Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Aralık 2024-

Çok aktörlü Suriye’de kritik düğüm Rojava -İbrahim Varlı-

Açık bir paylaşım sahnesi olan Suriye’nin kimler arasında ne yönde paylaşılacağına dair pazarlıklar şekillenirken ABD ve İsrail eksenli dizaynda en kritik düğüm Fırat’ın doğusuna dair. ABD, İsrail ve Türkiye arasında YPG/SDG’nin varlığına dair anlaşmazlık yeni bir krize gebe. TSK operasyon hazırlığında. ABD, Ankara ile SDG arasında arabulucu. İsrail ise tetikte.

Esad sonrası Suriye’nin paylaşımına dair pazarlıklar, çatışmalar, anlaşmazlıklar olağan hızıyla devam ediyor. Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) ülkeyi ele geçirmesiyle açık bir paylaşım sahnesine dönüşen Suriye’de küresel, bölgesel ve yerel aktörlerin pozisyonları netleşmeye başlıyor. ABD ve İsrail eksenli, İran ve Rusya etkisinden arındırılmış yeni Suriye dizaynında en önemli düğüm noktası ise Suriyeli Kürtler.

Suriye Kürtleri’nin statüsüne ilişkin de ABD, İsrail, Türkiye ve HTŞ yönetimi arasında anlaşmazlıklar var. Suriye Kürtleri’nin silahlı örgütü YPG ve YPG’nin de içinde olduğu SDG’nin Şam’daki HTŞ ile diyalog çağrısı şimdilik karşılık bulmuş değil, Türkiye olası bir operasyon hazırlığında. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin olası müdahalesine karşı ABD, İsrail ve uluslararası topluma destek çağrısında bulunan YPG/SDG’nin bu talebine karşılık ABD NATO müttefiki Türkiye ile bölgesel müttefiki Kürtler arasında bir orta yol bulma arayışında. Washington’ın en yakın müttefiki ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin koç başı İsrail ise açıkça YPG/SDG’den yana.

ABD ARABULUCU

Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Abdi, Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) Kobani’ye saldırmak için hazırlık içinde olduklarını söyledi. Endişelerini ABD’ye ilettiklerini söyleyen Abdi, “Beyaz Saray’la da çalışıyoruz, görüşüyoruz. Türklere baskı yaptıklarını ve bizimle Türkiye arasında arabuluculuk yaptıklarını biliyoruz” diye konuştu. ABD’nin devreye girmesiyle SDG ile SMO arasında hayata geçirilen ateşkesin bir haftadır devam ettiğini ifade eden Abdi, “Ortaklarımız aracılığıyla yapmaya çalıştığımız iki şey var: Birincisi kalıcı bir ateşkes sağlanması ve Türkiye’nin güvenlik endişelerinin giderilmesi” diye ekledi.

Abdi, Heyet Tahrir eş-Şam ile de iletişimlerinin güvenlik koordinasyonuyla sınırlı olduğunu belirterek şu ana kadar Şam’a bir heyet göndermediklerini söyledi. Trump’a bir mektup gönderdiklerini kaydeden Abdi, “ABD’nin Suriye’deki siyasi süreçte de rol oynamasını istiyoruz” dedi.

PYD Başkanlık Konseyi Üyesi Salih Müslim de yeni Şam yönetimine gönderdikleri mesajlara henüz yanıt alamadıklarını söyledi. Yine de olası müzakereleri yürütmek üzere bir heyet hazırladıklarını, umutlu olduklarını belirten Müslim, “Bu olmazsa kendimizi siyasi olarak savunacağız” dedi.

İSRAİL DESTEK Mİ VERECEK?

İsrail basınında son günlerde çıkan "İsrail’in Suriyeli Kürtleri Türkiye’ye karşı koruması gerektiği" şeklindeki yorumların sorulması üzerine Müslim, "Özellikle İsrail’den değil, herkesten destek istediklerini" söyledi. Müslim, "İsrail ile iletişimimiz yok, eğer böyle bir açıklamaları varsa elbette takdirle karşılarız" dedi, Türkiye’nin Ortadoğu’da izlediği tutumun "İsrail’i de rahatsız ettiğini" söyledi. Müslim, İsrail’in Türkiye’ye karşı SDG’ye destek vermesi nedeniyle Arap aşiretlerinin kendileri aleyhine tutum almasını beklemediğini de anlattı.

SİLAHSIZLANDIRMA ŞARTI

Suriye’deki duruma dair konuşan PKK Komite Üyesi Helin Ümit de SDG ve YPG’nin silahsızlanma sürecinin “demokratik bir meclis kurulmadan grup hakları, toplumsal hakları, birey hakları anayasada yerleri belirlenme” sonrası mümkün olabileceğini belirtti. Ortadoğu’nun İsrail eliyle bir küresel dizayna tabi tutulduğunu ifade eden Ümit, Suriye’de yaşanan gelişmelere “hazırlıklı olduklarını” savundu.

YOL HARİTASI ÇİZİLİYOR

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller da Rojava’da yeni bir çatışma yaşanmaması için Türkiye ve SDG ile temas halinde olduklarını açıkladı. Miller, Türkiye ile SDG arasında Minbiç kenti çevresinde sağlanan ateşkesin uzatıldığını da söyledi.

"SDG ile Türkiye ile ileriye dönük bir yol haritası hakkında görüşmeye devam ediyoruz” diyen Miller, Suriye’de artan çatışmanın hiçbir tarafın çıkarına olmadığını vurguladı.

ABD’den yapılan "Türkiye ile SDG arasında Menbic’te ateşkes sağlandı" açıklamasına yanıt veren Milli Savunma Bakanlığı (MSB) kaynakları "Dil sürçmesi olduğunu düşünüyoruz. Görüşmemiz söz konusu değil" dedi.MSB kaynakları, TSK’nın veya SMO’nun Fırat’ın doğusundaki YPG’ye operasyon hazırlığı içerisinde olduğunu da doğruladı.

MÜDAHALE AÇIKLAMASI

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da ABD Başkanı Donald Trump’ın Esad’ın devrilmesini “Türkiye’nin dostane olmayan bir işgali” olarak nitelendirmesine yanıt verdi. Türkiye’nin Suriye üzerinde kontrol kurma niyeti olmadığını vurgulayan Fidan, ABD’nin YPG’ye verdiği askeri desteği kesmesi gerektiğini vurguladı. Fidan, HTŞ yönetiminin YPG/SDG’nin kontrolü altındaki bölgeleri yeniden alması gerektiğini aksi takdirde müdahalede bulunabileceklerini kaydetti.

SÜREÇTE KÜRTLER OLMALI

ABD, Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkeler, Suriye’deki siyasi geçiş sürecinde Kürtlerin yer alması için bastırıyor. Ocak ayında Suriye konusunda uluslararası bir toplantıya ev sahipliği yapacak olan Fransa’nın Dışişleri Bakanı Jan-Noel Barrot geçiş sürecinde SDG’nin de yer alması gerektiğini belirtti. Barrot, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un AKP’li mevkidaşı Erdoğan ile yaptığı görüşmede bu noktaya değindiğini de ekledi.

Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock da, "Kobani, Kürtlerin IŞİD’e karşı cesur savaşlarının sembolüdür. Kan dökülmeye devam edilmesi, insanların 14 yıl sonra yaşaması gereken son şeydir" ifadelerini paylaştı.

BLINKEN’DAN UYARI

ABD Dışişleri Bakanı Antony Bilinken ise Suriye’de ortaya çıkan durumun inanılmaz derecede tehlikeli bir durum yarattığını kaydederek, “Ülkenin parçalandığı bir yol kesinlikle görebilirsiniz. Bunun Suriyeliler ve Suriye dışındaki insanlar için kötü sonuçları olacağını düşünüyorum” dedi.

Blinken, "Suriye’de istikrarın sağlanması, Amerika’nın oradaki askeri varlığının sürdürülmesi gerektiğini gösteriyor. Çünkü Suriye’deki iç savaş ve dışsal etkiler, sadece Suriye’yi değil, tüm Ortadoğu’yu ve dünyayı etkileyebilir" diye belirtti.

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, Rojava’da Türkiye destekli silahlı gruplar ile YPG arasında potansiyel bir çatışma riski bulunduğuna dikkat çekerek bu konuda Türkiye ve Katar ile iletişimin sürdüğünü söyledi.

