bizleri sürekli anlatmaya, yine ve yeniden anlatmaya itiyor. Keder verici, bazen beni dehşetli sinirlendiren bir kısır döngü bu. Ben yazarken olaya dair bir tanıklık peşinde değildim, daha ziyade olay ve sonraki olayların insan ruhunda bıraktığı etkiyi anlamaya çalıştım. Tanıklık takvimlerin donduğu bir ana mıhlanıyor, edebiyat ise nihayetinde bir akışı ve buna bağlı olarak bir değişimi, bir yolculuğu anlatıyor, benim de derdim buydu. Bir yerde Zaven Biberyan’dan bahsederken “Büyük harfli Felaket” ve “küçük harfli felaketler”den söz etmiştim, bunların insan üzerindeki etkisini takip etmeye çaba gösterdim ama bunu yaparken sadece tarihsel büyük olayları değil, en samimi, en yakın ortamlarda yaşanan ve adına felaket de denmeyen felaketleri de süzmeye çalıştım.

Unufak, travma gibi zor bir meseleyi ele alıyor. Travmayı, estetik bir formda anlatırken nelere dikkat ettiniz?

Kendi deneyimime odaklandım öncelikle. Hepimiz çocukluktan başlayarak ruhumuzun hırpalanıp parelenmiş yanlarını örtmeye, gizlemeye çabalıyoruz bilmeden. Kara kutulara hapsettiğimiz şeylerin üzerine bin bir ağırlık koyuyoruz ve onları da kalın perdelerle sıkı sıkıya örtüyoruz. Travmanın kendimde duyumsadığım etkilerini duyguları manipüle etmeden nasıl ifade edebilirim diye baktım. Bu bazen buz gibi, bazen ateş gibi sıcak olmam gerektiğini düşündürdü, bazen karakterin çektiği acının hemen dibinde olmayı, bazen de bir adli tıp raporu gibi soğukkanlı kalmayı. Neredeyse arkeolojik diyebileceğim bir kazı yapmam gerekiyordu ve orada bulduklarımı da ambalajlamadan, topraktan çıktığı hali çok bozmadan sundum. Metindeki bazı pürüzler, defolar, kabalıklar bunların ifadesi benim için. Tabii teknik olarak altından kalkamadığım taraflar olmuştur, onları bu bahsin dışında tutuyorum. 

Göç; toplumsal hafızanın, kültürün, ortak yaşamın yavaş yavaş eksilmesine sebep oluyor. Unufak’ta da bunu görüyoruz. Peki, edebiyat -zorunlu-, -mecbur bırakılan- göçlerde yaşanan tahribatı onarabilir mi?

Yüksek lisans tezimde Krikor Zohrab üzerine çalışmıştım. Onun meclis konuşmalarını tararken, yurtdışı seyahatlerde pasaport kullanımının mecburi hale getirilmesine karşı çıktığını okudum hayretle. Bunun hürriyeti kısıtlayıcı bir adım olacağını söylüyordu. Dünyanın bundan yüz yıl önce bugünkünden daha sınırsız bir yer olarak algılandığını düşündürmüştü bu bana. O gün seyahat etmek çok daha zor ama sınırlar geçişliyken, bugün istediğimiz an istediğimiz yere gidebileceğimiz bir çağda sınırlar hiç olmadığı kadar yüksek ve kâvi. Türkiye içinde ise az önce bahsettiğimiz türden bir şiddetin sonucu olan göçler, yitip gitmiş bazı yaşam ihtimallerini işaret ediyor. Bir medeniyet kaybı yaşadık biz, daha da yaşıyoruz ve bunun geri döndürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Giden sadece canlar değildi, bir ortak kültür ve onun gelişip serpilebilme ihtimaliydi. Bugün yaşadığımız bütün sorunların öyle veya böyle o gün olanlarla bağlantılı olduğunu düşünüyorum ister istemez. Toplumsal bir tahribatın toplumsal onarımı için kat edilmesi gereken yol çok uzun ve bu anlamda iyimser değilim. Yine de kötümserlik bazı kapıları sürekli çalmayı, bir direniş olarak anlatmayı, yazmayı, mücadele ve inat etmeyi dışlamıyor benim için. Çünkü inat da bir murattır ve kendimi bu şekilde var etmeye çalışmak beni ülkedeki türlü mücadelelere ve insanlara bağlıyor ve ümidin ışığının yanmasını sağlıyor. 

Önümüzdeki günlerde okurlarınızı bekleyen yeni çalışmalarınız nelerdir?

Bir çocuk hikâyesi yazdım geçenlerde, üzerinde daha çalışacağım, önümüzdeki yıl kitaplaşacağını hayal ediyorum. İkinci romana dair notlar almaya da başladım yavaş yavaş, onun başına oturmak için de hevesim artıyor gittikçe. Aras’taki görevimden ayrılsam da oradaki arkadaşlar istedikçe bazı dosyaların editörlüğünü yapıyorum ve bir de Ermeniceden bir roman çeviriyorum, yine Aras için. Pandemi döneminde Ermeniceden küçük küçük şiir çevirileri yapıyordum, sonra da devam ettim, onlar belli bir toplama erişti, belki o dosyayı bir kitaba evirme fikri de var ama şimdilik beklemede gibi, bakalım…

(Anıl Mert Özsoy/duvaR)


Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ "Gündem" -31 Temmuz 2025-

Eski Bakan kazmayı çoktan vurmuş, kepçeler çalışıyor -Deniz Ayhan- Atatürk’ün halka bağışladığı ve SİT alanı olan bölgedeki hastane kampüs i...