Sahaflar Çarşısı(XXXV) - Savaşın farklı bir hikayesi: Ölü Ordunun Generali + Abidin Dino ve Uzun Yürüyüş -soL

Sahaflar Çarşısı(XXXV) - Savaşın farklı bir hikayesi: Ölü Ordunun Generali -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta savaşa ve insana farklı bir pencereden bakıyoruz: Arnavut edebiyatının en önemli isimlerinden İsmail Kadere'nin Ölü Ordunun Generali kitabını konuşuyoruz.

Bir general düşünün. Görevi 20 yıl kadar önce Arnavutluk'ta öldürülen faşist askerlerinin kemiklerini toplayıp İtalya'ya götürmek. Kemiklerden oluşan üniformasız koca bir ordu. Emrinde silahsız ve tabutlu binlerce askeri olan bir general. 

Arnavut dağlarının soğuk ve sessiz geceleri vardır. Bu geceler, tarihin ve insanlığın derin yaralarını saklar. Göz alabildiğine uzanan taşlık yollar, bir zamanlar savaş meydanı olmuş bu toprakların sessiz tanıklarıdır. İsmail Kadare’nin Ölü Ordunun Generali romanı, işte bu topraklarda, savaşın ardından unutulmuş bir hikayeyi yeniden canlandırır. Yıllar sonra bu coğrafyaya adım atan bir İtalyan generalin hikayesi, insanlığı yok etmek isteyen faşist orduların tarihinin zaferlerle değil, kayıplarla da yazıldığını hatırlatır.

Yusuf Şaylan ile ile birlikte geçtiğimiz hafta konuştuğumuz Bulgar edebiyatından sonra Arnavutluk'a bakıyoruz. Ölü Ordunun Generali ise bu edebiyatın en kült eserlerinden. İsmail Kadere de bu edebiyatın öncü isimlerinden. Dünyada pek çok dile çevrilen yazdığı eserler sinemaya ve tiyatroya uyarlanan bir yazar Kadere. 

Geçtiğimiz Temmuz ayında yaşama veda eden Kadere için Yusuf Şaylan hüzünle başlıyor söze. "Sanki bir yakınını kaybetmiş gibi hissediyor insan böyle zamanlarda. Yalnızca böyle kıymetli yazarların ölümü değil aynı zamanda yerine yenilerinin yetişmediğini görmek de can sıkıyor bir yandan." diyor Şaylan. 

Şaylan masaya not aldığı kartlarını diziyor ve yanında getirdiği kitapları çıkarıyor çantasından. Gözlüğünü takıp, "Haydi başlayalım bakalım" diyor. 

Çaylarımız geliyor ve başlıyoruz.

Teslim olmamakta tüm mesele

Arnavutluk faşist ordular tarafından işgal edildiğinde küçük bir ülkede nasıl bir tarih yazılacağını henüz bilmiyordu kimse. Ancak verdikleri mücadele teslim olmayan, boyun eğmeyen bir halkın nasıl destansı bir yanıt verdiğini de gösteriyor. 

Arnavut emekçileri ve partizanlar İkinci Dünya Savaşı sırasında faşist işgalcilere karşı gösterdiği yiğit direnişle hatırlanır. Kadare’nin anlattığı Arnavut dağ köyleri, insanlığın zulme karşı durduğu, faşizme geçit vermediği birer direniş kalesidir. Faşist İtalya'nın askerleri, Arnavutların toprağına ayak bastığında, dağlarda yankılanan tek bir ses vardı: "Teslim olmak yok!" Arnavut kadınlar ve erkekler, faşist tanklara karşı direnirken, yüreklerinde özgürlük inancı taşıyorlardı. 

Yusuf Şaylan Arnavutlarla ilgili bölümleri okurken pek heyecanlanıyor. 

"Yahu ne kadar benziyoruz birbirimize diye düşünüyorum her seferinde. Öncelikle coğrafi yakınlık. Yani Arnavutluk topraklarıyla tarihte birlikte yaşadığımız koca bir dönem var. E Türkiye'de de sayısı azımsanamayacak Arnavut nüfusu yaşıyor. Dolayısıyla benziyoruz bir birimize. Arnavutların silahla kurduğu ilişki, pire için yorgan yakan ruh halleri ve kan davaları gibi örneklerini düşününce ne kadar da benziyoruz birbirimize diye düşünüyorum. 

Sonra faşizme karşı direniş, partizanlar, Enver Hoca ve komünistler. Böyle düşününce dünyanın her yerinde eşitlik ve özgürlük için mücadele edenlerin daha da çok benzediğini düşüşüyor insan. Evet Arnavutlar işgal edilmiş yenik düşmüşler. Ama hiç teslim olmamışlar. Yıllar sonra geride bıraktıkları kemikleri toplamaya gelen bir generalin öyküsü ise bu süreci en iyi anlatan eserlerden biri" diye anlatıyor bunları.

İsmail Kadere'nin eserlerinden iki tanesi ve Yunan şair  Odisseus Elitis'in kitabı. İçindeki Arnavutluk bölümleri Yusuf Şaylan'ın tavsiyleri arasında. 

Cesetlerle dolu bir yolculuk

Hasan Akgüç diye giriyor söze Yusuf Şaylam kırmızı kapaklı kitabı eline alırken. "Hasan Akgüç ilk kez okumuştu bu şiiri bana. 78'li yıllarda subaydı. Sonrada hayata üniformasız devam etti. Güzel şiir yazar güzel şiir okurdu. Yunan şair Odisseus Elitis'in "Arnavutlu cephesinde ölen teğmene ağıt" şiirini hatırlıyorum ilk günkü gibi.

"Öyleyse söyleyin güneşe,  
Yeni bir yol bulsun kendine  
Onurundan bir şey yitirmek istemiyorsa eğer
Yeryüzündeki yurdu artık karardığına göre;  
Ya da toprak ve suyla yeniden başka bir yerde  
Mavi doğumunu sağlasın bir kızkardeşin, Yunanistan’ın.  
Söyleyin güneşe yeni bir yol bulsun kendine  
Bakmasın yüzüne bir papatyanın bile  
Söyleyin papatyaya yeni bir erdenlikle açsın  
Ona yaraşmayan parmaklarla kirlenmesin diye!"

Cevat Çapan çevirisiyle okuduk biz de yıllarca. Bu bölüm uzun şiirden bir kesit. Ama biraz da böyledir değil mi? Kötüye, karanlığa direnenler sadece askerleriyle değil. Tüm topraklarıyla, çiçekleriyle direnir. İnsanlık bir ayağa kalksın hele. Papatyasıyla direnir, işgale karşı mücadele eder" diye anlatıyor şiirle ve içinde yer alan Arnavutların mücadelesiyle tanışmasını. 

1990 yılından Hasan Akgüç ve Yusuf Şaylan'a ait bir fotoğraf. Hasan Akgüç'ün okuduğu Odisseus Elitis'in "Arnavutluk cephesinde ölen teğmene ağıt" şiirinden söz ederken çıkarıyor bunu Şaylan. Eskişehir'de bir kitap fuarında çekilmiş fotoğraf. Şaylan boynundaki puşiyi gösteriyor gülümseyerek.

Romanın ana karakteri, yıllar sonra Arnavutluk’a gelen bir İtalyan generali ve onun yanındaki papazdır. Bu insanlar, savaşta ölen İtalyan askerlerinin cesetlerini toplamak ve memleketlerine geri götürmek için Arnavutluk’a gönderilmiştir. Generalin yolculuğu, sadece kaybedilen bir savaşın izlerini değil, aynı zamanda insanlık mücadelesinin anlamını da sorgulatan bir yolculuktur. Her mezar, her köy ve her dağ geçidi, faşizmin nasıl yenildiğini, bir halkın onuruyla nasıl ayakta kaldığını anlatır.

İnsanların 20 yıl öncesinde ölen faşist askerlerin cesedini toplamaya gelen generale olan öfkeli bakışları ve duvarlara yazılan "hak ettikleri gibi öldüler" yazılamaları tarihin ilginç yüzünü gösteriyor diğer yandan. 

Kadare’nin romanı, savaşın yıkıcılığını açıkça gözler önüne seriyor. Faşistlerin ölü askerleri, savaş meydanlarında yalnızca rakam değil, aynı zamanda faşizmin insanlığı nasıl unuttuğunun birer simgesi olarak ulaşıyor okuyucuya. General, toprak altından çıkardığı her askerle birlikte, savaşın anlamsızlığını daha derinden hisseder. Ama bir yandan da "ben olsaydım daha iyi savaşırdım" kibrini de taşır. Ama çıkardığı her cesedin yanında, Arnavut halkının yiğitçe direnişi ve yaşama tutunma çabası bir tokat gibi yüzüne çarpar.

                                                                İsmail Kadere

Savaşın Vahşeti ve insanlık

Arnavut köyleri, Kadare’nin kaleminde bir direniş destanının parçalarıdır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Her biri savaşın içinden geçmiş, ama onurlarından bir parça bile kaybetmemiştir. Bu insanlar, toprağa gömdükleri evlatlarıyla, savaşın yıktığı evlerinin yıkıntılarında yeniden bir yaşam inşa etmişlerdir. Generalin köy köy gezdiği bu topraklarda, Arnavutlar sadece bir halk değil, faşizme karşı dimdik duran insanlığın yüzüdür.

Kadare’nin Ölü Ordunun Generali, sadece İtalyan askerlerinin cesetlerini bulmaya çalışan bir generalin hikayesi değil, aynı zamanda faşizme karşı bir insanlık anlatısıdır. Arnavut halkının savaştaki cesareti ve savaş sonrası yaşama tutunma çabası, dünyanın her köşesindeki halkların mücadelelerine ışık tutar. Bu roman, savaşın yıkıcılığına rağmen, insan ruhunun direncini ve onurunu hatırlatan bir eserdir.

