T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -23 Aralık 2024-

 Avrupa’nın ufkunu Trump bulutları karartırken -Akdoğan Özkan-

AB’ye ticari ültimatom veren ABD’nin yeni Başkanı Trump, Birliğe daha fazla sopa göstermeye hazırlanırken, yaşlı kıtanın küresel realitelerle bağlantıyı koparmış görünen top bürokratları kafayı Orta Doğu’da bile Moskova husumetiyle kuma gömmeyi tercih ediyorlar.

Avrupa Birliği’nin Suriye’nin geleceğine ilişkin tutumu Hollanda Dışişleri Bakanı Caspar Veldkamp tarafından geçtiğimiz günlerde şu sözlerle şekilde ifade edildi: “Rusların gitmesini istiyoruz.”

Bu ay başında Avrupa Birliği (AB) Komisyonu'nun Dış İlişkiler ve Güvenlikten sorumlu Başkan Yardımcılığı görevine getirilen, yani bir anlamda Avrupa’nın baş diplomatı olarak atanan eski Estonya Başbakanı Kaja Kallas da zaten benzer ifadeler kullanmış ve “eğer Şam’daki yeni yönetim Rus birliklerini Tartus ve Hmeymim’deki üslerinden çıkarırsa, Avrupalılar, mevcut rejimi ülkenin meşru otoritesi olarak tanımaya ve de Şam'a yönelik yaptırımları kaldırmaya hazır,” demişti.

Neden böyle düşünüyordu Bayan Kallas? Çünkü, beş yıllığına seçildiği bu göreve gelmeden hemen önce şöyle demişti:

“Bu, kolay bir beş yıl olmayacak. Avrupa kıtasında tam ölçekli bir savaş yaşanıyor. Etrafımızda otokratik koalisyonların oluştuğunu ve dünyanın dört bir yanında tehditkâr jeopolitik değişimlerin yaşandığını görüyorum. Rusya, Çin, Kuzey Kore, İran gibi aktörlerin kurallara dayalı uluslararası düzeni değiştirmeyi hedeflediklerini görüyorum. Çin ve Rusya'nın karşılıklı bağımlılıkları silah olarak kullandıklarını görüyorum. Tehdidin ne olduğunun farkında olmalı ve en yakın müttefiklerimiz ve ortaklarımızla birlikte kimliğimizden bir milim bile kaybetmeden buna uygun şekilde karşılık vermeliyiz.”

Yani yoksa NATO ve Körfez monarşilerinin fitilini ateşlediği bir savaşla dünyanın en yoksul ülkelerinden biri haline getirilen Suriye umurunda değil Kallas’ın, Suriye’nin petrolünün, doğalgazının işgallerle yağmalanması, halkının Sezar Yaptırımları ile sefalete mahkum edilmiş olması, ülkenin bütün altyapısının Netanyahu’nun emriyle bombalanması filan umursadığı şeyler değil. “Çin ve Rusya birbirleriyle olan ilişkilerini bir silah olarak kullanıyor. Avrupa ve ABD de öyle yapmalı.”

Brüksel’in son dönemdeki top diplomatları Rusya ile mücadeleyi öylesine bir obsesyon haline getirmiş durumdalar ki, Orta Doğu’ya barışı bile Moskova’ya sopa sallayarak getirebileceklerini sanıyorlar. Tabii, bu obsesyonları değil sadece göze batan bu isimlerin, aynı zamanda çapsızlıkları da.

Kallas’ın, Rusya'nın dondurulmuş varlıklarına el konarak Ukrayna'nın yeniden inşasında kullanılması gerektiğini dile getirdiğini biliyorduk. Şimdi Rusları Tartus ve Hmeymim’deki üslerinden çıkarırlarsa, Suriye’nin yeniden inşası için şapkadan fon çıkartmayı bile düşünebilecek gibi görünüyorlar. Kallas’ın Rusya düşmanlığı dışında bir meziyeti var mı henüz pek göremedik, ama eminiz AB Komisyonu Başkanlığına bir kez daha seçilen Ursula von der Leyen ekibindeki isimlerin becerileri konusunda tereddüt sahibi değildir.

Bayan Kallas, Orta Doğu’ya barışı Moskova’ya sopa sallayarak getirebileceğini ve ABD kuyrukçuluğunu kaçınılmaz sanmayı sürdüredursun, Avrupa asıl mücadeleyi 20 Ocak’ta yemin ederek göreve başlayacak olan ABD Başkanı Donald Trump yönetimine karşı vermek zorunda kalabilecek gibi gözüküyor.

Trump’ın AB’ye ticari ültimatom niteliği taşıyan son mesajı bunun sinyali gibi değerlendirilebilir. Dikkatli gözlerden kaçmamıştır, Trump geçen hafta, Avrupa Birliği'nin ABD ile arasındaki muazzam ticaret açığını” Amerika’nın petrol ve doğalgazını büyük ölçekte satın alarak kapatması gerektiğini, aksi takdirde AB’nin gümrük vergileriyle karşı karşıya kalabileceklerini söylediGöreve geldiğinde ilk kararnamelerinden biri olarak Meksika ve Kanada'dan ABD'ye gelen tüm ürünlere yüzde 25'lik bir tarife uygulamak için gerekli tüm belgeleri imzalayacağını belirten Trump, dediklerini yapmazlarsa AB’ye de “sonuna kadar tarife uygulanacağını” belirtti.

Eurostat verilerine göre, ABD'nin AB ile olan mal ticareti açığı 2023'te 156 milyar avroya (162 milyar dolar) ulaştı. Eurostat'a göre, ABD 2024'ün ilk çeyreğinde AB'nin sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ithalatının %47'sini ve petrol dışalımlarının %17'sini sağladı. Veriler, ABD'nin Avrupa'ya yaptığı ham petrol ihracatının günde yaklaşık iki milyon varil olduğunu gösteriyor. Bu da ülkenin toplam ihracatının yarısından fazlası demek.

Amerikan hükümetinin elindeki verilere göre, ABD'nin en büyük enerji ithalatçısı ülkeler, Hollanda, Fransa, Almanya, İspanya, Danimarka, İtalya ve İsveç gibi Avrupa ülkeleri.

Ukrayna’daki savaş nedeniyle 2022’de Rusya’dan enerji almayı bırakacağını taahhüt eden Avrupa, neticede Rusya tarafından ucuz boru hatlarıyla sağlanan doğal gaz yerine daha yüksek maliyetli ABD doğal gazına yönelmişti. Gerçi AB ülkeleri her ne kadar Rusya’ya yaptırım uyguluyor görünse de, hatta enerji ithalatlarını 2027'ye kadar aşamalı şekilde tamamen durdurma planları yapmışsalar da eldeki veriler Rusya'nın AB'ye yaptığı sıvılaştırılmış doğal gaz ithalatının bu yıl rekor seviyeye ulaştığını, bir diğer deyişle Avrupalıların her ay milyarlarca avro değerinde Rus gazı satın almaya devam ettiğini gösteriyor. Enerji analitiği firması Kpler’e göre, geçen yıl 15,18 milyon tonluk Rus LNG ithalatı gerçekleştiren Avrupa, bu yıl Aralık ortası itibarıyla bu rakamı 16,5 milyon tona taşımış durumda. Yani Rusya’dan bir yıl önceye kıyasla %10 daha fazla LNG ithali söz konusu.

Kallas’ın son sözlerinin ardından iyice “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” denilecek bu durumun Trump da gayet iyi farkında ve AB’ye yüklenecek, belli oldu. AB’nin en büyük ihracatçı gücü Almanya. Temel ihracat kalemleri, otomobiller, makineler ve kimyasallar. Eğer Trump 2025’te AB ülkelerine gümrük vergisi oranlarını artırmaya kalkarsa zaten sıkıntıda olan Almanya ekonomisini daha büyük sıkıntıya sokabilir.

Trump’ın mevcut söylemleri ilk döneminde Körfez monarşilerine uygun gördüğü muameleyi bu kez AB’ye çekeceğini ve Birlik bürokratlarının gözyaşına pek bakmayacağını da gösteriyor. Yani Trump ile birlikte AB ufkunda sanki daha fazla azar, fırça ve tedip gözüküyor. Bir “mükemmel fırtına” bizi bekliyor gibi. Trump’ın ilk döneminde ABD’nin Körfez monarşilerine silah satışı da patlamıştı. Trump NATO’nun Avrupalı müttefiklerine de benzer bir “tarife” uygularsa sürpriz olmaz. Üyelerin GSMH’larının yüzde 2’sine yükseltilmiş silah harcamalarını yüzde 3’e çekebilir. Kallas ve diğer Avrupalı bürokratlar önce bu vassallaşmanın Avrupa’yı ne hale getirdiğine odaklansalar, daha doğru bir yol tutmuş olabilirler. Ancak görünen o ki, onlar bu oranı 3,5 yapalım bile diyebilir. Zaten an itibarıyla bu tip çekinceleri Macaristan ve Slovakya liderleri ile Almanya muhalefeti (Sahra Wagenknecht İttifakı -BSW) dışında pek az dillendiren oluyor. Ama bu teslimiyetçiliğin ve kraldan çok kralcılığın Avrupa’ya Trump karşısında bir faydası olacak mı, orası tamamen şüpheli!

                                                                 /././

Örneklerle e-ticarette yüzde 1’lik stopaj uygulaması -Murat Batı-

Bu stopajın tükettiğimiz ürünün fiyatına ne ölçüde yansıyacağını, enflasyonu ne ölçüde artıracağını, bu verginin kimden alınacağı gibi onlarca soruya cevap bulalım isterseniz...

1 Ocak 2025’ten itibaren elektronik ticaret işlemlerine aracılık edenler bu işten aldığı paranın KDV hariç tutarını sattığı ürün sahibine verirken yüzde 1 stopaj yapacak sonrasında da kendi gelir beyanından mahsup edecek.

Bu stopajın tükettiğimiz ürünün fiyatına ne ölçüde yansıyacağını, enflasyonu ne ölçüde artıracağını, bu verginin kimden alınacağı gibi onlarca soruya cevap bulalım isterseniz.

Bu düzenleme ne zaman hayatımıza girdi?

Bu düzenleme 2 Ağustos 2024 tarihli Resmi Gazete’de yer alan 7524 sayılı Kanun ile hayatımıza girdi. 7524 sayılı Kanun’un 4’üncü maddesi ile gelir vergisine, 33 ve 34’üncü maddeleri ile de kurumlar vergisine eklendi.

