Fransa'da bütçe görüşmeleri hükûmeti devirdi: Başbakan Barnier, sol ittifak ve aşırı sağcı Le Pen'in partisinin oylarıyla görevden alındı.
Barnier hükümeti ülkenin yakın tarihinin en kısa süreli hükümeti oldu.
Fransa’da 3 ay önce göreve gelen Michel Barnier hükûmeti, ülkenin bütçe açığını kapatmayı amaçlayan harcama ve vergi kesintilerini içeren 2025 bütçesini Meclis’te oy kullanmadan geçirmek istemesi nedeniyle muhalefet partileri tarafından verilen gensoru önergeleriyle düşürüldü. Barnier hükûmeti, Fransa'nın Beşinci Cumhuriyet yönetimleri arasında en kısa süreli koalisyon oldu.
Fransa'da Michel Barnier hükûmeti güven oylamasıyla görevden alındı. Muhalefet partileri tarafından verilen gensoru önergesi 331 oyla kabul edildi. Fransa tarihinde 1962 yılından bu yana ilk kez bir hükümet, Gensoru önergesiyle düşürülmüş oldu.
Le Pen'in partisi de destek verdi
Meclis'in en büyük ittifakı solcu Yeni Halk Cephesi (NFP) tarafından verilen güvensizlik önergesi; Marine Le Pen'in göçmen karşıtı aşırı sağcı Ulusal Birlik'ten milletvekilleri tarafından da desteklendi.
Oylamadan önce Barnier, hükûmetin düşmesi halinde bunun ülkeyi "bilinmeze sürükleyeceği" uyarsında bulunmuştu ancak şimdi istifa etmek zorunda kalacak.
Macron en kötü siyasî krizle karşı karşıya
Öte yandan hükûmetin düşmesi, Emmanuel Macron'u iki dönemdir yürüttüğü cumhurbaşkanlığı görevinin en kötü siyasi kriziyle karşı karşıya bıraktı. Fransa giderek büyüyen bir kamu açığıyla karşı karşıya kalırken 2025 bütçesinin nasıl belirleneceği ve Macron'un başbakan olarak kimi atayacağı konusunda belirsizlik var.
Ancak cumhurbaşkanı olarak ikinci dönemi 2027 baharına kadar sürecek olan Macron'un görevi bırakma zorunluluğu bulunmuyor.
Öte yandan Temmuz 2025'ten önce yeni bir parlamento seçiminin yapılamayacak olması, derin bir bölünme yaşayan ulusal meclis karşısında Macron'un seçeneklerini daraltıyor.
Macron'un haziran ayında ani erken seçim çağrısı yapmasından ve sol ittifakın seçimi önde göğüslemesinden bu yana Fransız parlamentosu mutlak çoğunluğu olmayan üç grup arasında bölünmüş durumda. 7 Temmuz'da yapılan ikinci tur parlamento seçimlerinde Yeni Halk Cephesi ittifakı en fazla oyu almış ancak mutlak çoğunluğu elde edememişti. Macron'un merkez sağ grubu kayıplar yaşamıştı. Le Pen'in aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi sandalye kazandı ancak sol ve merkezden gelen taktik oylarla iktidardan uzak tutulmuştu.
BUSE SÖĞÜTLÜ YAZDI | Fransa'da kaybeden aşırı sağ, sol ittifak birinci; kazananı zaman gösterecek
1962'den beri ilk kabul edilen gensoru önergesi
Barnier hükûmetini düşüren oylama, Charles de Gaulle'ün cumhurbaşkanı olduğu 1962 yılında Georges Pompidou hükûmetinin aldığı yenilgiden bu yana ülkenin ilk başarılı olan güvensizlik oylaması oldu.
Barnier hükûmeti, Fransa'da 1958'de başlayan Beşinci Cumhuriyet dönemindeki en kısa hükümet olarak kayıtlara geçti.
Barnier'in çöküşüne neden olan neydi?
AB'nin eski Brexit müzakerecisi olan Barnier, seçimlerin ardından süren yaklaşık 2 aylık siyasî belirsizliğin ardından Macron tarafından geçen eylül ayında başbakanlığa atanmıştı.