Rusya ise Suriye’de kurulacak hükümetin oluşumu ve Kürtlerin bu süreçteki rolü hakkında ise tarafsız durmaya çalışıyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova şu ifadeleri kullandı: "Bu konu Suriyelilerin kendileri tarafından kararlaştırılmalıdır ve dış bir mesele değildir. Suriye, köklü tarihi olan bir ülkedir ve farklı topluluklar arasında birlikte yaşama deneyimine sahiptir. Kendi geleceklerini inşa etmeleri gerekiyor.” Zaharova Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduklarını da ekledi.

İMRALI ÜZERİNDEN BASINÇ

Çok aktörlü bir siyasal tasarım planlarının ortasındaki Suriye’de HTŞ üzerinden “ılımlı bir İslamcı rejim” oluşturma planında genel bir mutabakat oluşmuş durumda. İsrail ve ABD bölgesel politikalarını bu “figüranlar” üzerinden hayata geçirirken ülkenin Irak ve Lübnan gibi içeriden parçalanması olası senaryolar içinde ön plana çıkıyor. Bu olası planda Kürtlerin payına da bir şeyler düşüyor.

İşte bu “pay” Türkiye’nin en büyük korkusu. Yeni Osmanlıcı Saray rejimi Suriye’deki rejim değişikliğini zafer naralarıyla kutlasa da Kürtlerin olası kazanımları karşısında tedirgin. İsrail ile Suriye Kürtleri arasındaki artan yakınlaşmadan endişe duyan iktidar, SDG/YPG’nin yeni Suriye’de pay sahibi olmaması için tüm imkanlarıyla devrede. Bunun için NATO müttefiki ABD ile temasını yoğunlaştıran Ankara, SMO’yu fiili olarak kullanırken HTŞ’yi de yanına çekmeye çalışıyor.

Cumhur İttifakı diğer taraftan da Öcalan üzerinden sürece müdahale etme gayretkeşliğinde. Öcalan’ın YPG ve Suriye Kürtleri üzerindeki etkisini kullanmak isteyen iktidar, İmralı ile görüşmeyi pazarlık unsuru olarak kullanıyor. Şu ana kadar istediği sonucu alamadığından Öcalan ile görüşmeye onay verilmiş değil. Öcalan ve Kürtleri yanına alarak içerideki siyasi süreci dizayn etme girişimi Saray rejimi açısından bir beka sorununa dönüşmüş halde.

                                                                  /././

Kıbrıslı hakkını kime sorsun?-Gözde Bedeloğlu-

TBMM Genel Kurulu’nda devam eden bütçe görüşmelerinde, tıpkı Diyanet İşleri Başkanlığı gibi, kendine ayrılan payla dikkat çeken kuruluşlardan biri de İletişim Başkanlığı. Cumhurbaşkanlığına bağlı olan İletişim Başkanlığı 2018 yılında kuruldu. Altı yıl önce bütçesi 344 milyon lira, çalışan sayısı da 584’tü. Bugün, 1600’den fazla çalışana sahip olan kuruma 2025 yılı bütçesinden ayrılan miktar 6 milyar lira. 2024 yılında toplam bütçesi 4 milyara çıkarılmıştı. Bunun içinden temsil ve tanıtma ödeneği olarak yıllık 656 milyon lira ayrılmış ancak başkanlık altı ayda bu miktarı aşarak 849 milyon lira harcamıştı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut’un yaptığı hesaba göre İletişim Başkanlığı günde 14 milyon lira harcıyor. Kurumun, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından belirlenen hedef ve görevleri arasında ‘kamuoyunun ve ilgili makamların zamanında ve doğru bilgilerle aydınlatılması için gerekli bilgi akışını sağlamak, basınla ilişkilerin düzenlenmesi için gerekli çalışmalarda bulunmak, yerli ve yabancı basın yayın organlarının ve mensuplarının çalışmalarını kolaylaştırmaya yönelik düzenlemeleri yapmak ve gerekli tedbirleri almak’ var. Buna karşın, Başkanlığa yöneltilen eleştirilerin başında, kurumun kamuoyu algısını iktidar lehine yönetmesi geliyor. Görevi basın mensuplarının çalışmalarını kolaylaştırmak olan İletişim Başkanlığı’nın bütçesi her yıl artarken Türkiye’nin dünya basın özgürlüğü sıralamasındaki yeri her yıl düşüyor.

KİM BU EŞİT EGEMEN?

Devletin her türlü iletişim, basın, yayın ve bilgi alışverişi faaliyetini denetleyen ve idare eden kurum olduğu belirtilen Fahrettin Altun yönetimindeki İletişim Başkanlığı’nın madde madde listelenen yetkisini nasıl ve hangi amaçla kullandığı ayrı bir tartışma konusu. Ben bugün Altun’un, hem görev sınırlarını aşarak hem de partisinin yıllardır savunduğu görüşe karşı çıkarak yaptığı bir açıklamaya dikkat çekmek istiyorum. Altun, geçen hafta Yunanistan’da yayınlanan Ta Nea gazetesine konuşmuş. Kendisine, Türkiye’nin Kıbrıs’ta iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon için Birleşmiş Milletler tarafından belirlenen parametreleri kabul etmek için ne talep ettiğinin sorulması üzerine Altun, Kıbrıs’ta 60 yıl süren sonuçsuz müzakerelerin ardından Türklerin, modası geçmiş ve yaşaması olanaksız federasyon modelinden rızalarını çektiğini söylemiş. Kıbrıs Adası’nda iki ayrı halk ve iki ayrı devlet olduğunu kabul etmenin zamanı geldiğini, çözümün ancak bu temelde başarılı olabileceğini eklemiş. Cümlelerinden kolaylıkla anlaşılabileceği gibi Altun düşüncesini paylaşmıyor, Kıbrıslı Türkler adına konuşuyor, net bir şekilde federasyon modelinden vazgeçtiklerini söylüyor. Bundan üç ay önce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, uluslararası toplumu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni eşit egemen bir devlet olarak tanımaya, diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurmaya davet etmişti. Madem KKTC, eşit egemen bir ülkedir ve dünya artık bunu böyle kabul etmelidir, o halde nasıl olur da başka bir ülkenin Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı çıkıp koca bir halk adına federasyon modelini terk ettiğini söyleyebilir? Bu diplomatik bir tavır olmadığı gibi, Kıbrıslı Türklerin iradesine de açıkça karşı gelmektir. Ayıptır, gurur kırıcıdır. Altun’un elinde, bu kesinlikte konuşmasına neden olan bir araştırma mı var? AKP destekli KKTC hükümeti ülkenin nüfusunu bile açıklamıyor. Kaç kişi federasyona karşı, kaç kişi iki ayrı devletli çözüme sıcak bakıyor? Peki ya cumhuriyetçiler? Altında Türkiye’nin de imzasının olduğu Garanti Antlaşması’nda belirtildiği gibi kaç kişi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğüne saygılı bir çözümden yana? Bunların hiçbirini bilmiyoruz? Ama Fahrettin Bey belli ki biliyor ve kendinde Kıbrıslı Türkler adına konuşma hakkını da pekala görüyor.