Ancak stopaj oranı ilk etapta gelir vergisi için yüzde 25, kurumlar vergisi için yüzde 15 idi. Ve 22 Aralık tarihli 9284 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile 1 Ocak 2025’ten itibaren geçerli olacak şekilde yüzde 1 olarak belirlendi.

Kimler bu uygulamaya tabi olacak?

Kendi internet sitesinden ya da elektronik ortamda başkasına ait ürünleri satan/pazarlayan firmalara uygulanacakÖrneğin, İstanbul’dan Diyarbakır’a gitmek için Pegasus’un kendi internet sitesinden bilet alırsanız bu işlem bu düzenlemeye tabi olmayacak ama cokcokucuz.com gibi sitelerden alırsanız o zaman yüzde 1 stopaj olacak.

Örneğin kadın kıyafeti üreten Feminen Giyim A.Ş. ürettiği ürünleri kendisi satmaktadır. Firmanın satışlarını artırmak için İstanbul’da bu tür ürünleri kendi internet sitesinde satan Aracı A.Ş. ile KDV dahil %5 oranında komisyonla anlaşmıştır.  Bu ürünleri Aracı A.Ş. kendi internet sayfasında satışa sunmuştur. Feminen Giyim A.Ş.’ye ait ürünler Ocak 2025’te Aracı A.Ş. internet sayfasında KDV dahil 550 bin liraya satış olmuştur. Bu satışın 50 bin lirası KDV’dir. Tahsilatları da Aracı A.Ş. yapmıştır.

Bu durumda stopaj yapılacak vergi aşağıdaki şekilde hesaplanacaktır;

Buna göre Aracı A.Ş. Ocak ayındaki bu işlemden dolayı KDV hariç tutar üzerinden yüzde 1 stopaj yapacak -ki örneğimize göre 5 bin lira- bunu Şubat ayında muhtasar beyanname ile beyan edip ödeyecektir. Ürünü satın alan bizlerin bu tarz herhangi bir yükümlülüğü bulunmamaktadır.

Aynı durum otel rezervasyonları için de geçerlidir

Örneğin Kaş’ta bulunan Vezneci Otel odalarını satmak üzere Batı A.Ş. ile KDV dahil hizmet bedelinin toplamı üzerinden yüzde 5 oranında komisyonla anlaşmıştır. Vezneci Otel ile Batı A.Ş. arasında konaklama vergisi ve KDV dahil hizmet bedelinin toplamı üzerinden yüzde 5 oranında komisyon tahsil edildikten sonra kalan tutarın Vezneci Otele aktarılacağı yönünde de sözleşme yapılmıştır.

Batı A.Ş. Mayıs 2025’te konaklamak üzere Sertuğ-Gülay çiftine Kaş’taki bu otelin bir odasını 10 günlüğüne 22 bin 400 liraya satmıştır. Bu tutarı Batı A.Ş. tahsil etmiştir.

İşlem şu şekilde oluşacaktır;

Buna göre Batı A.Ş. Mayıs ayındaki bu işlemden dolayı KDV ve konaklama vergisi hariç tutar üzerinden yüzde 1 stopaj yapacak -ki örneğimize göre 200 lira- bunu Haziran ayında muhtasar beyanname ile beyan edip ödeyecektir. Ürünü satın alan Sertuğ-Gülay çiftinin bu tarz herhangi bir yükümlülüğü bulunmamaktadır.

İkinci el satışlarda uygulama olacak mı?

Ticari, zirai, mesleki faaliyeti nedeniyle vergi mükellefiyeti bulunmayanlara, vergiden muaf esnafa, basit usul mükelleflerine, youTuber'lara, online eğitim sunanlara (GVK m.20/B kapsamında olanlara) uygulanmayacaktır.

Örneğin herhangi bir ticari, zırai ya da serbest meslek kazancı olmayan emekli Kemal Amca evindeki eskimiş mutfak eşyalarını gittidegidiyor.com sitesinde üyelik oluşturarak satışa koymuş. Eşyalar satılmış ve parasını gittidegidiyor.com tahsil etmiştir. Gittidegidiyor.com komisyonunu aldıktan sonra da bunu Kemal amcanın hesabına yatırmış. Kemal Amca’ya yatırılan bu tutar üzerinden yüzde 1 stopaj uygulanmayacaktır.

Yemek siparişlerinde nasıl olacak?

Yemek sepetiGetir gibi uygulamalar günümüzde çokça tercih edilir durumdadır. Bu durumda buralardan yemek siparişi verdiğimizde ödemeyi yemek firması alırsa stopaj yok ancak Yemek sepeti, Getir gibi aracı kurumlara yaparsanız yüzde 1 stopaj olacak.

Örneğin bir lahmacun siparişi vereceksiniz, yemek sepetinin web sayfasına girdiniz ve siparişi verdiniz. Kapıda ödeme seçeneğini seçer ve lahmacuncunun pos cihazıyla ödemenizi yaparsanız stopaj yok ama internet sitesinde sipariş verirken aracı kurum olan yemek sepetinin hesabına ödeme yaparsanız o zaman stopaj var.

Bu stopaj enflasyonu artırır mı?

Ödenen bu vergiyi kesme yani stopaj yapma yükümlülüğü aracı firmaya aittir. Nihai tüketiciden alınacak bir vergi değildir. Ayrıca bu firmalar sonraki yıl beyan edecekleri gelir/kurumlar vergilerinden hesaplanan vergiden bu stopajları mahsup edecekleri için yeni bir vergi sayılmamalıdır. Cirodan alınması ise asıl tartışılması gereken hususlardan biridir.

İlaveten bu fiyatları artırır mı? Aracı kurumların az da olsa bunu fiyatlara yansıtma ihtimalleri bulunmaktadır. Bu uygulama 1 Ocak’tan itibaren geçerli olacağını da hatırlatmakta fayda görmekteyim. O yüzden süreç bize her şeyi gösterecektir.

                                                                /././

Herkesin “âşık olduğu” bir katil ve toplumsal patlama ihtimâli -Eray Özer-

ABD’de yaşanan UnitedHealthcare suikastı gibi bir olay yaşam şartlarının tetiklediği bir deliliğin, şuur kaybının ve şiddet ihtiyacının alt sınıflardan orta sınıflara doğru kaydığını göstermesi açısından görmek isteyen için pek çok ders taşıyor. Zira orta sınıfta yaşanacak bir toplumsal patlama öncekilere benzemeyecektir.

Yazı işleri müdürümüz Ozan geçenlerde sohbet ederken, “Senden UnitedHealthcare CEO’su suikastı ve sonrasında olanlara ilişkin bir yazı beklerdim” dedi.

Açıkçası Ozan’ın böyle düşünmesi hoşuma gitti. “Sanırım nelere ilgi duyduğumu, okuyuculara neleri anlatmak istediğimi bir nebze de olsa ifade edebilmişim” diye geçirdim içimden.

Haklıydı da Ozan. Suikast ve sonrasında yaşananlar sahiden de tam bana göre birtakım tartışmaları başlatmıştı.

Bir yandan da beklemek iyi oldu. Yaşanan olay bir acayipse, sonrasında olanlar on acayipti. Gelin Amerika tarihinin, etkisi itibarıyla, en acayip suikastlarından biri üzerine birlikte düşünelim bu hafta.

UnitedHealth Group 460 milyar dolarlık devasa bir şirket. Dünyada gelirlerine göre en büyük şirketler listesinde dokuzuncu sırada.

Grup sağlık sigortası ve sağlık hizmetleri sektörlerinde hizmet veriyor. Sigorta işleri UnitedHealthcare, sağlık hizmetleri ise Optum markaları altında toplanmış.

UnitedHealthcare’in CEO’su Brian Thompson 4 Aralık’ta New York, Manhattan’da sokak ortasında silahlı saldırıya uğradı ve yaşamını yitirdi.

UnitedHealthcare’in CEO’su Brian Thompson

Thompson suikastını ABD’de gerçekleşen pek çok silahlı saldırıdan ayıran şey ise suikastçının profili oldu.

Olaydan beş gün sonra yakalanan katil zanlısı Luigi Mangione benzer saldırıların faillerine hiç ama hiç benzemiyordu.

Mangione, ABD’nin en üst düzey üniversitelerinden birinden, Ivy League (Sarmaşık Ligi) okullarından Pensilvanya Üniversitesi’nde mühendislik okumuş; bilgisayar ve enformatik alanında yüksek lisans yapmış; yolu yine eğitim için Stanford Üniversitesi’ne düşmüş iyi eğitimli, yakışıklı ve saldırıya kadar suçla ilişkisi olmamış biriydi.

Üstelik hali vakti epey yerindeydi. Ailesi Maryland eyaletinin zenginlerinden, tanınmış bir aileydi.

Mangione’nin benzerlerinden farklı olarak oldukça aktif ve gayet normal görünen sosyal medya hesapları vardı.

Sosyal medyasında yahut şimdiye kadar ortaya çıkan tanıklıklarında radikalizme savrulduğuna dair herhangi bir emare yoktu - Unabomber olarak bilinen Ted Kaczynski’den yaptığı bir alıntıyı saymazsak.

Sıkı bir kitap okuyucusuydu. Yardımseverdi. Paylaşmayı seven, sosyal bir insan portresi çiziyordu.

Sadece saldırıdan yaklaşık altı ay önce derin bir sessizliğe büründüğü, çevresiyle ilişkilerini kısıtladığı anlaşılıyordu. Hatta öyle ki, arkadaşlarından biri Mangione’nin X hesabındaki gönderilerinden birinin altında “Sen nerelerdesin? Kayboldun gittin son zamanlarda” minvalinde bir mesaj bırakmıştı.

Peki o zaman Luigi Mangione bu saldırıyı neden yapmış, dünyanın en büyük şirketlerinden birinin CEO’sunu, Amerikan sağlık endüstrisinin en tepesindeki insanı neden öldürmüştü?

26 yaşındaki zanlı Luigi Mangione

Yakalanmasından sonra Mangione’nin çok da uzun olmayan manifestosu ele geçirildi. 26 yaşındaki bu genç adam “ülkesi için çalışan yetkililerin fazla vaktini almak istemediği için” kısa tutacağını belirttiği açıklamasında eylemi tek başına gerçekleştirdiğini, teknolojik bilgilerinin bir mühendis olmasından dolayı sıkı koruma altında olduğu -ve dolayısıyla oradan çok bir şey çıkmayacağını-, buna karşın ele geçirilen spiralli defterdeki notlarının olayın aydınlatılmasında yardımcı olabileceğini ifade ediyor; yaşattığı travmalar nedeniyle özür diliyordu.