Zulme karşı boyun eğmeyenlerin hikayesidir roman. Arnavut köylüleri zayıf ama inançlı, yoksul ama onurludur. Kitabın 1983 yılında bir de filmi çekilir aynı isimle. Türkiye'de kimi tiyatroların romanı sahneledikleri örnekler de var. 

Yusuf Şaylan öykünün bu kısmında savaş karşıtlığının altını çiziyor yeniden. Ama bir uyarıyla. 

"Savaş karşıtlığı elbette pek meşru ve kıymetli bir şey. Ama soracağız her zaman: Hangi savaş?

Şimdi sınıf savaşımı kötüdür bitsin demek mümkün mü? Bu savaşı kazanmak zorundayız. Sonra işgale karşı direniş yani bizim haklı savaşlar dediğimiz şey es geçilebilir mi? Zalime karşı direnmek, işgalciye karşı savaşmak komünistler için onur meselesidir. Öyle her savaş kötüdür demek genel geçer ifadeler kullanmak yanlışa götürür insan aklını. Esas mesela onurlu savaştır. Evet savaş her zaman ölüm getirir, kötüdür. Ama tarihsel olarak bazen de zorunludur. Arnavut halkı bunu en iyi deneyimleyen halklardan biri."

                                                             Yusuf Şaylan

Şaylan bu örnekleri anlattıktan sonra nemli gözlerini siliyor. Özellikle de savaştan kaçan bir faşist askerin sığındığı değirmencinin öyküsünü anlatırken nemleniyor çakır gözleri. Sevdiği kadına vereceği madalyonundan başka bir şeyi olmayan asker isimsiz ölülerdendir. Kemikleri topraktan isimsiz çıkar isimsiz girer torbaya. Herkes onu asker olarak çağırmıştır. Ama o komutanlarının böyle çağırmasına izin vermeyip kaçmıştır ordudan. Asker savaşı sevmediği için kaçıyor Arnavut değirmencinin yamacına.

Notlarını topluyor yavaştan Yusuf Şaylan. Kitapları torbasına koyarken notlarını bana uzatıyor. 

Haftaya yeni bir kitapta buluşmak üzere ayrılıyoruz.

***

Kitap için söyleşimizi yaparken Suriye'de cihatçı çetelere karşı mücadele eden yurtsever Suriyelilerden örnekler veriyor Şaylan. Ancak bu satırlar yazılırken Şam'ın düştüğünü ve cihatçıların Şam'da sloganlar attığı haberleri okuyoruz.

İnsanlık ileriye gitmenin yolunu bir vesile bulduğunu biliyoruz. Kitaplar ve sahaflar en iyi tanıkları. Daha önce başardı insanlık. Şimdi yine başarmak zorunda. 

                                                            /././

Abidin Dino ve Uzun Yürüyüş -Fide Lale Durak-

"İnsanlık uzunca bir süredir kendi 'uzun yürüyüşünde', bu geri çekilme elbet bir gün bitecek."
                                            
Abidin Dino, 1956, Uzun Yürüyüş

Bu adamlar Dino,
Ellerinde ışık parçaları,
Bu karanlıkta, Dino,
Bu adamlar nereye gider?
Sen de, ben de, Dino,
Onların arasındayız.
Biz de, biz de, Dino,
Gördük açık maviyi.1

Nâzım Hikmet, bu dizeleri Abidin Dino’nun “Uzun Yürüyüş” resmi için yazmıştı. Resimde kaligrafiyi anımsatan fırça hareketleriyle oluşturulan figürler, bir halk hareketini temsil edecek şekilde kalabalık ve anonimdir. Kompozisyon büyük hareketlerin yarattığı soyut bir mekândadır ve aynı anda gerçeklik hissini de verir. Abidin Dino’nun 1950’li yıllardan itibaren bir seri olarak yaptığı bu resimlerde hem içerik hem de biçimsel olarak Uzakdoğu etkileri hissedilir. Mao’yu bir öncü haline getiren, tarihe Uzun Yürüyüş olarak geçen ve halkı iktidara taşıyacak yolun başlangıcını temsil eden bu yürüyüş, aslında bir yıl süren uzun bir geri çekilişti. Geri çekiliş bittiğinde ise güven tazelenmiş, koşullar oluşmuş ve ileriye yürümek için hazır hale gelinmişti. Nazım’ın, Abidin’i ve kendisini içinde gördüğü yürüyüş budur. 

                            Abidin Dino, 1950’ler, İsimsiz (İşkence serisinden), Ankara Resim Heykel Müzesi

Abidin Dino, 1940’larda TKP üyesi olur, siyasi faaliyetleri nedeniyle önce Çorum ardından Adana’ya sürgüne gönderilir. 1950’de sürgün bitiğinde Güzin Dino ile birlikte İstanbul’a dönerler. Bu yıllarda TKP üyelerine yönelik soruşturmalar ve işkencelerle birlikte TKP’nin uluslararası faaliyetlerinde aktif görevler alan Abidin Dino üzerindeki tehditler de artmıştır. 1952’de yurt dışı yasağı kalkınca Güzin Dino ile birlikte Paris’e yerleşirler.

                                    Abidin Dino, 1950’ler, İşkence desenleri, Salt Research arşivi.
                                               Abidin Dino, 1950’ler, İşkence desenleri

Abidin Dino’nun Paris’te açtığı ilk sergi İşkence serisidir. 167 kişinin tutuklandığı 1951 Tevkifatında kendisi de sorgulanmış ama salıverilmiştir. “Tutuklanan pek çok yazar, sanatçı, düşünür, akademisyen arasında, o günlerde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde felsefe öğrencisi olan ozan Ahmed Arif de vardır. Gözaltındaki sorgulamalarından sonra Ahmed Arif, Abidin Dino’yu ziyaret ederek sorgulamalarda yaşadıklarını anlatmış ve “İşkence Desenleri” böylece onun tanıklığıyla yaratılmışlardır.2 İşkence serisini ilk kez 1955 yılında Paris’te Galerie Kleber’de sergilediğinde Abidin Dino, bir sanatçı olarak Paris’te tanınmaya başlar.3

                                    Abidin Dino, 1950’ler, Savaşın Vahşeti, Sakıp Sabancı Arşivi

                         Francisco Goya, 1814, 3 Mayıs 1808 (Madrid’de 3 Mayıs), Prado Müzesi

Abidin Dino, yine 1950’lerde Savaşın Vahşeti adında bir seri resim yapar. Aynı yıllarda, ABD’nin 1945 yılında önce Hiroşima sonra Nagasaki’ye attığı atom bombalarının yıkıcılığı Nâzım Hikmet’in dizelerine de yansır. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlattığı soğuk savaş, sadece Sovyetler Birliği’ne karşı değil, dünyadaki tüm komünistlere karşıdır ve Türkiye’de yaşanan soruşturmalar da, işkenceler de aynı saldırgan ve düşman politikaların sonucudur. Savaş ve işkence serileri, İkinci Dünya Savaşı’nın ve ABD’nin tehditleriyle dolu bir dünyanın Abidin Dino’nun resmine taşınmasıdır.

Hem İşkence serisinde hem de Savaşın Vahşeti’nde Goya’nın etkileri vardır. Goya’nın karanlık resimler olarak adlandırılan, İspanya Engizisyonunun işkenceleri ve sorgu yöntemleri ile halkın batıl inançlarına eleştiri anlamı taşıyan resimlerinin etkileri Abidin Dino’nun işkence serisinde görülür. Halkın cadılık, şeytanilik gibi metafiziğe olan inancı Engizisyona meşruluk kazandırır ve din adına insanları insanlık dışı yöntemlerle “sorgulamasının” önünü açar. Goya bu yüzden de karanlık resimlerinde, batıl inançların yarattığı gölgelere yer vermiştir. Abidin Dino’nun İşkence serisinde ise karanlık, sorgunun kendisidir. Benzerlik kurmaya devam etmek gerekirse, halkın batıl inançları da ABD’nin soğuk savaşta ortaya attığı palavralara inanmaktır. 

                                            Abidin Dino, 1950’ler, Yürüyüş serisinden

Dünya’nın bu karamsarlığında 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti kurulur. İşte Abidin Dino’nun peş peşe yaptığı bu karanlık ve umutlu resimlerinde böyle bir dünya vardır. 1953’te Stalin’in ölümünün ardından Çin’in Sovyetler Birliği ile ilişkileri gerginleşmiş ve sosyalizm rotası bugünkü haline varacak bir yola girmiş olsa bile, bu ülke 1950’lerde umutlu bir yürüyüşün imgesidir. Bu yüzden ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış iki aydın kendini bu yürüyüşün bir parçası görmektedir.

Abidin Dino’nun 7 Aralık’ta ölüm yıl dönümüydü ve aramızdan ayrılalı tam 21 yıl oldu. Birden fazla sanat dalında sayısız üretim yapmış olan ustanın hayatını anlatmak kolay değil. Ölümünün onuncu yılında Serpil Güvenç şu yazıyla ele almıştı.4Bu yazıdan Abidin Dino hakkında anılar okunabilir.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ABD’nin var olduğunu iddia ettiği “tehdit” de ortadan kalktı, ama NATO halen aktif ve sürekli genişliyor. Tehdit başından beri ABD’nin kendisi olduğu için dünyadaki barbarlık arttı. İsrail’in Filistin halkına uyguladığı soykırım, bölgedeki saldırganlığı, Halep’te yaşananlar ve nükleer savaş tehdidi, hepsi koca bir karanlık olarak dünyanın üstüne çöküyor. 

