Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -29 Aralık 2024-

Laiklik benimsenmeden sınıf mücadelesi verilemez -Oğuz Oyan-

Politik olarak AKP iktidarı ve onun tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı hedefe konulmalı ve bu sefalet ücretinden sorumlu tutulmalıdır. Ama sahne arkasındaki suflörün yani iç ve dış sermaye çevrelerinin rolü asla ikincil plana atılmamalıdır.

Türkiye’de asgari ücretin azami sömürü düzeyinde belirlenmesi bu haftanın en önemli olayıydı. Ama önümüzdeki bir yılın da en önemli sorunu olmaya aday. Seçim olmayan bir siyasi konjonktürde, iktidarın dış politikayı da lehine döndürdüğüne inandığı bir ortamda, siyasi ve sendikal tepkilerin iyice zayıflatıldığı bir dönemde, sermaye ve iktidar alabildiğine fütursuz davranma serbestliğine kavuşmuş gözükmekte.

DİNİ VE FETİHÇİ SALDIRININ GÖLGESİNDE ASGARİ ÜCRET OPERASYONU

Önce 24 Aralık Salı gecesi apar topar Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplattırılıyor. O kadar aceleye getiriliyor ki, Mehmet Şimşek kadar hükmü olmadığı zaten bilinen Çalışma Bakanı’nın baskın toplantıdan haberi bile yok; hızla Ankara’ya çağrılıyor ve sefalet ücreti açıklattırılıyor. Niçin bu acele? Çünkü çarşamba günü “başyüce” grup toplantısında konuşacak. Övüneceği bir asgari ücret düzeyini açıklamak için değil, bu sefil düzeyin emekçilere hazmettirilmesini sağlamak üzere...

“Hazmettirme” operasyonunun arkasında her zamanki gibi din istismarı başrolde. Emekçileri bu fani dünyada haline şükretmeye davet ederek (illa her toplantıda bunun dillendirilmesi gerekmiyor) rıza üretme hamlelerine, açıklanan düzeyin hedef enflasyonun üzerinde olduğuna dair bilindik aldatmaca ekleniyor. Gerçi halkın tam bir perişanlık yaşadığı bir dönemde bunlar yeterli olamazdı ama iktidarın bugünlerde bir “kozu” daha var: Erdoğan’ın Suriye fatihi olarak pazarlanması! Bu nedenle RTE Gruptaki sözlerine “Fetih Suresi” ile başlıyor. Böylece din istismarı-fetih masalı-aşırı emek sömürüsü birleşiveriyor. Erdoğan’ın halk kitleleri üzerindeki bilindik efsunlama etkisi, sermayenin sınıf çıkarları adına harekete geçirilmiş oluyor.

Suriye olayıyla büyük bir fırsat yakaladığını düşünen iktidar ve sermaye çevreleri, emekçilerin haklarına çullanmak için hiç zaman yitirmek istemiyorlar. Dinsel ve milliyetçi duyguları istismar etmek zaten siyaset tezgâhından hiç eksik olmaz. Suriye operasyonu, buna alkış tutan emekçi kitlelerin de gafil avlanmasına neden oluyor. Buraya kadar söylenenden çıkarılabilecek ders şu: Emekçi sınıflar haklarını almak istiyorlarsa, din istismarına kapıyı kapatmalıdırlar. Tersinden söylersek, laiklik benimsenmeden sınıf mücadelesi verilemez. Din ve mezhep istismarının siyasete, devlet işlerine ve emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerine karıştırılmasına müsamaha gösterirseniz, daha yalın ifadeyle laikliği benimsemez ve onun mücadelesini vermezseniz, emek sömürüsünün katmerlenmesine katkıda bulunmuş olursunuz. Benzer uyarıyı şoven ve emperyal milliyetçiliğin sistemin egemenleri tarafından pervasızca kullanılması bakımından da yapabilirsiniz.

Siyasal İslamcıların ve sermayenin bu tezgâhlarına düşmeyen emekçiler, kendilerini aydınlanmış sayabilirler. Elbette egemen sınıf ve siyaset boş durmaz: Emekçi çocuklarının İmam Hatiplere ve ÇEDES’li bir yobaz eğitime mahkûm edilmek istenmesi tam da bu aydınlanmanın yolunun tıkanması amacıyladır. Demek ki sadece ücret ve onun etrafındaki konularda hak mücadelesi yeterli olmaz. Emekçiler öncelikle laik eğitim hakkını kararlılıkla savunmalıdırlar. Çünkü hem laik hem de nitelikli eğitim olmadan, emekçiler ne sınıf mücadelesi verebilir ne de çocuklarına iyi bir gelecek hazırlayabilirler. Kuşkusuz mesele eğitimle başlayıp bitmemektedir; mücadele, kamucu ve toplumcu bir devlet yapısının kurulmasını hedeflemelidir.

SERMAYENİN MEYDAN OKUMASI, SINIF İŞBİRLİKÇİLİĞİ OLMADAN OLMAZDI

Bütün beklentilerin ve emekçi taleplerinin aksine iktidarın asgari ücreti açlık sınırı civarında bağlamaya, üstelik bu düzeyi bir yıllık aşınmaya tabi tutmaya nasıl cüret edebildiği üzerinde daha fazla durulmalıdır. Burada iç ve dış sermayeden aldığı güç ve şimdilik arkasına aldığı geçici milliyetçi hezeyanlar tek başlarına açıklayıcı olamaz. Sınıf işbirlikçiliği üzerinden çalışan sendikal düzenin rolü ve siyasi muhalefet boşluğu görülmeden bu açıklamalar yetersiz kalır.

Türk-İş’in asgari ücret görüşmelerine kerhen katılması ve başkanının ağzından “benim hiçbir üyem asgari ücretli değil” diyerek bu sorumluluğu üzerinde gereksiz bir yük olarak görmesi, aslında asgari ücretlilerin ve asgari ücreti fazlaca aşamayan geniş ücretli kesimlerin “müzakerelerde” sahipsiz kalacağının bir ön kanıtı gibiydi. Bu köhnemiş oyun hep tekrarlanır. Bu yıl aşırı aşındırılmış mevcut asgari ücret düzeyi yüzünden sınıftan gelen tepkiler çok canlı olduğu için, Türk-İş “pazarlığı” biraz daha yukarıdan başlatmak zorunda kaldı. 29.543 TL Türk-İş açısından küçümsenecek bir talep değildi. Ancak mesele talep etmek değildi, onun arkasında durabilmekti. Bu irade hiç olmadı ve tüm taraflar bunu biliyordu. Sadece “mutabakatı imzalamama” tehdidininse içi boştu. Ayrıca Türk-İş açıklamasını iki basamaklı yaparak yani önce yüzde 45 enflasyon farkıyla 24.603 TL’ye ulaşıp bunun üzerine yüzde 20 refah payı isteyerek, aslında “hiç olmazsa ilk düzeye çıkılsın” örtük mesajını da vermişti. Ancak bu talebinin dahi arkasında durabilecek durumda değildi.

Türk-İş yönetimiyle ilgili sorun, onun siyasal İslamcı iktidar (ve dolayısıyla sermaye) ile kendisini kader birliği içinde görmesidir. Zaten bu niteliği bilindiği içindir ki sonuçta böylesine bir sefalet ücreti açıklanabilmektedir. Kaldı ki bu tip sendikacılık, toplu iş sözleşmelerinde elde edilen artışlara yakın asgari ücret artışlarından rahatsız olduğunu belli de etmektedir.