Barnier'in Beşinci Cumhuriyet'in en kısa koalisyonu olarak tarihe geçen hükûmetinin sonunu hazırlayan olay, Fransa'nın bütçe açığını 60 milyar euroluk vergi artışları ve harcama kesintileriyle kapatmaya çalışacağını söylediği 2025 bütçesi oylamaları oldu. Ancak bütçe konusunda haftalarca süren anlaşmazlığın ardından Barnier, pazartesi gün, bir hükûmetin parlamentoda oylama yapılmaksızın yasa çıkarmasına izin veren anayasanın 49.3 maddesini kullanarak bir sosyal güvenlik finansman tasarısını kabul ettirdi. Bu durum, gensoru önergesi verilmesine yol açtı.
Barnier hükûmetinin harcama kesintileri ve vergi artışları yoluyla yapmayı planladığı tasarruflar rafa kaldırılacak.
Bu arada artık soldan bir başbakan olması gerektiğini söyleyen Sosyalist Parti lideri Olivier Faure da Macron'un Fransız halkına konuşması gerektiğini söyledi. Faure, Le Monde'a "Noel'den hemen önce Fransız halkını bu belirsizlik içinde nasıl bırakabilir?" dedi.
***
Depremler için “sus” emri yargıdan: “İnsanlara yardım gitmedi” diyene hapis cezası -Gökçer Tahincioğlu-
Devletin dava açmaya doyamadığı, cezaevi operasyonunda kepçeyle kolunu kopartması yetmiyormuş gibi yıllarca mahkeme mahkeme süründürdüğü, bütün engellere rağmen okuyup memur olan ve nedensiz biçimde OHAL döneminde memuriyetten de ihraç edilen Veli Saçılık’ın artık felaketlere tepki göstermesi de yasaklandı!
Kahramanmaraş merkezleri depremlerin yaşandığı o karanlık gecenin sabahını anımsayın. Yardım feryatlarını, insanların yalvarmalarını, bölgeye yardıma koşanların yaşadıkları travmaları…
Ve sonra depremden üç, dört gün sonra bile yakınlarını kurtarmak için vinç arayanların, kazma kürek arayanların çaresizliğini anımsayın.
Zira bütün bunları, yaşadığımız bunca felaket arasında unutmamız, dahası bunlar yaşanırken susmamız isteniyor.
* * *
İnsanlar unutma eğiliminde yaşar. Unutmadan yaşamak da çok mümkün değildir.
Ancak nasıl bir unutmak, geride hangi koşullarda bırakmak, bunun üzerine kafa yormazsanız, günün birinde kendinizi duyguları alınmış, aynı hataları sürekli tekrar eden bir yaşam çukurunun içinde, tanınmaz halde bulursunuz.
Unutmak, hak edilmesi gereken bir eylemdir.
Geride bırakabilmek için yaptıklarınızdan, ettiklerinizden, yaşadıklarınızdan ders çıkartmaz, bu konuda özeleştiri yapmaz, olanlarla yüzleşmezseniz gerçekten başarılamayacak olan bir eylemdir.
Usulüne uygun gömülmeyenlerin hortlama riski her zaman vardır zira. Ya da sizin yaşayan bir ölüye dönüşme riskiniz…
* * *
Kahramanmaraş depremi sonrasında özellikle Antakya’da yaşananlar tam da böyle… Unutulması halinde yenisinin yaşanacağı neredeyse kesin.
Aynı manzara, çığlıklar, yıkılan binalar, kurtarılamayanlar, ders çıkartılmaması halinde, bir kesinlik olarak duruyor önümüzde.
Ancak binlerce dosya ile meşgul yargımızın derdi başka… Olanların unutulmaması bir yana, o kıyamet anında tepki gösteren, yardım çığlığı atanların peşinde yargı…
Susulması için, unutulması için, tek bir demokratik tepki gösterilmemesi için…
* * *
Veli Saçılık’ı artık hemen herkes tanıyor. Devletin dava açmaya doyamadığı, cezaevi operasyonunda kepçeyle kolunu kopartması yetmiyormuş gibi yıllarca mahkeme mahkeme süründürdüğü, bütün engellere rağmen okuyup memur olan ve nedensiz biçimde OHAL döneminde memuriyetten de ihraç edilen Saçılık’ın artık felaketlere tepki göstermesi de yasaklandı!