İnsanlık uzunca bir süredir kendi “uzun yürüyüşünde”, bu geri çekilme elbet bir gün bitecek.

Fide Lale Durak



 


İnci İnci intihalde birinci -Barış Terkoğlu/Cumhuriyet

 


Elinde sopa olanlar kural koyuyor. Çizdiklerini de en çok onlar bozuyor.

CHP lideri, cuma günü Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi. Sebebi belli. Üniversitenin rektörü Naci İnci, “rektör”den önce “iktidarın adamı” namıyla anılıyor. Geldiği günden beri Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan ne varsa onunla uğraşıyor. Yüzlerce soruşturma, görevden alma, personel sürgünleri, öğretim üyelerinin işine son verme, hocalara ceza soruşturmaları talep etme, mezunların ve emekli öğretim üyelerinin kampüslere girişini yasaklama, protestocuların yargılanıp cezalandırılması için çalışma yapma, mezunlar derneği gibi üniversite topluluklarını mekânlardan etme uygulamaları basına yansıdı. İnci’nin yumruğuyla yaklaşık 100 öğretim üyesi okuldan uzaklaştı. Yerine dışarıdan 80 hoca getirilip yetkiler onlara dağıtıldı. Yüzlerce öğrenci, kariyerine yurtdışı üniversitelerinde yön çizmeye başladı.

Kötümserlik ile iyimserlik birbiriyle yarışır. Naci İnci ne yaptıysa üniversitedeki itirazı ortadan kaldıramadı. Hocalar tam dört yıldır yağmur çamur demeden protesto nöbetlerine devam ediyor. Nitekim Özgür Özel’in katıldığı 971’incisiydi. Öğrenciler her fırsatta ses yükseltiyor, eylem yapıyor. Cem Say gibi kumpas davalar döneminde ses çıkaran hocalar ise mahkemelerde verdikleri hukuk mücadelesini, rektör uymasa da kazanıyor.

İNCİ’NİN SIR OLAN TEZİ

Bir detay daha var.

Hükümet medyasını takip edenler fark etmiştir. Boğaziçili hocalar hakkında bir itibarsızlaştırma kampanyası yapılıyor. Yeterlilikleri, tezleri, makaleleri sorgulanıyor. Prof. Cem Ersoy ve Prof. Lale Akarun’a yapılanlar örnek. Son olarak, yine kumpas davalarında oyun bozan raporlar veren Prof. Tuna Tuğcu’nun hedefte olduğunu gördüm. Hükümet medyasında Tuğcu’nun doktora tezinin intihal olduğu yazıyordu. Kaynak ise Fethullah Gülen’in resmi sitesinde halen övgüyle bahsedilen, ABD’de FETÖ okullarının kuruculuğunu yapmış Tamer Kahveci’ydi.

Bu itibarsızlaştırma ve intihal furyasını görünce merak ettim. Acaba Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Naci İnci’nin doktora tezini gören ve bu perspektifle inceleyen oldu mu?

Şöyle anlatayım...

Naci İnci doktorasını 1992 yılında İngiltere’de Heriot-Watt Üniversitesi’nde fizik bölümünden almış. İnci, İngiltere’ye Marmara Üniversitesi’nden aldığı bursla gitmiş. Doktora tezinin üzerinden 32 yıl geçmiş ama İnci’nin tezine erişim kısıtı var. Elbette bu durum, daha önceki kayyum rektör Melih Bulu’nun tezinde intihal çıkmasından duyulan endişeyi akıllara getiriyor.

İnci, tezini, burs aldığı Marmara Üniversitesi’ne, iş başvurusu yaptığı Sabancı ve Boğaziçi üniversitelerine vermiş. Doğal olarak basılı arşivde duruyor. Bir kaynağım aracılığıyla, tezin 250 sayfa fotoğrafına ulaştım. İntihal üzerine çalışan akademisyenlerden de yardım istedim. Acaba İnci’nin tezinden ne çıkacaktı?

KAYNAKSIZ ALINTI BOLLUĞU

Tez, önce OCR okuyucu yazılımı aracılığıyla metne çevrildi. Metne çevirirken, İnci’nin lehine olacak şekilde fotoğraf ve formüller gibi bazı kısımlar incelemenin dışında kaldı.

Sonra akademide intihal tespiti yapmakta kullanılan iThenticate ve Turnitin gibi yazılımlara sokuldu. Elbette bilgisayar programının bulguları akademisyenlerce değerlendirildi.

Sonuç: İnci’nin tezinin alıntılarla bezenmiş olduğu ortaya çıktı!

Naci İnci’nin tezindeki intihal bulguları iki türlü. Bir kısmı kendi yayımlarından. Akademide buna kendinden intihal (self-plagiarism) deniyor. Aynı metin, hem makale hem de tez olarak iki kez kullanılmış oluyor. Usul olarak hatalı olsa da bu durum kimilerince hoş görülebiliyor.

İkincisi ise İnci’nin başkalarından yaptığı usulsüz alıntılar. Bu inceleme yapılırken hem Naci İnci’nin kendi yayımları hem de tezin yayınlandığı 1992’den sonra yapılmış yayınlar hariç tutuldu. İşte asıl ilginçlik burada çıktı. Hatırı sayılır miktarda başka yayımlardan alınmış içerik bulundu.

Çıktılardan örnek fotoğraflar yayımlayacağım. Renkli kısımlar, İnci’nin başka yayımlardan aldıklarını gösteriyor. Her renk başka bir yayını ifade ediyor. Birkaç kelimelik çakışmalar normal karşılanabilir. Ancak önemli olan renkli kısımlarda uzun ifadelerin olması. Bölge bölge renkli kısımlar incelemede oldukça yoğun olarak görülüyor. Bu da intihal olasılığını güçlendiriyor.

İNCİ’NİN ALDIĞI KAYNAK

Üstelik...

Bunların dışında Naci İnci’nin tezinde birçok resimde referans verilmiş olsa da resimler aynen kullanılmış ki bu da akademide bir tür intihal olarak kabul ediliyor.

Yazılımlar öyle gelişkin ki... İntihal olasılığı olan metinlerin kaynaklarını da veriyor. Buna göre en çok alıntının Stephen Robert Kidd’den olduğu göze çarpıyor. Bu kişi, Naci İnci ile aynı dönemde aynı laboratuvarda doktora yapmış ve İnci’den iki yıl sonra mezun olmuş. Naci İnci, Kidd’in kendi adıyla yaptığı yayımlardan uzun uzun alıntılar (kırmızı ve mor ile işaretli 1, 3 ve 27 numaralı yayımlar) yapmış. Yine 2 ve 6 numaralı yayımlardan da blok halinde alıntılar göze çarpıyor.

 

İnci’nin kendinden intihal durumunu içeren bir çalışma yapıldığında ise kimi 20 sayfa kimi 11 sayfalık rengarenk bloklar dikkat çekiyor.

Sonuç olarak...

İktidar Boğaziçi’ni bitirmek için bir kayyum rektör getirdi. Her türlü baskının yanı sıra üniversite hocalarının doktora tezleri üzerinden özel çalışma yapıldı. Öyle ki Tuna Tuğcu’nun tezindeki toplam 8 cümle intihalden soruşturuldu.

Gelgelelim...

Rektör kendi tezini sır gibi sakladı. Sonuçta tez ortaya çıkınca intihal avcısı rektörün intihal programlarına takıldığı anlaşıldı. Elbette bu konuda resmi kurumların nihai bir çalışma yapması gerekiyor. Kim bilir, belki Naci İnci’nin 8 ay sonra dolacak görev süresi bitmeden bu inceleme yapılır.

Bugün genelde kötümserdir. İnsan aklının eldeki sopadan güçlü olduğu iyimserliğini yarını düşünenler üretir.

Not: Önceki yazımda Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’nın eşi A.K’nin, bir okuldaki müdür yardımcılığından Rekabet Kurumu’na uzman kadrosuyla atandığını yazmıştım. Yazımdan sonra başsavcılık kaynakları tarafıma ulaştı. A.K’nin Rekabet Kurumu’na atandığını teyit etmekle birlikte, yazıdaki bir detaya itiraz ediyorlardı. A.K’nin hiç hemşirelik yapmadığını, 2002’de Sağlık Eğitim Fakültesi Sağlık Yönetimi Bölümü’nü bitirdikten sonra 2010 yılında ilk kez öğretmen kadrosuyla atandığını söylediler. Bunun ötesinde A.K’nin Rekabet Kurumu’ndaki kadrosunu sonrasında yaptığı lisans ve yüksek lisans eğitimiyle hak ettiğini savundular. Hem haberin doğruluğunu teyit eden hem de cevap hakkı sağlayan bu açıklamayı da aktarmış olayım.

Barış Terkoğlu/Cumhuriyet




GÜNDEM SURİYE -8 Aralık 2024-

Suriye'de Esad yönetimi devrildi: Cihatçılar Şam'da -soL-

Suriye'de cihatçı grupların başkent Şam'ın merkezine girdiği söyleniyor. Suriye Başbakanı Muhammed Gazi El-Celali, halkın seçeceği herhangi bir yönetimle işbirliğine hazır olduğunu söyledi.

Suriye’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) bünyesindeki cihatçı grupların, Suriye Ordusuna karşı 27 Kasım'da başlattıkları saldırılar sürüyor.

Cihatçıların Şam'ın güney banliyölerine girmesinin ardından Suriye Ordusu pek çok noktadan çekilmeye başladı.