Türk-İş’in yaptığı ender olumlu işlerden biri olan “mutfak/gıda enflasyonu” verilerinin dahi son zamanlarda tartışılır olmaya başlaması bir diğer göstergedir. Haziran-Kasım döneminde 6 ayın 3’ünde Türk-İş’in aylık gıda enflasyonu yüzde 1’in altında açıklanmıştır. Haziran ayında yüzde 0 artış civarında kalınmış, Kasımda ise TÜİK’in yüzde 5,1’lik gıda enflasyonuna karşı Türk-İş yüzde 0,64 oranını açıklayabilmiştir. Türk-İş’in Haziran ve Kasım gıda enflasyonları tam da enflasyon farkları ve asgari ücret-açlık sınırı tartışmalarına denk getirilmiştir!

Elbette politik olarak AKP iktidarı ve onun tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı hedefe konulmalı ve bu sefalet ücretinden sorumlu tutulmalıdır. Ama sahne arkasındaki suflörün yani iç ve dış sermaye çevrelerinin rolü asla ikincil plana atılmamalıdır. Asıl sorumlu sermayenin azgın sömürü ve kâr iştahıdır. AKP iktidarı da sadece siyasi kimliğiyle hatta sermaye sınıfının ve uluslararası sermayenin temsilcisi kimliğiyle değil, aynı zamanda Cumhuriyet döneminin tüm zamanlarının en fazla sermayedarlaşmış iktidarı olarak da hedefe konulmalıdır.

NE YAPMALI?

Türk-İş yönetimi çok sıkıştığı için bir daha Komisyona çağrılmak istemediğini bildirmek zorunda kalmıştır. Son sürecin tek olumlu yanı budur; ama bu kadarı yetmez, bu komisyon tüm işçi sınıfı tarafından reddedilmelidir. Tüm işçi sendikaları konfederasyonlarının katıldığı, sayısal ağırlığın işçi kesimine geçtiği ve grev hakkını da içeren bir yeni yapının kurulduğu kesinleşmeden bu Komisyona katılınmamalıdır. Ayrıca, 6356 sayılı Yasanın 40. maddesindeki teşmil uygulamasının memurları olduğu gibi işçileri de kapsaması mücadelesi verilmeli ve bir işkolundaki toplu iş sözleşmesi sonuçlarının o işkolundaki tüm işyerlerine teşmil edilmesi sağlanmalıdır. Ancak böylece asgari ücretin kapsamı daraltılabilecektir. Bu mücadele, teşmil uygulamasıyla işlevsiz kalacaklarını ve üye kaybedeceklerini düşünen sendika yöneticilerine karşı da verilmek durumundadır.

Çubuğun tam tersine bükülebilmesi için, elbette istikrar programının tüm yükünün sermayeye taşıtılması ve siyasi iktidara siyasi bedel ödetilmesi de şarttır. Her kırılma noktasında mücadele yeniden başlar!

                                                                 /././

Ortadoğu’da Amerikan demokrasisi - Hatırlatmalar/Birgün

Suriye şimdi nereye gidiyor, neler yaşanabilir, istikrar mümkün mü, nasıl bir rejim kurulacak sorularının herkesi meşgul ettiği gelişmeler içinde, Afganistan’dan Irak’a kadar Ortadoğu’nun yakın geçmişini hatırlatmak aynı  zamanda yakın geleceğe de ışık tutmak için önem kazanmış durumda.

Cihatçı çetelerin iktidar deneyimi ile ilk kez Suriye’de karşı karşıya gelmiyoruz. Ortadoğu yarım yüzyılı aşkın bir zamandır ABD emperyalizminin müdahaleleri doğrultusunda şekillenirken, siyasal İslamcı ve cihatçılar da bu müdahalelerin en önemli öznesi olarak öne çıktılar. Siyasal İslamcılığın şekillenmesi de içsel dinamiklerin ötesinde, Amerika’nın Soğuk Savaş politikalarına bağlı olarak gerçekleşmiştir. Sovyetler Birliği’nin “kutsal savaşla” kuşatılması adına yürürlüğe konulan “yeşil kuşak projesi” içinde şekillenen siyasal İslamcılık, Ortadoğu’da özellikle Sovyetler’in Afganistan işgali sonrasında şekillendirilmiştir. Afganistan, cihatçıların merkez üssü haline getirilirken, on yıl sürece işgal boyunca tüm bölgede etkinleştirilmiştir. Sovyet sonrası dünyada ise ABD kendi yarattığı gücü kontrol etmek ve kendisine yönelebilecek riskleri ortadan kaldırmak üzere, BOP ekseninde ılımlı İslamcılık üzerinden yeni bir süreç başlatmıştır. AKP ile birlikte Müslüman Kardeşler’in bölgede öne çıkması, El-Kaide benzeri örgütlenmelerin hedef alınırken onların içinde kontrol edilebilir yeni cihatçıların yaratılması bu sürecin bir parçası olarak yaşanmıştır.

Yakın tarihimize baktığımızda ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrasındaki Afganistan ve Irak işgalleri, Arap Baharının ardından Libya ve Suriye’ye uzanan müdahalelerinde de bunu görüyoruz. Afganistan yirmi yılı aşan bir işgalin ardından, Taliban’ın ortaçağ karanlığına teslim edildi. Parçalanan Irak’ta on yıllardır istikrarsızlık, etnik-mezhepsel ayrışma temelinde bölgesel güç mücadeleleriyle birleşerek sürüp gidiyor. Libya, Kaddafi sonrasında cihatçı çeteler arasındaki bir kabileler savaşı içinde adeta yok edilmiş durumda. On üç yıllık bir iç savaşın ardından HTŞ’nin hâkim olduğu Suriye’de ise şimdiden etnik ve mezhepsel temelli karşıtlık ve çatışma dinamiklerini kendini göstermeye devam ediyor. Ortadoğu’da ABD politikası bir istikrar oluşturmaktan çok istikrarsızlık üzerine kuruludur. Büyük Ortadoğu Projesi tam da etnik ve mezhepsel tüm kimlik çatışma dinamiklerini harekete geçirerek, sınırsız bir parçalanma içinde bir tür daha kontrol edilebilir (ve sürekli çatışma dinamiklerine sahip) butik devletlerin yaratılmasıdır. Siyasal İslamcı ve cihatçı yapılar tam da bu politikanın içinde, kışkırtılan mezhepsel-dinsel fanatizmin özneleri olduğu oranda işlevsel bir noktada durmuştur. Ancak, siyasal İslamcıların şimdi Suriye’de kendilerine atfedilen demokratik ve çoğulcu bir rejimin kapsayıcı kurucu gücüne dönüşmesi mümkün değildir. Ortadoğu ülkelerinin durumu da Suriye’de çok kısa zamanda yaşananlar da bunu göstermeye devam ediyor.

AKP ve MHP iktidarı, Suriye’den bir fetihçilik devşirerek içerde de güç kazanmaya yönelik bir politika izlemeye çalışıyor. ABD’nin Suriye ve yeni Ortadoğu hedeflerine de bağlı olarak, bir tür emperyalizmin jandarması olarak bölgede konumlanma arayışı, AKP için içerde de iktidara tutunmak için bir fırsat kapısı olarak görülüyor. Erdoğan-Colani ikilisi üzerinden kurgulanan bu Amerikan politikası üzerinden Suriye ve bölge için bir istikrar vaadi yükseltiyor. Bu yolda El-Kaide ve IŞİD uzantılı HTŞ ve Colani’nin imajı batı medyası eliyle yenilenmeye çalışılıyor. Colani, ılımlı ve demokrat profiline oturtulmaya çalışırken, IŞID ve El-Kaide içinden yetişmiş HTŞ’nin çetecileri ordudan istihbarata kadar Suriye’nin yeni iktidar yapısının kilit noktalarına yerleştiriyor. Alevilere yönelik baskı ve şiddet haberleri artarken, Kürtlerden Dürzilere kadar tüm kesimlerin yeni rejimde kendilerine nasıl yer bulacakları sorusu yanıtsız kalmaya devam ediyor.