Fakat Mangione’ye göre “bu parazitler başlarına gelen şeyi hak etmişlerdi” çünkü “Amerika dünyanın en pahalı sağlık sistemine sahip olmasına karşın ortalama yaşam süresinde 42. sıradaydı.”

“UnitedHealthcare gibi şirketler çok güçlenmişler ve muazzam kârlarla haklı suistimal etmeye başlamışlardı çünkü Amerikan halkı buna müsaade etmişti.”

Mangione’nin manifestosu aşağı yukarı bu kadardı. Bir yerde ABD’li yönetmen Michael Moore’a gönderme yapıyor, onun daha önce sağlık sisteminin çürüyen yapısını kendisinden daha sağlam delillerle dile getirdiğini belirtiyordu. Katil besbelli Moore’un 2007’de çektiği “Sicko” belgeselinden bahsediyordu.

Fakat asıl hikâye Amerikan toplumu suikastın şokunu atlatınca başladı.

Katilin profiline, yakışıklı bir genç oluşuna manifestosunda belirttiklerinin haklılığı da eklenince sosyal medyada bir anda Mangione’ye destek yağmaya başladı.

Üstelik sadece ABD değil, dünyanın her yerinden geliyordu bu destek.

“Ellerine sağlık” diyen mi ararsınız, “Bizim yapamadığımızı yaptın” diyen mi…

Konu kriminal bir vakadan çıkıp sosyolojik bir vakaya dönüştü ve sosyologlar, siyaset yorumcuları, tarihçiler bu konuda kalem oynatmaya başladı.

Suikasta dair detaylar ortaya çıktıkça genç katil hakkındaki efsane de giderek büyüdü. Olay yerinde bulunan mermi kovanlarında “Delay”, “Deny” ve “Depose” yazıyordu. “Delay” ve “Deny” sırasıyla “gecikme” ve “inkar” demekti, Luigi Mangione belli ki sigorta şirketlerinin hastalara hastane masraflarını ödememek için yaptıkları taktiklere gönderme yapmıştı. “Depose” ise “bir mevkiden aniden uzaklaştırma” anlamına geliyordu, yani cinayete gönderme yapıyordu. Gecikme ve inkârın sonucu aniden uzaklaştırma olur, diyordu katil.

Peki, suikastın acımasızlığı bir yana, Luigi Mangione Amerikan sağlık sistemi hakkında söylediklerinde yanılıyor mu? Kendi de kronik sırt ağrılarından ve omurga problemlerinden ötürü sağlık sisteminin güçlükleriyle yüzleşmek zorunda kalmış bu genç adamın argümanlarını “şuurunu yitirmiş bir kişiliğin hezeyanları” olarak okuyup geçmek mümkün mü?

Birkaç veri paylaşayım:

ABD’de 2023 yılında yapılan bir araştırmaya göre doktorların yüzde 94’ü tedavi öncesi sigorta onay süreçlerinin tedaviyi sekteye uğrattığını söylüyor.

Yüzde 78’ine göre bu yüzden tedaviyi yarıda bırakanlara sıkça rastlanıyor.

Her dört doktordan biri onay süreçlerinin ölümcül sonuçlara neden olduğunu düşünüyor.

Yine bir başka çalışmaya göre ABD’de reddedilen sigorta sağlık harcamalarının oranı 2022-2024 arasında yüzde 31 artış gösterdi.

Ve son olarak bir diğer araştırmaya göre Amerika’da siyah bebeklerin ölüm oranı diğer bebeklere göre 2,5 kat fazla.

Yani rakamlar Mangione’nin argümanlarının içi boş olmadığını gösteriyor. Dünyanın süper gücü olarak kendini tanımlayan bir ülke, yılda kişi başı 12,500 dolar sağlık harcamasına rağmen sağlıkta yerlerde sürünüyor.

Hal böyle olunca bir katil işlediği cinayetten ötürü tarihte almadığı kadar övgü alıyor.

Aralarında Zeynep Tüfekçi’nin de olduğu bir grup sosyolog bu olay sonrası katile yapılan övgüleri kaleme alırken içinde bulunduğumuz dönemi ABD’de İç Savaş sonrasına, yani 1870-1900 arasında yaşanan kaotik zamanlarla kıyasladı.

Mark Twain ve Charles Dudley Warner’ın romanlarından ilhamla bu döneme “Yaldızlı Çağ” denmişti. “Altın Çağı”na göndermeyle; teknolojik gelişmeler, aniden çok zengin olanlar, sonradan görmeler ve aynı zamanda yoksulluk, sefalet ve açlıkla birlikte suçun da patlama yaptığı yıllardı.

Tüfekçi, Amerikan toplumunun daha önce haksızlıkları silahla çözmeye hiç bu kadar yakın olmadığına dair örnekleri ve Mangione’nin nasıl bir sevgi çemberine alındığına ilişkin çeşitli istatistikleri sıraladığı yazısını “alarm zilleri çalıyor, dikkatli olmalıyız” diye bitiriyordu.

Tüfekçi’ye eleştiri getiren Stanford tarihçisi Richard White ise bu iki dönemin kıyaslanamayacağını söylüyordu. White’a göre bugün durum daha kötüydü.

Zira Yaldızlı Çağ’da bir reform umudu ve çabası vardı.

19. yüzyılın sona ermesiyle birlikte yaşam süreleri artmaya, bebek ölümleri azalmaya başlamıştı. Bugün tam tersi yaşanıyordu. Tüm veriler bir geriye gidişi işaret ediyordu.

İşte bu sebeplerden ötürü bugünü 150 yıl öncesiyle kıyaslamak sağlıklı değildi.

Peki, bunlardan bize ne?

Öyle ya, söz konusu ABD olduğunda bizim memlekete “beter olsunlar” duygusu hakimdir genelde.

Ama kazın ayağı öyle değil. Bozulan ekonomi, kötüleşen sağlık sistemi, kaybolan kurumlara inanç deyince aklımıza sadece Amerika gelmiyor maalesef.

Aşağıya inen yürüyen merdivenlerin sağ tarafında beklemeyi tercih eden gençlere metroda her gün şahit oldukça düşünüyorum: Ne zaman bu kadar yorulduk?

Yerinde duramaması, kabına sığamaması gereken yaştaki kadınlar, erkekler ne ara bu kadar yıldılar da vazgeçtiler yaşamın o tatlı telaşından?

Peki, bunca yılgınlıkla ayağa kalkabilir mi bu halk? Belini doğrultabilir mi tekrardan?

Değişim için gereken enerjiyi, çabayı, sebatı ve ısrarı yüz yıl önce olduğu gibi yeniden devşirebilir mi umutsuzluklarından?

Bilemiyorum…

ABD’de yaşanan olay yaşam şartlarının tetiklediği bir deliliğin, şuur kaybının ve şiddet ihtiyacının alt sınıflardan orta sınıflara doğru kaydığını göstermesi açısından görmek isteyen için pek çok ders taşıyor.

Zira orta sınıfta yaşanacak bir toplumsal patlama öncekilere benzemeyecektir.

Bugün toplumun ekonomisine, kültür endüstrisine, tüketim alışkanlıklarına orta sınıfın refleksleri ve tercihleri yön veriyor.

Buradan yayılacak bir şiddet dalgasının etkisi Türkiye’de de başka coğrafyalarda da geçmişteki benzerlerinden çok ama çok daha yıkıcı olacaktır.

İyi haftalar.

                                                                    /././

En kötüsü oluyor!-Asena Özkan-

Beşiktaş için en kötüsü sevginin ve saygının yitirilmesi oldu. Bu takımı ne Sergen Yalçın toparlayabilir ne de Gordon Milne…

Nedir en kötüsü? Kuşkusuz sevginin ve saygının yitirilmesi… Kulüplerin sportif başarısızlıkları ‘doğal afetler’ enleminde değerlendirmeli; sel, yangın, heyelan vs. hiç birisi ‘geliyorum’ demez. Beşiktaş’ın en büyük şanssızlığı hepsini aynı anda yaşıyor olması. Sahada kimi zaman iyi, kimi zaman orta halli, kimi zaman da kötü olursunuz. Ancak Beşiktaş uzunca süredir kötünün da ötesinde ve ‘çok kötü’ durumda, sadece sahada değil idari olarak da.

Niye en kötüsü? Sezon başında ‘kombine’ biletini alan ancak umudunu yitiren Beşiktaşlılar İnönü Stadı’na gelmiyor. Sanıyorum Beşiktaş’a duydukları sevginin bir bölümünü heyelan aldı. Gelen ise ‘sahaya ineriz….’ tehdidi savuruyor, onlar da saygılarını yitirdiler. Bundan daha kötüsü olamaz. Sevgi ve saygının olmadığı yerde disiplin de olmaz, arkadaşlık da olmaz, başarı da olmaz. Çok uyardım ama başta Hasan Arat, kimse dinlemedi “Samet Aybaba’nın bastığı yerde çim bitmez” derken tam da bunu kastetmiştim. Girdiği her yeri karıştırır ve ardında enkaz bırakır sonra da kendisini hiçbir şey yapmamışçasına temize çıkarır! Onu tanımayanlar da inanır! Her neyse…

Sevgili kardeşim Serdar Topraktepe nedir senin bu Salih Uçan takıntın? Kadronda Alex Oxlade Chamberlain gibi deneyimli oyuncun olacak ama sen gidip ısrar ve inatla Salih gibi ‘beceri yoksunu’ futbolcuyu sahaya süreceksin. Tamam farkındayım sana destek oluyor falan filan ama burası da Beşiktaş, Salihlispor değil ki. Salih bu haliyle değil Beşiktaş’ta sıradan Anadolu takımında forma bulmakta zorlanır. 1-1 sona eren Alanyaspor maçı sonrası mazeret üretirken, “Oyuncu tercihimde hata yaptım” dersen yazdıklarımı geri alamam ama emin ol gönlünü alırım. Alanyasporlu Nuno Miguel Reis Lima’nın Beşiktaş’a maçın başında attığı golün tek sorumlusu ise Emirhan Topçu. Bu çocuğu Beşiktaş’a kim, niye transfer etti anlamış değilim. Rafa Silva eşitliği sağladı, sonrasında ‘rezil’ bir Beşiktaş ile beceriksiz Alanyaspor arasındaki ‘kör döğüşünü’ izledik futbol yerine.