Ancak yasak sadece Saçılık için konulmuş değil elbette, hepimizi ilgilendiriyor.
Veli Saçılık
Saçılık, binlerce insan gibi, Maraş depremlerinin ardından yaşananları görünce kayıtsız kalamadı, sosyal medya üzerinden mesajlar paylaştı:
“Depremde kurtarma çalışmaları için ilk üç gün çok önemliydi. Bütün enkazlardan sesler geliyordu. AFAD dışında hiçbir kişiye kuruluşa müsaade etmeyeceğiz diyerek insanları ölüme terk ettiler. İşkencecilik, hırsızlık üzerinden tekrar vitrine çıkıyor. Saray rejimine işkence yakışır…”
* * *
Bu mesajlar birilerinin çok gücüne gitmiş olacak ki hakkında soruşturma başlatıldı ve kısa sürede “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” suçundan hakkında dava açıldı.
Saçılık, sözlerinin arkasında durdu. Kimseyi yanıltıcı bir bilgi vermediği gibi, bunları dile getirmenin demokratik hakkı olduğunu söyledi mahkemede…
Söylediklerinin doğruluğunu kanıtlamak için binlerce kişiyi tanık gösterebileceğini de söyledi. Birkaç depremzedeyi tanık olarak da gösterdi.
O depremzedelerden biri şunları anlattı:
“Depremin 15 veya 16. saatinde enkazdan kuzenim tarafından çıkarıldım. Enkazdan çıktığım zaman olayın vehametini fark ettim. Daha sonra yaklaşık 5-6 gün diğer yakınlarımın enkazdan çıkarılmasını bekledim. Bu süre zarfında bize hiçbir yardım ulaşmadı. Yiyecek veya diğer türlü yardımların hiçbirisi yoktu. Günleri karıştırıyor olabilirim ancak hatırladığım kadarıyla depremin 2. günü yeğenim geldi ve babasının ve annesinin enkaz altında yandığını bana söyledi. Orada siviller vardı. Hatta Bursa'dan gelen bir şahıs sismik bir cihazla kendince sesleri algılayıp yardımcı olmaya çalışıyordu. Yine yanlış hatırlamıyorsam depremin 2. veya 3. günü çorba dağıtan bir şahsa İHH çalışanları müdahale ederek engel oldular. Biz bu duruma tepki vermiştik. Bunun üzerine engel olmayı bıraktılar ve çocuklar çorbaları içebildiler. Depremin 3. gününde damadım kurtarma çalışmaları için vinç ayarlamış, ancak bu vincin valilik kararıyla Antakya'ya girişinin yasaklandığını öğrendim. Evet deprem bir afet olabilir ancak biz orada katledildik. Yardımın engellenmesi katliamdır. Hiçbir anne 6. gün çocuğunu yıkarken çocuğunun derisinin elinde kalmasını hak etmiyor. İnsanlık orada ölmüştür. Bu beyanlarımı evlatlarını ve akrabalarını toprağa vermiş bir anne olarak ifade ediyorum. Vinçler ilk gün gelebilseydi bu tür ölümler meydana gelmeyecekti. Çünkü 19 yaşındaki kuzenim ve evladım 6. günün sonunda enkaz altından 20 dakikada çıkarıldı. Bu şekilde mağdur olmayacaktık.”
* * *
Diğer tanıklıklar da bu tanıklığa paralel elbette. Zaten bölgeye bir kez giden ya da birkaç depremzedeyle konuşan kim varsa, benzer bir isyanı mutlaka duymuştur.
Buna rağmen savcılık, esas hakkındaki görüşünde, şu vahim iddialarda bulundu:
“Sanık Veli Saçılık'ın olay tarihinde sosyal medya hesabı üzerinden iddianame metninde belirtilen sözleri sarf etmek suretiyle belirsiz sayıda kişinin görebileceği şekilde yanıltıcı bilgiyi yazmak ve yaymak suretiyle üzerine atılı suçu işlediği, her ne kadar sanığın alınan ifadesinde devletin yetkili makamlarının depremle mücadele hususunda yetersiz kaldığını belirttiği görülmüş ise de devletin ilgili deprem nedeniyle yetersiz kaldığı iddia ile devletin kasıtlı şeklide yardım çalışmalarını engellediği yönündeki iddiaların farklılık arz ettiği, sanığın sosyal statüsü ve eğitim durumu nedeniyle iki durum arasındaki farkı bilebilecek durumda olduğu…”
Savcılık, yardım gitmediği sözlerinin değil, başka yardımların gitmesinin kasıtlı olarak engellendiğine yönelik sözlerinin yanıltıcı olduğunu söylüyor.