Suriye şimdi nereye gidiyor, neler yaşanabilir, istikrar mümkün mü, nasıl bir rejim kurulacak sorularının herkesi meşgul ettiği gelişmeler içinde, Afganistan’dan Irak’a kadar Ortadoğu’nun yakın geçmişini hatırlatmak aynı zamanda yakın geleceğe de ışık tutmak için önem kazanmış durumda.

∗∗

AFGANİSTAN’DA AMERİKANCI ŞERİATIN KURULUŞU

Afganistan’ın bugün içinde yaşadığı baskıcı, şeriatçı rejimin temelinde SSCB’yi çevreleme ve zayıflatma çerçevesiyle başlayıp, Ortadoğu’da İslamcı aktörler eliyle kurulması hedeflenen Yeşil Kuşak projesine kadar her adımında ABD’nin emperyalist stratejileri etkin oldu.

ABD Ortadoğu’da SSCB etkisinin, özellikle de sosyalist Arap milliyetçiliğinin geriletilmesi için panzehir olarak İslamcılığı gördü. Bu yaklaşıma zemin hazırlayan en önemli gelişmelerden biri, İngiliz sömürgeciliğine karşı bir reaksiyon olarak kurulan Müslüman Kardeşler’in, 1950’ler itibariyle sosyalist, bağımsız siyasetlere karşı örgütlenerek İngiliz etkisine girmesi oldu. Önce İngilizlerin, ardından ise ABD’nin kullanışlı bulduğu İhvan hareketi, Mısır’ın sınırları dışına taşındı, Ortadoğu’da farklı ülkelerde Müslüman Kardeşler örgütlenmeleri kurulmaya başlandı. Bu stratejiyi pekiştirmek adına benzer bir formül de Suudi Arabistan’ın kurduğu Rabıta; Dünya İslam Örgütü oldu. Türkiye’de de İhvan ve Rabıta İslamcı tarikatların desteklenerek büyütülmesinin önünü açtı. Benzer şekilde ülkemizde kurulan, Fethullah Gülen gibi isimleri ortaya çıkaran Komünizmle Mücadele Dernekleri de yine bölgede sosyalizm rüzgârına karşı Batıyla uyumlu bir siyasal İslam projesinin sonucu olarak kuruldu.

ABD’nin, önce SSCB’yi sarmalama hedefi ile Türkiye’yi de içine alan dolaylı savaş stratejisi, bölgede görülen “fırsatlar” ile birlikte Yeşil Kuşak stratejisine evrildi, İhvan ve Rabıta ile başlayarak tüm bölgede doğrudan CIA finansmanı ile örgütlendirildi. Bölgede SSCB karşıtı, Batı ve neoliberalizm yanlısı ılımlı islamcı iktidarlar kuşağı kurabilme fikri Mısır’dan Suriye’ye, Türkiye’den Tunus’a farklı örgütlenmeler aracılığı ile desteklendi.

Ancak 1970’lere gelindiğinde ABD, Afganistan’daki gelişmeler sonucu İslamcılığın siyasal bir örgütlenmenin ötesine geçebileceğini fark etti. Afganistan’da doğrudan Amerikan hükümeti ve CIA desteği ile kurulup büyütülen Taliban ve El-Kaide örgütleri ile bugün hâlâ bölgemizin kaderini şekillendiren cihatçı İslamcılık yolu açıldı.

Taliban ve El-Kaide’nin Afganistan’da önemli siyasi aktörler haline gelmesi, doğrudan ABD’nin ülkede mezhep temelli, antikomünist örgütler eliyle iç savaş çıkarma stratejisinin sonucuydu. SSCB’ye karşı savaşması için finansal ve askerî yatırımların yanı sıra, bu dönemde ABD’nin müttefiki olarak yansıtılan mücahitler, aynı zamanda ana akım medyada da özgürlük savaşçıları olarak yansıtılıyor, CIA finansmanıyla dünya çapında gazetelere cihada katılma çağrısı yapılan ilanlar veriliyordu.

AFGAN OKULLARINA SOKULAN CIA CİHATÇILIĞI

Ortadoğu’da cihatçı örgütlerin oluşumu ve yeşermesi, Afganistan’da SSCB’ye karşı ABD’nin örgütlediği “mücahitlerle” başladı. Afganistan’da 1978 yılında Sovyet ve sosyalizm yanlısı askerlerin iktidara gelmesi sonucu, ABD ve Pakistan’ın finansman ve silah desteğini alan İslamcı gruplar silahlı ayaklanma çıkardı. Afganistan’da bugün Taliban’ın şeriat karanlığına giden süreç, henüz 45 yıl önce, doğrudan ABD teşvikiyle başlamış oldu. 1979’da yaşanan iç savaşı durdurmak için bu kez SSCB’nin Afganistan’a doğrudan müdahalesi, karşıt islamcı grupları ABD gözünde daha da kıymete bindirdi. Pakistan’da eğitim verilen, finansman ve silah desteği sağlanan gruplar, Afganistan’a geçerek SSCB’ye karşı iç savaşı örgütledi. ABD’nin SSCB’nin bölgesel olarak geriletilmesi stratejisinde dost ve kardeş olarak gördüğü “mücahitlere” 1979’dan 1985’e kadar toplam 250 milyon dolar yardım yapıldı. 1985 yılında dönemin Amerikan başkanı Ronald Reagan, mücahitlere SSCB’ye karşı kullanılmak üzere uçaksavar füzelerinin verilmesini onayladı. İslamabad havalimanına doğrudan ABD ikmali ile getirilen silahlar, burada radikal islamcı gruplara dağıtılıyordu.

Taliban ve El-Kaide’nin Afganistan’da önemli siyasi aktörler haline gelmesi, doğrudan ABD’nin ülkede mezhep temelli, antikomünist örgütler eliyle iç savaş çıkarma stratejisinin sonucuydu. SSCB’ye karşı savaşması için finansal ve askerî yatırımların yanı sıra, bu dönemde ABD’nin müttefiki olarak yansıtılan mücahitler, aynı zamanda ana akım medyada da özgürlük savaşçıları olarak yansıtılıyor, CIA finansmanıyla dünya çapında gazetelere cihada katılma çağrısı yapılan ilanlar veriliyordu. Amerikan kanalları Taliban’ın başarılarını kutlayan belgeseller çekip Müslüman nüfus yoğunluklu ülkelere servis ediyordu. Afganistan’da çocukların cihatçı örgütlere katılması için motivasyon çalışmaları yürütülüyordu. Taliban’ın ABD finansmanı ile kurduğu eğitim merkezlerinde ilköğretim matematik derslerinde çocuklara hız problemleri, Rus askerlerini öldüren mücahitlerin kalaşnikof mermileri üzerinden anlatılıyordu.

