Sesleri bir ülkenin adını değiştirenler: Madenciler...-Emre Falay-
Kavuşunca duyacaksınız: Ankara Nallıhan’da Çayırhan Termik Santrali maden sahalarında çalışan işçilerin eylemi bugün beşinci gününde.
12 Eylül darbesinin ardından emekçilerin, işçi sınıfının örgütlü gücünün buhar olup gitmediğini ve belki de yeniden bir dalgaya dönüşebileceğini gösteren dönüm noktalarının belki de en önemlisi 1991 Zonguldak büyük madenci yürüyüşüdür. 1986 Netaş grevi, 1987 Kazlıçeşme deri işçileri grevi ve 1989 bahar eylemlerinin ardından Özal’da temsil olan neoliberal saldırıya karşı en önemli eylemlerden birini madenciler gerçekleştirecektir.30 Kasım 1990’da grev kararının işyerlerine asılması ile başlayan mücadelenin ilk evresinde maden işçileri ve sonrasında kentteki diğer iş kollarından da pek çok işçi, aileleri ile birlikte Zonguldak sokaklarını doldurur. Hükümetin gündeminde kamu işletmelerinin tasfiyesi, özelleştirme ve işçi ücretlerinin baskılanması vardır; grev kararına karşı 4 Aralık’ta lokavt ilan edilir. İşçilerin kararlılığı bundan sonra Zonguldak sınırlarına sığmayacaktır. 4 Ocak 1991’de Ankara’ya doğru yürüyüşe geçerler. “Ölmek var, dönmek yok” der işçiler; yaklaşık yirmi yıl sonra Tekel direnişinden hatırlayacağımız kararlılığın sloganıdır. Gemiler yakılmıştır artık, geri dönüş düşünülmez. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek koca bir kent yeniden halk olmuş yürümektedir: “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı!” Devrek’te gecelenir. 5 Ocak’ta Devrek’ten çıkıp yürüyüşlerine devam ederler. Yolları Dorukhan Tüneli’nde jandarma komandoları ve polis tarafından kesilir, ancak işçiler kararlıdır. Yol açılır, Mengen’e ulaşılır. İşçilerin yolu ertesi gün yeniden kesilir. Yol dozerle kapatılır, yürüyüşçülere battaniye, ilaç ve yiyecek gönderilmesi engellenir. 8 Ocak’ta Genel Maden İşçileri Sendikası Başkanı Şemsi Denizer’in Ankara’daki görüşmelerinin ardından yürüyüş, Ankara yolu kavşağına birkaç kilometre mesafede sona erdirilir. İşçilerin grevi Zonguldak’ta devam eder.
O günleri, maden işçilerinin yürüyüşünü, yürüyüşe katılanları, bir kenti, örgütlülükte ve mücadelede dönüşenleri bize anlatanlardan biri, yürüyüşün sekiz yıl ardından yayımlanan şiirleri ile Kemal Özer’dir.
Kemal Özer'in "Onların Sesleriyle Bir kez Daha" eseri. 1999 Yordam Yayınları baskısı.Onların sesleriyle bir kez daha
Kemal Özer’in şiirleri yürüyüşten yıllar sonra, ince bir yazın işçiliği ile demlenerek buluşur okurlarıyla. Soğuk bir geçmişe bakış ya da nostaljik bir fotoğraf değildir yaşananlar şair için. Taptaze, dipdiridir. Öyle ki kitabın açılış şiirinde daha, “Ödünç alınmıştır sözcükler bile / eşlik etmek için onların şarkılarına - / ödünç alınmıştır geleceğin dilinden” diye yazar. Şair geleceği o güne bakarak kuracak umudu ve iradeyi taşır sözcüklerinde.
“Sesine Kavuşan Kent” şiirinde Zonguldak’ı konuşturur Kemal Özer. Kavuşmak. Ne güzel sözcüktür. Ne incelikli, sıcak, güçlü. Kavuşmanın öncesi ayrı düşmektir çünkü. Ve kavuşmak için önce aramak gerekir. Yürümek, emek vermek. Bir tercihtir şiirdeki varlığı da. Kentin dilinden yazılmış şiirde anlaşılır ki kentler ancak bir sınıfın sesi ile kavuşabilir sesine, onun sesi ile seslenebilir sadece:
“(...) Oturuyorlar
kilimde oturur gibi - ne dinlenmek üzere iş dönüşü, ne
de sindirim için yemekten sonra.