İRADE GASPI VE RANT DÜZENİ

Bir yandan KKTC’nin eşit egemen ve bağımsız bir devlet olduğunu iddia edecek diğer yandan bürokratından siyasetçisine, Kıbrıslı Türklerin iradesini yok sayan açıklamalar yapacak ve hatta ‘nankörler, beslemeler’ diyerek hakaret edeceksiniz! Türkiye, yürüttüğü bu çelişkili siyasetle çözüme katkı sunan bir pozisyon elde edemeyeceği gibi  Kıbrıslı Türklerin de saygısını yitirmeye devam edecektir. Çelişki elbette tek taraflı değil, KKTC’nin eşit egemen ve bağımsız bir ülke olduğunu söyleyen KKTC hükümetinden de Altun’un Kıbrıslı Türkler adına yaptığı açıklamaya karşı çıkan olmadı. Aksine, Erdoğan’ın emriyle Lefkoşa’da yapılan külliyesine yerleşmeyi bekleyen KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar da federasyon modelinde ısrarcılığın statükoculuk olduğunu savundu. Evet, belki iktidardan değil ama sivil toplumdan Kıbrıslı Türklerin iradelerinin yok sayılmasına karşı tepki geldi. Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası Başkanı Selma Eylem, Altun’un Kıbrıslı Türkler adına konuşmuş olmasını eleştirdi ve Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine uyguladığı politikalarla Kıbrıslı Türklerin iradesinin sistematik olarak hedef alındığını vurguladı. “Türkiye’de ne varsa aynısı Kuzey Kıbrıs’a taşınmak isteniyor” diyen Selma Eylem, kurumların işlevsizleştirildiğini ve doğal kaynakların sermayeye peşkeş çekildiğini belirterek adanın kuzeyinde rüşvet, torpil, mafya düzeni, kara para aklama, bet ofisler, casinolar, insan kaçakçılığı gibi faaliyetlerle uluslararası hukukun dışında bir rant düzeni yaratıldığını, iki devletli çözüm ya da KKTC’nin tanınması söylemlerinin de bu düzenin devamı için dillendirildiğini söyledi. Bakalım Eylem’e ilk tepki kimden gelecek. Zira Kıbrıs’tan gelen benzer itiraz ya da hoşa gitmeyen yargı kararları karşısında bir ‘ana’ olarak Türkiye ‘yavrusunu’ yüksek tonda uyarmaktan hiç geri durmamıştır. Örneğin, 2021 yılında KKTC Anayasa Mahkemesi’nin, Din İşleri Dairesi’nin Milli Eğitim Bakanlığı izni ve devlet denetimi olmadan Kuran Kursu düzenlemesini engelleyen kararı sonrası Erdoğan, Kıbrıs’ın laikliği Türkiye’den öğrenmesi gerektiğini söylemiş ve “bu tavır değişmezse atacağımız adımlar farklı olacak” demişti. Kıbrıs’ta külliye inşaatına karşı çıkan CTP Milletvekili Doğuş Derya “Bir yerde saraylar artıyorsa orada Cumhuriyet rejimi risk altında demektir” diye konuştuktan sonra AKP’li Ömer Çelik Derya’yı hadsizlikle suçlamış ve sözleri için “radikal Yunan ve Rum tezleri ile PKK’nın Türkiye’yi hedef alan açıklamalarının sentezinden başka bir şey değildir” demişti. Afrin harekatını eleştirdiği için Erdoğan’ın ‘pespaye bir gazete’ ifadesini kullandığı Afrika gazetesi Kıbrıs’ta bir grup ülkücü tarafından saldırıya uğramış ve gazetecilere linç girişiminde bulunulmuştu. Sorarım, siz hiç KKTC gibi, halkı düzenli olarak hakarete uğrayan, iradesi göz ardı edilen başka bir eşit, egemen, bağımsız ülke gördünüz mü dünya üzerinde? Tanınmayışı gibi bu alanda da biricik kendisi.

                                                                /././

Hükümetin sosyal adalet borcu icralık -Özgür Gürbüz-

Hükümet, belediyelerin Sosyal Güvenlik Kurumu’na borçlarını konuşmamızı istiyor ama asıl konuşmamız gereken hükümetin sosyal adalet borcu. SGK borcu ödenir ama AKP-MHP hükümetinin sosyal adalet borcu öyle büyüdü, öyle birikti ki iktidar değişikliği dışında hiçbir icra işlemi bu borcu kapatamaz.

Sosyal adalet toplumun her bireyinin aynı haklara, yükümlülüklere ve fırsatlara sahip olmasıdır. Devlet, ayrım yapmadan her bireyini korumalı, her bireye kamusal sağlık ve eğitim hizmeti sunmalı, işçi haklarından adil vergilendirmeye, fırsat eşitliğinden servet dağılımına kadar birçok alanda toplumun farklı kesimleri arasındaki uçurumu daraltmalıdır. Türkiye’de ise son 22 yılda bunun tam tersini gördük.

Türkiye’de ilköğretim ve ortaöğretimde okuyan öğrenci sayısı 18 milyon 710 bin. Bu öğrencilerin 15 milyon 849 bini devlet, 1 milyon 631 bini özel ve 1 milyon 229 bini de açık öğretimde okuyor. Özel okullarda okuyan azınlık kadar, okula uzaktan devam etmek zorunda olanlar var. Eşitsizlik hemen göze çarpıyor. Ayrıca, devlet okullarının içinde sadece bir tip dini inanca göre eğitim vermek üzere tasarlanmış imam hatip okulları da var. Birkaç istisna dışında devlet okullarının eğitim kalitesini biliyoruz. Özellikle yabancı dil ve özgürlüklerle ilgili sıkıntılar var. Özel okullara gitmek ise ateş pahası. Eğitimde eşitlikten söz edebilir miyiz?

Sayısal bir karşılaştırma da yapalım. Özel okullardaki derslik sayısı 134 bin. Özel okullardan 10 kat daha fazla öğrenciye sahip devlet okullarında ise derslik sayısı 608 bin. Öğrenci sayısı 10 kat, derslik sayısı ise sadece 4,5 kat fazla. Devlet okuluna giden bir öğrenci, özele göre iki kat kalabalık bir sınıfta oturmak zorunda. Nerede eğitimde sosyal adalet? Milli Eğitim Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?

Sosyal adaleti ölçebileceğiniz önemli bir alan da sağlık. Sağlık Bakanlığı’nın son verilerine göre, Türkiye’de 1555 hastane var; üçte birinden fazlası özel hastane. Özel hastanelerde ücretler ateş pahası. Bin liranın altında muayene ücreti kaldı mı, emin değilim. Gelir durumumuz ortada. DİSK’in son araştırmasına göre Türkiye’de 15 bin 300 TL ila 18 bin 700 TL arasında ücret alanların sayısı 8,5 milyon. Özel sektör çalışanlarının neredeyse yarısı bu grupta yer alıyor. Özel hastanelerde muayene olmaya kalkan asgari ücretlinin o ayın sonunu getirme şansı yok. Kamu hastanelerinde ise beş dakikalık muayeneler, hastaların yığıldığı koridorlar ve müdahale gerektiren bir işleminiz varsa uzun bekleme süreleri ‘kaderiniz’. Sağlık hizmetlerini özele, yani parası olana tahsis eden Sağlık Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?

Sosyal adalet denince eğitim ve sağlık hemen akla gelen konular ancak sosyal adaletin sınırları aslında çok daha geniş. Bireysel hakların korunmasından fırsat eşitliğine kadar, kamusal alanların dokunduğu birçok alanı kapsıyor. Tüm yurttaşların ücretsiz yararlanabildiği müştereklerimiz olan orman alanlarının veya kıyıların özel şirketlere tahsisinden bu bağlamda bahsedebiliriz. Vergilerimizle yayın yapan TRT’nin sadece hükümetin görüşleri için kullanılması, sosyal medya gibi kamuya mal olmuş iletişim kanallarındaki engellemeler…

Bir de detaylarda kaybolan saldırılar var. Vergi aflarıyla yurttaşların belli bir kesimi için haksız kazanç sağlanması gibi. Ya da cemevlerinin ibadethaneden sayılmaması. Okullarda Noel Baba’yı yasaklayarak ülkesinde yaşayan binlerce Hıristiyan’ın ötekileştirilmesi, suçlu hissettirilmesi. Mülakatlarda politik ve dini görüşlere göre ayrımcılık yapılması.

İşçilerin, sivil toplum örgütlerinin grev ve protesto haklarını kısıtlayarak sosyal adaletin temel taşlarından ifade özgürlüğü ve sosyal hareketliliğin engellenmesi. Herkesin vergisiyle yapılan köprü ve otoyolların sadece parası olanların hizmetine sunulması. Belediye hizmetlerini belli bir yaşam tarzı ve çevrenin isteğine göre düzenlenip diğerlerinin dışlanması.

Yaşlılar, yoksullar, kadınlar ve çocuklar gibi dezavantajlı grupların adalet ve güvenlik gibi haklarına erişiminin politik ve yaşam tarzı gibi gerekçelerle kısıtlanması. Liste uzayıp gidiyor. Eğitim paralı, sağlık paralı, hayat da pahalı. Sosyal adaleti 22 yılda lime lime eden hükümete ne zaman haciz koyacağımızı konuşsak mı?