Efendim 178 gün görevde kalan Hollandalı Giovanni van Bronckhorst takımı iyi çalıştırmamış-mış. Kardeşim hepsi iyi güzel de Alanyaspor karşısında izlediğimiz Beşiktaş’ta futbolcular topu ayaklarında tutamadıkları gibi takım arkadaşlarına doğru pas atamadılar. Bunun sorumlusu da Bronckhorst olamaz sanırım. Sözünü ettiğimiz futbolcular milyon dolarlar kazanıyorlar, sahaya gazoz kapağı için de çıkmıyorlar. Bu şuna benziyor; bir gazeteden diğerine geçtim fakat yeni müdürüm eleman çalıştırmayı bilmiyor ve yan gelip yatıyor. Ben de bu nedenle saçma sapar yazılar yazıyorum. Böyle bir şey mümkün mü? Kişi kendini geliştirmeli ve ne olursa olsun görevini kusursuz yerine getirmeli. Ne hikmetse Beşiktaş forması giyen yerlisi de ecnebisi de bunun farkında değil. Bu adamları Beşiktaş’ta bir araya getirenleri kutlamalı. Özel uçaklarda onlarla ‘zafer’ işaretli fotoğraf paylaşanları ise hemen postalamalı!

Çuvaldızı biraz da kendimize saplayalım. Sezon başında izlediğimiz genç Semih Kılıçsoy’un piyasa değerini ’30 milyon euro’ olarak yazan meslektaşlarımız ne yaptığınızı gördünüz mü? Oturduğunuz yerden uydurma haber yazarken genç bir adamın geleceği ile oynadınız. Sezon başında birkaç gol atan Semih gerçekten kendisini ‘yıldız’ sanmaya başladı. Ancak Alanyaspor maçında bir metreden topu kaleye göndermeyi beceremeyince acı gerçekle yüz yüze kaldı.   

Beşiktaş için en kötüsü sevginin ve saygının yitirilmesi oldu. Bu takımı ne Sergen Yalçın toparlayabilir ne de Gordon Milne

                                                                 /././

Barış çağrısı ve Kürt sorunu -Rıza Türmen-

Her şeyin başında, bir güven ortamının yaratılmasına gereksinim var. Karşınızda oturan kişinin düşmanınız değil, farklı görüşlere sahip müzakere ortağınız olduğu anlayışının görüşmelere egemen olması gerekli.

Aydın ve yazarlar, “Barış ve Demokrasi Hepimiz İçin” mottosuyla İstanbul'da açıklama yaptı

14 Aralık Cumartesi günü İstanbul’da bir otelde toplanan bir grup endişeli, okur-yazar insan bir barış çağrısı yaptılar ve hazırladıkları metni basına okudular.

Metin, Türkiye’de savaşın, şiddetin yerini barışın almasını ve bunun için de Kürt sorununun barışçı bir çözüme kavuşturulmasını öngörüyor. Bu amaçla imzacılar, bir barış sürecinin başlatılmasını hedefliyorlar. Barışın savaşın sona erdirilmesinden daha fazla bir şey olduğuna, çatışmaya yol açan nedenlerin ortadan kaldırılmasıyla ancak barışın sağlanabileceğine inanıyorlar. Metinde ayrıca, barış içinde bir arada yaşamanın bir temel insan hakkı olduğu belirtiliyor.

Metni imzalayanlar, Kürt sorununun demokrasi ve insan hakları temelinde çözümlenebileceğine, barışın inşasının özgür, eşitlikçi, demokratik bir toplumsal yaşamın gerçekleşmesine bağlı olduğunu ifade ediyorlar.

Metin, barış sürecinin başarıya ulaşması için toplumsal desteğin önemine dikkat çekiyor ve bu bakımdan demokratik kitle örgütlerine ve basına önemli bir rol düştüğünü vurguluyor.

Metinde Kürt sorununun çözümüyle Kuzey Suriye’deki durum arasında bağlantı kuruluyor ve Türkiye bölgedeki bütün halkların yararına bir barışçi siyaset izlemediği sürece Kürt sorununa kalıcı bir çözüm getirilemeyeceği ileri sürülüyor.

Ana akım medyasının, belki de Türkiye’nin gündeminin çok yüklü olması nedeniyle, gözünden kaçan bu çağrı önemli bir adımdır. Şimdiye dek Kürt sorununan ilişkin bütün girişimler devlet ya da siyasal aktörler tarafından yapıldı. Belki ilk kez, Kürt sorunuyla ilgili bir girişim demokratik toplum örgütleri tarafından, aşağıdan yukarı gerçekleştiriliyor.

Çağrı metni toplumda büyük bir ilgi gördü. İmzacı sayısı şimdiden bin kişiye yaklaştı. Daha da artacağa benziyor. Bu da toplumda bir barış hareketine ne denli büyük bir talep olduğunu gösteriyor. Bir kez daha ekmek ve barışın birlikte ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor.

Metne imza koyanlar, Türkiye’de her akşam televizyondan kaç kişinin “etkisiz” bırakıldığını dinlemek yerine barışı konuşmak istiyorlar. Kimsenin öldürülmediği, şehitlerin verilmediği bir Türkiye’de yaşamak istiyorlar. Herkesin kendi seçtiği kimliğiyle, eşit olarak var olduğu bir ülkenin vatandaşı olmak istiyorlar.

Bu metni imzalayanlar kamusal alanda, Kürt sorunun barışçı çözümü konusunda bir diyalog başlatmak istiyorlar. Kamusal alan, devletin bulunmadığı, halkın bir araya gelerek sorunlarını konuştuğu, toplumun ortak yararına yönelik çözümler ürettiği bir alandır. Kamusal alanda sivil toplum örgütleri ortak yarar doğrultusunda siyaseti etkilemeye çalışırlar.

Çağrı metnini imzalayanların da yapmaya çalıştığı bundan farklı değil. Siyasal partiler elbette sürecin ana aktörleri. Süreci sonunda çözümü gerçekleştirecek olanlar siyasal partiler. O nedenle demokratik toplum örgütlerinin başlattığı bu süreci bir noktada siyasal partilerle birleştirmek, sivil toplum örgütleriyle siyasal partilerin ortak sürecine dönüştürmek gerekiyor. Bu durumda sivil toplum halk ile siyasal partiler arasında köprü görevi görür.

Buna karşılık siyasal partilerin de süreci başarısının toplumsallaşmasına bağlı bulunduğunu, sivil toplum örgütlerinin katkısı olmadan bunun gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu gözönünde bulundurmaları gerekir.

Çağrı metni bir ilk adım. Bu adımı başka adımların izleyeceği umut edilir. Bu adımların ne olacağını konuşmak, tartışmak gerekiyor. Örneğin, iyi bir hazırlık dönemi sonunda toplanacak bir konferans olabilir. Konferansta, hazırlıklar sonucu ortaya çıkan, uzlaşıları içeren bir metin kabul edilebilir. Böyle bir metin Kürt sorununun çözümünde yol gösterici bir rol oynayabilir.

Böyle bir yöntem benimsenirse, hazırlık dönemi konferansın sonuçunu da belirler. Hazırlık döneminde, Kürt sorunundaki temel ayrışmalarla ilgili masalar kurulabilir. Örneğin, eşit yurttaşlık masası, ana dilde eğitim masası, yerel yönetimler masası gibi… Bu masalarda karşıt görüş sahipleri arasında bir diyalog kurulur. Öyle umut edilir ki, iyi niyetle masaya oturan taraflar birbirlerini dinlesinler, karşı tarafın hassasiyetlerini anlamaya çalışsınlar. Bu hassasiyetleri reddetmek yerine, onları dikkate alan çözümler üretsinler.

Sorunun nereden kaynaklandığına baktığımız zaman, bir yanda bölünme, güvenlik endişesi taşıyanları, öbür yanda hukuka dayanan haklı talepleri olan Kürtleri görüyoruz. Barışçı bir çözüm için, bu endişeleri, talepleri karşılayacak ortak ilkeler üzerinde bir anlaşma sağlamak gerekecek. Örneğin, çoğulculuk ilkesi böyle bir ortak ilke. Bulunacak çözümlerin çoğulculuk ilkesine uygun olması gerekir. Katılımcılık başka bir ortak ilke olmalı. Bütün bunlar demokrasinin yapı taşları. O nedenle Kürt sorununun çözümü için önce demokrasi üzerinde anlaşmak gerekir.

Bu sürecin başarılı sonuç vermesi için tarafların ön yargılardan, ideolojik saplantılardan kurtulmaları, karşısındakini ötekileştirmemeleri önem taşıyor. Tarafların tutumlarına yön veren korkular değil, çözüm bulma iradesi olmalı. Bu ise, zihinsel bir değişim gerektiriyor. Kürt sorunuyla ilgili kemikleşmiş söylemleri bir yana bırakıp, çözüm üretecek yeni, yaratıcı, uzlaştırıcı öneriler masaya konulmalı.

Her şeyin başında, bir güven ortamının yaratılmasına gereksinim var. Karşınızda oturan kişinin düşmanınız değil, farklı görüşlere sahip müzakere ortağınız olduğu anlayışının görüşmelere egemen olması gerekli.

Barış sürecinin başarılı olması için, Türkiye’deki barış sürecine paralel olarak, Kuzey Suriye’de de savaşın yerini barış almalı. Kürt sorununa getirilecek çözümü Rojava Kürtlerini de içine alan bir bütün olarak görmek gerekir.

Bir barış sürecinde, yazılı ve görsel basına da önemli bir rol düşüyor. Barış sürecinin desteklenmesi, kamuoyu oluşturulması bakımından basın çok etkili olabilir. Basın bu süre içinde barış odaklı yayın yapmalı. Nereden gelirse gelsin, tüm barış girişimlerine geniş yer vermeli, tarafsız bir gözle girişimleri değerlendirmeli.

Kürt sorununun bir birlikte yaşama sorunu olduğunu unutmamak gerek. Birlikte yaşama projesinin başarısı, sorunların çözümüne ve barışa, demokrasiye, insan haklarına dayanan yeni bir birliktelik çerçevesi bulmamıza bağlı. Bu çerçeve Türkiye’deki bütün farklı kimlikleri içine almalı. Böyle bir birlikte yaşama çerçevesi Türkiye’de yeni bir demokrasi sayfası açacaktır.

                                                                /././

Kulis: AKP’de hesaplar değişti kongreler öne alınıyor

AKP'nin mart ayına kadar il kongrelerini tamamlamayı hedeflediği süreç, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatı doğrultusunda hızlandı. Nisan ayında yapılması planlanan AKP 8. Büyük Kongresi’nin şubat ayına çekildiği ifade ediliyor. AKP'nin 2025 bütçe görüşmelerinin ardından gözler, parti içindeki Kabine değişikliği, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) ile Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyeliklerinde yaşanacak büyük değişimlere çevrilmiş durumda.(https://t24.com.tr/haber/kulis-akp-de-hesaplar-degisti-kongreler-one-aliniyor,1204648)

                                     ***

İPA Başkanı, il il paylaştı: Kentsel dönüşüm projelerinde verilen destek, ortalama kiranın ancak üçte birini karşılıyor!