Sesler. Elleri havada. (...)
(...)
Neye dokunsalar, neyi gösterseler, neyin üstüne
bassalar sözcük oluyor hepsi. Yazılıyor gömleklerin
göğüslerine. Ayalarına ellerin. Tabanların derisine.
Kabuğuna ekmeğin.
(...)
Konuşabilirim artık. Aralandı yeniden gözkapakları
belleğimin. Yerine geldi yüzümün rengi. Kavuştum
sesime.”
Yürüyüş Şarkıları bölümünde yürüdükçe suskunluğunu aşan, çoğalan, gücünün farkına varan, coşkulanan, sorgulayan, düşünen, öğrenen ve dönüşen bir işçinin gözünden okuruz yürüyüşün şiirini. Alkışlarla yürür maden işçisi, “suskunluğa yenilmemiş ellerin çığlığıyla”. Bunun sadece bir yürüyüş olmadığını anlamaktadır yürüdükçe. Yürüyüşün gelecekle bir ilişkisi vardır. Yürüyüş, geleceği elleri ile inşa edeceklere sestir.
“(...)
yürüyoruz bugünden yarına alkışlarla
birimizin göğsünde hepimizin soluğu
her alkış bir yolculuk emeğin özgürlüğüne
yürüyoruz alkışları alkışlarla çoğaltarak”
Düşünür yürüyen. Omuz omuza yürüdükçe bir zamanlar güçsüz bacaklarının nasıl olup da şimdi bir rüzgârla koştuğunu, öfke bilmeyen suskun dilinin nasıl özgürleştiğini yürüdükçe sınıfının safında, “utangaç ve uysal” ellerinin nasıl da yumruk olup kalktığını havaya on binlerce olup diğer ellerle. Yürüdükçe, bir sınıfın parçası olarak varlığının farkına vardıkça yeni bir hayatı adımladığını duyumsamaktadır:
“Yürüyorum her adımda kendime doğru biraz daha,
yaklaştığını biraz daha duyarak her adımda dünyanın.”
Yürüdükçe özneleşir yürüyen. Anlar: “içinde bir yürek varsa sözün, içinde bir alev varsa yüreğin”, söz söylendiği gibi, söylendiği yerde, söylendiğiyle kalmayacak, “bir kıvılcıma yol ver”ecektir mutlaka. Yeni bir dildir bu. Bir söyleyeni vardır. İradeli, örgütlü: “yürüdükçe öğreniyorum, kendiliğinden ışımıyor sabah bile” Bu dünya onundur artık.
Sonra kente döner Kemal Özer yeniden. Suskun değildir artık kent. “Bir çeşme alınlığı, bir saray yazıtı, bir saat kulesi”ne dair söylencelerden, yapıların donuk tarihinden ibaret değildir. Canlıdır artık o. Yapılarla değil, yapıları var edenlerle doludur sesi:
“Söyleyebilirim, bir daha dirildiğimi her suskunluğun
ardından. Yapılarla değil, o yapılara can verenlerin
soluğuyla. Bir çağı yıkıp yeniden başlatmak üzere bir
başka çağı.”
Sesini bulan kentin ardından, yürüyenlerin sesleriyle buluşan, onların sesleriyle dönüşenlere çevirir kamerasını Kemal Özer. (Şimdi neden böyle, ben mi uyduruyorum ya da öyle yakıştırıyorum, belleğimde canlanan belli belirsiz görüntülerin içinde Nâzım’ın kapısından giren Kemal abinin boynunda bir fotoğraf makinesi mi vardı?) Olan bitenin hercümercinde onun öznesi olanın dışındakine, nesnesine, nesnesi iken özneleşenine ışık tutmak bir Kemal Özer inceliğidir şiirde. O zaman “onların sesleriyle” bir balkon kapısı aralanıverir. Sokaklarda yürüyenlerin sesleri içeri girer. Dalgın bir kız çocuğuyla hoyrat bir anneyi yakalar kahvaltı sofrasında. Annenin parmakları saç diplerini sızlatır kız çocuğunun örerken saçlarını. Anlarız ki bir zamanlar babası da… Arkası getirilemez cümlenin. Yürüyenlerin sözcükleriyle yürür onlar da geçmişlerinden bugüne.