Öte yandan Cihatçıların Telegram hesabından yapılan açıklamada, "Baas yönetiminde 50 yıllık baskının, 13 yıllık suçların, tiranlığın ve zorla yerinden edilmenin ardından bugün, 8 Aralık 2024'te, bu karanlık dönemin bittiğini ve Suriye'de yeni bir dönemin başladığını ilan ediyoruz" denildi.

Suriye devlet televizyonunda yayınlanan videoda ise, "Beşar Esad'ın devrildiği ve cezaevlerindeki tüm tutsakların serbest bırakıldığı" duyuruldu.

Suriye Başbakanı: Geçiş hükümetiyle işbirliğine hazırım

Öte yandan Suriye Başbakanı Muhammed Gazi Celali, bir video paylaşarak geçiş hükümeti ile işbirliği yapmaya istekli olduğunu açıkladı.

Celali açıklamada, "hükümetin muhalefete elini uzatmaya ve işlevlerini geçiş hükümetine devretmeye hazır olduğunu söyledi. Celali, "Ben evimdeyim ve gitmedim. Bunun sebebi, bu ülkeye ait olmam" dedi.

Sabah saatlerinde ofisine gideceğini ve çalışmaya devam edeceğini belirten Celali, Suriye vatandaşlarına kamu mallarına zarar vermeme çağrısında da bulundu. Esad'ın ülkeyi terk ettiği yönündeki haberlere ise değinmedi.

Colani kamu kurumlarına yaklaşmayı 'yasakladı' 

HTŞ lideri Ebu Muhammed Colani de, Başbakan'ın açıklamasıyla paralel bir duyuru yaptı.

Colani, Telegram'dan yaptığı açıklamada "askeri güçlerinin Şam'da kamu kurumlarına yaklaşmasının yasak olduğunu" duyurdu.

Cihatçı lider, "Kamu kurumlarına yaklaşmak kesinlikle yasaktır. Bu kurumlar, resmen devredilene kadar eski Başbakanın gözetimi altında kalacaktır. Havaya ateş açılması da yasaktır" ifadelerini kullandı.

                                                                ***

Cihatçılar Şam'a girerken İsrail Suriye topraklarına saldırdı -soL-

Cihatçıların Şam'a girmesinin ardından İsrail ordusu Golan Tepeleri’nin güneyindeki silahsızlandırılmış bölgeye asker konuşlandırdı.

İsrail, uluslararası hukuku bir kez daha ihlal ederek Suriye’nin Kuneytra bölgesine tanklar eşliğinde sızdı. İsrail medyasının aktardığı haberlere göre, işgal güçleri, Golan Tepeleri’nin güneyindeki silahsızlandırılmış bölgeye asker konuşlandırdı. Bu hareket, cihatçıların Şam'a girmesinin ardından Suriye Arap Ordusu'nun bölgeden çekilmesinin akabinde gerçekleşti.

İsrail'in bu saldırgan adımı, Suriye’nin toprak bütünlüğünü açıkça tehdit ediyor. Silahsızlandırılmış bölge statüsü, BM'nin 1974 tarihli Ateşkes Anlaşması kapsamında korunması gereken bir alan olmasına rağmen, İsrail bu anlaşmayı hiçe sayarak işgalci politikasını sürdürüyor.

Kuneytra bölgesi, Suriye’nin güneybatısında yer alan ve stratejik bir öneme sahip olan bir bölge. İsrail, yıllardır işgal altındaki Golan Tepeleri'nden Suriye topraklarına yönelik provokatif saldırılarını artırarak, bölgede gerilimi tırmandırmaya devam ediyor.

Golan Tepeleri ve Kuneytra, yalnızca Suriye halkının değil, tüm bölge halklarının geleceği için stratejik bir bölge olarak biliniyor. Aynı zamanda İsrail ile Suriye arasındaki sınır bölgesini oluşturan bu stratejik bölgeye dönük saldırıya dair İslamcı çetelerin ve Suriye'deki geçici hükümetin henüz resmi bir açıklaması bulunmuyor.

                                                               ***

Okuyan: 'Suriye bir emperyalist anlaşma doğrultusunda parçalanıyor'-soL-

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Suriye’de ana insan gücünü HTŞ’nin oluşturduğu saldırılara ilişkin "Şimdi sonuna kadar bu sürece karşı durulmalı, bu kepazeliğin meşrulaşması engellenmeli" dedi.
Suriye’de 27 Kasım’da saldırı başlatan Heyet Tahrir’uş Şam (HTŞ) ve AKP destekli Suriye Milli Ordusu’na bağlı cihatçı grupların ilerleyişi sürüyor.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Suriye’de yaşananlara ilişkin sosyal medya hesabı X’ten değerlendirme yaptı.

Okuyan, Suriye’nin emperyalist bir anlaşma doğrultusunda parçalandığını dile getirdi. TKP Genel Sekreteri, “Emperyalist savaşın öngörülemedik sonuçları olur, emperyalist barışın da. Daha süreç devam ediyor. Hesaplar tutmaz, umulmadık dirençler ortaya çıkar, paylaşım kavgasında yeni boğazlaşmalar başlar. Bu nedenle henüz nokta konamaz, konmamalı” ifadelerini kullandı.

"Şimdi sonuna kadar bu sürece karşı durulmalı, bu kepazeliğin meşrulaşması engellenmeli. Sonra? Mücadele sürecek. Bu kavga emperyalizme karşı, gericiliğe karşı, sömürüye karşıdır. Bitmez!" diyen Okuyan'ın açıklamasının tamamı şöyle:

'ABD emperyalizmi ile cihatçı koalisyonu bütün bölgeyi istedikleri gibi tasarlamıştı'

“Suriye’de yaşananlarda bilinmedik bir yan yok. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte adına “Yeni Dünya Düzeni” denerek parlatılmak istenen emperyalist saldırganlığın en önemli enstrümanlarından biri ülkeleri parçalamak, dünyayı küçük birimlere bölmekti. Kimileri bunu “her ulusun devlet olma hakkı vardır” diye karşıladı, kimileri ise “ulus devletlere saldırılıyor” diye basitleştirmeye kalktı. O zamandan bu yana, konunun tamamen sınıfsal olduğunu, çokuluslu tekellerin sermaye hareketlerine, emekçileri sömürme ve doğal zenginliklere el koyma konusunda hiçbir sınırlama istemediklerini anlatmaya çalıştık. Konu aslında ulusal değil, sınıfsaldı. 

Emperyalist müdahale ve savaşların yardımıyla ortaya çıkan yeni birimlerin emperyalizme hizmet edeceği ortadaydı. Balkanların hali görülüyor. “Arap Baharı” adı verilen operasyon, yoksul halkların haklı tepkilerinden yararlanarak Balkanlarda başlayan operasyonu Ortadoğu’ya taşıma projesiydi. Suriye, yoksul halkların tepkisini çeken liberal uygulamalarla batıyla anlaşacağını sanıp baskı mekanizmalarının konforuna yaslanan Esad yönetiminde girdi Arap Baharı’na. Ancak Suriyelilerin bir bölümü cihatçıların ve bölgedeki gerici iktidarları kullanan emperyalist saldırganlığın yarattığı tehlikeyi fark ederek direnmeye başladığında Esad bu direnişin liderliğini üstlendi. 

AKP’nin ve bölgenin diğer gerici iktidarlarının Esad’dan nefret etmesinin nedeni açıktı: Esad’ın kararlı tutumu olmasaydı ABD emperyalizmi ile cihatçı koalisyonu bütün bölgeyi istedikleri gibi tasarlamıştı. Bu direnci İran ve Rusya, kuşkusuz kendi çıkarları doğrultusunda, kuvvetlendirdi ve Suriye’yi düşüremediler.

'İsrail’i desteklemesinin ardında sınıfsal nedenlerin olduğunu bal gibi biliyorlar'

Ancak meselenin özü ulusal değil sınıfsal olduğu için, kapitalizmin yasaları işlemeye devam etti. Savaş yorgunu Suriye’de emekçi halkın arkasında duracağı ekonomi politikalar uygulanmadığı gibi “tehlikenin geçtiği”ni sanan Esad yönetimi yeni liberal politikalarla halkın karamsarlığını artımaya başladı. Öte yandan “direniş cephesi” denen ya da daha genel anlamıyla ABD’nin başına çektiği ittifak sisteminin alternatifi olarak lanse edilen BRICS de ABD ve müttefikleri gibi kapitalist sömürü sistemini baz alıyordu. Kapitalizmde ilkeler olmaz, rekabet, çatışma olur, çıkar ortaklığı olur. 

Filistin halkının başına gelen neydi? Şimdi ortaya çıkan tablodan Filistin direnişini sorumlu tutanlar, “İsrail’i azdırmasalardı” diyenler, ABD ve müttefiklerinin açık, dünyanın geri kalanının ise utangaç bir biçimde İsrail’i desteklemesinin ardında sınıfsal nedenlerin olduğunu bal gibi biliyorlar. İsrail ve genel olarak Yahudi sermayesi çok güçlü, Gazze halkı ise yoksul, az sayıdaki Filistinli patron ise çoklukla gemisini yüzdüren işbirlikçilere dönüşmüş durumda.

'Paylaşım kavgasında yeni boğazlaşmalar başlar'

Şimdi Suriye de kaderine terk ediliyor. Daha doğrusu, bir anlaşma doğrultusunda parçalanıyor. Bu bir emperyalist anlaşmadır. Bu anlaşmanın gelmekte olduğunu üç aydır söylüyoruz. Şimdi Suriye’de emperyalizmin himayesinde bir bir ortaya dökülen ve tekelci medya tarafından cilalanan “lider”lerin ağzında sıradan bir şeymiş gibi dillendiriliyor “anlaşma”. Üsler karşılığında deniyor, Ukrayna karşılığında deniyor. Zaten “İran ile Rusya da anlaşamıyordu” deniyor. Deniyor da deniyor.