"Konut kiralarındaki artış ve yüksek enflasyonla bu oran daha da düşecek"

İstanbul Planlama Ajansı (İPA) Başkanı Buğra Gökce, İstanbul’da kentsel dönüşüm projelerinde verilen kira desteğini 5 bin 500 liradan 8 bin liraya çıkarılmasını az buldu. 30 büyükşehirde ortalama kiranın 17 bin 63 lira; 81 il esas alındığında da ortalama konut kirasının 15 bin 48 lira olduğunu belirten Gökce, verilen desteklerin kira bedelini karşılamada yetersiz kaldığını ifade etti. Gökce, "Konut kiralarındaki artış ve yüksek enflasyonla bu oran daha da düşecek" dedi.

Çevre ve şehircilik Bakanı Murat Kurum, kira desteğini; Ankara, Antalya, Bursa, İzmir’de 4 bin 500 liradan 6 bin 500 liraya; diğer büyükşehirlerde 3 bin 750 liradan 5 bin 500 liraya, kalan tüm illerde de 3 bin liradan 4 bin 500 liraya çıkardıklarını duyurmuştu. Bakan Kurum, büyük Marmara depremi beklenen İstanbul’da ise 5 bin 500 lira olan desteği 8 bin liraya çıkardıklarını açıklamıştı.

İstanbul Planlama Ajansı Başkanı Dr. Buğra Gökce ise sosyal medya hesabından yaptığı bir paylaşımla, "Kentsel dönüşüm projelerinde verilen konut kira desteği, ortalama konut kirasının ancak üçte birini karşılıyor" diyerek kira desteklerinin yetersiz olduğunu söyledi.

30 ilde ortalama kira bedelleri ile verilen kira desteğini karşılaştıran bir tablo paylaşan Buğra Gökçe, Türkiye haritası üzerinden 81 ilde devletin verdiği desteğin konut kirasını karşılama oranlarını gözler önüne serdi.

Buğra Gökce, söz konusu paylaşımında şunları kaydetti:

"Kira destekleri yetersiz. Kentsel dönüşüm projelerinde verilen konut kira desteği, ortalama konut kirasının ancak üçte birini karşılıyor. Konut kiralarındaki artış ve yüksek enflasyonla bu oran daha da düşecek. Bu destekler ile dar ve orta gelirliler, çalışanlar, memurlar, emekliler evlerinden çıkıp, kirada oturamazlar, kentsel dönüşüm projelerine katılamazlar, yapı stoğumuzun da iyileşmesi mümkün olmaz.

Neden?  İstanbul'da ortalama konut kirası 24 bin 989, Ankara'da 21 bin 247, İzmir'de 23 bin 728 seviyesine çıktı.  Kentsel dönüşüm projelerinde İstanbul'da verilen kira desteği 8 bin lira olurken, Ankara ve İzmir'de kira yardımı yalnız 6 bin 500 lira olarak açıklandı. İstanbul'da konut kira desteğinin konut kirasını karşılama oranı yüzde 32'de kalırken, Ankara'da bu oran yüzde 30,5, İzmir'de sadece yüzde 27,3 oldu.

30 büyükşehirde ortalama kira 17 bin 63 lira olurken, bugünkü kira bedelleri sabit kalırsa konut kira desteğinin konut kirasını karşılama oranı yüzde 34,3 seviyesinde olacak. 81 il esas alındığında ortalama konut kirası 15 bin 48 lira olurken, ortalama konut kira desteğinin bu bedeli karşılama oranı da yüzde 32,9 seviyesinde kaldı.

Konut kira desteğinin en düşük olduğu 5 il ise Tunceli, Muğla, Çanakkale, Yalova ve Kırklareli oldu. Bu illerde verilen konut kira desteği ortalama konut kirasının yüzde 25'inden daha azını karşılıyor.

Kira desteği genel rakamlar üzerinden değil afet riski yüksek olan illerde detaylı inceleme ve gerçekleşen kira bedelleri üzerinden belirlenmeli. Büyükşehirlerde ilçe düzeyinde düzenleme yapılması gerekli.

Kentlerimizin afet direncini arttırmak ve konut hakkını korumak için sosyal konut üretimini arttırmak, kooperatifleri desteklemek, konut yapım endüstrisinin ihtiyaçlarının Türkiye'de yerli kaynaklarla daha  yüksek bir oranda üretilmesini sağlamak, akıl, mantık ve bilim çerçevesinde hareket etmek gerekiyor."

https://t24.com.tr/haber/istanbul-da-10-kiracidan-biri-kirasini-odeyemedi-her-iki-vatandastan-biri-porsiyon-kucultmek-zorunda-kaldi,1204653



soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Sahaflar Çarşısı(XXXVII) -22 Aralık 2024-

 Trump'tan Panama'ya 'kanal' tehdidi: 'Çin'e çalışıyor, iadesini isteyeceğiz'

ABD Başkanı seçilen Trump, Panama'yı kanalı kullanan ABD gemilerine aşırı ücretler uygulamak ve Çin'e çalışmakla suçladı. Trump, "Böyle devam ederse iadesini talep edeceğiz" tehdidinde bulundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/trumptan-panamaya-kanal-tehdidi-cine-calisiyor-iadesini-isteyecegiz-396936)

                                                            ***

Tayfun Kahraman'a yapılan eziyetin görüntüleri ortaya çıktı: 'İnsani bir yanı yok'

Gezi Direnişi davasında 18 yıl hapis cezasına mahkum edilen Tayfun Kahraman’ın eşi Meriç Demir Kahraman, eşinin rutin sağlık kontrolüne götürülürken kendisine eşlik eden kolluk güçlerince kötü muameleye uğradığını duyurmuştu. Meriç Demir Kahraman, MS hastası eşi Kahraman’ın hastane kontrolüne götürülürken "bileklerini sıkıştıran kelepçenin gevşetilmeyip sıkıldığını, sıcakta aracın içinde uzun süre bekletildiğini ve fenalaştığını" belirtmişti.Tayfun Kahraman'ın cezaevi aracında kötü muameleye kaldığı anların görüntüsünü ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/tayfun-kahramana-yapilan-eziyetin-goruntuleri-ortaya-cikti-insani-bir-yani-yok-396934)

                                                             ***

Muğla'da hastaneye helikopter çarptı: 4 kişi hayatını kaybetti

Muğla Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden havalanan ambulans helikopterin hastane binasına çarparak düşmesi sonucunda 4 kişi hayatını kaybetti. Muğla Valisi, kazanın sebebinin araştırıldığını aktardı.(https://haber.sol.org.tr/haber/muglada-hastaneye-helikopter-carpti-4-kisi-hayatini-kaybetti-396933)

                                                               ***

Alt sınıfların ressamı Adriaen Brouwer+Álvaro Trabanco ile 'Unearthed' sergisi üzerine: 'Tarihle günümüz arasında bağ kurmak istiyorum'+Dil, tahakküm ve bireyin parçalanmışlığı: Kaspar ile bir yüzleşme/soL -22 Aralık 2024-

 Alt sınıfların ressamı Adriaen Brouwer -Fide Lale Durak-

''Bunlara bakış üstten değil, yaşamlarının içinden, yan masada oturan birinin bakışıdır. Bu resimlerde ne acıma, ne hor görme, ne de gereksiz yüceltme vardır.''
       *Kapak Resmi: Adriaen Brouwer, 1630, Bir Tavernanın İç Mekanı, Dulwich Resim Galerisi, Londra

Adriaen Brouwer, 1605-6 yıllarında Belçika’da doğmuş, Hollanda’da yaşamış, gündelik hayatı anlatan janr resminin önemli temsilcilerinden olmuş ama pek de ismi bilinmeyen bir ressam. Resimlerinde alt sınıftan insanların kâğıt, zar oyunu gibi eğlencelerini, kafa göz yardıkları kavgalarını, berber, dişçi, cildiyeci gibi her şeyin doktoru ve zanaatkârı olan köylüleri anlatır. Yüzünüzde hafif bir tebessümle bakacağınız bu resimlerin hemen hepsi küçük boyutludur. O yüzden gerçek bir Brouwer tablosuyla karşı karşıya olduğunuzda, resme iyice yaklaşıp ayrıntıları fark ettikçe zihninizde olayın nasıl yaşanmış olabileceğini canlandırmanız ve bunu düşündükçe gülmeniz neredeyse garantidir.

Brouwer’in hayatı hakkında az bilgi var. Çünkü bir saray ressamı değil ya da kendi hayatını birilerine anlatabilecek kadar çok yaşamamış. 33 yıllık ömrünün tahminen ilk 14-15 yılı aile evinde geçmiş ve ardından resimlerinden şahit olduğumuz insanların arasında, aynı zamanda entelektüel bir çevrenin de içerisinde hızlı bir yaşamı olmuş. Bunu en iyi gösteren resmi ise ölümünden iki yıl önce yaptığı Sigara İçenler.

                              Adriaen Brouwer, 1636, Sigara İçenler, Metropolitan Müzesi, New York

Sigara İçenler resminde, soldan ikinci sırada, seyirciye dönmüş, komik-şaşkın bir ifadeyle dumanını üfleyen kişi ressamın kendisi.  Diğer kişiler ise çağdaşı ressamlar; Jan Cossiers, Jan Lievens, Joos van Craesbeeck ve Jan Davidsz. de Heem. Ressam diğer sanatçı dostlarıyla birlikte, zamanının çoğunu geçirdiği iddia edilen bir yerel tavernada eğleniyor. Dikkat edildiğinde, diğer portrelerde de komik surat ifadeleri olduğu ve herkesin çeşitli biçimlerde sigara içerken resmedildiği görülebilir. Örneğin en soldaki burnunun bir deliğini kapatıp diğerinden dumanı çıkartırken, ortadaki ikisi gözlerini yukarı devirmiş, umursamazca sigaralarını içer, en sağdaki ise bize hınzırca gülerek sigarasını hazırlar. Bu tip grup portrelerinde beş duyu organından birini de anlatmak oldukça yaygındı ve bu resim örneğinde tat duyusu, portrelerle birlikte işleniyor. Ayrıca resim, sanatçının biyografisine dair de önemli bir kanıt niteliğinde.