İskenderun girişinde çekilen, onlarca vinç, kamyon ve diğer iş makinelerinin bekletildiği görüntüleri hesaba katmamış belli ki…
Hesaba neden katmadığını da ilginç biçimde açıklıyor:
“…Tanık Elif'in alınan beyanlarının sanığın beyanlarını bir yönüyle desteklediği düşünülebilir ise de tüm Türkiye'nin seferber olduğu ve televizyonlarda canlı şekilde yayınlanan yardım faaliyetlerine rağmen kulaktan dolma bilgileri sosyal medya üzerinden çok kişiyle paylaşılmasının yanıltıcı bilgiyi alenen yayma suçunu oluşturacağı, açıklanan nedenlerle sanığın savunmasına itibar edilmediği ve savunmasının suçtan kurtulmaya yönelik olduğunun değerlendirildiği, sanığın olaya dair herhangi bir görgüsünün olmadığı, yine bahse konu dönemde depremle mücadele çalışmalarının onlarca televizyon kanalında 30'a yakın yardım kuruluşunun katılımıyla tamamlandığı, her ne kadar sanık vekilince onlarca şehirden yüzlerce kişinin tanık olarak getirilebileceği ve depremle etkin mücadele edilmediğinin ya da yardımlara müdahale edildiğinin ortaya konabileceği belirtilmiş ise de çok daha fazla kişinin aksi yönde beyanda bulunmak üzere çok fazla sayıda kişinin tanık sıfatıyla dinlenmesinin mümkün olduğu, yaşanan depremin büyüklüğü dikkate alındığında bir kısım eksikliklerin yaşandığı tarafımızca da kabul edilmiş ise de sanık vekilinin ısrarla üzerinde durduğu şekilde konumuzun depremle etkin mücadele olmayıp herhangi bir somut bilgi ve veriye dayanmaksızın öğrenilen bilgilerin toplumda infial yaratılacak şekilde paylaşılması olduğu, bu bakımdan sanık müdafiinin yeniden tanık dinletilmesi taleplerinin reddine karar verilmesi karar verilmesi kamu adına talep ve mütalaa olunur.”

* * *
Savcılığa göre yüzlerce, binlerce kişi, “Bize yardım gelmedi, gelen yardım engellendi” dese bile bundan çok sayıda kişinin farklı tanıklık yapabilecek olması, suçun oluştuğunu gösteriyormuş… İnfial halindeki bir toplum, bu şekilde infiale getiriliyormuş…
Ankara 10. Asliye Ceza Mahkemesi, gerekçe bile açıklamadan bu görüşleri esas alarak Saçılık’ı suçlu buldu.
Önce bir yıl hapse mahkûm etti, ardından bu cezayı beş yıllığına erteledi. Saçılık, benzer biçimde bir eylemde daha bulunur, ola ki bir felaketle ilgili tepki gösterir, insanların iddialarını anımsatırsa verilen cezayı yatmak zorunda kalacak.
Ve elbette bu ceza sadece Saçılık’a verilmiş değil.
Karar gösteriyor ki İskenderun’da, Hatay’da, Maraş’ta, Adıyaman’da, “Gönderilen yardımlar engelleniyor, tek merkezden yardımların yapılması gerekçe gösteriliyor” diye haykıranların sesini duyurmak isteyen kim varsa suçlu sayılacak.
Gerçeğe aykırı bilgiyi alenen yaymak dedikleri, bizim onayımızdan geçmeyen hiçbir bilgiyi paylaşamazsın anlamına geliyor.
Bir “sus” emri bu aynı zamanda.
Gördüklerini, duyduklarını dillendirme emri…
Halkı infiale getirmenin bu olmadığı ortada.