Emperyalist savaşın öngörülemedik sonuçları olur, emperyalist barışın da. Daha süreç devam ediyor. Hesaplar tutmaz, umulmadık dirençler ortaya çıkar, paylaşım kavgasında yeni boğazlaşmalar başlar. Bu nedenle henüz nokta konamaz, konmamalı.

Ancak şu bilinmeli: Sınıfsal bakmadan emperyalizme karşı durmak, sınıfsal bakmadan yurt savunması yapmak olanaksızdır. Kapitalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarından, şu ya da bu ulusa ya da mezhebe karşı geliştirilmiş “güvenlikçi” politikalarla varılacak nokta budur.

'Cihatçı komutanlar 'Türkler bizim dostumuz' dese derin bir oh mu çekeceksiniz?'

Türkiye’ye gelince… Sürece “Kürt devleti kuruluyor”, “HTŞ ile PYD işbirliği yapıyor” diye yaygara koparanlar yıllarca Erdoğan’ın Yeni Osmanlıcı politikalarına hizmet ettiler, şimdi de öyle. HTŞ PYD ile işbirliği yapmasa ne olur? Suriye’de bugün olanlar içinde “Kürt devletinin kurulması” mıdır her şeyin başı ve sonu?

Veya soru şu: HTŞ, Nusra, El Kaide, Işid, ÖSO ya da türevleri, Fırat’ın doğusundan girip Golan tepelerinden çıksa, bütün Suriye’yi kanlı bir halifeliğin içine alsa, arada cihatçı komutanlar “Türkler bizim dostumuz” dese derin bir oh mu çekeceksiniz?

Çekenler olur… İnşaat, gıda, enerji, tekstil, otomotiv tekelleri, bankalar… Bunlar Türkiye değildir, bunlar Türkiye’nin iliğini sömürenlerdir.

Sermaye sınıfı ulus mulus takmaz, sömürü ister, talan ister, kolay hareket ister, emekçileri bölmek ister, ulus yetmez, ulusçuklar türetir, aşiretleri kızıştırır, parlatır. Suriye’de bunlardan çok var.

Şimdi sonuna kadar bu sürece karşı durulmalı, bu kepazeliğin meşrulaşması engellenmeli. Sonra? Mücadele sürecek.

Bu kavga emperyalizme karşı, gericiliğe karşı, sömürüye karşıdır. Bitmez!”

                                                             ***

Suriye’de Orta Çağ’a açılan kapı -Birgün-

Suriye’de iç savaş dengeleri, cihatçıların İdlib sınırlarından Halep’e, Hama ve Humus’tan şimdi Şam’a ilerledikleri hızlı genişleme ile derinden sarsıldı. Esad’ın ayakta kalmasının her geçen an daha zorlaştığı bu beklenmedik gelişme, bölge için de daha karanlık yeni bir dönemin kapısını aralayacak.

Suriye, ABD’nin Ortadoğu üzerindeki hakimiyetini pekiştirmek üzere geliştirdiği Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, bölgenin etnik ve mezhepsel temelde parçalanma politikasına bağlı olarak iç savaşa sürüklendi.

Afganistan işgalinden Irak’a uzanan müdahalenin bir parçası olarak kışkırtılan bu iç savaş, İran’ı kuşatarak “Şii hilali” olarak ifade edilen direniş eksenini kırma hedefinin de bir parçasıydı.

Rusya’nın ve İran’ın da destekleriyle rejim on üç yılı bulan iç savaş boyunca ayakta kalmayı başardı. Fiilen üçe bölünmekle birlikte, önemli bir alanın kontrolünün Suriye rejiminin kontrolünde kaldığı denge, HTŞ’nin son saldırılarıyla birlikte şaşırtıcı bir hızla dağıldı.

Bunun en önemli nedenlerinden birisi Rusya ve İran’ın da savunma hattında etkin bir güç olmaktan çıkması oldu. Ukrayna’da açılan savaş cephesinden ve İsrail’in İran’ı kuşatmaya yönelen saldırı hattına ABD emperyalizminin merkezinde olduğu bu müdahale zincirinin bir ucu da HTŞ aracılığıyla Suriye’ye uzatılarak, bu sonucu ulaşıldı.

Suriye artık rejimin dar bir alana sıkışarak inisiyatifini kaybettiği, cihatçıların merkezine yerleştiği bir geçiş sürecinde, Kürtlerin fiili özerk yönetiminin kalıcılaştırılmaya çalışıldığı bir siyasi geçiş mücadelesine sahne olacak. Büyük Ortadoğu Projesi, bu hamleyle şimdi İsrail’in merkezinde olduğu yeni bir evresiyle karşımıza çıkıyor.

ABD’nin başına 10 milyon dolar koyduğu HTŞ’nin lideri Ebu Muhammed el-Colani, cübbeleri ve sarıkları çıkarıp yenilediği imajıyla Batı medyasında “ılımlı cihatçı” olarak vitrine çıkarılıyor. IŞİD ve El-Kaide kalıntısı cihatçı bir katilden bir “özgürlük savaşçısı” ve “demokrat” yaratma yarışı içinde, Suriye 21.yüzyılda yeni bir Orta Çağ karanlığına kapı aralıyor.

Türkiye’de bu cihatçılarla ittifakı üzerinden Suriye ve bölgede daha etkin bir güç olmanın yeni hesapları içinde. Mezhepçi bir motivasyonla dahil oldukları iç savaşta, şimdi Şam’ın düşme ihtimalinden duydukları heyecanları gizlenmiyor.

BOP Eş Başkanlığı göreviyle iktidara taşınmış siyasal İslamcı rejim için açılan bu yeni kapı, içerde de iktidarını sürdürmek için bulunmaz bir fırsat olarak görülüyor. Bunun için ABD’nin bu yeni Ortadoğu düzeninde bir rol üstlenilmeye çalışılıyor.

ABD ve İsrail hattına dizilmiş politikalarını perdelemek üzere şimdi mehter marşları eşliğinde, cihatçı çetelerin kirli ellerinde Halep’e çekilen “bayraklarla” ve Tel Rıfat gibi kimi noktalar üzerinden Kürt özerk alanlarının fethine dayanan gösterilerin hiçbir anlamı olmadığı ortada. İçerde gücünü tüketmiş rejim, Suriye’de SMO üzerinden belli bir inisiyatif almaya çalışsa da böyle bir oyun kurucu aktör olma özelliğine sahip olmadığı da ortada. HTŞ’nin Türkiye’den daha çok, ABD ve Batılı güçlerin desteğini alarak, Suriye’nin bütününde etkin olmaya yönelik bir strateji ile hareket etmesi bunun göstergelerinden birisi. Öte yandan, HTŞ ile YPG arasındaki uyumla birlikte, ABD’nin Kürt özerk alanına ilişkin net tutumu da bir başka AKP ve MHP’nin -kabul etmek zorunda kalacağı- bir başka açmazı.

AKP ve MHP, ABD’nin desteğini almak için onun koyduğu bütün bu sınırları kabul ederek, oyunda kendine yer açmaya çalışıyor. Son dönemde Kürt kardeşliği üzerinden ileri sürülen açılımlar da bu arayışın bir ifadesinden başka bir şey değil.

***

Kimin hesabı ne kadar tutacak, Suriye toprakları hangi renkler arasında paylaşılacak herkes bunu bir süre daha bir film izler gibi izleyerek sonucu görecek…

Ama sonuç da belki herkes kendi hesabına kazanım yazsa da sonunda etnik ve mezhepsel temelde bölünmüş coğrafya, sonrasında da bitmez bilmez çatışmalarının harlamaya devam edecek.

Bu da şimdilerde söylendiği üzere Ortadoğu’da bir kardeşlik zemininin değil, Türkiye’yi her geçen gün daha içine alacak ateş çemberinde, ayrışmaların derinleşmesi anlamına gelecektir.  Bütün bu yaşananlardan sonra Büyük Ortadoğu Projesi neydi diye sorulursa, son sahnesi Suriye’de kurulan, Basra’nın harap edilme projesiydi…  Bölgenin etnik ve mezhepsel olarak parçalara ayrılarak sonu gelmeyecek savaşlar içinde Amerikan çıkarlarının daimi kılınması… Türkiye bu ateş çemberinin ortasına atılırken, sınırlarımızda CIA tezgahlarında yetiştirilmiş cihatçılara teslim edilerek, adeta geleceğimize mayın döşeniyor. Bu açılan yeni Orta Çağ kapısından ülkemizi çıkarmak ise, şimdi mezhepçilikle bir kez daha kanı kaynayan çürümüş rejime son vermekten başlayacak.

                                                               ***

Esad devrildi, Rojava'da olağanüstü hal ilan edildi -Birgün-

Cihatçı çetelerin Şam'ı ele geçirmesinin ardından Rojava'da olağanüstü hal ilan edildi. Yapılan açıklamada, "provokasyona gelmeme, kent ve köyleri savunma konusunda en üst seviyede dikkatli olma" uyarısı yapıldı.

Suriye’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) bünyesindeki cihatçı gruplar, başkent Şam'da kontrolü ele geçirmesi ve Beşar Esad'ın ülkeyi terk ettiği yönündeki iddiaların ardından SDG'nin egemen olduğu Rojava'da olağanüstü hal ilan edildi.

Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi'nden yapılan açıklamada, ülke genelinde yaşanan krize dikkat çekilerek; halka, güvenlik güçlerine ve tüm kurumlara "provokasyona gelmeme, kent ve köyleri savunma konusunda en üst seviyede dikkatli olma" çağrısı yapıldı.