Peter Paul Rubens, 1602, Mantua’da Arkadaşlık Çemberinde Otoportre, Wallraf-Richartz Müzesi

Ressamın kendisini arkadaşlarıyla birlikte ele aldığı bu tip resimler “dostluk portresi” olarak adlandırılıyor; dolayısıyla aslında Brouwer, resim geleneğinde bir türe ilginç ve kendine özgü bir resimle adını yazıyor. Bu tip grup portrelerinin genelde neye benzediğini, daha önce Rubens’in yapmış olduğu bir resimle karşılaştırarak anlayabiliriz.

Diğer taraftan 17. yüzyılda, Hollanda ve Flaman resminde zamanla kök salacak olan “ahlaksız” sanatçı portreleri de popüler olmaya başlamıştı. Bu tür, Rönesans idealinin yani “Pictor doctus”un tersine çevrilmesiydi. Rönesans’ta sanatçı bir entelektüel ve beyefendiyken, bu idealin yerini, yaratıcı ilhamın ve yeteneklerin şımarık bir karakterle anlatıldığı yeni bir model alıyordu. Aynı dönemin ressamı olan Rembrandt’ın da, Türkçe’de nedense Saskia ile Otoportre olarak bilinen ama (resimdeki kadın gerçekten de karısı Saskia olmakla birlikte) asıl adı Şımarık Oğul Genelevde (The Prodigal Son in the Brothel) olan portresinde, kendini benzer biçimde resmettiğini de ekleyebiliriz. 

                                         Rembrandt van Rijn, 1635, Şımarık Oğul Genelevde

Brouwer, resimde Tronie türünün gelişmesinde de önemli bir rol oynar. Tronie kelimesi 17. yüzyıl Felemenkçesinde yüz anlamındadır ve resimde, bir kişiyi tipik olarak tanımlanabilir değil de çeşitli surat ifadeleri ile anonim portreler olarak resmetmeyi ifade eder. Öfke, acı, neşe, zevk ve benzeri duyguların yüzdeki yansımalarını ele alan bu portrecilik türünde, ifadeleri araştırma, amaçtır. Brouwer da alt sınıftan insanlara bu ifadeleri vererek bir nevi soylu olmadığı için ismi bilinmeyen, kalabalıkların içindeki kişileri tanınabilir kılar, bunu yaparken aynı anda anonim insanları ve onların gündelik hayatlarını resmin konusu haline getirir. Üstelik kendini betimlediği sanatçı modelini, sıradan insanların yaşamına doğru genişletir. 

Resimlerde sigara içen, kumar oynayan, hile yapan yani “ahlaksız” olarak tanımlanabilecek faaliyetlerle meşgul, çirkin, komik suratlı, yoksulluktan dişleri dökülmüş, üstü başı dökülen bir sürü insan vardır. Bunlara bakış ise üstten değil, yaşamlarının içinden, yan masada oturan birinin bakışıdır. Bu resimlerde ne acıma, ne hor görme, ne de gereksiz yüceltme vardır. Herkesi olduğu gibi, ama doğalından biraz daha abartılı ifadelerle ve hep çok komik görürüz.

Bugün bu resimlere bakarken, bir toplum olarak ne kadar gergin ve şiddet dolu olduğumuz geliyor akla. Yaşarken hiç komik olmayan yoksullukla gülerek barışmayalım elbette. Fakat bu resimlerde başka bir şey daha var, bir arada yaşamanın kolaylaştırıcı ve her şeyi hafifleten yanı onları olduğundan daha komik bulmamızı sağlıyor ve içimizi ısıtıyor. 
Bugün kaybettiğimiz budur. 

Yanımızdakine dokunalım, birlikte eğlenelim ve bugünün “ahlakını” yeniden oluşturalım. Brouwer’in resimleri de bize eşlik etsin.

                                           Adriaen Brouwer, Genç Komik Surat Yapıyor
                                          Adriaen Brouwer, 1636-38, Acı Tat, Städel Müzesi, Frankfurt

                Adriaen Brouwer, Köylüler Kağıt Oynarken Kavga Ediyor, 1632–1635. Alte Pinakothek, Münih

                            Adriaen Brouwer, 1630, Operasyon, Alte Pinakothek, Münih

                                                      Adriaen Brouwer, İçen Köylülerle İç Mekan

                                        Adriaen Brouwer, Koku, Staatliche Kunstsammlungen Dresden

                              Adriaen Brouwer, 1636, Sırt Operasyonu, Städel Müzesi, Frankfurt

                                                                               /././

Álvaro Trabanco ile 'Unearthed' sergisi üzerine: 'Tarihle günümüz arasında bağ kurmak istiyorum'-Mehmet Erçetin-

Savaşlardan izler taşıyan Gelibolu yarımadasını fotoğraflayan Álvaro Trabanco, ilk sergisinde vizörünü tarihle iç içe geçen gündelik hayata çeviriyor.
İspanyol fotoğrafçı Álvaro Trabanco’nun ilk kişisel sergisi “Unearthed”, Beyoğlu'ndaki İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği'nde (İFSAK) sergileniyor.

Tüm fotoğrafların analog kamera ile çekildiği sergi, 26 Aralık’a kadar ziyaret edilebilecek.

Trabanco, açılışta yaptığı konuşmada Gelibolu ve Gökçeada’da çektiği fotoğraflardan oluşan sergiyi bisiklet gezileri esnasında şekillendirmeye başladığını söyledi.

Tarihle günlük yaşantının yan yana geldiği karelere, bölgedeki geçmişin izlerine ulaşabildiğimiz bu sergi üzerine kendisiyle sohbet ettik.
 
Sergiyi bizim için kısaca anlatır mısın, ziyaretçiler gelirken ne beklemeli, neler görecekler?

"Unearthed", tamamen analog yöntemle gerçekleştirilmiş, yıllar süren bir fotoğraf projesi. Tüm fotoğraflar evde banyo edildi ve karanlık odada basıldı. Sergideki gümüş jelatin baskılar, geleneksel kimyasal süreçlerle hazırlandı ve ziyaretçilere bir el işçiliği örneği sunuyor.

Sergide, büyük şehirlerin olmadığı bir bölgede günümüz yaşamını göstermeyi ve bu yaşamın yüzeyin altında yatan tarihsel ve askeri geçmişle olan ilişkisini bir araya getirmeyi amaçlıyorum. Sergide 45 siyah-beyaz fotoğraf yer alıyor. Tamamı şu an yıllardır karanlık odasını kullandığım Beyoğlu'ndaki İFSAK’ta görülebilir.
 
Fotoğrafların tamamı aynı coğrafyadan, sen de zaten serginin temasında çekimleri yaptığın bölgenin önemini vurguluyorsun, neden bu bölgeyi seçtin?

Eşimin ailesinden dolayı Gelibolu Yarımadası ile kişisel bir bağım var. Türkiye’de yaşadığım yıllar boyunca orada uzun zaman geçirdim. Başkalarının seslerini bastırmamaya özen gösterdiğim için onların hikâyelerini anlatmaktan ziyade kişisel bir keşfi paylaşmayı amaçlıyorum.

Önce bu bölgenin kırsal kısmını keşfetmeye başladım, bisikletle küçük yollarında gezerek coğrafyasını anlamaya çalıştım. Sonrasında Birinci Dünya Savaşı'nda yaşananlara daha aşina oldum ve tarihi bölgeyi daha sık ziyaret etmeye başladım.

Tarihi bölge, yarımadanın çok küçük bir kısmı ve koruma statüsü nedeniyle Türkiye'nin diğer yerlerinden oldukça farklı. Anıtlar dışında orada yaşamını yitiren binlerce kişinin korkunç fedakârlıklarını bize anlatabilecek pek kalıntı yok. Ben de günümüzde bölgede modern yaşam şekillenirken, bu olayların nasıl görünmez hâle geldiğiyle ilgilenmeye başladım.

Fotoğrafın, tarih ve artık görünmeyen, var olmayan şeyler hakkında konuşmak için nasıl kullanılabileceğini düşündüm. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı gibi birçok savaşla yoğrulmuş olan bölge, endüstrinin pek uğramadığı, balıkçılık ve tarımın öne çıktığı bir yer.

Bu proje, kendimi buraya ait hissetmeme yardımcı oldu ve yarımadayı ziyaret etmeyi ve uzun süre vakit geçirmeyi en sevdiğim yerlerden biri haline getirdi.

                                                         Álvaro Trabanco

Fotoğrafların çoğunda, elbette çekim bölgesinin de etkisiyle geçmişten birçok iz görüyoruz. Aslında bunlar savaştan kalma izler, anıtlar, mezarlar ve kalıntılar. Ne yazık ki bugün de savaşa uzak değiliz, yanı başımızda süren irili ufaklı onlarca savaş ve çatışma var. Bu bağlamda fotoğraflarda izler, bir güncellik de taşıyor mu sence?

Kesinlikle. Gelibolu Yarımadası’nda bir asırdan uzun süre önce yaşananların bugün hâlâ ne kadar güncel ve önemli olduğunu sıkça düşünüyorum. O huzurlu ve tarihi atmosferin içinde gezerken, burada yaşanmış dehşet verici olayları hayal etmek zor olabilir. Ama aynı zamanda, barış içinde görünen toprakların savaşla nasıl kolayca altüst olabileceğini düşünmek de hiç zor değil. İnsanların tamamen huzurlu bir yaşam sürerken bir anda kendilerini katliamların ve büyük fedakarlıkların ortasında bulmaları fikri gerçekten çok sarsıcı.

Tarihi alanı her ziyaret ettiğimde, o topraklarda emperyalist bir savaşın parçası olarak hayatını kaybeden işçileri ve askerleri düşünerek derin bir saygı duyuyorum. Milliyetçiliğe karşı barışa yönelik atılan olumlu adımların, enternasyonalizm ve savaş karşıtı hareketler için bir temel oluşturabileceğine inanıyorum.

Sergiyi ziyaret edenler, savaş ve sonuçlarını açıkça betimleyen çoğunlukta fotoğraflar bulamayacaklar. Bunun yerine, o yerlerin ve nesnelerin gündelik hayatla iç içe geçmiş, tarihi anlamlarını göz önüne seren bir anlatım sunmaya çalıştım. İnsanların bu bölgenin hem geçmişini hem de bugünkü ruhunu hissetmelerini, tarihle günümüz arasında bir bağ kurmalarını istiyorum.
 
Fotoğrafçılığa nasıl baktığını, neden önemli olduğunu, bundan sonra nasıl projeler yapmak istediğini de anlatmak ister misin? 