Ve asıl infiale yol açanlara kimsenin dokunmadığı da…
* * *
Haftanın kitabı: “Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin”
Barış Bıçakçı, Türkiye’nin önemli yazarlarından biri. İlk kitaplarından bu yana “sıkı takipçi” olan okur sayısı çok fazla. Okurlarının uzun süredir merakla bekledikleri romanı, “Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin”, İletişim Yayınları’ndan bir süre önce çıktı.
Romanda şahsi bir ansiklopedinin, o ansiklopedinin oluşturulmasının hikayesini anlatıyor Bıçakçı… Elbette her zamanki gibi kapalı bıraktığı, ayrıntıya odaklanan, dar alanda paslaşan cümleleriyle…
“Barış Bıçakçı’dan ömür kadar kısa bir roman” diye tanıtılması boşuna değil romanın. Bıçakçı’nın diğer romanları için de aynı ifade zaten kullanılabilir. Son romanında ise yavaş yavaş yaşam bulan, başkalarından öğrenilmiş bilgilerle yazılan ansiklopedinin içerdiği kısa öykülere bir de aşk öyküsü arkadaşlık ediyor. Sosyal medyada zaten üzerine konuşuluyor kitabın ancak özellikle Bıçakçı’yı tanıyanlar için ansiklopediyi okumamak eksiklik olur. Arka kapak yazısındaki cümleyle söylemek gerekirse, “İnsanın kendi hayatının, avuntularının, esasen de bilmezliklerinin ansiklopedisi…”
/././
Nobel Barış Ödülü sahibi Nadia Murad: BM IŞİD'i adalet önüne çıkarmakta başarısız oldu

Iraklı Ezidi Nadia Murad, IŞİD'in fiziksel ve cinsel şiddetini yaşadı.
Stephanie Hegarty - BBC 100 Kadın
Münih’te bir mahkeme salonunda Nora, kendisini köle olarak satın alan, taciz eden ve beş yaşındaki kızını öldüren kişinin karşısında oturuyordu.
2015'te Nora ve Reda Irak’ta cihatçı IŞİD tarafından rehine olarak alıkonuluyordu.
IŞİD bir yıl önce, Ezidi azınlığına yönelik BM’nin “soykırım kampanyası” olarak nitelediği saldırılara başlamıştı.
Felluce’ye Almanya’dan giden IŞİD militanı Taha al-Cumaili ve karısı Jennifer Wenisch tarafından köle olarak “satın alınmışlardı.”
Temmuz’un sonuna doğru, beş yaşındaki Reda hastalandı ve yatağı ıslattı.
Ceza olarak Al-Cumaili küçük kızı dışarı çıkardı ve 50 derece sıcakta pencereye zincirledi.
Al-Cuamili ile karısı küçük kızı susuzluktan ölmek üzere terk ederken, içeride kilitli tuttukları annesinin elinden yalnızca izlemek geldi.
2021 yılında Wenisch savaş suçlarından yargılanan ve hüküm giyen ilk IŞİD üyelerinden biri oldu. Bir ay sonra Al-Cumaili de soykırımdan hükmü giydi.
İkisinin cezalandırılmasında da Nora’nın ifadesi etkili oldu.
“Bu mümkün, daha önce yapıldı” diyen Nobel Barış Ödülü sahibi Ezidi aktivist Nadia Murad, Nora’nın köyünden ve geçen 10 yıldır bu alanda adalet için mücadele ediyor.
Murad, “İnsanların [IŞİD] ve benzer ideolojiye sahip gruplar hakkında bilmedikleri, öldürülmenin onların umurunda olmadığı. Ama mahkemede kadınlar ve kız çocuklarıyla ile yüzleşmekten çok korkuyorlar” diyor.
“Ve onları bütün dünyanın önünde sorumlu tutmazsak, her zaman başka bir isimle geri gelecekler.”
2014 yılında IŞİD, Irak’ın kuzeyinin büyük bir kısmına el koydu ve dini ve etnik azınlıklara saldırdı.
Ancak inançlarından nefret ettikleri Ezidiler’e özel bir zulüm uyguladılar. Binlerce Ezidi erkeği, 12 yaşından büyük erkek çocukları ve ileri yaştaki kadınları öldürdüler. Binlerce genç kadın ile kız çocuğu seks kölesi olarak esir aldılar ve çocuk asker olmaları için erkek çocukların beyinlerini yıkadılar.