                                                           ***



Türkiye siyasi tarihine damga vuran hareket: DEV-GENÇ - Birgün (HATIRLATMALAR)

Komünizmle mücadele adı altında emperyalizmin çıkarlarının koruyuculuğu üstlendirilmiş, ucun Pentagon’un karanlık odalarına uzanan, örgütlenmelerin saldırıları karşısında DEV-GENÇ, ülkemizin bağımsız yarınlarının ve özgür geleceğinin bir onur simgesi olarak tarih sahnesinde silinmez izler bıraktı.

DEV-GENÇ, Türkiye siyasi tarihinde isminden en çok söz edilen hareketlerin başında gelir. 1960’lı yıllarda yükselen toplumsal mücadele dalgasının parçası ve onun öncüsü olarak şekillenen DEV-GENÇ bu döneme damgasını vurmuştur.

DEV-GENÇ denince akla önce özerk ve demokratik üniversite için mücadelede üniversite boykot ve işgalleri gelir ama aynı zamanda Karadeniz’de fındık ve çay üreticilerinden Ege’de tütün üreticilerine ülkenin her yerinde yoksul köylünün mücadelesinin de en ön saflarındadır… 6.Filo’ya karşı Amerikan askerlerine ve işbirlikçilerine direnen de 15-16 Haziran’da işçilerle omuz omuza yürüyenler de DEV-GENÇ’lilerdir… Bu anlamda DEV-GENÇ bir gençlik örgütü olmanın ötesinde, köylü ve işçi mücadelelerine kadar uzanacak geniş bir cephede mücadele etmiştir.

DEV-GENÇ tam da bu anlamda emperyalizme bağımlılık içinde oluşturulan sağ örgütlenmelerin hedefi olmuş, bir anlamda Türkiye’nin bugünlere kadar uzanacak olan siyasal mevzilenmeleri de bu karşıtlık içinde şekillenmiştir.

***

Gençlik mücadelesinin ilk işaret fişeklerini, Demokrat Parti iktidarına karşı görmeye başlarız. Toplumun pek çok kesimi ile birlikte gençlik de bu dönemde Menderes-Bayar ikilisinin bir baskı ortamı içinde emperyalizme bağımlılık içinde geliştirdiği karşı-devrim hamlesine karşı gençlik içinde üniversite merkezli olarak önemli bir muhalefet dalgası gelişmeye başlar. Sert müdahalelerle bastırılmaya çalışan muhalefet giderek keskinleşirken, 28 Nisan 1960’da İstanbul ve Ankara’daki gösterilere polisin acımasız müdahalesi sonrasında Turan Emeksiz adlı bir öğrencinin hayatını kaybetmesi kırılma noktalarından birisi olmuştur. Bu zorbalığa karşı gençler, tarihe 555-K olarak geçecek, Ankara Kızılay meydanındaki büyük eylemiyle yanıt vermişti. Gençlerin bu mücadelesi, 60’ların ortalarından itibaren yükselecek yeni devrimci gençlik mücadelesinin ilk işaretlerinden birisi olarak görülebilir.

27 Mayıs sonrasında, özellikle 61 anayasanın getirdiği özgürlük ortamı içinde, gençlik mücadelesi, özellikle de Marksist klasiklerin çevrilmesi sonrasında sosyalist devrimci bir bilinçle gelişmeye devam etti.

***

Gençliğin, özellikle 65 sonrasındaki mücadelesini şekillendiren en önemli gelişmelerden birisi, Johson Mektubu olarak bilinen, Amerikan başkanının Kıbrıs olayları nedeniyle yayınlandığı mektuptu. Amerika’nın verdiği silahları Türkiye’nin izin almadan kullanamayacağını ifade eden ve son derece buyurgan ve aşağılayıcı bir dille yazılmış bu mektup, ülkenin nasıl bir Amerikan tahakkümüne sürüklendiğinin açık bir göstergesine dönüşürken toplumda büyük bir infial yarattı. Gençliğin güçlü eylemlerle yanıt verdiği bu yurtsever ve bağımsızlıkçı karşı çıkış, gençlik mücadelesinin sonraki dönemine de karakterini verecek en önemli kırılma noktalarından birisi oldu.

Bu dönem köylülerden işçilere, gençlerden toplumun her kesimine uzanan hak arama mücadelelerinin gelişmeye başladığı bir toplumsal aydınlanma dönemi olarak yaşanmaya başladı. TİP’in kuruluşu ve 65 seçimlerinde 15 milletvekili ile Meclis’te temsil hakkı kazanması, gençlerin Fikir Kulüpleri Federasyonu adı altında örgütlenmeleriyle bunu çok aşan anti-emperyalist bir hareketin açığa çıkmasına karşısında, sağda da buna karşı bir yığınak yapılmaya başlandı.

***

Bu dönemde sağın örgütlendirilmesi, Amerika’nın soğuk savaş politikası doğrultusundaki bir kontrgerilla kurgusunun parçası olarak şekillendirildi. Demokrat Parti sonrasında sağın merkezinin Adalet Partisi üzerinden Demirel eliyle sürdürülmesi, Komünizmle Mücadele Dernekleri adı altında siyasal İslamcıların toparlanması, yine sonrasında MHP’ye dönüşecek olan CMKP’ye (55-58 arasında Pentagon’da askeri eğitim alarak yetiştirilmiş)Türkeş tarafından el koyulmasından Ülkü Ocakları ve komando kamplarına uzanan yığınak, emperyalizmin yükselen sol muhalefet dalgasının kırılmasına yönelik bir hazırlığın parçası olarak geliştirildi.

Gençlerin anti-emperyalist bağımsızlıkçı düşünceler etrafındaki yükselen muhalefeti bastırmak üzere, Milli Türk Talebe Birliği başta olmak üzere pek çok farklı örgütlenme hayata geçirilmeye başlandı. Bu örgütlenmelerin gençliğin eylemlerine saldırmaktan TİP Kongre baskınlarına uzanacak bir şiddet ortamını yaratmak doğrultusunda görevlendirildiği kısa zamanda görüldü.

Kont-gerilla kamplarında CIA eliyle eğitilip, Amerikan silahlarıyla donatılmış bir ülkücü ve İslamcı gençler, Özel Harp Dairesi’nin bir parçası olarak önce 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine uzanacak bu dönemler boyunca katliamlar yaparak, suikast ve cinayetler tertipleyerek emperyalizme karşı yükselen muhalefetin kırılması için çalıştılar. 65 sonrasında şiddet ortamının yaratılması, Komünizmle Mücadele Dernekleri ve sonrasında özellikle de Ülkü Ocakları eliyle gerçekleştirildi.

***

DEV-GENÇ, emperyalist güçlerin ve onların güdümündeki sömürücülerin ve işbirlikçi faşist sağ örgütlenmelerin karşısında ülkenin aydınlık geleceğinin, bağımsız yarınlarının mücadelesini üstlendi.

Komünizmle mücadele adı altında emperyalizmin çıkarlarının koruyuculuğu üstlendirilmiş, ucu Pentagon’un karanlık odalarına uzanan, örgütlenmelerin saldırıları karşısında DEV-GENÇ ülkemizin bağımsız yarınlarının ve özgür geleceğinin bir onur simgesi olarak tarih sahnesinde silinmez izler bıraktı.

Türkiye, 12 Mart ve 12 Eylül’lerden geçerek DEV-GENÇ’lileri katledip ezerek, bugünkü Amerikancı gerici karanlığa sürüklenebildi. Dün Amerikan çıkarları için örgütlendirilen Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden, Milli Türk Talebe Birlikleri ve Ülkü Ocakları’ndan geçenler, bugün de aynı görevle iktidarı paylaşıyor.

DEV-GENÇ’i hatırlamak, aslında bugün de emperyalist güçlerin ve bir avuç haramiden başka kimsenin çıkarına olmayan bu Amerikancı saltanata karşı bir mücadele ve direniş çağrısıdır!

***

FKF-DEV-GENÇ: 1960 SONRASI İLK GENÇLİK EYLEMLERİ VE 555K

FKF 1965 yılında üniversitelerde tek tek örgütlenmiş fikir kulüplerinin birleşmesiyle kuruldu. FKF’yi önceleyen ilk oluşum Demokrat Parti’nin son zamanlarında bir aydınlar hareketi olarak ortaya çıkan Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü’nün kuruluşu oldu.  Demokrat partinin baskıcı politikalarına karşı üniversiteden yükselen muhalefetin sesi olmaya çalıştı. SBF Fikir Kulübü’nün öncülük ettiği ve tarihe not düşen gençlik eylemlerinin başında 29 Nisan ve 555 K önemli bir yer tutar. 1960 yılında Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı gençliğin direnişi büyük boyutlara taşınmıştı. 28 Nisan’da Ankara ve İstanbul’da öğrenciler özgürlük ve demokrasi talepleri çerçevesinde büyük gösteriler gerçekleştirdi. Polis bu eylemlere acımasızca saldırarak Turan Emeksiz’i katletti. DP hükümeti bunun üzerine üniversiteleri kapatarak sıkıyönetim ilan etti. 29 Nisan’da Ankara’da SBF ve Hukuk öğrencileri Cebeci kampüsünde arkadaşlarının ölümünü protesto etmek için toplandı. “Hürriyet, “Menderes İstifa” sloganları Cebeci’de yankılanıyordu. Polis öğrencilere saldırarak SBF’ye ateş açtı. Onlarca öğrenci yaralanırken 58 Siyasal öğrencisi cezaevine gönderildi. SBF Fikir Kulübü eylemlerde önemli bir rol oynadı. 29 Nisan’a cevap vermek için büyük bir eylem planlandı. “5. ayın 5’inde saat 5’te Kızılay” (555K) parolası kulaktan kulağa yayılan büyülü bir slogan haline geldi. 5 Mayıs’ta Kızılay’da binlerce insanın katılımıyla eylem gerçekleşti. DP eyleme karşı gericilerden oluşan bir kalabalıkla kontra bir hamle yapmaya kalkışsa da bu hamlesi boşa çıktı. Hep bir ağızdan söylenen; “Olur mu böyle olur mu? / Kardeş Kardeşi vurur mu? Kahrolası Diktatörler/ Bu Vatan Size Kalır mı?” dizeleri gençliğin diktatörlüğe karşı yürüttüğü mücadelenin simgesi haline dönüştü.