                                                               /././

İşte yeni Türkiye yüzyılı; tüm meslek liseleri “MESEM” leştiriliyor(I) -Feray Aytekin Aydoğan-

İngiltere’de 19. yy.’ın başlarında haftanın diğer günlerinde çalıştıkları için çocuklar için yalnızca Pazar günleri okulların açık olması uygulaması yaşama geçiriliyor. Bu okullar da çocuklara yazmayı değil yalnızca okumayı hedefleyen okullar. Yalnızca okumayı öğrenmelerinin gerekçesini işle ilgili talimatları okuyabilmeleri ve işteki becerilerini arttırmaları için diyerek açıklıyorlar. Çocukların yazmayı öğrenmeleri ise tehlikeli bulunuyor. Çünkü eğer yazmayı öğrenirlerse fikirlerini ifade edip yaygınlaştırabilirler.

Meslek lisesi memleket meselesi sözünün aslının meslek liselerinin patronların, şirketlerin beka meselesi olduğunu atılan her adımda görüyoruz.

Ülkemizde yaşanan okullaşma politikası ile mesleki eğitim merkezleri (MESEM) ile ülkemizde çocuklara 19. yy sömürü koşulları yaşatılıyor. Çocuklar yalnızca haftanın bir günü okula gidiyor. Hatta o bir günde de okullara gitmediklerini öğretmenlerin, çocukların açıklamalarından biliyoruz. Dört gün çalıştırılacakları söyleniyor ancak haftanın tüm günleri uzun saatler, esnek çalışma koşullarında çalıştırıldıklarını da biliyoruz.

Sektör içi, sektöre entegre, bölge, ihtisas okulları adıyla dört yeni okul modeli ile okullar şirketlere çocukların bedava iş gücü haline getirildiği yerlere dönüştürülüyor. Mesleki ve teknik eğitim politika belgesinde tüm adımlar ayrıntılı bir şekilde açıklanıyor. Okullar bu model ile organize sanayi bölgelerinin, fabrikaların, büyük işletmelerin yoğun olduğu yerlere açılacak ya da buraları ile ilişkili hale getirilecek. Çocukların öğrenci kimliği ellerinden alınarak, okulla, öğretmenle bağı koparılarak çocuk işçilere dönüştürülecek. Daha da fazla çocuk sömürüsü için çocuklar bu işletmelerin olduğu yerlerde yatılı da kalacak. Okul değil bir nevi çocuk işçi kampları tarif ediliyor.

SERMAYEYE DEVREDİLİYOR

Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin ilk sektöre entegre meslek lisesinin otomotiv alanında Kütahya Simav’da açılacağı açıklandı. İsmet Kazcıoğlu Otomotiv ile mesleki eğitim iş birliği protokolü imzalandı. İmza törenine katılan isimler de tabloyu özetliyor. İmza atanlar AKP milletvekili, mesleki ve teknik eğitim genel müdürü, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Mesleki eğitim Kurulu ve Simav Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı. Siyasi iktidarın temsilcisi, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) temsilcisi, patronların temsilcisi.

TOB temsilcisi Şeref Kazcıoğlu aynı zamanda firmanın onursal başkanı, firma da oğlu İsmet Kazcıoğlu’na ait.

Protokolde öğrenciler artık eğitim-öğretim faaliyetlerini üretim ortamında yapacaklar ifadesi yer alıyor. Artık öğrencinin yeri okul değil fabrikalar, organize sanayi bölgeleri olacak diyorlar. Meslek lisesi öğretmenlerine hizmet içi eğitimi de MEB değil şirket verecek. Öğrenciler çocuk işçilere, öğretmenler de şirket personeline dönüştürülüyor. Öğretim programlarının, basılı ve digital ders materyallerinin içeriğine de şirket karar verecek. MEB okulları adım adım sermayeye devrediyor.

TÜİK verilerine göre;

• 1990’lı yıllarda çocuk işçilerin çoğunluğu tarımda iken, günümüzde çocuk işçilerin yaklaşık yarısı (%45’i) hizmetler sektöründe istihdam edilmektedir. 15-17 yaş grubunda bu oran %50’nin üzerindedir.

• 1999’da çalıştırılan çocukların yalnızca %29’u ücretli çalışanlardan oluşurken, 2019 yılında bu oran %63’e çıkmıştır.

• Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre, MESEM’ler ile Türkiye’deki çırak sayısı son birkaç yılda yaklaşık iki kat artmıştır.

MESEM, çocuk işçiliğinin eğitim adı altında perdelenmesi, gizlenmesi işlevi görüyor.

Mesleki ve teknik eğitim politika belgesinde MESEM’lerin sayısının hızla artması da hedefler arasında. Ancak artık MESEM sömürüsü de patronlara yetmiyor. Dört yeni okul modeli ve mesleki ve teknik eğitim politika belgesi ile tüm meslek liseleri MESEM’leştiriliyor. Hatta ortaokulların meslek bölümleri açılarak çocuk işçilik ortaokul yaşına indiriliyor.

DEVREDİLEN KADER

4+4+4’ü değiştireceğiz açıklamalarının altında yatan da zorunlu, kesintisiz eğitimi ortadan kaldırmak. İktidarın mesleki eğitim politikaları eğitim hakkını kaldırmanın ön adımları. Öğrencilerin eğitim hakkı, öğretmenlik mesleği, öğretmenlerin mesleki hakları hedefte.

Yeni Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatında da din; ahilik, fütüvvet, fıtrat, kader gibi kavramlarla, genç girişimci ahiler projesi ile çocuk işçiliğine, sömürüye boyun eğmek, rıza göstermek için araçsallaştırılıyor.

Müfredatta özetle diyorlar ki; çocuk yaşta işçiliği dinimiz emrediyor. Sana iş, ekmek verene koşulsuz itaat şart. Karın tokluğuna çalışmak insanın fıtratında var. Açlık, yoksulluk koşullarında çalışmak anne-babadan çocuklara devredilen bir kaderdir.

İşte Yeni Türkiye Yüzyılı!

                                                                /././

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Aralık 2024-

‘İnsan hakları olanlar, olmayanlar’ sergisi ve Magnum -Özcan Yaman-

“İnsan hakları olanlar, olmayanlar” fotoğraf sergisi 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde Magnum Photos ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin (İBB) kalıcı iş birliğinin ikinci sergisi olarak Bulgur Palas’ta açıldı. Magnum Ajans herkesin çokça bildiği ikon fotoğrafların yanı sıra son yıllarda yaşananlara dair fotoğraflarla insan haklarının tarihsel ve güncel durumunu sergiliyor. 45 fotoğrafçının yaklaşık 90 fotoğrafından oluşan sergi, mekana özgü yerleşimiyle dikkat çekici.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10 Aralık 1948’te kabul edilişinden bu yana ve günümüze kadar geçen tarihselliğe dikkat çekiyor. Günümüzde hâlâ devam eden soykırım, savaşlar, işkence ve baskıların, insan haklarının korunmasında uluslararası çabaların ne kadar başarılı ya da başarısız olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor. Fotoğraflarla İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 30. maddesine atıfta bulunuyor.

Magnum Ajansın Türkiyeli üyesi olan Fotoğrafçı Emin Özmen’in küratörlüğünü üstlendiği serginin açılışı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat, İBB Kültür Varlıkları Dairesi Başkanı Oktay Özel, Magnum Photos Küresel Sergiler Direktörü Andrea Holzherr’in katılımıyla gerçekleşti.

Serginin sorduğu soruya cevap vermek gerekiyor elbet. Ama öncelikle anlamlı bir günde böyle bir serginin gerçekleştirilmesi, zamanlaması ve yaşananlar bakımından önemliydi. Onun için İBB ve Magnum iş birliğine teşekkürler.

HANGİ İNSAN HAKLARI?