Yürüyenlerin sesiyle, onlarla yürüyen ozandır Kemal Özer. Bu yeni yolculukta sınıfa bakan, sınıftan öğrenen aydındır o. Yürüyenlerin içinde ve onlarla yürüyerek dönüşmenin gerekliliğini, yeni bir dilin ancak böyle kurulabileceğini bilir:
“(...) Çünkü döktüğü ter
sözcükler arasında yürüye yürüye
dönüştürecek onu da o kalabalıkta
sesini sokaklara taşıyan birine.”
Bir marangozhanede çalışırken dışarıdaki sesleri duyunca kalbi hızla atan, yüreğinin neden böyle hızlandığına henüz akıl erdiremeyen, elindeki rendeyi bıraktığı için ustasından azar işiten çocuk işçidir yürüyüş. Yıllardır derdini anlatmak için ellerini kullanan dilsizin gördüğü yürüyenlerin elleridir, ellerin aradığı dil, sıkılı yumruklara sığdırılan düştür. Yürüyenlerin sesi yüzleştirir genç bir kadını yorgun bir sabahın ürpertisinde geceden kalan dağınıklığıyla sevişmelerin. Yaşlı bir adam seslerle doğrulur yatağından, -anıların gölgesinde kalmak niye- ‘hoşça kal’ yerine ‘hoşgeldin’e hazırlar kendini yeniden. Onların sesleri yaşanmış ve unutulmuş ne varsa, tarihe ve insana anlam verendir artık:
“artık ne darmadağın ne unutulmuş ne eksik
hiçbiri, sahipsiz değil onların sesleriyle buluşalı”
İskeleden bir gemiyle ayrılmak üzere olanlar, onların sesini duyar önce, onları görür. Anlarlar ki gitmek ya da kalmak değildir mesele, yolculuk başlamaz yeni bir dünya aranmayacaksa.
Ve şair henüz doğmamış olanın ilk soluğu ile ilmekler yürüyenlerin şarkısını. Geçmiş, bugün ve yarın arasındaki bağı yitirmez çünkü Kemal Özer. Ne bugünü dünden, ne yarını bugünden azade bırakır. Mücadele ve geleceği kurmak iradesi bir sürekliliktir Kemal Özer’de.
Kent sesine kavuşur nihayet, isimsiz değildir artık, Zonguldak olur. Sesine kavuşan, bir kentle birlikte bir halktır. Kent bir halk, halk bir kent olur sınıf ayağa kalkınca.
“Sonra her gün geldiler, artarak geldiler, kadınları
çocukları ve alkışlarıyla, yoğurt mayalar gibi geldiler,
pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi, su gibi, ateş gibi.
(...)
ve adını değiştirdiler bir ülkenin.”
Bugün
Engels, İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu’nda Kuzey İngiltere maden işçilerinin on dokuz hafta süren grevine katılanları anlatırken “o zamana kadar içinde bulundukları entelektüel ölümden, sonsuza dek çekip çıkarmıştı; uykudan uyandılar” diye yazar. (Sol Yayınları, 1997, s.337)
1991 Büyük Madenci Yürüyüşü belki de bu nedenle önemliydi. Sadece katılanlar, katılanların aileleri açısından değil, bütün bir ülke için böyleydi. Hep birlikte uyandık, hatırladık: Seslerimiz ancak sınıfın sesi ile yeni bir dünyayı kuracak dilin öfkesini haykırabilir, türküsünü söyleyebilir. Sesine böyle kavuşabilir koca bir ülke. Çünkü biliyoruz; sevgili Gamze Yücesan Özdemir’in Proleterlerin Gündüzü’nü bitirirken yazdığı gibi: "Bu ülkede işçiler var. Onlar toplumun yalnızca kurtuluşunun değil aynı zamanda yeniden kuruluşunun da temelidir. (...) Ülke emekçilerindir. Öyle olduğu içindir ki, er ya da geç işçi sınıfı tekrar güneşin altındaki yerini alacak ve gündüzünü yaşayacaktır." (İmge Kitabevi, s.225)
Çünkü o günlerden bugünlere bir bağ var kopmayan. Sloganlarda, sıkılı yumruklarda, Kemal Özer’in dizelerinde yaşayan, yeni bir dünyayı kuracak olmanın iradesini, umudunu ve iyimserliğini yarına taşıyan.