***

GENÇLİK TOPARLANIYOR

FKF’ye giden ikinci önemli dönüm noktası da 1965 yılında Dönüşüm dergisinin çıkması oldu. Fikir Kulübünün çıkardığı dergisi sadece 2 sayı yayımlanabildi. Ancak derginin yayın hayatı kısa olsa da gençliğin dergiyi sokaklarda propaganda eşliğinde satması, faşistler ve polisin satış yapan gençlere saldırıları ve buna karşı verilen kavgalar gençlik içinde toparlanmayı sağlayan bir etki yarattı. Diğer bir etken de Kozlu Maden Ocaklarındaki işçilerin ekonomik demokratik hakları için greve gitmeleri ve jandarma saldırısı sonucu iki işçinin ölümü toplumla birlikte gençlik kesimlerini de sarstı. Ankara’da gençlik işçileri destekleyen bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bu eylem gençliğin 1960 sonrası gelişen halk muhalefetinin yanında sömürü ve baskıya karşı çıkışının ilk örneğini teşkil etti. Bu yürüyüş fikir kulübünün hayatiyet kazanmasına yardımcı oldu. 1965 yılında aslında SBF Fikir Kulübü’nün önderliğinde gelişen bu hareketler ülkenin dört bir yanında yeni yeni fikir kulüplerinin kurulmasına vesile oldu.  Bu kurulan sosyalist fikir kulüplerinin birleşmesi ile   1965’in son baharında, daha sonra ismi “Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu” kısa adıyla DEV-GENÇ olacak olan FKF’nin doğuşu gerçekleşti.

***

FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYON OLUYOR

FKF ilk kuruluşunda 12 fikir kulübü yer aldı. 12 Kasım 1965 Yılında Ankara SBF Kantininde 126 kişinin katılımıyla Federasyon olma kararı alındı. Bu bağlamda 17 Aralık 1965 günü Ankara Valiliğine yapılan başvuru ile FKF resmen kurulmuş oldu. İlk kurucu yönetim; SBF, DTCF, Fen Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Yüksek Öğretmen Okulu Fikir Kulüplerinin katılımıyla oluştu. Kısa bir süre içinde İstanbul, İzmir başta olmak üzere Erzurum’a uzanan bir genişlikte Fikir kulüplerinin katılımıyla Federasyon genişlemeye devam etti. 1968’e gelindiğinde Federasyon içindeki Fikir Kulübü sayısı 26’ya ulaşmıştı. Başlangıçta FKF fikir tartışmaları örgütlemekle sınırlı bir muhtevaya sahipti.  Marksist klasiklerinin çevrilmeye başlamasıyla gelişen sosyalist bilinç, krizle birlikte gelişen sınıf mücadeleleri ve gençliğin 6 Filo’ya karşı kendiliğinden gelişen anti-emperyalist eylemleri FKF’nin muhtevasını da değiştirdi. FKF kitle mücadelelerinin içinde ona önderlik etmeye çalışan bir toplumsal aktöre dönüştü.

***

GENÇLİĞİN YÜKSELEN EYLEMİNE SALDIRILAR

Bunların yanı sıra FKF’ye rengini veren en önemli olgulardan birisi de faşistlerin ve gericilerin anti-emperyalist eylemlere karşı giriştiği şiddet eylemlerine karşı gösterilen direniştir.  Bu dönemde gençlik örgütlenmeleri açısından başlıca iki eğilim gelişti. Bir eğilim bağımsızlıkçı, ilerici sosyalist gençlerin toplandığı FKF iken, diğer eliğim AP yanlısı İslamcı ve Ülkücü kesimlerin toplandığı; CIA eliyle yetiştirilmiş Özel Harp Dairesine bağlı Komünizmle Mücadele Dernekleri ve onun gençlik örgütü olan MTTB idi. 1966-1967 yıllarında gelişmeye başlayan gençliğin 6. Filo karşıtı anti-emperyalist eylemlerinin karşısında şiddet eylemlerine giriştiler. Her anti-emperyalist gösteri sonrası saldırılarda bulunan İslamcı ve ülkücü unsurlar buna paralel Komünizmi Tel’in mitingleri adı altında ABD’yi savunan etkinlikler gerçekleştirerek işbirlikçi yüzlerini bütün yönleriyle ortaya koymaktaydı.

1968’e gelindiğinde Komünizmle Mücadele Dernekleri İçinde bir ayrışma yaşanacaktı. CMKP’yi ele geçiren Türkeş ekibi- partinin ismini ileride MHP olarak değiştirecek- gençliğin içinde vurucu güç yaratmak için Ülkü Ocaklarını kurdu.  Daha sonra Özel Harp Dairesine bağlı sivil faşist unsurlar emekli askerlerin denetiminde komando kamplarında askeri eğitime tabi tutuldular. 1968 sonlarında Türkiye’de komando kampları giderek yaygınlaşmıştı. Türkeş komandolara yurtsever gençliğin anti-emperyalist eylemlerini hedef olarak gösteriyordu.  Buna bağlı olarak gençliğin anti-emperyalist eylemelerine yönelik saldırılarda mahiyet değiştirmiş silahlı, bombalı bir muhtevaya bürünmüştü. 1970’lerde doruğuna ulaşan çatışmaların başlatıcısı oldular.

Aralarındaki ayrılığa rağmen gençliğin, işçilerin, köylülerin geniş emekçi kesimlerin gelişen mücadelesini boğma  çabalarında   İslamcı ve ülkücü unsurlar doğal olarak  aynı   merkezden beslendiklerinden (CIA’ya bağlı Özel Harp Dairesi) kaynaklı ortak hareket ediyorlardı.1965-1970  yılları arasında   gençlik  kesimlerin anti-emperyalist mücadelesinde sivil, resmi faşist unsurların saldırısında;  Vedat Demircioğlu, Taylan Özgür, Atalay Savaş, Battal Mehmetoğlu, Mehmet Cantekin başta olmak üzere 8 devrimci genç öldü. Bu sayı 12 Mart’a geldiğinde 20‘yi bulacaktı. Bütün bu çabalara rağmen gelişen toplumsal muhalefetin engellenmesi başarılamadı.

***

Anti-emperyalist mücadele hızlanıyor

1968 yılında FKF’nin mücadelesi dünyada gelişen isyana paralel ivme kazandı. Üniversite işgalleriyle başlayan hareket anti-emperyalist bir karakterde yoluna devam etti. Üniversite gençliğinin bozuk eğitim düzenine karşı Ocak 1968’de DTCF işgaliyle başlattıkları boykot ve işgal eylemleri haziran ayında Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentler başta olmak üzere tüm fakülte ve yüksek okullara yayıldı. Talepler fakülteden başlayarak genel olarak üniversite sisteminde reform istemleri şeklinde genişledi. Eğitimin ezberci yapısından, egemen sınıflar için bilgi üretilmesine kadar birçok mesele sorunsallaştırıldı. Bunların karşısında halk için bilim ve öğrencilerin, üniversite bileşenlerinin söz ve karar sahibi olduğu bir yönetim modeli öneriliyordu.

Gençliğin eylemleri akademik, demokratik taleplerle sınırlı kalmadı. Eğitim sistemindeki çarpıklığın nedeninin ülkenin emperyalizme göbekten bağımlı karakterinden kaynaklandığı düşüncesi gençlik kesimlerinde yaygın bir düşünceydi. Bu bağlamda gençliğin özgür ve demokratik üniversite mücadelesi anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesiyle birleşti. 6. Filo 15 Temmuz 1968’de Dolmabahçe Rıhtımına yeniden demirledi. ABD’nin emperyalist politikalarının bir simgesi haline gelen 6. Filo’ya karşı eylemler bir anda yaygınlaşmaya başladı. Dolmabahçe Rıhtımına gelen İTÜ öğrencileri rıhtımda bulunan gönderlerde bayrakları yarıya kadar indirdiler. Bu protestonun Türkiye’nin tam bağımsız bir ülke olmadığını göstermek için yapıldığını açıkladılar. Polis eğlenen Amerikan erlerini korumanın yanı sıra bu eylemlere çok sert müdahale etti. İTÜ yurdu polis tarafından basılarak Vedat Demircioğlu pencereden atıldı. Komaya giren Demircioğlu 24 Temmuz 1968’de hayatını kaybetti. Vedat Demircioğlu devrimci gençliğin anti emperyalist mücadelesinde ilk düşen genç oldu. İTÜ olayının duyulmasıyla gençler Taksim ve çevresine yayılarak Dolmabahçe Rıhtımında Amerikalı erleri denize attı.