Bilindiği gibi insan haklarının en çok ihlal edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Kendi yasalarını dahi uygulamayan, adaletsizliğin hukuksuzluğun ve sansürün olduğu, “devletin” “parti devleti”ne dönüştürüldüğü bir ülkede bu sergi “İnsan hakları olanlar/olmayanlar?​” diye soruyor. Verelim o vakit cevabı. Bu ülkede hakları olanlar olarak; “parası olanlar” ve “olmayanlar” diye ikiye ayrılıyoruz. Nüfusun yüzde 20’si için sorun yok. Onlar sabah kahvaltılarını Maldivler’de, öğle yemeklerini Fransa’da, akşam yemeklerini belki ülkelerinde yaparak paralarına para katıyorlar. Savaşlar çıksın, inşaat sezonu devam etsin, ormanlar ve sit alanları gibi kamusal alanlar talan edilsin, rant üzerinden hayatlarına devam etsin. Tabii ki de insan hakları, onlar için elzem, vazgeçilmez. Çünkü onlar için insan hakları eşittir paranın sağladığı satın alma özgürlüğüdür. Nüfusun yüzde 80’i yoksulluk sınırı ve altında yaşayarak adaletsizliği ve hukuksuzluğu bir kenara koyun en temel insan hakları olan sağlık, eğitim ve barınma gibi ihtiyaçların bile uzağında yaşıyorlar. Yani insan hakları olanlar; rantçı sömürücü bir avuç azınlık iken insan hakları olmayanlar; emekleriyle değerler yaratan yurttaşlar. Şimdi bazı arkadaşlar amma lafı dolandırıyorsun burjuvalar ve proleterler de gitsin diyecekler. Kıssadan hisse diyelim. İki sınıflı bir toplumda çıkarlar iktidar olan sınıftan yana olur. İnsan hakları, adalet, özgürlük iktidar olan sınıfın hizmetindedir. Bizler de hangi sınıftan olduğumuzun farkına varıp ona göre mücadele etmediğimiz sürece de kavramlar muğlaklaşır. “Hangi insan hakları?​” diye sormamız gerekir.

“İnsan hakları olanlar/olmayanlar” diye sergiye başlık koyarak bana cevap hakkı sağlayan özellikle Emin Özmen’e ve İBB’ye teşekkürlerimi sunarım. Zannederim serginin başlığına yanıt verebildim.

“Magnum İstanbul’da: İnsan Hakları-Olanlar, Olmayanlar” Bulgur Palas’ta 10 Haziran 2025 tarihine kadar pazartesi hariç her gün 10.00-19.00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebilir.

                                                     /././

Romanya seçimleri, TikTok ve AB'nin demokrasi anlayışı -Yücel Özdemir-

Avrupa’da hafta başından bu yana Rusya, Çin ve bu iki ülkeden yayın yapan sosyal medya platformları TikTok ve Telegram üzerinden “seçimlere yabancı aktörlerin” müdahalesi ekseninde bir tartışmadır sürüp gidiyor. Özellikle de Almanya’da... 23 Şubat’ta yapılacak erken seçimler öncesinde Rusya ve Çin’in siyasi dengeleri sarsmak için elinden geleni yapacağı iddia edilerek, bütün güvenlik birimlerinin harekete geçerek önlem alması isteniyor.

Tartışmanın somut dayanağı ise Romanya’daki cumhurbaşkanlığı seçimleri.

24 Kasım’da Romanya’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turundan aşırı sağcı ve Rusya dostu olarak tanımlanan Bağımsız Aday Calin Georgescu sandıktan birinci çıkmıştı. Georgescu beklenmedik şekilde oyların yüzde 22.9’unu alırken, USR partisinin desteklediği Batı yanlısı liberal Elena Lasconi yüzde 19.2 oyla ikinci, Sosyal Demokrat Partinin adayı Marcel Ciolacu da yüzde 19.1 ile üçüncü olmuştu.

Bu sonuca göre 8 Aralık’taki ikinci turun Georgescu ile Lasconi arasında yapılması gerekiyordu. Ama olmadı.

1990’dan bu yana devletin pek çok kademesinde üst düzey bürokrat olarak görev yapan Georgescu’nun sandıktan birinci çıkmasının şokunu yaşayan diğer adaylar ve partiler, ortada normal bir durumun olmadığını ileri sürerek sonuca itiraz etti. İki gün sonra yapılan yeniden sayımda yüksek mahkeme sonuçların doğru olduğuna karar verdi. Ancak aynı yüksek mahkeme, seçimlere iki gün kala, 6 Aralık’ta Georgescu’nun seçim kampanyasını asıl olarak Çin ve Rusya’dan yayın yapan TikTok ve Telegram üzerinde yaptığı, dışarıdan maddi destek aldığı, yabancıların seçimlere müdahale ettiği yönünde yapılan başvuruları dayanak göstererek, ilk turdaki sonuçları iptal etti ve seçimlerin sıfırdan tekrarlanmasını istedi.

İkinci tura iki gün kala alınan bu karar doğal olarak Avrupa’da yankı yarattı. NATO ve AB’nin Karadeniz’in kıyısında Rusya’ya karşı önemli bir mevzi haline getirdiği Romanya’da esen Batı karşıtı, Rusya yanlısı milliyetçi hava bütün hesapları altüst ettiği için, ikinci turda seçimleri kazanıp cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması beklenen Georgescu’nun önü şimdilik yüksek mahkeme tarafından kesilmiş görünüyor.

Yüksek mahkemenin verdiği kararda birinci tur hiç yapılmamış gibi her şeye sıfırdan başlanacak. Yeni adaylar ortaya çıkabilir. Bağımsız Georgescu’un seçimlere katılmak için yeniden imza toplaması gerekiyor. Seçimlerin en erken mart ya da nisan aylarında yapılması bekleniyor. Birinci turun sonucuna bakarak Batı yanlılarının ortak adayla seçimlere katılarak Georgescu’nun önünü kesmesi seçenekler arasında. Şimdiden Bükreş Belediye Başkanı Nicușor Dan’ın liberallerle muhafazakarların ortak adayı olabileceği ifade ediliyor.

Ülkede aşırı sağcı, milliyetçi, Batı karşıtı hava sadece cumhurbaşkanlığı seçimlerinde değil, birinci turdan bir hafta sonra yapılan parlamento seçimlerinde de görüldü. Üç aşırı sağcı parti ise toplamda yüzde 32'lik bir oy aldı. Sosyal demokratlarla muhafazakarların yıllardır kurduğu ortaklık sayesinde rüşvet, rant ve yoksulluğun diz boyu olduğu ülkede asıl kazanan aşırı sağcı, milliyetçi Birleşik Romanya İttifakı (AUR) oldu. Ukrayna’nın bir bölümünü ve Moldova’yı Romanya topraklarına katarak büyütmeyi vadeden bu parti, 2020’de yüzde 9.1 olan oyunu bu seçimlerde yüzde 18’e çıkararak büyük bir sıçrama yaptı. Koalisyon ortakları Sosyal Demokrat Parti (PSD) ve muhafazakar PNL yüzde 12’şer, toplamda yüzde 24 oy kaybetti.

Bu tablo, Georgescu’nun kazanmasının sadece TikTok’ta yaptığı yayınlardan kaynaklanmadığını gösteriyor. TikTok’ta 600 binden fazla takipçisi olan Georgescu’nun yaptığı videoları yüz binlerce kişi izliyor. Seçimlerin iptal edilmesinden sonra çektiği videoyu 2 milyon kişi izlemiş. Hakkının çalındığını söyleyerek adaletin yerini bulmasını istiyor. Bu da mağdur durumuna düşürülen Georgescu’nun daha güçlü geleceğini gösteriyor. Batı ve Romanya’daki yanlılarının bütün söylemleri Georgescu’nun dışarıdan milyonlarca avro yardım alarak TikTok üzerinden seçim propagandası yaptığı üzerine kurulu. Ayrıca 25 bin sahte hesabın (Bot) Rusya’dan yönlendirildiği, 85 bin siber saldırının düzenlendiği iddia ediliyor. AB Komisyonu hemen harekete geçerek, TikTok hakkında soruşturma başlattı. TikTok yönetimi iddiaları reddediyor.

Batı’yla savaş halindeki Rusya her şeyi yapabilir. Aynı şeyi Batı da yapıyor. En son Gürcistan’da birçok partiye ve sivil toplum örgütüne mali kaynak aktarıldı. Daha önce Ukrayna’da da bu yola başvurulmuştu.

Ancak Romanya’da söz konusu olan mali destekten çok halkın sandıkta kullandığı somut oylar. Sandık başına giden seçmenlerin bir bölümü Batı’nın istemediği adaya oy vermiş, bu oylar iki kez sayılarak kabul edilmiş. Romanya vatandaşları sandık başına giderken TikTok’a, Rusya’ya sorarak oy kullanmıyor, kendisinin maddi yaşam koşullarına bakıyor. Sonuç eleştirilebilir, ancak yok sayılamaz. Ama AB, sandıklara atılan oyları yok saydı.

Olup bitenler Romanya’da siyasi gerilim ve kutuplaşmanın sertleşerek devam edeceğini gösteriyor. Ülke emperyalist devletler arasındaki çıkar çatışmasının yeni bir sahası olmaya aday görünüyor.