Belki pek duyulmuyor şimdi, ama biraz kulak verseniz işiteceksiniz. Açın pencerelerinizi, balkonlarınızın kapısını, belki de kentinizin şimdi bembeyaz sokaklarının sessizliğinde yüzünüzü kesecek ayaza aldırış etmeyin. Dinleyin. Biraz daha cesaretiniz varsa çıkıverin sokağa.
Bırakın Kemal abi omzunda çantası (ve bence fotoğraf makinesi) ile bastonuna dayanarak karşılasın sizi dizeleriyle. Bundan güzel kavuşma mı olur bu kış gününde…
Kavuşunca duyacaksınız: Ankara Nallıhan’da Çayırhan Termik Santrali maden sahalarında çalışan işçilerin eylemi bugün beşinci gününde. Aileleriyle, çocuklarıyla kararlı, gülümsüyorlar objektiflere. “Özelin ne olduğunu burada herkes çok iyi biliyor,” diyorlar. Sadece haklarını kaybedecek olmaya karşı bir direniş değil bu, fazlası var. Özelleştirmeye hayır diyorlar, toprağımızın, vatanımızın satılmasını istemiyoruz diyorlar. Memleketin pek çok yerinde farklı işyerlerinden benzer sesler yükseliyor. Kimi cılız kimi gür. Kimi ürkek kimi cesur. Kimi çekingen kimi cüretli. Sesler yükseliyor. Belki tek tek bakınca farkına varamıyoruz, ama tümü işleri ile, işyerleri ile, emekleri ile memleket ve yarın arasında bağ kuran sesler. Onların sesleri… /././
Öğretmenleri hedef tahtasına oturtan 12 Eylül'ün göz boyaması: 24 Kasım Öğretmenler Günü -Mustafa Demir*-
Öğretmenler Günü Kanunu'nu çıkaran cuntacı paşalar, öğretmenleri ve onların örgütlerini hedef tahtasına koymuşlardır. Onlara göre ilk önce sindirilmesi gerekenlerin ilk sıralarında öğretmenler vardı.Türkiye’de 1981 yılından bu yana 12 Eylül paşalarınca çıkarılan bir kanunla (26 Şubat 1981 — Sayı: 17263), Mustafa Kemal Atatürk’ün Başöğretmenliği kabul ettiği gün olan 24 Kasım’ı (1928) ‘Öğretmenler Günü’ olarak kutlanmaktadır. Ülkemizde bir meslek grubu için kanunla belirlenen tek gündür.
Ayrıca ülkemizde birçok öğretmenin, bazı öğretmen sendikalarının ve öğretmen örgütlerinin kutladığı Dünya Öğretmenler Günü vardır. Bu günün tarihsel dayanağını, 5 Ekim 1966’da Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) ile Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) önderliğinde düzenlenen ve Türkiye’nin de temsil edildiği hükümetler arası bir konferansta alınan, ‘Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararı’ oluşturmaktadır. UNESCO 1994’te bu günü Dünya Öğretmenler Günü olarak ilan etmiştir. Ayrıca birçok ülkede öğretmenler günü olarak, kültürel ve tarihi özelliklerine ve okulların tatil günlerine uygun tarihleri kabul edilmiştir.
Ülkemizde hem 12 Eylül paşalarının koydukları kanun gereği hem de Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararına atfen, iki öğretmenler günü kutlanmaktadır. Böyle bir durumun dünyada ikinci bir örneği var mıdır? Bilmiyorum. Ayrıca bu iki günün hem konuluş nedeni hem de amaçlarında hiçbir ortak özellik yoktur.
Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararı, öğretmenlik mesleğini evrensel normlarla tanımlayan ve öğretmenlerin haklarını ulusal ve yerel hükümetler karşısında güvenceye almaya çalışan bir belgedir. Yani içeriği, ilkeleri, hedefleri ve önerileriyle bu belge: öğretmen sorunlarının çözümü, mesleki statülerinin korunması ve geliştirilmesiyle birlikte öğretmenlerin yetiştirilmesi konusunda devleti görevli sayıyor ve ona ödev veriyor. Bu niteliğiyle, UNESCO ‘tavsiye belgesi’ aynı zamanda uluslararası düzeyde yapılmış bir toplusözleşme niteliği taşımaktadır.
Türkiye Hükümeti’nin altına imza atığı bu belgeye rağmen, gelmiş geçmiş hükümetlerin yükümlülüklerini yerine getirdiği söylenemez. Örneğin, ülkemizde öğretmenler Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ülkeleri arasında ekonomik, sosyal ve özlük haklar açısından son sıralardadır.