Tüm bu yatırımlar, daha karanlık bir ekonomi-politiği de yaratıyordu. Afganistan’da eroin üretimi 1970’lerde CIA tarafından, ülkede mücahit örgütlenmesini finanse etmek amacıyla başlatıldı. CIA Afganistan’da üretilen eroini dünya pazarına taşıyarak gelirleriyle de Taliban, El-Kaide mensuplarına silah, finansman desteği verdi. Cihatçı örgütlenmeleri doğuran, dünyayı eroinle zehirleyen, ülkeyi mezhepçi katliamlar ve kadın köle pazarlarıyla dolduran tüm bu stratejinin karşılığı olarak ABD, geçen on yıllarda batı hegemonyasına karşı önemli kazanımlar elde eden antiemperyalist ulusal kurtuluş hareketlerine karşılık olarak kendi sağcı, mezhepçi gerilla örgütleri kuruyordu.

TALİBAN DEMOKRASİSİ

Afganistan’da cihatçı İslamcılığın ABD tarafından örgütlendirilmesi öncesinde SSCB, bölgedeki Arap ülkelerinin çoğuyla yakın ilişki içerisindeydi. Kalkınmacı-bağımsızlıkçı Arap milliyetçilikleri, sömürge dönemi sonrası yerleşen seküler rejimler, Soğuk Savaşta ABD emperyalizmine karşı önemli bir uluslararası destek sağlıyordu. ABD’nin Afganistan’da Pakistan taşeronluğunda kurguladığı siyasal İslamcılık, yalnızca SSCB’nin jeopolitik etkisini kırmakla sınırlı olmadı, bütün bir Ortadoğu’nun siyasal-toplumsal gidişatını, cihatçı mezhepçilik zehriyle tersine çevirdi.

1988’de SSCB’nin Afganistan’dan koşulsuz çıkışı sonrası ülke Taliban’a teslim edilirken, Batı cihatçı mücahitlerle işinin bittiğini düşünse de tarih aksine aktı. Taliban’ın Afganistan’da 20. yüzyılda ülkede kurulan tüm seküler kurumları yıkışı, Şii katliamları, kadınların eğitimden çektirilmesi, cariye pazarlarının kurulması, El-Kaide’yle girilen siyasi ittifak… Tüm bu gelişmeler yaşanırken örgütün en büyük destekçisi ABD olarak kaldı. SSCB işgali bitmiş, Afganistan’a demokrasi gelmişti!

1990’larla birlikte, yıllardır ABD-Pakistan-Suudi Arabistan üçgeni tarafından finanse edilen, eğitilen, silahlandırılan El-Kaide vb, Afganistan merkezli İslamcı yapılar, “cihadı sürdürmeye ve yaymaya kararlıydı”, El-Kaide dünyanın farklı yerlerinde kanlı terör eylemleri düzenleyen uluslararası bir örgütlenme haline gelmişti. 11 Eylül ile birlikte ise, cihatçı İslamcılık ABD’nin Ortadoğu stratejisinde bu kez uzaktan desteklenen müttefik yerine, Amerikan ordusunun bölgedeki varlığını meşrulaştıracak, bir tür demokrasi düşmanı korkuluk işlevi gördü.

AMERİKAN ORDUSUYLA GELEN ŞERİAT

2001’de Bin Ladin’i teslim etmeyi reddeden Taliban Afganistan’ının Amerikan ordusu tarafından işgali, cihatçı örgütleri bitirmek yerine güçlendirdi ve etki alanını genişletti. Hakeza askerî varlığını ilk kez Ortadoğu’ya taşıyan ABD de bir daha bölgeden çıkmadı. SSCB’den sonra kendisine sözde yeni bir düşman yaratan El-Kaide vb selefi cihatçı örgütlenmeler, buradaki savaş birikimini sonrasında Irak ve Suriye’ye taşıdı.

2001’de başlayan ve 20 yıl boyunca dönem dönem yoğunlaşarak süren işgalin sonunda ABD bir türlü Taliban ve El-Kaide’ye karşı aradığı “ılımlı İslamcı” aktörü bulamadı. SSCB’ye karşı Taliban’ı örgütleyen akıl, yine benzer yöntemlerle, ülke içerisinde büyütülen mafya ve çetelerle yeni bir siyasal aktör yaratma konusunda başarısız oldu. İşgalin 20. yılında ABD Afganistan’dan kaçarcasına çıkarken, akıllarda şeriat karanlığından kurtulabilmek için uçak kanadına tutunmaya çalışan insanların trajedisi kaldı.

Geçen üç yılda, Afganistan yeniden tamamen Taliban’ın egemenliğine geçti. Ağır şeriat hükümlerinin uygulandığı ülkede, en ufak siyasal ayaklanma kanla bastırılıyor. Kadınların eğitime katılımı tamamen yasaklandı. Parklara, spor salonlarına ve benzeri kamusal alanlara gidişleri cezalandırılıyor. Kamusal alanda kırbaçlama, taşlama, uzuv kesme gibi şeri hükümlere dayalı cezalar uygulanıyor. Kadınlara peçe takma zorunluluğu getirildi, çalıştıkları işlerden uzaklaştırıldı.

Sonuç olarak ABD’nin 1970’lerde SSCB’ye karşı cihatçı örgütlerin kurulması ve desteklenmesi ile başlayan Afganistan harekâtı, 50 yılın sonunda 3 milyona yakın ölüm, yıkılmış bir ülke, insanlık dışı bir şeriat rejimi ile sonuçlandı. ABD’nin ilkokul sıralarına kadar soktuğu cihat propagandaları, silahlarını verdiği katliamlar, finanse ettiği mezhepçi savaşçılar, Afganistan’ı bugün Taliban şeriatında ışık görünmeyen bir karanlığa gömdü.

∗∗

IRAK: ABD “DEMOKRASİ” GETİRİYOR

Amerikan emperyalizminin Afganistan işgalinden sonraki ikinci durağı, henüz 2 yıl sonra Irak’ın işgali oldu. 1991’deki Körfez Savaşından bu yana Saddam’ı Amerikan çıkarlarına ters gören, Ortadoğu petrollerini ele geçirme hedefindeki Washington, doğruluğu hiçbir zaman kanıtlanamayan bir iddiayla, dünya kamuoyunun tepkisine rağmen Irak’ı işgal etti. Afganistan işgalinden beri Irak’a girmeyi hedefleyen ABD’nin Saddam’ın “kitle imha silahları bulundurduğu” iddiasını dönemin İngiliz İşçi Partili başbakanı Tony Blair, “Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları bulundurduğu su götürmez bir gerçek” sözüyle destekledi. İddialar, mobil biyolojik silah laboratuvarları gibi uçuk senaryolara kadar yükseldi. 2003 yılında henüz çiçeği burnunda AKP iktidarının o dönem iki partili meclisten işgali desteklemek için geçirmek istediği Irak tezkeresi, ülke kamuoyundaki işgal karşıtı reaksiyon ile engellenebildi.

Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Enerji Kurumunun aksi kanısına rağmen ABD’nin liderliğindeki emperyalist blok Irak’ı işgal etti. Bahanelerin gerçekliği önemli değildi, nitekim hiçbir zaman da bu silahlar bulunamadı. Ancak emperyalizmin yeni kaynak arayışı, silah, sanayi, finans sektörlerinin iştahı işgali geçerli kıldı. 20 Mart 2003’te “Irak’a Özgürlük Operasyonu” başlatıldı.