***

COMMER VAKASI

1969 yılı Commer olayı ile başladı. 1968’in sonunda Vietnam’da uyguladığı işkenceler ve katliamlar nedeniyle “Vietnam Kasabı” olarak anılan CIA ajanı Robert Commer” Türkiye’ye büyükelçi olarak atandı. 6 Ocak 1969 günü Commer Amerikan bayrağı dalgalanan arabasıyla ODTÜ’ye geldi. Commer’in arabası devrimci gençler tarafından ateşe verildi. Bu eylemden dolayı aralarında Ulaş Bardakçı’nın da olduğu 9 genç aranır duruma düştü. Ancak bütün ODTÜ öğrencileri aralarında topladığı dilekçelerle arabayı 9 kişinin değil, hep birlikte yaktıklarını ifade ederek, Commer’in ülkeyi terk etmesini istediler.

***

KANLI PAZAR

Şubat’ta tarihe Kanlı-Pazar olarak geçen hadise yaşandı.  Yeniden İstanbul’a gelen 6.Filo’ya karşı 16 Şubat 1969 tarihine gençlik örgütlerinin yanı sıra sendika ve meslek örgütlerinin içinde olduğu geniş bir toplamla “Bağımsızlık Yürüyüşü” çağrısı yapıldı. TKMD ve MTTB bu çağrıya karşı 14 Şubat’ta komünizmi telin ve bayrağa saygı mitingi düzenledi ve ardından 6. Filoyu kıble kabul edip toplu namazlar kıldılar. Mitingde İlhan Darendelioğlu: “pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, baltası olan baltasıyla gelsin” çağrısı yaptı. Bugün gazetesi baş yazarı Mehmet Şevket Eygi cihada çağrı yapıyordu. Bu çağrıya uyan gerici kitle Dolmabahçe camiinde toplu namaz sonrası 30 bin civarındaki anti-emperyalist kitleye Taksim meydanında taş ve sopalarla saldırdı. Toplum polisi saldırıları seyretmekle yetindi.  Saldırı sonucunda Duran Erdoğan ve Turgut Aytaç öldü, 104 kişi yaralandı.

***

FKF, DEV-GENÇ OLUYOR

Gençliğin mücadelesi ekonomik demokratik talepleri aşarak işçilerin, köylülerin mücadelesiyle kaynaşmış, düzene karşı verilen sınıf mücadelesinin bir parçasına dönüşmüştü. Niteliksel olarak gerçekleşen bu dönüşüme paralel FKF 4. Kongresinde adını Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu kısa adı DEV-GENÇ olarak değiştirdi. DEV-GENÇ adı geniş emekçi halk kesimlerinin umut ve güven beslediği Emperyalizm ve yerli işbirlikçilerini korkutan bir isim haline gelmişti. 12 Mart Faşizmi ile birlikte kapatılmasına rağmen devrimci gençliğin sarıldığı bir gelenek oldu.

***

ÜNİVERSİTE İŞGALLERİ

Tüm dünyada 68 kuşağını simgeleyen eylem çeşitlerinden biri olan üniversite işgalleri, Türkiye’de de yine aynı dönemde hızla tüm kampüslere yayıldı.

Üniversite gençliğinin bozuk eğitim düzenine karşı Ocak 1968’de DTCF işgaliyle başlattıkları boykot ve işgal eylemleri haziran ayında Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentler başta olmak üzere tüm fakülte ve yüksekokullara yayıldı. İstanbul Üniversitesinde Deniz Gezmiş’in önderlik ettiği öğrenciler Hukuk Fakültesini işgal etti. Üniversitede boykot ve işgaller 1968 yılından 1969 yılına kadar sürdü. 68 yazında üniversite yönetimlerinin reform konusundaki geri adımları kimi okullarda kazanıma dönüşse de 69 yılında da işgaller devam etti. 69 yılında eğitim reformu tasarısı kanunlaşmadan meclisin tatile girmesi sonucu İstanbul Üniversitesinde yeniden boykot başladı. Bu boykotu Ankara, İzmir, Eskişehir ve Erzurum’da üniversite eylemleri izledi. Başlangıçta talepler fakülteden başlayarak genel olarak üniversite sisteminde reform istemleri şeklinde genişlemiş olsa da sonrasında eğitimin ezberci yapısından, egemen sınıflar için bilgi üretilmesine kadar birçok mesele sorunsallaştırıldı. Bunların karşısında halk için bilim ve öğrencilerin, üniversite bileşenlerinin söz ve karar sahibi olduğu bir yönetim modeli öneriliyordu.

***

15-16 HAZİRAN’DA DEV-GENÇ

68-69 yıllarında ülkenin gündemine oturan üniversite işgalleri, toplumun farklı kesimlerini de etkisi altına aldı. Öğrenci eylemlerinden de etkisiyle fabrikalarda, fırınlarda, hatta devlet dairelerinde bile işgaller bir protesto biçimi almaya başladı. Bakırköy’de kadınlar suların Nişantaşı’nda değil yoksul mahallelerde kesik olması sebebiyle Sular İdaresini işgal etti.

Ancak DİSK’in kurulması ile birlikte işçi sınıfının da kendi devrimci örgütü ile mücadeleye girişmesi, Türkiye’de sınıf kavgasına yeni bir boyut kazandırdı. 68’ baharı öğrenci eylemleriyle açılırken, 70’ yazında işçi sınıfı sokaklardaydı.

Adalet Partisi ve CHP ortaklığında, Türk-İş’ten DİSK’e işçi akışının önüne geçmek amacıyla, 275 sayılı sendika yasasında değişiklik tasarısı sunuldu. Tasarı meclis ve senatodan geçerek Cumhurbaşkanı onayıyla yürürlüğe girdi.

DİSK, doğrudan kendi varlığını hedef alan bu yasa değişikliğine karşı İstanbul eyleme geçti. DİSK’in eylem kararı, Dev-Genç tarafından da desteklendi:

“Devrimci gençlik olarak yurtsever ve devrimci bütün kuruluşları, bütün grupları ve bütün kişileri ortaklaşa eyleme ve devrimci güç birliğini sağlam bir şekilde kurmaya çağırıyoruz.”

15 Haziran sabahı İstanbul’da başlayan yürüyüşe, DİSK’in örgütlü olduğu tüm fabrikaların yanında Türk-İş’te örgütlü işçilerden de kitlesel bir katılım oldu. On binlerce işçi, 2 gün boyunca İstanbul ve Kocaeli’nde polisle çatışarak sokakları işgal etti. Üç işçinin çatışmalarda hayatını kaybettiği direnişe Dev-Genç üyeleri de destek verdi. İlk gün eylemin büyüklüğüne hazırlıksız yakalanan gençlik, ikinci gün çok daha hazırlıklı bir biçimde direnişin parçası haline geldi. “İşçi Gençlik El Ele” sloganları ile İstanbul ve İzmit’te polis-jandarmaya karşı sendikalarına sahip çıkan işçilerle birlikte direndiler. Öyle ki 12 Mart’ın Dev-Genç davasında gençlik, bu eylemlerde işçileri yönlendirmekle suçlandı. Dev-Genç broşüründe, 15-16 Haziran’ın tarihi önemi şu sözlerle açıklanıyordu: “Son yıllarda dünyada meydana gelen en büyük işçi direnişlerinden biri sayılabilecek ve sınıf mücadeleleri tarihimize "Büyük İşçi Direnişi" adıyla geçecek olan aşağı yukarı 100 bin işçinin katıldığı hareket, 15-16 Haziran tarihlerinde İstanbul ve İzmit bölgelerinde oldu.”

***

GENÇLİK TOPRAK İŞGALLERİNİN YANINDA

Türkiye’de 27 Mayıs sonrası yaşanan toplumsal uyanış üniversiteler ve fabrikalarla sınırlı değildi. Çok daha erken bir tarihte köylerde topraksız köylülük, ortak su kullanımı gibi sorunlar üzerinden önemli eylemler başladı.

İlki 1967 yılında Antalya’nın Elmalı köyünde gerçekleşen toprak işgalleri, topraksız köylülerin eyleme geçerek çözümü kendi mücadelelerinde aradıkları yeni bir dönem yarattı. Elmalı’da Osmanlı’dan kalma tapuları dayanak göstererek topraklara el koyan ağaya karşı, zorla işgalle toprağı bölüşen köylülerin mücadelesine en büyük destek üniversite gençliğinden geldi. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi ve ODTÜ öğrencileri Elmalı’ya gelerek işgalci köylülerle dayanışma gösterdi, toprak ağalığına karşı mücadeleyi gündemde tuttu. Köylülerin hak arama mücadelesine destek oldu.

Elmalı’nın ardından toprak işgalleri tüm ülkeye yayıldı. 1967’den 1970’ye kadar 200’e yakın toprak işgali eylemi yaşandı. İzmir’den Maraş’a kadar köylüler jandarma ve ağalıkla çatışmayı göze alarak çalıştıkları topraklarda haklarını almaya çalıştı. İzmir’de toprak işgallerini konu edinen Demokrat İzmir gazetesinin haberi, dönemin ruh halini de açıkça ortaya koyuyor:

"Öğrendiğimize göre, 27 Mayıs Devriminden bu yana, İzmir İli sınırları içerisinde sessiz sedasız bir toprak reformu yapılmaktadır. Selçuk yakınlarındaki Belevi Gölü bir süre önce kurutulmuş ve kurutulma sonunda ortaya çıkan topraklar, çevre köylüleri tarafından paylaşılmıştır. Ayni durum, yine Selçuk’taki Çakal Gölü’nün kurutulması sırasından meydana gelmiş, köylüler bu topraklara da el koyarak sahiplenmişlerdir."

BİRGÜN



Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı+Gündem" -22 Haziran 2025-

Lokomotifler kıskaçta -Havva Gümüşkaya- Lokomotif sektörlerde üretim çarkları yavaşladı, istihdam azaldı, siparişler düştü ve konkordato baş...