24 Kasım Öğretmenler Günü Kanunu, mesleki dayanışma ve öğretmenlik mesleğinin kutsallığından da söz etmiş olmasının yanında öğretmenlere, Milli Eğitim Temel Kanunu’na ek olarak, 12 Eylül ile birlikte kurulan sistemi koruma/savunma ve Milli Eğitim Bakanlığının iç düzeninin uyumu için yeni görevler yüklemiştir.
Ayrıca Öğretmenler Günü Kanunu'nu çıkaran cuntacı paşalar, öğretmenleri ve onların örgütlerini hedef tahtasına koymuşlardır. 12 Eylül paşalarına göre ilk önce ezilmesi ya da en azından sindirilmesi gerekenlerin ilk sıralarında öğretmenler yer almaktaydı. Çünkü onlara göre öğretmenler "anarşinin" baş sorumlularındandı. Genç beyinleri onlara, bu haliyle teslim etmemek gerekirdi. Öyle de yaptılar. 670 şubesi ve 220 bini aşan üyesiyle dünyanın sayılı örgütlerinden biri olan TÖB-DER’in (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) faaliyetine son verildi. TÖB-DER’in 12 Eylül 1980’e kadar 230 üyesi katledilmiş ancak, darbeci paşalar bu katledilenlerin faillerini bulmak için hiçbir soruşturma ve takibat yaptırmamışlardır. Aksine, TÖB-DER yöneticileri tümü ve aktif olan üyelerinin çoğunluğu tutuklandı, işkencelerden geçirildi, işten atıldı. Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından TCK’nın 141 ve 142. maddelerine göre TÖB-DER’in 64 yönetici ve temsilcisine 4 ile 9 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi. TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu, vatandaşlıktan çıkartıldı. 1402 sayılı yasa gerekçe gösterilerek 3 bin 854 öğretmenin işine son verildi. Binlercesi sürgün ya da erken emekli edildi.1 TÖB-DER’in mallarına el konuldu ve hazineye devredildi. Daha sonra TÖB-DER üyesi öğretmenlerin tüm girişim ve çabalarına karşın bu mallar geri verilmedi. Malların öğretmenlere iadesiyle ilgili açılan davalar reddedildi (bu dava dosyası şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde görüşülmektedir). Bunlarla yetinmeyen 12 Eylül paşaları, Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın (TÖS) önderliğinde ve Türkiye İlkokul Öğretmenleri Sendikası'nın (İLKSEN) katılımıyla gerçekleştirilmiş olan ve dört gün süren Büyük Öğretmen Boykotu'na (15 Aralık 1969) katıldıkları gerekçesiyle TÖS üyesi olduğunu sandıkları binlerce öğretmen hakkında soruşturma açarak ve hayali suçlamalarla ücret kesimi, kademe durdurması ve benzeri cezalar verdiler.
Paşalar bunları yaparken, göz boyamak ve şirin gözükmek için göstermelik bir şeyler yapma gereği duydular. Bunlardan ikisi dikkat çekicidir: Öğretmenevlerini açmak ve 24 Kasım’ı Öğretmenler Günü olarak belirlemek. Bu günü belirlerken de Atatürkçülük kisvesine bürünmek. Oysaki 12 Eylül paşalarının Atatürkçülük yorumu, baskıcı ve her türlü özgürlüğe düşmanlığın izlerini taşıyan çarpıtılmış bir Atatürkçülüktü. Diğer bir anlatımla bu paşaların Atatürkçülüğü, Türk- İslam sentezine dayanan, aşırı milliyetçi ve kutsal devletçi, çarpıtılmış ve alakasız bir yoruma dayanıyordu. Yani bu yorumda 12 Eylül endoktrinasyonunu (birisine veya bir topluluğa görüş, düşünüş aşılama ya da fikir telkin etme) meşrulaştırma amaçlı bir Atatürkçülük söz konusuydu. Bu meşrulaştırma işine Atatürk’ün Millet Mektepleri ‘Baş Öğretmenliğini’ kabul ettiği gün Öğretmenler Günü için de en uygun gündü. Üstelik Atatürk’ün 100. doğum yılına da yakışırdı.