Nereden bakılırsa bakılsın, Romanya’da asıl belirleyici olan sistem partilerinden kopuştur. 18 milyon seçmenin yarısı sandık başına gitmedi. Sandık başına gidenlerin yaklaşık üçte biri doğru bir alternatif olmadığı için şimdilik aşırı sağcılara, milliyetçilerden yana oy kullandı. Halkın sistemin çürümüş partileriyle ırkçı-milliyetçiler arasında tercih yapmak zorunda kalmadığı, ilerici-antiemperyalist yeni bir güç ortaya çıkmadığı sürece Romanya da pek çok ülke gibi emperyalistlerin tepiştiği saha olmaya devam edecek.

                                                          /././

Seyredecek misiniz?-Ahmet Yaşaroğlu-

Birleşik Metal-İş Sendikasının 7 fabrikada başlattığı grev Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “milli güvenlik”i gerekçe gösteren kararnamesi ile yasaklandı. Sendika yönetimi ve işçiler, sınıf tutumuna yakışan bir tavırla bu kararı tanımadıklarını ilan ederek greve ve mücadeleye devam kararı aldılar. Yasaklama iş birlikçi büyük sermayenin çıkarlarını güvence altına almayı hedefleyen politik bir karardı ve bu andan itibaren metal işçilerinin ekonomik ve sosyal haklar için başlattığı grev, onların iradeleri dışında tüm ülke işçi ve emekçileri ilgilendiren politik bir karakter kazandı. Artık bu grev başta metal sektöründekiler olmak üzere tüm işçi sınıfının ve emekçilerin grevi, zaten çok kısıtlı olan sendikal haklara saldırısı ile de tüm halkın demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin bir parçası haline geldi. Bu nedenle hiçbir kesim bu greve karşı seyirci kalamaz, kalmamalıdır.

Metal fırtınanın yaratıcıları Renault, TOFAŞ vb. fabrikaların işçileri bu grevi, sıranın size geleceği belliyken seyredecek misiniz? 130 bin metal işçisi; size de dayatılacak olan 70 bin TL’yi aşmış bulunan yoksulluk sınırının çok altındaki sefalet ücretine razı olmak istemiyorsanız, bu grevi seyretme hakkınız var mı? Özelleştirme tehdidi ile kölece çalışma koşullarına mahkum edilen, iş cinayetlerinde ölümleri “kaderin planı” olarak ilan edilen madenciler bu grevi ve direnişi seyredecek misiniz? Ortalama ücretleri asgari ücretin birkaç bin TL üzerinde olan milyonlarca işçi ve emekçi bu grevi seyredecek misiniz? Sendikalı olma hakkı elinden alınan, sendikaları patron sendikasına dönüşen sendikalarda “örgütlü” yüz binlerce işçi bu grevi seyredecek, onlardan birinin yöneticisi gibi “başarı” mı dileyeceksiniz?

Açlığa ve sefalete terkedilmiş olan milyonlarca emekli, insanca bir yaşam için direniyor ve mücadele ediyorsunuz, şimdi bu mücadeleyi ve direnişi büyütmek gerekmiyor mu? Benzer karar ve kararnamelerle iş birlikçi ve yerli tekellerin ağacınızı, suyunuzu, toprağınızı yağmalamasını engellemek için direnen köylüler; bu grev ve mücadele sizin için de yeni bir güçle mücadeleye atılma, tüm halkı bu mücadeleye çağrısı değil mi? Ülkeden adeta kovulan, tüm hakları her geçen gün biraz daha budanan doktorlar; bu mücadele sizin de mücadeleniz değil mi? Birleşmek ve mücadeleyi büyütmek için harekete geçmek gerekmiyor mu?

Özerk üniversite, demokratik, bilimsel ve parasız eğitim için, beslenme ve barınma hakkı için mücadelesini ilerletmek isteyen gençler; bu mücadele sizin de mücadeleniz değil mi? Çocukları aç okula gönderen, beslenme çantalarını dolduramayan anneler bu mücadele sizin de mücadeleniz değil mi? Taleplerinizi yeniden ve daha ileriden öne sürmek ve hareketlenmek için neden beklemede kalasınız? Bu iktidar ve onun hizmet ettiği büyük sermaye ve patronlar ülkenin insanlarını açlığa ve sefalete sürükleyip, çürümeyi ve kokuşmayı teşvik ederlerken insanlarımız susmalı ve beklemeli mi? Susmak, beklemek ve seyirci kalmak daha kötü günlere davetiye çıkarmak anlamına gelmez mi?

Eğer bu doğruysa metal işçilerinin mücadelesini büyütmek demek, işçi ve emekçi halkın acil ve temel talepleri ile harekete geçmesi, kendisini savunması anlamına gelecektir. İşçi ve emekçilerin her mücadelesi ve direnişi mücadele ateşini yaygınlaştıracak bir kıvılcımdır. Bu kıvılcımları vahşi sömürüyü, talanı ve zorbalığı, açlığı ve sefaleti, gericiliği ve faşizmi yakıp, kül edecek bir büyük yangına dönüştürmek olanaklıdır. Onların cephesi yaktıkları ormanların üzerine bu cephenin lordları için yeni soygun binaları dikiyorlar, bizim emekçi cephemiz ise çıkaracağı yangınla insanca ve onurlu bir yaşamın, eşit ve kardeşçe yaşamanın, bağımsız ve saygın bir ülke inşa etmenin temellerini atacaktır. Öyleyse gün seyretme günü değil, mücadeleyi büyütme günüdür.

                                                              /././

Yeter ulan -Arif Nacaroğlu-

İktidar en çok neden korkuyor? Tabii ki iktidarını kaybetmekten. İktidar dediğimiz şey sadece Mecliste, Saray’da gördüklerimiz değil. Onlar da var ama esas onların arkasındakiler. İktidarda kimler var?

Devletin tepelerinde bildiklerimiz. Biraz aşağıda normal şartlarda pazarda limon satabilecekleri bile şüpheli adamlar, kadınlar ama en çok adamlar var. Lakapları “danışman”. Artık kim, ne danışıyorsa. Anadolu’da bir laf var, “Bildikleri yanıldıklarına yetmez.” Şemsiyenin altında beraber ıslananlar, “Bu iktidar olmasaydı biz kendi bilgi ve becerimizle bulunduğumuz mevkiye (?) asla gelemezdik” diyen bürokrat, teknokrat, otokrat ve bilumum “rat”lar var.

Zeminde, holdingleşmiş, alacak, verecek hadislerini Arapça okuyup müritlerini sallaya sallaya göğe uçuran ama iş parayı bölüşmeye gelince birbirlerini boğazlayan tarikatlar, tarikat şeyhleri var. İktidardan komisyon karşılığında acayip bedellerle ihale alıp kirli siyaseti fonlayan, bu arada da ceplerine indirdikleri ufak(?) servetle dünyanın ünlü şehirlerinde, Londra’da, Paris’te, Dubai’de, New York’ta ev, arsa, tarla(?), rezidans alıp geleceklerini yurt dışında gören küfürbaz soyguncular var.

İyi ama bunların sayıları normal demokrasilerde iktidar olabilmelerine yeterli oyu sağlamaz ki. Diğer tarafta 10 milyondan fazla emekli, 10 milyondan fazla emekçi, 10 milyon işsiz, işçi, günde tek övün yemek yiyebilen üniversite öğrencisi ve bunların aileleri var.

“Yeter ulan soyulduğumuz. Yeter vatan, millet, din diye bizi oyalayıp biz sallana sallana göğe yükselirken alın terimizi cebe indirip boğazdaki yalılarında içkilerini yudumlayanlara meze olmamız. Yeter ulan bizi imam hatibe gönderirken kendi çocuklarını Avrupa’da, Amerika’da okutanlara hayran olmamız. Yeter ulan emeğimizin karşılığını almak, doğamızı, ağaçlarımızı, derelerimizi korumak için sesimizi yükselttiğimizde kolluktan sopa yememiz. Yeter ulan şalteri indirdiğimizde birdenbire akıllarına ‘milli güvenlik’ palavrası gelenlere paspas olmamız. Yeter ulan ‘Ben yemiyorum, sen ye’ dememiz” diye düşündüğümüz, söylediğimiz zaman bizden vazgeçtik, çocuklarımızın, torunlarımızın kurtulduğunun resmidir.