Onbinlerce IŞİD üyesinden 20’den azı, Almanya, Portekiz ve Hollanda'daki mahkemelerde savaş suçundan hüküm giydi. Irak’ta IŞİD üyeleri savaş suçlarından değil, terör suçlarından ceza aldılar.
Avrupa’da IŞİD üyelerinin mahkum edilmesinde, Unitad tarafından yürütülen yedi yıllık bir soruşturmanın yardımı oldu. Birleşmiş Milletler’in soruşturma birimi Unitad da, Nadia Murad’ın yardımıyla kuruldu ve milyonlarca delil topladı.
Ancak Eylül ayında Irak’ın BM ile ortaklığını sürdürmeyi reddetmesinin ardından soruşturma da sonlandı. Delillerin tamamı şimdi, New York’taki bir binadaki bir sunucuda bekliyor. Murad daha fazla kişinin mahkum edilmesi için neden siyasi bir irade olmadığını anlayamıyor.
Irak’ta kaç IŞİD mensubunun hüküm giydiği net değil, birçoğu terör suçlamalarıyla alıkonuluyor, ancak süreç şeffaf şekilde ilerlemiyor.
Ülkenin adaleti bakanı geçen sene, ortalama 20,000 kişinin terör suçlamalarıyla hapis cezasına çarptırıldığını, 8,000 kişinin de idam edildiğini söyledi ancak bunların kaçının IŞİD üyesi olduğunu açıklamadı.
Murad “Bu mağdurları kahrediyor” diyor.
Yezidiler 2024'te IŞİD'ın soykırımını andı.
Murad’ın ailesinin çoğu da öldürüldü. Nora gibi o da esir tutuldu ve bir üyeden diğerine satıldı, tekrar tekrar tecavüze ve toplu tecavüze uğradı.
Kimse onu kurtarmaya kimse gelmedi, onu esir alan kişi kapıyı kilitlemeyi unutunca kaçabildi. Saatlerce yürüdükten sonra kapısını çaldığı onun IŞİD bölgesinden kaçmasına yardım etti.
“Yeğenlerim, arkadaşlarım ve komşularım hala oradayken ben hayatta kaldığım için suçlu hissediyordum” diyor Murad.
“Hayatta kalışımı hikayemi anlatma sorumluluğu olarak gördüm, insanlar [IŞİD] kontrolü altında gerçekten neler olup bittiğini bilsin diye.”
Açıkça konuşan Murad, Irak’ta cinsel şiddetle bağdaştırılan utancı reddetti. Tanıdığı birçok kadın lekelenmekten korumak için sessiz kalmaya çalışmış. Ancak Murad akrabalarını ve arkadaşlarını Unitad’a delil sunmaları için ikna etmiş.
Çalışmalarının çoğunluğu cinsel şiddet mağdurlarının haklarını korumayı hedefliyor. Geliştirdiği “Murad Kodu” isimli kılavuz mağdurların, soruşturmacılarla ya da gazetecilerle konuşurken neleri paylaşacaklarını kontrol etmelerine yardımcı oluyor.
“Cinsel şiddet ve tecavüz savaş bittikten çok uzun süre sonra sizinle kalan birşey. Sonsuza kadar kalıyor ve vücüdunuzda, zihninizde ve kemiklerinizde varoluyor,” diyor Murad.
Murad Irak devletinin soykırım mağdurlarını BM’nin yardımı olmadan nasıl ele alacağı konusunda kaygılı. Yakınlarının toplu mezarlardan çıkarılma yöntemi de endişesini artırdı.
IŞİD tarafından öldürülenlerin gömüldüğü yaklaşık 200 toplu mezar var. BM misyonunun yardımıyla açılan 68 mezardan 15’i Murad'ın köyündeydi.
Bu süreç artık Irak yetkililerinin elinde ve binlerce cansız bedenin yalnızca 150'sinin kimliği tespit edildi. Murad’ın sekiz erkek kardeşinden altısı IŞİD tarafından öldürüldü ama yalnızca ikisi için düzgün bir cenaze töreni yapıldı.