Düzenlenen kutlama törenlerinin amacının, "Devletin eğitim, öğretim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan ve özel ihtisas mesleğinin elemanı bulunan öğretmenlerin toplumdaki saygın yerlerini almalarını sağlamak, mesleğin özelliklerini vurgulayıp gereği gibi belirtmek, öğretmenler arasında saygı ve dayanışmayı kuvvetlendirmek, sorunlarını dile getirerek ilgililere ve yetkililere duyurmak" olduğu söylenildi. Ancak hiç de öyle olmadı. Örneğin: Henüz, 12 Eylül öncesi son Demirel Hükümeti’nin Milli Eğitim Bakanı Orhan Cemal Fersoy'un öğretmenler için "alçaklar" ifadesini kullanması hafızalardaki tazeliğini korurken, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam, bir toplantıda öğretmenlerin ekonomik olarak sıkıntı yaşadıklarının dile getirilmesine "Sırtınızda küfe yok. Beğenmeyen bu iş yapmasın" yanıtını vermiştir.
Öğretmenler günü kutlamalarına ve uygulamalara bazı örnekler:
- Öğretmenler Günü etkinlikleri için yurt içinde ve dışında kutlama komiteleri kuruldu.
- Her ilçede, değerlendirmenin neye göre yapıldığı belli olmayan yöntemle, bir öğretmen yılın öğretmeni seçildi. Bu seçilenler arasından biri de il için yılın öğretmeni seçilerek Ankara’ya gönderildi. Bunlar, Ankara’da ağırlandılar, televizyona çıkartılarak “meşhur edildiler”. Aralarından biri Türkiye’de yılın öğretmeni seçilerek “meşhurlar meşhuru” ilan edildi.
- Seçilen yılın öğretmenlerine maddi ödüller verildi. Hâlâ da bu uygulama devam edilmektedir.
- Okullarda öğrencilere kutlama etkinlikleri düzenletildi. Amblem, afiş, rozet, şilt hazırlandı. Okullar bayrak, flama, afiş ve Atatürk resimleri ile donatıldı.
- Hazırlanan programlara göre sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler 24 Kasım’ı içine alan hafta boyunca gerçekleştirildi.
- İlçelerde ve illerde çeşitli yarışmalar düzenlendi.
- Öğretmenlerin piyeslerde rol alma ve koro çalışmalarına emrivakilerle katılımı sağlandı.
- Bazı yerlerde öğretmenlere, ilçe ya da il protokolünü oluşturanların önünden resmigeçit yürüyüşü yaptırtıldı.
- Camilerde ise imamlar, öğretmenlik mesleği ile ilgili olan ve Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan hutbeler verdi.
- Mesleğe yeni başlayan öğretmenlere 24 Kasım’da devlet memurluğuna giriş ve öğretmenlik yemini ettirilmeye başlandı.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi öğretmenler “kendi günlerini” devletin belirlediği ve nasıl olması gerektiğini de dikte ettiği etkinliklerle kutladılar. Bu kutlama yöntemi bugün de devam etmektedir.
Her 24 Kasımda yöneticiler ve siyasiler öğretmenlik mesleğinin önemi ve kutsallığı üzerinde durdular; öğretmenler için çok iyimser vaatlerde bulundular; özlük ve ekonomik haklarının iyileştirilmesiyle ilgili iddialı laflar ettiler. Ancak hiçbir gerçekleşmediği gibi, gelenek haline gelmiş olan öğretmenler üzerinde baskı kurma, korkutma ve sindirme uygulamaları artırılarak sürdürüldü.
Ayrıca;
- 12 Eylül darbesinden sonra mağdur edilen binlerce öğretmen yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.
- Öğretmenler, sürekli kardeş kavgalarının kışkırtıcıları ve vatan haini olarak suçlandı.
- TRT televizyonu ekranlarından "TÖB-DER’li öğretmenlerin ülkeye vermiş oldukları zararlar" alakasız ve abartılı bir şekilde aralıksız anlatıldı.
- Görevine son verilen öğretmenlerden bir kısmı seyyar satıcılık, ansiklopedi pazarlamacılığı ve benzer işlerle geçimlerini sağlamaya çalıştı.
Yine bugün, yani bir 24 Kasım’da daha muktedirler, öğretmenler için övgü dolu sözler söyleyip, büyük vaatlerde bulunacaklardır. Ancak söylenen hiçbir sözün ve vaatlerin karşılığı olmayacaktır. Çünkü hep öyle olmuştur.