IRAK PETROLLERİNE “ÖZGÜRLÜK”

İşgal güçleri, Kuzey Irak’taki Kürt peşmergelerle birlikte 2 ay içerisinde Irak ordusunu yenilgiye uğrattı. ABD, ülkede siyasi iktidarı ele geçirdi. İşgalin 2. yılında “İslami-Demokratik” federal anayasaya geçti. Ülke etnik ve mezhepsel ayrılık üzerinden yeniden haritalandırıldı. ABD, Kuzey Irak petrollerini ele geçirdi, bölgede Barzani liderliğinde kurulan Bölgesel Yönetimi himayesine alarak ülkenin kaynaklarını güvence altına aldı.

Ancak ABD’nin Vietnam’dan sonraki en kanlı işgali olan Irak’taki askerî müdahalesi, işkenceleriyle ünlü hapishaneleri, ülkenin siyasal yapısını mezhepçi gerilimi şiddetlendirecek şekilde değişmesi, Saddam destekçisi Sünnilerin tasfiyesi gibi hamleler, ülkeyi bugün bile tam olarak bitmemiş bir iç savaşa sürükledi. Wikileaks belgelerine göre daha 6. yılında 100 binden fazla sivil ölümün yaşandığı işgal, dünya tarihine Amerikan emperyalizminin en büyük suçlarından biri olarak geçti. Ancak hep yıkım, işkenceler, katliamlarla anılan işgalin en büyük zararlarından biri, Irak’ın etnik-mezhepçi temelde bölünerek egemenlik, demokrasi ve kardeşlik temelinde birleşebilecek bir ülke olabilme ihtimalini tamamen rafa kaldırdı. En kaba haliyle böl-yönet stratejisi, Ortadoğu için yeni model haline getirildi. Bunun yanı sıra yine Irak’ta denenen, Amerikan askerî-endüstriyel kompleksinin Amerikan şirketlerinin yağması için egemen ülkelere yönelik müdahalecilik modeli 21. yüzyılın başat emperyalist stratejilerinden biri haline geldi.

Amerikan askerlerinin kontrolündeki hapishanelerde, sonrasında Wikileaks vb. sızıntılarda ortaya çıkan insanlık dışı işkence ve muameleler, Afganistan işgaliyle güçlenen El-Kaide vb. cihatçı örgütlenmelere yeni bir alan açtı. Özellikle işgal sonrası tasfiye edilen Saddam hükümeti dönemi komutanları, Irak’ta El-Kaide yapılanmalarını örgütledi. Ardından Suriye savaşında aktör haline gelecek El-Nusra ve IŞİD’in öncülü olan Irak El-Kaide’si, doğrudan Amerikan işgalinin sonucuydu. Sürpriz olmayan bir biçimde, bu örgütlerin terör saldırılarının hedefleri de büyük ölçüde işgali Amerikan askerleri değil, ülkedeki Şii siviller oldu.

BÖLÜNME YAPISALLAŞTIRILDI

Amerikan işgalinin Irak ve Ortadoğu siyasetine etkisi yalnızca cihatçı örgütlere alan açması olmadı. Irak işgali sonrası ABD’nin “özgürleştirme” ve “demokrasi” hamlesi, ülkenin tüm siyasal yapısının ancak etnik ve mezhepsel temelde temsil edilebildiği bir modeli yarattı. Tüm yasama ve yürütme aygıtlarının Sünni, Şii ve Kürt temsili üzerinden bölündüğü bu yapı, bahsedilen kimlikler arasındaki hiyerarşiyi kristalize etti, sürekli siyasal kriz yaratan bir hale getirdi. Sünni Arapların ülkedeki siyasal temsil düzeyindeki zayıflık mezhepçi örgütlenmeleri güçlendirirken, Irak haritasının tamamen Şii-Sünni-Kürt kimlikleri ve mezhepleri üzerinden şekillenmesi de ülkenin bütünlüğünü tamamen ortadan kaldırdı.

Doğrudan ABD’nin sömürgeci güç olarak kendi masasında kurguladığı ve ülkeyi siyasal olarak kırılganlaştırılan, sürekli yeni iç savaş potansiyelleri ve siyasi krizler üreten sistemin sorunları, geçen yıllarda da kendisini göstermeye devam etti. Irak’ta El-Kaide, vb. örgütlerin saldırıları on yıllarca kesintisiz olarak sürdü, Suriye savaşının patlak vermesinin ardından IŞİD, Irak’ın dağınıklığı ve zayıflığı sayesinde ülkede çok hızlı bir şekilde topraklarını genişletti, siyasal egemenliğine Amerikan emperyalizmi tarafından el koyulan Irak, başta da ABD ve İran olmak üzere farklı jeopolitik güçlerin vekil gücü haline geldi. 2003’te Irak’a “demokrasi getirmek için” başlatılan işgalin sonucu, anayasal temelden parçalanmış bir ülke, yerleşik kimlik gerilimleri, sonu gelmeyen cihatçı terör ve ülke kaynaklarının sürekli düzeyde yağmalanması oldu. ABD, Irak’ta gördüğü “fırsatları”, gelecek yıllarda Libya ve Suriye’de de gerçekleştirmek isteyecekti.

∗∗

LİBYA: NATO HEDİYESİ BİTMEYEN İÇ SAVAŞ

Afganistan ve Irak savaşlarının kanlı bilançosunun Amerikan müdahaleciliğine negatif yansıması ve yarattığı meşruiyet krizi, 2010 Arap baharında kimi ülkelerde siyasal İslamcı güçlerin iktidarı ele geçirmesiyle bir nebze yumuşadı. Özellikle ABD’nin tamamen kontrolünde olmayan ülkelerdeki siyasal isyanlar ve iktidar değişiklikleri, Washington’da yeni bir fırsat penceresi açtı. Haritada Suriye ve Libya, Irak’ta geçen kanlı 8 yılın ardından yeni işgal hedefleri olarak seçildi.

BAĞIMSIZ AFRİKA KORKUSU

Bölgenin en büyük petrol rezervlerini barındıran Libya’nın bağımsızlığına kavuşması, sağlık ve eğitimin ücretsiz hale getirilmesi, okuma yazma oranının dört katına çıkarılması ve ülkenin laik bir temelde kalkınması sürecinin başrolü olan Kaddafi, Arap baharından en az etkilenen ülkeydi. Yanı başında Mısır ve Tunus’ta yaşanan kitlesel ayaklanmalara karşın, Libya’da kendiliğinden gelişen ciddi bir eylemlilik yaşanmadı. Ancak on yıllardır Amerikan karşıtı bir pozisyon ile dedolarizasyon ve Afrika birliğini savunan Kaddafi’nin bir toplumsal ayaklanma ya da iç savaşla devrilme ihtimali ABD açısından Mısır ve Tunus’tan çok daha kıymetliydi. Nitekim eşzamanlı olarak Suriye’de yapıldığı gibi Libya’da da ABD başta olmak üzere emperyalist blok el altından para ve silah desteği verdiği örgütlenmeler üzerinden yapay bir toplumsal ayaklanma örgütlemeye girişti. Kaddafi hükümetinin bu ayaklanmaları bastırma girişimi NATO müdahalesi için yeterli bir sebepti. 2016 Amerikan seçimlerinde Clinton’ın sızdırılan mailleri de Libya’ya müdahalenin temelinde Kaddafi’nin dolar yerine Afrika’nın ortak para birimi olarak altın dinarına geçilmesi için yatırım yapma “suçu” olduğunu ortaya çıkardı.