“Annem, yeğenlerim, diğer dört erkek kardeşim, kuzenlerim hepsi Bağdat’ta bir binada duruyorlar,” diyor Murad. “[Süreç] bir tür kapanış arayan birçoğumuz için acı verici derecede yavaş ilerliyor.”
Yakın geçmişte kimliği belirlenen bazı kurbanların akrabalarına Irak yetkilileri ulaşmayınca ailelerin Facebook üzerinden haberi olmuş.
Unitad’ın eski yöneticisi Christian Ritscher, BBC'ye bedenlerin kimliğinin tespit edilmesinin uzun ve zor bir süreç olduğunusöyledi. Ritscher, Unitad çok şey başarmış olsa da, soruşturmanın fazla erken sonlandığını düşünüyor.
Nadia Murad, BM ve diğer uluslararası kuruluşların en savunmasız olanları koruyamadığını söylüyor
Ezidi soykırımının onuncu yıldönümünde Murad’ın bu tür suçları önlemeyi hedefleyen, BM gibi kuruluşlara da sert birkaç sözü var.
“Bu uluslararası kuruluşlar insanları sürekli hayalkırıklığına uğratıyor. Savaşı önlemeyi başardıkları bir tek örnek verin, Irak olsun, Suriye olsun, Gazze ve İsrail, Kongo, Ukrayna olsun.”
“En savunmasız olanları korumaları gerekiyordu,” diyor Murad. “Kendi partileri ve siyasetleri için neyin daha iyi olacağı onları daha çok ilgilendiriyor.”
Murad, Gazze ve Lübnan’daki savaşların yayılmasından ve IŞİD kalıntısı grupların Ortadoğu’daki kaostan bir kez daha faydalanmasından korkuyor.
“[IŞİD] gibi bir ideolojiyi yalnızca silahlarla yenemezsiniz,” diyor Murad. “Birçoğunun hala serbest olduğunu ve cezasızlıkla kurtulduklarını biliyoruz.”
“Sessiz kalmayarak, suçu ve lekeyi üstlenmeyerek bir şekilde ifademi verdiğimi, adaleti bulduğumu hissediyorum."
"Ama hikayesini anlatmayan kız kardeşlerim, yeğenlerim, arkadaşlarım ve mağdur kardeşlerim için acı çok gerçek. Ve bu travmayı da yalnızca adalet iyileştirebilir.”
/././
Kadına hakkını verip canını alan erkek dünya -Mine Söğüt-
Kadına bu dünyada yer arıyoruz ve sadece testosteron enerjisiyle biçimlenen kadim tarihin zehrini yeni nesillerin zihnine eski verilerle aktarmaya devam ediyoruz. Çünkü; bizim için kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanmalarının haber değeri var ama yüzyıllar boyunca bu hakka sahip olmamalarının haber değeri yok.
Fransa ve İtalya’dan on bir, Romanya’dan on iki, Bulgaristan’dan on üç, Belçika’dan on dört, İsviçre’den otuz altı ve Suudi Arabistan’dan da tam seksen bir yıl önce 1934 yılında bu topraklarda kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi.
Peki bu hakkı onlara kim verdi?
Erkekler.
Hem de sayıları her dönem nüfusun ortalama yarısını oluşturduğu halde, uygarlık tarihini tek başına yazan ve tüm hakları binlerce yıl tekelinde tutan erkekler…
Halkın mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkı ilk kez bundan 26 yüzyıl önce Atina’da kazanıldı. O hakkı da zengin ve erkek muktedirler yeni yeni şekillenen demokrasi kavramı çerçevesinde sadece kendileri gibi zengin ve soylu diğer erkeklere bahşederek iktidar üzerinde onların da kısmen söz hakkı olmasına izin verdiler.
30 Ekim 1930'da Türkiye'de kadınlar ilk kez belediye seçimlerinde oy kullandı
Bu yüzyıllarca böyle devam etti. Zamanla oy kullanan soylu ve zengin erkeklere sıradan ve fakir erkekler de katıldılar ama zengin ya da fakir hiçbir kadın seçme ve seçilme hakkının yanına tam 25 yüzyıl boyunca yaklaşamadı.
Bu süreçte her alanda başarılı ya da başarısız erkeğin arkasında, yanında ya da ayağının altında durdular.