Yıllar içinde öğretmenlerin aldıkları ücret ve diğer ödemeler doğal olarak artmıştır. Ancak bu artış rakamsal olup reel gelir artışı değildir. Tersine öğretmenlerin, özelikle de mevcut iktidar döneminde reel gelirlerinde belirgin bir azalma söz konusudur. Hatta ücretler artık yoksulluk sınırın altına imiş ve açlık sınırına yaklaşmıştır.
Devlet okullarında sözleşmeli ya da ücretli çalışan öğretmenlerin aldıkları ücretler ise açlık sınırının altındadır. Ayrıca bu öğretmenlerin işvereni devlet olmasına karşın ne iş ne de mesleki güvenceleri vardır.
Atanamayan öğretmenlerin durumu ise toplumun ve ülkenin kanayan yarası olarak bir kenara bırakılmıştır. Mevcut siyası iktidarın bu sorunu çözmeye niyetinin olmadığı da açıktır.
Kamuda devlet memuru statüsünde çalışan öğretmenlerimizin önemli bir bölümünün yaşamlarını parasal olarak normal koşullar içinde sürdürebilmek için ek iş yapmak zorunda bırakılmış olması artık toplumsal olarak kanıksanmış bir durumdur.
Özel okullarda çalışan öğretmenlerin durumları ise hem iş güvencesi hem aldıkları ücret hem de ücretlerini düzenli alamama gibi sorunlardan dolayı içler acısıdır. Her an işsiz kalma riski altındadırlar. Özel okul çalışanlarına yönelik yapılan yasal düzenlemelerse bu durumu daha da pekiştirmiştir.
Yıllar içinde öğretmenlerin ekonomik kayıpları ve sosyal sorunlarının artmasına ek olarak, mesleki saygınlıklarında da ciddi gerilemeler yaşanmıştır. Öğretmenlik mesleği, izlenen politikalar nedeniyle dikkat çekecek ölçüde yıpratılmıştır. Bu yetmiyormuş gibi 7528 sayı ve 10.10.2024 tarihli "Öğretmenlik Meslek Kanunu" öğretmen haklarını daha geriye götürdüğü gibi öğretmenler arasında da statü ayrımı yaratmıştır.
Bunun için ülkemizde eğitim politikalarına yön verenler, öğretmenlik mesleği ve eğitim alanında yaşanan sorunların, sürekli artarak çözümsüzlük noktasına yaklaşmasının baş sorumlularıdır.
İzlenen liberal politikaların etkisiyle, başta eğitim ve sağlık alanları olmak üzere, kamu hizmetlerinde güvencesiz, esnek ve performansa dayalı çalıştırma politikasını acımasızca sürdüren siyasi iktidar, sözleşmeli öğretmen alımında bile mülakat sınavı uygulaması yoluna gitmiştir. Ayrıca iktidarın izlediği politikalar, eğitim ve öğretim çalışanlarını çalışma yaşamında güvencesizleştirmenin yanında, özlük hakları ve çalışma koşulları arasında belirgin farklılıklar ve adaletsizliklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Türkiye’de, öğretmen yetiştirme ilkeleri ve hedeflerinin, olması gerekenin çok uzağında kaldığı görülmektedir. Türkiye’nin hiç önem vermediği hedeflerin başında gelen "Gerekli moral, düşünsel, fiziksel ve kişisel nitelikler taşıyan ve istenilen bilgilere ve beceriye sahip öğretmen yetiştirilme" ilkesi2 neredeyse unutulmuştur. Ülkemizde öğretmen yetiştiren fakültelere girenler, öğrencilikleri süresince okullarını bitirdiklerinde atanamama endişesiyle eğitimlerini sürdürmektedirler. Ayrıca öğretmen adaylarının aldıkları eğitim, hem dağınıklığı hem de niteliği bakımından bu ilkelerden çok uzaktır. Çünkü yıllardır izlenen politikalarla öğretmenlerin mesleki saygınlığı ve heyecanı zayıflatılırken, öğretmen yetiştirmeye de aynı anlayışla bakılmıştır. Böylece öğretmen yetiştirmede de kısa bir sürede aşılması zor sorunlar ortaya çıkmıştır.
İşte bu gerçekler içinde bir 24 Kasım Öğretmenler Gününü daha "kutluyoruz".
* Eski EĞİT-DER Genel Başkanı, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) üyesi