19 Mart 2011’de Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan orduları başta olmak üzere tüm NATO üyelerinin desteği ile Libya’ya hava bombardımanı başlatıldı. Libya ordusunu imha ederek Kaddafi’yi devirmeyi hedefleyen operasyon, 400’den fazla sivilin katledilmesine sebep oldu. NATO hava saldırılarının desteklediği Ulusal Geçiş Hükümeti güçleri Trablus’u ele geçirdikten sonra iktidardan düşen Kaddafi, muhalifler tarafından yakalandı, işkence edilip öldürüldü. NATO’nun desteklediği sözde “özgürlükçü” Geçiş Hükümeti, Kaddafi’nin cesedini halka göstermek için günlerce soğuk hava deposunda sergilendi.

BİTMEYEN İÇ SAVAŞ

Doğduğu İtalyan Libya’sından çıkıp, ülkeden İtalyan güçlerini kovan Kaddafi, 2011 yılına gelindiğinde ABD önderliğinde ülkenin sömürge döneminden bu yana yıllarca kanını emen İtalya ve Fransa’nın askerî müdahalesiyle iktidardan indirildi. Libya ordusunun silahları ele geçirilip, alelacele Suriye’deki yeni muhalif güçlere teslim edildi. Kaddafi’nin ölümü sırasında ve sonrasındaki vahşet, Libya’nın gelecek 13 yılda yaşayacaklarının habercisiydi. Libya’da NATO bombardımanı ve Kaddafi’nin devrilmesinden sonra, Amerikan destekli gruplarla oluşturulmaya çalışılan geçiş hükümeti süreci ise ancak 2 yıl dayanabildi. 2014’te, meclisteki iki büyük partinin girdiği iktidar yarışı, ülkede müdahale sonrası oluşan çok parçalı yapı, Amerikan işgallerinin güçlendirdiği İslamcı eğilimler ülkeyi hâlâ neticelenmemiş bir iç savaşa sürükledi. İktidara gelen Ulusal Kongrenin yolsuzlukları, kadınlara yönelik baskıları, antidemokratik uygulamalar, NATO bombardımanının yıkımı tamir edilememiş ülkede yeni bir iç savaşı getirdi. ABD, Türkiye, Katar karşısında ise Rusya’nın vekil güçler üzerinden sürdürdüğü iç savaş, ülkenin Kaddafi sonrası kırılganlaşan tüm birliğini ve altyapısını imha etti. IŞİD belli bir dönem ülkede güç sahibi oldu. Geçmişte halkın enerjiye erişimi son derece düşük fiyatlarla olan petrol zengini Libya’da bugün hâlâ kesintisiz bir elektrik sistemi sağlanabilmiş değil. Ülkenin petrol rezervleri bombardımanı gerçekleştiren ülkeler arasında bölüşüldü. ABD doları, Fransızlar petrol yataklarını kurtardı. Libyalılara ise 10 binlerce sivil ölümünün yanı sıra artık sonlanacağına dair bile umut olmayan bir iç savaş kaldı.

                                                                /././

soL "KÜLTÜR" -29 Aralık 2024-

 Sabahattin Ali: Yol ve Ötesi -Fatma Cansu-

Eşitsizliğin çığ gibi büyüdüğü, bir avuç sömürücünün milyonlarca işçinin sırtından zenginleştiği bugünlerde Sabahattin Ali'nin kamyon yolculuğunda anlattığı her şey daha da anlamlı hale geliyor.

Yazar, yönetmen Erkan Çelikol’un oyunu "Sabahattin Ali: Yol ve Ötesi" 20 Aralık Cuma Akşamı Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde seyirciyle buluştu.

Oyunda, Sabahattin Ali'yi Cansu Fırıncı, Ali Ertekin'i Orhan Aydın, İstihbaratçı komiseri Mehmet Okuroğlu, Maria karakterini Pınar Demiral ve İşkenceci polisi Onur Coşkun canlandırıyor.

Sahnenin ortasında duran ve oyunun büyük bölümünün içinde geçtiği dönemin ruhunu yansıtan yeşil kamyon, kasasına koyulan domates kasalarına kadar her ayrıntı düşünülmüş. Oyuncuların dönemle ve sahnenin ambiyansıyla uyumlu kostümleri ve oyuna canlı performansıyla eşlik eden piyanist Dengin Ceyhan oyunun etkisini daha da arttırıyor.

Bulgaristan yolunda... 

Oyun 1948 yılının Türkiye’sinde geçmekte. Sabahattin Ali’nin faili meçhul cinayetine giden süreci ve son 24 saatini konu edinir. Sabahattin Ali, çıkardığı gazete ve dergilerindeki yazıları nedeniyle açılan davalar, hapis istemi gibi çeşitli baskı unsurlarıyla mücadele ederken, bunlara ölüm tehditleri de eklenince çareyi, çok sevdiği ülkesini ve sevdiklerini geride bırakma pahasına Bulgaristan’a gitmekte bulur.

Siyasetten bihaber kendi halinde bir köylü olan Ali Ertekin, kiraladığı bir kamyonla her hafta Edirne’den ucuz sebze getirip pazarda dağıtır. Sabahattin Ali’nin yolu bir şekilde Ali Ertekin ile kesişir ve kendisini Bulgaristan sınırına götürmesi için anlaşır. Ancak bu plandan istihbaratın da haberi olur ve Ali Ertekin istihbaratçıların gözdağı ve işkencelerine maruz kaldığında Sabahattin Ali’nin ülkesi için tehlikeli biri olduğuna ve yok edilmesi gerektiğine ikna edilir.

Sözleştikleri gün ve saatte buluşup yola koyulurlar. Ölümüne doğru yol aldığını bilmeyen Sabahattin Ali, bir yandan sevdiklerinden ve memleketinden ayrılmanın hüznünü yaşarken, bir yandan da aydın sorumluluğuyla, kamyon şoförüyle tanışmaya, eşitlikten, özgürlükten, sömürüldüğü gerçeğinden bahsederek bilinçlendirmeye çalışır. Ali Ertekin'in duydukları karşısında, hissettiği korku ile hak verme arasındaki çizgide salınırken yaşadığı çırpınışları sırasında seyircileri yer yer güldüren diyaloglar yaşanır.

Yazar, böylesine trajik bir olayı yer yer mizah unsurlarıyla süsleyip hafifleterek, oyunu polisiye bir merak olmaktan çıkarıp, politik bir düzleme oturtmayı başarmış ve seyircisini doğru soruları sormaya yönlendirmiş.

Sabahattin Ali neden öldürüldü?

Sabahattin Ali'nin sosyalist kimliğine dikkat çekerek, Sovyetler Birliği'nin kuruluşu ve  güçlenmesinin ardından sosyalizm düşüncesinin, kapitalist ülkeler için tehdit oluşturduğunu ve bu cinayetin rastgele bir cinayet olmadığını "Bir Sabahattin Ali ölür, Bin Sabahattin Ali gelir" repliğiyle ifade ederek, sosyalist düşünceyi savunan aydınların hedef alındığı mesajını verilmiş.

Oyunu izleyecekler için dönemin siyasi atmosferine değinmeden geçmek, Sabahattin Ali'yi ve cinayetini de anlamak açısından eksik kalacak.

1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla birlikte 2. Dünya Savaşı resmen başladı ve 1944’e kadar devam etti. 1917 yılında kurulmuş olan Sovyetler Birliği, Stalin önderliğinde Nazi Almanya’sını ve müttefiklerini durdurmayı başardı. 2. Dünya Savaşı döneminde, İsmet İnönü hükümeti tarafından yönetilen Türkiye, ABD’ye yakın bir siyasi tutum içerisindeydi. Önce Türkiye'ye Truman doktrini sonucunda Marshall yardımları ardından Kore’ye asker gönderilmesi ve nihayetinde NATO’ya girişi… 

Savaşın sonuna doğru Türkiye’de hükümet değişti ve CHP iktidarı yerini Celal Bayar liderliğindeki Demokrat Parti’ye bıraktı.