                                                            /././

Avrupa Birliği HTŞ ile siyasi görüşmeler için kanallar kurdu

AB Komisyonu Başkanı von der Leyen, Heyet Tahrir el Şam ile siyasi görüşmeler için kanallar kurduklarını açıkladı. AB Konseyi Başkanı Costa da "AB Şam'daki diplomatik varlığını artıracak" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/537498)

                                                                           ***
ABD'li diplomatlar HTŞ ile görüşmek için Şam'da

ABD'li diplomatlar Barbara Leaf, Daniel Rubinstein ve Roger Carstens, Heyet Tahrir el Şam ile görüşmek gittikleri Suriye'nin başkenti Şam'a ulaştı.

Batılı emperyalistlerin resmi olarak “terörist” kabul ettikleri Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) ile görüşmeleri sürüyor. ABD Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Barbara Leaf, eski Suriye Özel Temsilcisi Daniel Rubinstein ve ABD Rehine İşleri Özel Temsilcisi Roger Carstens'in Şam'a ulaştığı bildirildi. Açıklamada, ABD'li diplomatların, Suriye'de HTŞ yönetimi yetkilileriyle görüşeceği aktarıldı. Diplomatların, 'farklı topluluk üyeleri' ile de görüşeceği ve "Suriye'nin geleceğine yönelik vizyonları ve ABD'nin desteği konusunda doğrudan temaslarda bulunacakları" belirtildi. HTŞ yönetimiyle görüşmede, Suriye'de kaybolan Amerikalı gazeteci Austin Tice hakkında bilgi alınacağı da ifade edildi. Esad yönetiminin 8 Aralık'ta devrilmesiyle birlikte HTŞ öncülüğündeki cihatçılar tarafından Muhammed El Beşir başbakanlığında geçici hükümet kurulmuştu.

Evrensel

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Aralık 2024-

Çıplak dağda bir Nazi -Engin Solakoğlu-

Esas başarı Suriye’nin güneyindeki Şeyh Dağı’nda İsrail bayrağıyla zafer pozu veren ve işgal ettikleri topraklardan çekilmeyeceğini yineleyen hırsız, soykırımcı ve Nazi Netanyahu’ya aittir.

Yazıya başlamadan okuyuculara bir özür borcum var. Hafta sonu hareketli ve yoğun geçti. Ankara’daydım ve bir türlü oturup yazımı yazamadığım için bugüne kaldım. 

***

Klasik müzik meraklıları başlığın aslını tahmin etmişlerdir. Çıplak dağda bir gece, Rus Beşleri’nden Mussorgsky’nin bestesi. Son haftalarda yaşananlardan haklı olarak bunalan, içi kararanlar bu hareketli yapıtı şuradan dinleyebilirler yaşama sevincini geri kazanmak için. Yeter mi? Sanmam, bunun için yapılacak başka şeyler var. 

HTŞ’nin Suriye’de yönetimi ele geçirmesinin ardından, ülkede yaşananların neredeyse her boyutu tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Suriye’nin yansımaları, etkileri ikili ilişkilerimizle sınırlı değil. Meselenin Türkiye’nin sadece iç politikasını ilgilendirmediği de açık.

Bunun somut bir örneğini AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen’in ziyareti sırasında yaptığı açıklamalarla görme fırsatımız oldu. Üç buçuk yıl önce yaptığı ziyarette oturacak koltuk bulamayarak kanepeye sığışmak zorunda kaldığı için bir hayli demoralize olan Von der Leyen, Akepe Genel Başkanıyla birlikte yaptığı ortak basın toplantısında bu kez kendinden emin ve rahat konuştu. Paradan söz etti, 1 milyar avro tutarında ilave bir kaynağın yazılı olduğu çekin ucunu gösterdi, ticari ortaklıktan ve yatırımlardan dem vurdu, daha da önemlisi Türkiye ve Batı sermayesinin yıllardır burnunu sızlatan meseleye, Gümrük Birliği’nin “derinleştirilmesi”ne değinerek “Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor” diye ağlaşan bir grubun yüreğine az miktarda serin su serpti.

Yalnız ne hikmetse, övgülere boğduğu Akepe düzeninin hüküm sürdüğü Türkiye’nin adaylığı konusunda tek kelam etmedi. Ama ne gam, “alan memnun satan memnun” diye tanımlanabilecek bir ziyaret böylece sona ermiş oldu. Türkiye-AB ilişkilerinin iki temel boyutu olduğunu sürekli yazıyorum. Her ne kadar biraz da anlaşılır sebeplerle bunlardan Geri kabul/Göçmenler boyutu öne çıksa da Gümrük Birliği’nin sürdürülmesi ve derinleştirilmesi sermaye sınıfı bakımından hayati önem taşıyor. Burada aslında şu noktayı da hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Her iki boyut birbiriyle ziyadesiyle bağlantılı. Göçmen varsa, uçuş işgücü var. Ucuz işgücü varsa, düşük maliyetli üretim var. Maliyet düşünce yüksek kâr var. Yüksek kâr varsa Gümrük Birliği’nin sürdürülmesi ve mümkünse derinleştirilmesinde hayır var!

Akepe düzeninin Suriye’ye dair bir başarı hikayesi yazarken iki temel unsura dayandığı biliniyor. Birincisi “güçlü devlet, fatih lider” ise, ikincisi “göçmenlerin geri dönüşü”. Birinci söylem ile tam kandıramadıkları kitleleri, ikinci söylemle hipnotize etmeyi deniyorlar. Buna devam edecekler zira fetih söylemi emekçi halk pazara inip cebindeki paranın yetersizliğini gördüğü anda boşa düşüyor. İkinci söylemden beklentileri ise nispeten daha gerçekçi. Halkın büyük çoğunluğu Suriye’de yönetimin değişmesiyle şu an Türkiye’de bulunan milyonların ülkelerine dönmesinin kendi refahında neredeyse otomatik bir artışa sebep olacağına inanıyor, ya da en azından buna inanmak istiyor. Bu düşüncenin nesnel temelleri de var. Türkiye’deki enflasyonun esas itibariyle talepten kaynaklandığı palavrasını yutarsanız, başta barınma ihtiyacı olmak üzere, herhangi bir hizmet ya da ürüne talebin birkaç milyon kişinin gidişiyle birlikte düşeceğine inanmanız doğal. Bir başka varsayım ise iş piyasasıyla ilgili. Daha düşük ücretlerle çalışan göçmen işgücü denklemden çıkartıldığında, işsiz sayısının azalması ve ücret seviyesinin yükselmesini bekleyebilirsiniz.

Gelin görün ki, kâğıt üzerinde geçerli olan kimi doğrular “piyasa koşulları” ve gerçek hayat devreye girdiğinde geçersiz hale geliyorlar. Baştan başlayalım. Suriyeli göçmenlerin kitlesel olarak geri dönmeleri, bir başka deyişle toplam talebi etkileyecek boyutta Türkiye’yi terk etmeleri, bugünden yarına gerçekleşebilecek bir şey değil. Suriye’de tesis edilen, daha doğrusu, tesis edildiği izlenimi verilen nizamın 10 yılı aşkın süredir Türkiye’de iyi kötü bir düzen kuran ailelerin bundan sonraki yaşamlarını sürdürmek isteyecekleri bir seviyeye ne zaman geleceğini şimdiden kestirmek olanaksız. Şam’ın merkezini bir yana bırakırsak, insanların sokağa çıkmaktan bile korktukları, 40 farklı ülkeden devşirilmiş kelle kesicilerin asayişi temin etmesi beklenen bir ülkede kimse yaşamak istemez. 

Her ne kadar aynı merkezin “çocukları” olsalar da  HTŞ, SMO ve YPG arasında henüz tam sonuçlanmamış bilek güreşinin nihayete ermesinin alacağı zamanı bir yana bırakalım. Ilımlılık cilasıyla pazarlanan HTŞ’nin kendi içerisinde tam bir denetim sağlaması dahi kolay ve çabuk olmayacaktır. Kafkasya’dan, Filipinler’den veya Uygur Bölgesi’den ithal edilmiş selefi cihatçıların, ABD, İsrail ve Akepe’nin arzu eder göründüğü “hoşgörülü” rejime razı olmaları eşyanın tabiatına ters. O pilav daha çok su kaldırır. Bu yüzden sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında uzun yıllardır yaşayan Suriyeliler’in geri dönüşleri de genişçe bir zamana yayılacaktır. Bu işin “asayiş” tarafı.