Fotoğrafçılık, ne mutlu ki tamamen demokratikleşmiş bir uğraş haline geldi. Artık herkes fotoğraf çekebiliyor ve bu durumu memnuniyetle karşılıyorum. Bu gelişme, fotoğrafçılığı çok daha karmaşık bir hale getirdi. Eskiden sıkça tartışılan anlamsız “Fotoğraf bir sanat mıdır?” sorusu, artık özel hayatın bir parçası olarak milyarlarca insanın çektiği fotoğrafların gölgesinde kaldı.

Kendi adıma, fotoğrafçılıkta fotoğraf gazeteciliğine büyük bir ilgi duyuyorum. Ancak gazeteciliğin etik kurallarına birebir uymadığımdan kendimi bir foto muhabiri olarak tanımlamıyorum. Projemin bir belgesel fotoğrafçılığı projesi olup olmadığından da tam emin değilim. Yine de kendimi bir sanatçı olarak görmeyi seviyorum. Kendi ellerimle ve bakış açımdan yola çıkarak bir şey yaratıyor ve bunu başkalarına sunarak onların bir şeyler hissetmesini, düşünmesini sağlamaya çalışıyorum. Büyük hedeflerim ya da yüksek beklentilerim yok. Dışarı çıkıp güzel ve ilgi çekici görüntüler yaratmaktan ve bunların izleyicilerde bir etki yaratma ihtimalinden büyük keyif alıyorum.

Son zamanlarda, fotoğrafçılığı görünmeyeni tasvir etmek için kullanmaya çok ilgi duyuyorum. Bu teknik olarak imkânsız, çünkü fotoğraflar belli bir zaman ve mekânda var olan sembollerdir. Ancak bu benim için çözümü olmayan kişisel bir meydan okuma anlamına geliyor.

Gelecekte bir süre boyunca belli bir proje olmaksızın fotoğraf çekmek istiyorum. Daha fazla çekim yapıp zamanla bunları bir araya getirmenin ve nasıl sergileyebileceğimin yollarını düşünmeyi planlıyorum. Projeler veya seriler üzerinde çalışan fotoğrafçılara da, yalnızca bireysel karelere odaklananlara da hayranlık duyuyorum. Her iki yaklaşıma da –bazen aynı sanatçının içinde bile– yer olduğuna inanıyorum.

İlgi duyduğum bazı konular var. Bunlardan biri, 12 yıl önce göç ettiğim İspanya’daki memleketimi yeniden ziyaret etmek. Oraya sık sık dönüyorum, ama artık o bölgedeki anılarımı ve bölgenin nasıl değiştiğini sorgulamaya başlamak istiyorum. İşçi sınıfının direniş geleneğiyle bilinen, sanayi ağırlıklı bir bölge, hâlâ bu şekilde anılıyor. Kendine özgü bir kimliği var ve oradan yola çıkarak bir proje oluşturup, o bölgeyi dışarıdan insanların kendi gözleriyle tanıyıp anlamalarını sağlamak istiyorum. Bu, benim için bir tür tamamlama olurdu.

Son soru, sergiden ziyade işçi sınıfının fotoğraflarla ilişkisine ve senin bu konudaki fikirlerine dair. Tarihte çok kez fotoğrafların aynı zamanda "tarihin parladığı anları" yakaladığını, bugün dahi insana umut ve enerji aşıladığını biliyoruz, örneğin Kızıl Bayrağın Reichstag üzerine dikildiği an. Peki fotoğraf bu anların yalnızca yakalanması değil, aynı zamanda yaratılması için de destekleyici bir araç olabilir mi? Sence bu mümkün mü?

Açıkçası, fotoğrafçılığın değişim yaratmak için harika bir araç olduğunu düşünmüyorum. Ancak, bireylerin çevreleri ve diğer insanlarla daha geliştirici ve sağlıklı bir ilişki kurmasına yardımcı olmak için harika bir araç olduğuna inanıyorum. Şöyle açıklayayım: İster bir foto muhabiri olarak doğrudan tarihi olayları belgelemeye çalışıyor olun, ister kendi mahallenizde fotoğrafçılık yapıyor olun, başkalarına saygılı olduğunuz ve onların yaşam mücadelelerini “sömürmeye” çalışmadığınız sürece, fotoğrafçılık insan etkileşiminin sağlıklı bir yolu olabilir. Görsellerin gizli kalmasının bir anlamı yoktur; onların gerçek rolü, başkalarıyla paylaşıldığında ortaya çıkar. Bu tür ilişkilere daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Başkalarıyla bağ kurmanın tek yolu sözlü iletişim değil. Pekala görsel dünya ve yaratıcı pratikler, daha durgun ve düşünceli bir iletişim biçimini barındırabilir.

Foto muhabirlerine de derin bir hayranlık duyuyorum. Bunun objektif bir iş olduğuna inanmıyorum; çünkü bir görüntüyü kadrajladığınız anda zaten bir seçim yapıyorsunuz. Ama dürüst ve adil olmaya, başkalarını saygılı bir şekilde tasvir etmeye ve “çoğunluk” için önemli olanı göstermeye çalışma çabasına inanıyorum. Elbette foto muhabirleri de birer çalışan ve neyi çekeceklerine tamamen özgürce karar veremiyorlar. Birçoğunun bu konuda öfkeli olduğunu ve hayal kırıklıklarını bilsem de, onların fotoğraflarının hem günlük olayların farkında olmamızı hem de dünyamızda meydana gelen olayları tarihe kaydettiğini düşünüyorum.

Fotoğrafçılık aynı zamanda kimlik ve imge yaratmanın bir yolu. Dün, 70’lerde Türkiye’deki işçi sınıfının büyük mücadelelerine dair fotoğrafların yer aldığı bir kitabı inceliyordum. O fotoğraflar beni çok duygulandırdı; hem tasvir edilen insanların fedakarlıkları hem de fotoğrafların tarihsel anlamı nedeniyle. Peki, bu fotoğraflar bir şeyi değiştirdi mi? Belki o zamanlar yayımlanamadılar bile. Ancak bugün, o fotoğraflar Türkiye’deki tüm emekçilerin ve her bilinçli işçinin kolektif hafızasının bir parçası hâline geldiler.

                                                                /././

Dil, tahakküm ve bireyin parçalanmışlığı: Kaspar ile bir yüzleşme -Berkan Çetin-

Altkat Sanat’ın yönetmeni ve oyuncusu Müge Saut ile Kaspar oyunu üzerine söyleştik.

Altkat Sanat’ın yönetmeni ve oyuncusu Müge Saut, Peter Handke’nin şaşırtıcı ve sarsıcı Kaspar oyununu sahneye taşıdı. Halen gösterimi süren Dönüşüm, Böyle Buyurdu Zerdüşt oyunlarının da yönetmeni olan Saut geçtiğimiz aylarda Ten Rengi oyunuyla Üstün Akmen Tiyatro Ödülleri Yılın Kadın Oyuncusu ödülüne layık görülmüştü. 

Kaspar gibi çağdaş ve katmanlı bir metni sahneye taşımak oldukça cesur bir tercih. Bu projeye sizi çeken neydi?

Müge Saut: Tiyatro hayatımız boyunca tüm oyunlarımızda bir laboratuvar niteliği taşımaya çalıştık. Altkat Sanat Tiyatrosu’nda da bu tekst üzerine çalışırken aynı şey söz konusu oldu. Aklımızda bir şey vardı, topluma sirayet etmiş zorbalığı, ideolojik sınırları ve dilin nasıl saldırganlaştığını sorguladık. Bencilleşen, aklı kurcalanan bireyin sürecini gözler önüne sermekti niyetimiz. Hafızaya saldırının, tahakkümün insani duyguları nasıl adım adım yok ettiğini estetik ögelerle sahneye taşımak heyecan vericiydi. Peter Handke’nin yazdığı Kaspar: Dil ile hesaplaşmanın, iletişim aracı olması gereken dilin aslında bireyi kalıplaştıran, benliğinden uzaklaştıran ve bir baskı aracına dönüştüren bir düzende ilerler. Bu tarz postdramatik metinler hep ilgimizi çekmiştir. Oyuncunun bedenle ilişkisini yaratıcı olmakla ilgili geliştiren bir yapısı var. 

Oyunda “dil işkencesi” ve “sıkışmışlık” temaları dikkat çekiyor. Günümüz insanının toplumsal baskılar nedeniyle yaşadığı sıkışmışlık duygusu üzerinden empati kurması çok olası. Kaspar, bir bireyin kendi kimliğini bulma mücadelesiyle sistemin dayattığı bir kimlik arasında sıkışmasını gösteriyor. Bu çatışmayı günümüz dünyasında nasıl görüyorsunuz?

M.S.: Peter Handke, 1828'de Almanya'da bulunan ve sosyal normlardan tamamen uzak bir hayat süren Kaspar Hauser’in hikâyesinden esinlenerek 1967 yılında Kaspar’ı kaleme almış. Günümüzde de maalesef psikolojik ya da fiziksel şiddet artarak devam ediyor. Konuşma oyunları ve dünyayı sözcüklerle algılama biçimimiz, dilin davranışlarımızı nasıl etkilediğini, nasıl yönlendirdiğini hepimiz görüyoruz, biliyoruz.  Koca bir toplumu, bireyi hiçleştirerek, ezerek veya yok sayarak özgürlüğümüzü elimizden zorla aldıklarını ve dayatılan tüm kalıpların ve dünyanın parçalanmış halinin dolayısıyla bireyin parçalanmışlığıyla örtüştüğünü düşünüyorum.   

İktidar ve dil arasındaki ilişkiyi oyunda çok güçlü bir şekilde hissediyoruz. Sizce, bu ilişki bugün bireylerin özgürlüğünü ne ölçüde kısıtlıyor veya nasıl bir etki yaratıyor?

M.S.: Bir iktidar aracı olan dil yapmacık ve ilişki kurmak konusunda yetersizdir. Kaspar’ın tek tümcesi ile başlayan ve hiçbir anlam taşımayan sessel ilişki bir süre sonra ona zorla kabul ettirilen tümcelerin ve modellemelerin etkisiyle, Kaspar’ın sahip olduğu tek tümce de yok olacaktır. Sistemin dayattığı ya da biçimlendirdiği, düzene sokulmuş bir insan karşımıza çıkar. Yani sistemin arzu ettiği şey, bireyin sorgusuz bir şekilde ve onların istediği biçimde uyumlu hale sokmaktır. Artık prototipleşmiş benliklerin vücut bulmuş haline dönüşür. Böyle bir ortamda özgürlükten söz etmek de mümkün değil… 

Oyunun oldukça minimal ve soyut bir rejisi var. Seyircinin bu soyutluğu anlamasını ve hissetmesini hangi ilkelere dayandırdınız ve nasıl sağladınız?