Cumhuriyetin kurucu kadrolarının da yer aldığı tek parti döneminde, Türkiye’nin ideolojik ve siyasi konumlanışı nedeniyle yanıbaşında kurulan Sovyet iktidarı bir tehdit olarak algılandı, komünizmle mücadele dernekleri kuruldu. Dönemin sosyalist aydınları, komünizmi yaymakla suçlanarak sonu gelmeyen soruşturma, hapis ve sürgün gibi uygulamalarla sindirilmeye çalışıldı.

Sabahattin Ali'nin yolu önümüzü aydınlatıyor

Bu oyun her ne kadar bizlere 1940'ları anlatıyor olsa da, bugün yaşadığımız sorunların, ülkemizin başına çöreklenmiş antikomünist aklın sonuçları olduğunu biliyoruz.

Oyunun içindeki bazı diyalogları izlerken 75 yıl önce yaşamış insanların sorunlarını değil, günümüzdeki yoksulluğun, sömürünün, savaşların başımıza açtığı dertlerin önizlemesini görüyoruz. 

Eşitsizliğin çığ gibi büyüdüğü, bir avuç sömürücünün milyonlarca işçinin sırtından zenginleştiği bugünlerde Sabahattin Ali'nin kamyon yolculuğunda anlattığı her şey daha da anlamlı hale geliyor.

Oyunun Künyesi:

  • Yazan ve Yöneten: Erkan Çelikol
  • Genel Sanat Yönetmeni: Bekir Erdem Öz
  • Oyun Türü: Dram,  
  • Müzik:Dengin Ceyhan
  • Dekor Tasarım: Erkan Çelikol
  • Teknik Tasarım: Şevket Çemç
  • Genel Koordinatör:Gökhan Erkurt

Oyuncular 

  • Orhan Aydın
  • Cansu Fırıncı
  • Pınar Demiral
  • Onur Coşkun
  • Mehmet Okuroğlu
                                                       /././
Eyüplerin kurtuluşu nerede?-Efe Ardıç-
"Halayda elini tuttuğu adamın bütün günü kendisini öldürme çabasıyla geçirdiğinin farkında değildir. Bu da bugün kendini hissettirmeyen ancak kaynayan bir gerçekliğe işaret ediyor."

Murat Fıratoğlu’nun 2024 çıkışlı filmi “Hemme'nin Öldüğü Günlerden Biri”, 81. Venedik Film Festivali’nde Orizzonti Jüri Özel Ödülü, 31. Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü, SİYAD En İyi Film Ödülü ve 35. Ankara Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kurgu ödüllerini aldı. Dolayısıyla üstüne konuşmak lazım. 

Film Siverek’te borçlar ile boğuşan ve başka bir iş bulamadığı için sıcak güneşin altında domates kurutan Eyüp’ün hikayesini anlatıyor. Uzun süredir yevmiyesini alamayan Eyüp ırgatbaşı Hemme’yle iyice gerilip onu öldürmeye karar veriyor. Film boyunca Eyüp’ün evden silahını alıp geri dönmeye çalışırken bozulup duran motoru ve yolda karşılaştığı insanların onu meşgul etmesi yüzünden emeline varamayışını izliyoruz.

Film hayli tanıdık. İlk elden Yılmaz Güney filmlerini ya da Orhan Kemal romanlarını getiriyor akla. Yola patronunu öldürmek gayesiyle çıkıp yolun sonunda kendini, onunla halay çekerken bulan Eyüp’ü; Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanındaki Kürt Zeynel’le ister istemez karşılaştırıyoruz. Zeynel de benzer bir ırgatlık işinde çalışırken kovulduğu için harmanları aleve vererek tepki göstermişti.

                   Erden Kıral'ın Bereketli Topraklar Üzerinde uyarlamasında Zeynel rolünde Tuncel Kurtiz

Bu tanıdıklık hepsinin benzer coğrafyalarda geçen ırgatlık hikayeleri olmaları ile mi alakalı? Biraz evet. Ama işledikleri konu bu peyzajın ötesinde ortaklaşıyor. Bu hikayelerin hepsi bir yandan eski ve güncel olanın üst üste binmiş, çelişkili yapısını ve farklı karakterlerin bu yapının zorunlulukları içeresinde nasıl hareket ettiğini inceliyor.  

Mücadele temaları ve biçimleri

Tarih her yanı ile tutarlı ve eşit bir biçimde ilerlemez. İlerlerken muhakkak eskinin artıklarını da içinde belli ölçülerde (genelde dönüştürerek) barındırır. Bu açıdan modernleşme ya da sermayenin egemenlik ve kültürel hegemonya alanını genişletme eğilimleri de birer süreçtir ve dolayısıyla çeşitli anlarında eski ile yeniyi aynı anda içinde bulunduran eşitsiz olgulardır. Üstüne konuştuğumuz hikayeler de bu eşitsizlik ve çelişkileri bolca içinde bulunduran topraklarda geçen hikayelerdir.

Biraz daha açalım. Türkiye’nin kentleşme süreci Avrupalı örneklerden farklı olarak sanayileşmenin önünde ilerlemiştir. Kırdan kente göçün en hızlandığı ve dolayısıyla kentlerin en hızlı genişlediği dönemlerde sanayi alanı bu göçü emebilecek istihdam alanını sağlayamamış, küçük toprak mülkiyetinin yaygınlığı göç edenlerin kırla ekonomik bağlarının kopmadığı bir kentleşmeyi sağlayabilmiştir. Bu durum kente göç etmiş birinin sanayi işçiliği ya da işsizlik arasında kalacağı sanayi ile kentleşmenin el ele gittiği bir senaryo ile karşılaştırıldığında modernleştirmeyen ve sınıf savaşının dozunun düşük hissedildiği bir kentlileşme alanı oluşturulduğu görülebilir. Gecekondu mahallelerinde, marjinal hizmet alanlarında istihdam sağlayarak, kır yaşamı yeniden üretilebilmiştir.

Zeynel de Eyüp de üretim araçları ile kurdukları ilişki bakımından gayet modern denklemler içerisindeler. Yaşadıkları emek sömürüsü ve dolayımında yaşadıkları bütün problemler, hikâyenin etrafında kurulduğu temel antagonizmalar çağlarıyla tutarlıdır ve daha kentli bir sahnede de farklı bir görüntü vermeyecektir: borcun üstünde yarattığı baskı, çalışıp maaşını alamamak, haksız yere kovulmak ve patronunla aranda oluşan düşmanlık.

Bunun dışında kalan yaşamları ise daha eski bir dünyanın kalıntıları ile bezenmiştir. İnsan ilişkileri, değer setleri, yaşam alanları ve dolayısıyla kendilerini içinde buldukları durumlarda gösterdikleri reflekslerde bu bezemeyi görürüz. Biriyle yaşadığın gerginliğin sonucu ya da onurun zedelendiğinde silahı çekip o kişiyi vurmak, yine Avrupa ile karşılaştıracaksak 19.yy’ın işçi sınıfı mücadelelerinden ziyade orta çağın şövalyelerini anımsatır bize. Aşiretler ve kan davalarıyla bezenmiş bir dünyanın refleksidir. Ve yine karşılaştırma kuracaksak modern kent ortak yaşam kurulan ve birlikte hareket etme kabiliyeti/refleksi yaratan bir yaşam alanıdır. Eyüp’le Zeynel’in eylemleri ise kasıtlı ve inatçı bir biçimde bireyseldir. Zeynel kendisi de işçi olan yakın arkadaşını dahil etmemek için özel bir çabaya bile girmiştir. Buradan modern sınıf savaşımı değil, en fazla onur, yiğitlik, kahramanlık gibi temalar çıkabilir. Aynı ilkellik yine Zeynel’in “Canımı yaktılar, canlarını yaktım” sözünde de görülebilir.