Bir de odadaki fil var. Arkadaşlar arasında biz ona ekonomi diyoruz. Suriye’nin, jeopolitik açıdan bakıldığında İsrail’in, ekonomi politik penceresinden değerlendirildiğinde ise uluslararası sermayenin  talep ve beklentileri doğrultusunda daha önce parçalanan Libya ve Irak’tan farklı olarak çok zengin doğal kaynakları yok. Dünya Bankası’nın ilk tahminlerine göre ülkenin ayağa kaldırılması için gerektiği söylenen 50 milyar ABD dolarını bulmak öyle zor bir şey değil. Katar, BAE, Suudi Arabistan gibi ülkelerin kirli çıkınlarından bunun çok daha fazlası çıkar. Yalnız bu paranın geri alınması nasıl olacak, onu çözebilmek güç. Emperyalizm misliyle geri almayacağı bir harcamayı yapmaz. İşte bunun için yağmalanacak bir kaynak gerekir. Jeopolitik önem vesaire de bir iki bilanço döneminde kâra çevrilebilecek bir varlık değildir. Uzatmayalım, bunun hesabını kitabını bu konuda çok daha yetkin iktisatçılar yaparlar. Benim ilgilendiğim taraf, bu gerçekler temelinde Suriye halkının temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir ekonomik düzenin bugünden yarına kurulmasının mümkün görünmediğidir. O halde göçmenlerin neden ve neye güvenerek dönecekleri sorusu orta yerde durmaktadır.

Dönüş meselesinin bir diğer yüzü ise sermayenin açgözlü tabiatıdır. Geri dönenlerin sayısı daha birkaç bin bile olmadan, patronlardan yükselen feryatları duyuyoruz: “Biz nereden işçi bulacağız?” Türkçe gibi görünen o sızlanmanın dilimize tam çevirisi işe şudur: “Biz nereden köle bulacağız?” Bu, “kalmak isteyenin başımızın üzerinde yeri var” buyuran Akepe Genel Başkanı’nın, “Suriye’de fabrika açın orada çalışsınlar” şeklinde parlak bir sömürüye devam formülü üreten Ana Muhalefet liderinin ve her ikisinin de sadık bendeliğini paylaşamadıkları patron düzenin bekasıyla yakından ilişkili bir sorundur. Sermaye sınıfı tatmin edilmeli, taze ve olabildiğince ucuz etle doyurulmalıdır. O halde halkımızın bu alandaki beklentisinin de karşılanmayacağını söylemek şom ağızlılık sayılmamalıdır. İhtimal, Suriyeli sermaye sahipleri ve bağlantılı oldukları kelle kesiciler gidecek, açlık sınırında ücretlerle çalışan emekçiler, aileleriyle ve bir bölümü Arapça dahi bilmeyen, hepimiz kadar Türkçe konuşan çocuklarıyla burada kalacaktır.

Suriye’de Akepe’nin en büyük başarısı, ABD ve İsrail’in sadık bir müttefiki olduğunu kanıtlamış ve iktidarını sürdürmek için emperyalizmden yeni bir kredi almış olmasıdır. O başarının kaçınılmaz sonucu yurtsuz sermaye sınıfının genişleme ve daha çok kâr ihtiyacının karşılanacak olmasıdır. Bu “başarı”dan Türkiye halkına kalan yokluk ve yoksulluk koşullarının daha da ağırlaşmasıdır.

Esas başarı ise Suriye’nin güneyindeki hâkim tepe olan Şeyh Dağı’nda İsrail bayrağıyla zafer pozu veren ve işgal ettikleri topraklardan çekilmeyeceğini yineleyen hırsız, soykırımcı ve Nazi Netanyahu’ya aittir. O başarıya katkı sağlayan herkes Netanyahu’nun insanlığa karşı işlediği ve işleyeceği suçların ortağıdır. 

Bu manzaradan insanlık adına kaygı duymak doğaldır. Ancak asıl yapılması gereken emperyalizmin ülkemizde, bölgemizde ve dünyada kaynattığı cadı kazanını devirmektir. Bu da öfkelenmekle, öfkeyi dirence, direnci örgütlenmeye dönüştürmekle mümkündür. 

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi, ülkenin dört bir yanında, kaygı ve umutsuzlukta boğulmayı kabullenmeyenlerin örgütlenme adresi olmaya hazırdır. Şimdi kenetlenme zamanıdır.1

                                                                                   /././
Din dersine giren imamdan paylaşım: Arkasında Abdülhamit ve Erdoğan, önünde silah -Yekta Armanc Hatipoğlu-
                                                               
İmamın paylaştığı silahlı fotoğrafı.
Eskişehir’de imam olarak görev yapan ve din derslerine giren imam, sosyal medya hesabından silahlı, Abdülhamitli, Erdoğanlı paylaşım yaptı.

Eskişehir’de imam olarak görev yapan ve Atatürk Mesleki Teknik Anadolu Lisesi’nde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine giren Eşref Yıldırım, Instagram hesabından masasına silah koyduğu bir gönderi paylaştı.

Yıldırım’ın arkasında Abdülhamit portresiyle Hüseyin Besli ve Ömer Özbay’a ait olan “Bir Liderin Doğuşu Recep Tayyip Erdoğan” isimli kitap yer alıyor.

Eskişehirli liselilerden imama tepki: ‘Okullarımızda tarikatçıları istemiyoruz!’

Eskişehir Liseliler Dayanışma Ağı, konuyla ilgili paylaşımında “Okullarımızda tarikatçıları, cumhuriyet düşmanı, şeriat ve saltanat sevdalılarını istemiyoruz” sözleriyle duruma tepki gösterdi.

Açıklamada, “Eşref Yıldırım’ın sosyal medya paylaşımları MEB’in okulları kime teslim ettiğini çok açık gösteriyor” denildi.

Eşref Yıldırım’ın görevden alınmasının istendiği paylaşım okullarda tarikatçıların, cumhuriyet düşmanlarının, şeriat ve saltanat sevdalılarının istenmediği vurgusuyla noktalandı.

Okulun internet sitesinde paylaşılan ders programına göre Yıldırım, meslek liselerinde olan Anadolu Teknik Programı (ATP) 9. sınıf öğrencilerinin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine giriyor.

Erenköy cemaatinin camisinde çalışıyor

Yıldırım’ın görev yaptığı Mahmut Sami Ramazanoğlu Camii Külliyesi ise Erenköy cemaatine ait olan Erkam Vakfı tarafından yaptırıldı.

Mahmut Sami Ramazanoğlu, Erenköy cemaatinin liderlerinden biri olarak biliniyor.

Diğer sosyal medya paylaşımları da dikkat çekiyor

Yıldırım, sosyal medya hesaplarından yaptığı paylaşımlarla da dikkat çekiyor.

X’te paylaştığı gönderilerden birinde Erenköy cemaatinin liderlerinden Osman Nuri Topbaş’a “Hocaefendi” diyen Yıldırım, İskenderpaşa cemaatinden Mahmut Esat Coşan’ın şeriatı övdüğü bir videoyu da Instagram hesabından paylaştı.

Coşan, videoda “Ben şeriata karşıyım” diyenlere “Yazıklar olsun sana. Sen Allah’tan utanmaz mısın, korkmaz mısın, ahiretini mahvetmekten tüylerin ürpermiyor mu? Sen Allah’a mı karşı geliyorsun?” diyor.

İbrahim Kaya isimli gericinin Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Mustafa Kemal’e dua etmesini eleştirdiği sözlerinin haberleştirildiği bir X gönderisine yorum yapan Yıldırım, Cumhuriyet kutlamalarını kastederek “Daha düne kadar danslarla, viskilerle kutlanıyordu. Ne çabuk unuttunuz…” paylaşımını yaptı.

Yıldırım, Instagram hesabından yaptığı bir başka paylaşımda ise “Okullarımızda birilerinin kitapları okutulduğu kadar Allah’ın kitabı okutulmuş olsaydı, birilerinin hayatı anlatıldığı kadar Hz. Muhammed’in hayatı anlatılmış olsaydı bugünkü nesil böyle olmazdı” sözlerini kullandı.
Festival yasaklarını da paylaşan Yıldırım, Octoberfest Eskişehir’in yasaklanmasına “Elhamdülillah” tepkisini verdi.

                                                     /././

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ağustos 2025-

17 Ağustos’un 26. yıl dönümde ne vergi var ne de fon…-Murat Batı- Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu? Neden deprem için harc...