M.S.:  İnsan bedenini doğadan ve doğanın deviniminden bağımsız tutamazsınız. Beden ruhun ve aklın bir yansımasıdır. Biz tiyatroda gündelik hareketlere çok fazla alışmışız. Konuşan ve elini kolunu hareket ettiren oyunculara… Kuşkusuz bu da duyguların birer ifadesi, jestleridir. Öbür taraftan toplumsal, siyasal ve akıl kirliliğini basit jestlerle anlatamazsınız. Bunun için bir yöntem geliştirmek zorundasınız…. Bizi hayata bağlayan ilkel ritüeller, sanayi çağında bir değeri yokmuş gibi görünmekte, doğru çünkü ifade araçlarımız, kendimizi gerçekleştirme araçlarımız bilinçli bir biçimde elimizden alınıyor. Bedenimizi yürümek, çalışmak ve birkaç şey daha yapmak dışında kullanmıyoruz. Oysa bilinçaltımız, korkularımız, içgüdülerimizle beraber bizler insanız. Makine gibi davranamayız. Bizim performanstan anladığımız, bedenin oldukça estetik kullanılması değil tersine oyuncu olarak yaşamdan topladığımız deneyimleri yeniden üreterek tekrar izleyicinin ruhuna göndermektir. Uzam içerisinde, nerede olursanız olun aklımız ve duygularımız eziliyor, biz ezilen, duyguları zedelenen akla bir şey söylemek niyetindeyiz. Emin olun bu duygu birlikteliğini kurabiliyoruz izleyicilerle, çünkü sahnedeki anlatılanlar ve devinim sahte değil. Gerçek duygular bizim izleyiciyle bağ kurmamızı sağlıyor. Öbür taraftan bugüne kadar alışılagelmiş kalıplarla devam ettiğimiz sürece seyircinin algısı da değişmeyecek. Düzey dediğiniz şey biriktirilen bir kültürün sonucu, bunu sivriltmek estetik algıları değiştirmek tüm sanatçıların elinde. Geçmişin ve şimdinin sentezi, yaşanmışlıklarla birleşince başka bir tadı oluyor.  İlginç ya da değişik olsun diye yorumlamıyoruz oyunlarımızı, meramımızı hangi biçimlere uygun düşüyorsa öyle oynuyoruz aslında, son kertede tiyatromuz mutlaka bir senteze varacaktır… Bu kadar kalabalığın içinde aslında yalnız yaşayan bireyleriz. Bu kalabalık tahakkümle bizi bireyselleştiriyor da diyebiliriz. Bu anlamıyla o soyutun kendisiyiz aslında. 

Kaspar gibi toplumsal temalara sahip bir oyun, izleyiciyi genelde karanlık ve zorlayıcı bir atmosferin içine çekiyor. Bu karanlığın içinde bir çıkış yolu sunduğunuzu düşünüyor musunuz?

M.S.: Tüm gerçekliği sahnede gözlemleyen izleyicinin akıl pratiğini harekete geçireceğine inanıyoruz. Bir çıkış yolu vermek yerine sorgulamasını sağlamak ve hayatla örtüşen sahnedeki gerçekliğin yaşamlarında bir karşılık bulması öz eleştiri yapmalarını sağlayacaktır diye düşünüyoruz. Biz seyircilerin duygularını paralize etmeye çalışıyoruz. Onların bu etkiye tepki duymaları konusunda yol açmaya çalışıyoruz. Meseleye sıradan “tepkisiz toplumuz” kavramsallaştırmasıyla hiç bakmadık. Burada yok edilen insanın içgüdüleri, sonrasında aklı, her şey tarumar ediliyor günümüzde. Tıpkı iğdiş edilen bilincimiz gibi. 

Dilin ve iktidarın baskısı altında ezilen Kaspar, izleyicide ne tür bir duygu yaratmalı? Bir kurban olarak mı, bir direniş sembolü olarak mı görülmeli?

M.S.: Sistemin dayattığı politika, insanları daha çok yalnızlaştırmaya ve bireyin özne olmaktan çıkmasına yarayan bir dolu araçlar geliştirmiş durumda. Eleştirel düşünme sürecinin gerçekleşmemesi, tüketim nesnesi olma hali ve dolayısıyla baskı altına alınmış bir toplum var karşımızda. Böyle bir ortamda kültürden bahsedemeyiz. Kaspar uyumlu biridir. Sözcüklere ve sistem tarafından öğretilen duygulara alışır. Konuşturulur. Finalde nesneleşen bir Kaspar ile yüz yüze kalıyoruz. Benliğini yitirmiştir artık ve olan biteni geç anlamıştır.  İş işten geçmiştir. Yani bir kurban diyebiliriz. 

Oyunda dilin bir işkence aracı olarak kullanılmasını, bireyin kimliğini yok ederek onu iktidarın kuklasına dönüştürmesini izliyoruz. Peki, Kaspar bu yönüyle bugünün insanına bir eleştiri sunuyor mu?

M.S.: Elbette. Metnin parçalanmışlığıyla toplumun parçalanmışlığı örtüşüyor diyebiliriz. Tam bir kukla gibi diyemeyiz fakat bölünmüş kişilik, bilinç/bilinç dışı, oyun/gerçek her şey karmakarışık, bu gibi karşıtlıklar bugünün insanıyla örtüşüyor. 

İzlediğimiz Kaspar, dilin bir işkence yöntemi olarak kullanıldığı karanlık bir dünyayı sunuyor. Bu “karanlık” sizce seyirciye sadece bir korku unsuru mu yoksa bir mücadele çağrısı yapıyor mu?

M.S.: Kendine, topluma yabancılaşmış birey dolayısıyla toplumun modern dünyada sefalete sürüklenmesi ve her şeyin maddi bir karşılığının olması karanlığın ta kendisidir. Mücadele çağrısı yapmasa da Dil’in davranışlarımızı ve bireyi ne kadar biçimlendiriyor konusu ciddi bir özeleştiridir. Kendini değiştirmeyen birey kurumuş bir yaprak gibi birinin avuçları içinde buruşturulup bir kenara atılacak ya da oraya buraya savrulurken biri üzerine basacak; aklında sadece çıkardığı o ses kalacak: Çıtırtı!

Oyunda, Kaspar’ın sıkışmışlık atmosferini; sahne tasarımı ve oyunculuk üzerinden yaratırken nelere dikkat ettiniz? İzleyicinin bu sıkışmışlığı hissetmesini nasıl sağladınız?

M.S.: Türkiye’de öteden beri tiyatro sanatında oluşmuş kimi değerler vardır. Toplumun kültürüyle koşut gelişmiş geleneksel tiyatro örneğin. Bugün söz konusu olduğunda burjuva hayatının bencilliği, çürümüşlüğü toplumun her kesimine sirayet etmiş durumda. Bu çürümüşlüğe sanat cephesinden yeni yanıtlar üretmeliyiz. Post-modern bireye sesleniş araçları geliştirmeliyiz. Verili biçimlerden köklü bir kopuş olmasa da algı düzeyine hedefi on ikiden vuran oklar fırlatabilmeliyiz. Günümüzde insanın, renklerle, spot reklam cümleleriyle beyni kısırlaştırılıyor.  Bu kesinlikle bilinçli gerçekleşen bir süreç. Hepimiz bu süreçten nasibimizi alıyor ve her şeyi doğal kabul ediyoruz. Aristotales’in deyimiyle “ahlak yönünden iyi” karakterler yaratmak zorunda değiliz, öyle bir karakteri örnek alacak ve kendini sağaltacak bireyler yok günümüzde. Aklı kurcalanmış bireye, kurcalayanların yöntemiyle kendi içeriğimizi sunuyoruz bir başka deyişle. Bu bilinçli bir tercihtir. İçimizde gizli kalmış, bilinçaltımıza işlemiş şiddet ve tahakküm duygularımızı fiziksel olarak da gün yüzüne çıkartıyoruz, bu bedenin çalışmak, yürümek dışında hayatımızın bir parçası olduğu, bedensel aktivitelerimiz zihinsel sürecimizle koşutluk içerdiği için böyle düşünüyoruz. Bedenimizi aklımızın dışında tutamayız. Fiziksel yetilerini kaybetmiş birey zamanla zihinsel yetilerini de kaybedecektir. Aynı şey tersi için de geçerlidir. Sözle birçok şeyi ifade edebilirsiniz bunların büyük bir bölümü doğru da olabilir. Peki, bilinçaltımızda, ruhumuzda oluşan kirlilik ne olacak? Hiç kimse bunları ifade etmez. Biz bu anlamıyla bir yüzleştirmeden söz ediyoruz yaptığımız Kaspar oyunuyla. Korkularımızı, endişelerimizi, kaçışlarımızı kendimize dahi ifade edemiyoruz. Zaten etsek korkuyu yeneceğiz belli oranda. Oyundaki bedensel performansımızı salt estetik görünsün diye uygulamak gibi bir niyetimiz yok elbette, tamamen gerekçeleri bunlardır. 

Oyun sonrası seyirci dönüşleri nasıldı, sizleri nasıl hissettirdi? Ve tabi önümüzdeki süreçte oyun devam edecek, seyirci oyunlarınıza nereden ulaşabilir?

M.S.: Konuşabildiğimiz kişilerde dönüşler gayet olumluydu. En azından kendi içinde bir tartışma alevi yaktığını söyleyebilirim. İnanın küçücük bir kıvılcıma bile ihtiyacımız var. Ve elbette doğa yolunu bulacaktır. Peki ya bizler? Toplum, yaşayanlar, işçiler, emekçiler, öğrenciler ve tüm halk kesimleri doğa yolunu bulmadan önce bu hayatı yaşamaya yazgılı mıyız? Hırsıza hırsız var demezseniz sizi soymaya devam eder. Ve ben Kaspar değilim dediğimizde doğaya müdahil olur ve değiştirebiliriz bu hayatı. 

Bu ay ve sezon boyu oyun devam edecek. Altkat Sanat’ın web sayfasından ve sosyal medya araçlarından izleyicilerimiz programımıza ulaşabilirler. 

                                                                 /././

(soL)





Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ağustos 2025-

17 Ağustos’un 26. yıl dönümde ne vergi var ne de fon…-Murat Batı- Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu? Neden deprem için harc...