Erkeklerin tasarladığı dünyaya onların öngördüğü anlayışlara göre yetiştirilen kızlar ve erkekler doğurdular.
Aralarından çeşitli vesilelerle tek tük sıyrılan ve erkek işine soyunan kadınlar çıktıysa da emsal teşkil etmediler, dünyayı değiştirmediler.
Kadınların seçme ve seçilme hakkından ve daha birçok hakları olduğundan ancak 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru konuşulmaya başlandı. Ve nihayetinde erkekler kadınlara da seçme ve seçilme hakkı vermeye ikna oldular.
25 yüzyıl boyunca iktidar sistemlerine hukuken yaklaştırılmayan, annelik ve eşlik dışında başka hiçbir alanda güç sahibi olmalarına izin verilmeyen kadınlar, erkek aklıyla inşa edilmiş binlerce yıllık bir dünyada sadece son yüz, yüz elli yıldır seslerini çıkarabiliyorlar.
Ve çıkardıkları sesin bile aslında tamamen kendilerine değil daha çok bu erkek dünyaya ait olduğunu çoğu zaman fark etmiyorlar.

Sadece seçme ve seçilme hakkı değil neredeyse tüm haklar uygarlığın en başından beri erkeklerin elindeydi.
İçinde yaşadığımız bu dünyayı en başından beri her şeyiyle tek başına erkek aklı ve erkek erki dizayn etti.
Gelmiş geçmiş dinlerin hemen hemen her türlüsünde, hele hele tek tanrılılarında sadece erkek zihninin imzası var.
Mevcut politika külliyen erkek enerjisinin marifeti.
Felsefe, sosyoloji ve psikoloji baştan sona erkek zihninde şekillendi.
Edebiyat, şiir, sinema, tiyatro, mimari hep erkek işi.
Sanat tarihi külliyen erkek marifetleriyle yazıldı.
Ekonominin, endüstrinin, bilimin, teknolojinin tüm mimarları erkekler.
Ne yiyeceğimizden ne giyeceğimize, nasıl yaşayacağımızdan nasıl sevişeceğimize, nasıl savaşacağımızdan nasıl barışacağımıza, nasıl konuşacağımızdan nasıl düşüneceğimize, nasıl doğacağımızdan nasıl öleceğimize kadar her şey en başından beri dünya nüfusunun yarısının aklıyla sistemleştiriliyor.
Üremede erkeğin de payı olduğu fark edildikten sonra sadece erkek soyunu sürdürmekle mühürlenen kadının, ne zaman hangi koşullarda nasıl bir özgürlüğe sahip olacağına da haliyle binlerce yıldır kadınlar dahil herkes külliyen erkek aklıyla inşa edilmiş bir düşünce sistemi içinde akıl yürütüyor.
Çeşitli alanlarda başarılı olan kadınların artık parmakla gösterilmeyeceği ve cinsiyetlerin altının çizilmeyeceği bir dünya yaratmanın peşinde değiliz.
Hâlâ kadına bu dünyada yer arıyoruz ve sadece testosteron enerjisiyle biçimlenen kadim tarihin zehrini yeni nesillerin zihnine eski verilerle aktarmaya devam ediyoruz.
Çünkü;
Bizim için kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanmalarının haber değeri var ama yüzyıllar boyunca bu hakka sahip olmamalarının haber değeri yok.
Kadınlara çeşitli yasal hakların ne zaman ve nasıl tanındığını önemsiyoruz ama onca zaman neden ve nasıl tanınmadığını tartışmıyoruz.
Tanrıların erkek olduğuna külliyen iknayız.
Nüfusun sadece yarısının aklıyla şekillenen bir dünyada mevcut düzeni kökünden söküp, yerine gerçekten eril ve dişil aklın ortaklığıyla yenisi kurmak için bir heves taşımıyoruz.
Kadın haklarını erkek aklıyla korumaya çalışıyoruz.
Bu yüzden de kadının hikayesini yüz yıldır hala “verilen haklar ve alınan canlar” kısır döngüsünden çıkartamıyoruz.
* * *
Seçme ve seçilme hakkı olan ama “olduğu gibi” özgürce yaşama hakkı olmayan kadınlarla anca bu kadar döner bu dünya.
/././