Ne harman yakmak ne de ırgatbaşını vurmak karşımıza çıktıkları halleriyle modern sınıf savaşımının biçimleri olabilecek eylemlerdir. Yine de bu eylemler yadsınmamalıdır. İkisi de kendilerine dayatılan şartlar içerisinde o şartları zorlayan iradi eylemlerdir. İleriye taşınabilecek bir potansiyele işaret ederler.

Dönüşümün eşiğinde

Burada önemli olan “eskinin kalıntısı” olarak tarif ettiğimiz şeylerin yalnızca sınıf çelişkilerinin yarattığı gerginliklerin dışa vurum biçimi olarak görülmemesi. Bu örneklerde içinde bulundukları sömürü ilişkilerine boyun eğmemelerine sebep olan da aynı kalıntılardır. Eyüp için son damla aile onuruna dokunulması olmuş, Zeynel’inse baştan itibaren bütün karakteri yiğitlik temasıyla donanmıştır. Bu tarz çelişkiler bu topraklarda mücadele edenlerin faydalanabileceği çelişkilerdir.

Bu olguyu Zeynel’de görmek daha kolay. Eyüp’ü izlerken eskinin eline koluna dolanışı filmde çok daha baskın bir şekilde kendini gösteriyor. Hemme’ye ulaşabilmek için bozulan motoru yerine ödünç motor alması gerekir. Motorcu Osman’a ulaşmaya çalışırken namaza gitmek için arkadaşı dükkânı kendisine emanet eder, aldığı karpuzu kendi başına eve götürüp doğrayamayacak kadar yaşlı biri ile karşılaşınca ona yardım eder ve sürekli boş muhabbete tutan tanıdıklar tarafından oyalanır. Günün sonunda haklı öfkesi, kırın telaşsızlığı içerisinde sönümlenir.

Eyüp filmin sonunda yalnızca patronunu öldürmekten vaz geçmiş değildir, onunla kol kola halay çekmektedir. Bu sahne yalnızca mahalleciliğin modern olanı yenmesi olarak görülmemeli. Eski olan yeniyi sağlayacak şekilde: sınıf karşıtlığını uzlaştıracak şekilde yeniden işlevlenmiştir.

Eyüp’ün hikayesini bir türlü eyleme varamama hali olarak okursak günümüzü pek de fena anlatmayan bir hikâye ile karşılaşırız. Ancak filmin adı, “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, bunun ötesinde bir şeye işaret ediyor. Kim bilir benzer hikayeler daha önce kaç kere yaşanmış, kaç kere daha yaşanacaktır. Eyüp’ün bütün gününü Hemme’yi öldürmek niyeti ve çabası ile geçirdiğinden Hemme dair kimsenin haberi yoktur. Bir akşam halayda Eyüp’ün elini tutarken, elini tuttuğu adamın bütün günü kendisini öldürme çabasıyla geçirdiğinin farkında değildir. Bu da bugün kendini hissettirmeyen ancak kaynayan bir gerçekliğe işaret ediyor. Filmin böyle okunması günümüzü daha da iyi açıklayacaktır. Son açıklanan asgari ücret rakamına bu gözle de bakılmalı. Eyüplerin yan yana gelip kendilerini hissettirmeye başlaması günümüzün en acil ihtiyacı olarak kendini dayatıyor. 

                                                            /././

Kendinizin daha iyi bir versiyonu -Tolga Binbay-
Peki, kendimizin daha iyi bir versiyonu nerededir, nasıldır ve nasıl yaşanır, yaratılır, ortaya çıkarılır bu iyi? Kolay bir yanıtı yok bu sorunun. Kestirme her yanıt başka bir yere çıkıyor.

Sinemasal kısmına bir şey diyemeyeceğim ama bir izleyici olarak öncelikle filmin pazarlama stratejisinin, parlatılmasının işe yaradığını söyleyebilirim: The Substance (Cevher, 2024) kendini izletiyor. İzletiyor çünkü artık bazı filmler, sosyal medya platformları üzerinden psiko-entelektüel bir dayatma (“kaçırmamalısın, eksik kalmamalısın, dışarıda kalmamalısın”) olarak da pazarlanıyor. Bu anlamda bu yılın “en çok ses getiren” filmi için bu stratejinin başarılı olduğunu, kendini izlettiğini ve filmi de kendi adıma müthiş değil ama izlenebilir bulduğumu söylemeliyim.

Film de aslında tam da bu başarılı pazarlama stratejisini işliyor: “Kendinizin daha iyi versiyonunu hayal ettiniz mi - daha genç, daha güzel, daha mükemmel?” diye sorarak. Diyebiliriz ki filmin bu temel mottosu aslında en başta filmi kaçırmayarak ve mutlaka izlenerek gerçekleşiyor. Ne de olsa bir doz botoks yaptırmak gibi artık ses getiren filmleri kaçırmamak, bir dizinin tüm sezonlarını bir hafta sonu eve kapanıp bitirmek… Kendimizin daha “iyi” bir versiyonu için hep vaat, hep vaat bunlar. 

Filmin bu temel soruya, “hayal ettin mi/ister misin” sorusuna örtük bir yanıtı da var, hem de hınzırca: “İstersin… İstersin…” şeklinde. Peki bu baştan çıkarıcı yanıtın, davetin peşinden gidersek günümüz insanı, moda tabirle söylersek de etkileşime giren izleyici ne görmekte ve ne istemektedir? Sanırım film üzerinden en azından neyi, nasıl ister gibi olduğumuzu düşünebiliriz. Hele de vaat kendimizin daha iyi bir versiyonuysa! Genç, güzel ve mükemmel…

Ama önce bir çerçeve: “İd” terimi, Freud'un zihnin ilkel dürtüler, itkiler, rasyonel olmayan zihinsel uğraşlar, istek-korku kombinasyonları ve çeşitli fantezileri içeren kısmı için kullandığı bir terim. Zihnin bu temel bölmesi (ki insan doğduğunda neredeyse sadece bu zihinsel bölme vardır) sadece ve sadece anında tatmin arar ve tamamen “bencildir”, yani haz ilkesine göre çalışır; gerçeklik gündem dışıdır. Bu zihinsel süreç sözel becerinin gelişmesi öncesine dayanır ve kendini imgeler, sembollerle ifade eder. Ayrıca, zaman, ölümlülük, sınırlar veya zıtlıkların bir arada var olabilmesi gibi kavramlar yoktur burada. İşte film tam da buraya sesleniyor, tam da burayı işliyor; yani id’i. Özündeki, cevherindeki fikri güzel olan ama abartılmasa iyi olacak bir id filmi ile karşı karşıyayız. 

Peki etkisi nereden geliyor? Biraz da halimizden… Günümüz toplumu bir yanıyla zaman-ötesi ve sınırsız bir arz ve hız ile sarmalanmış durumda değil mi? İd’e seslenen, orada yaşayan… Piyasanın iştahı bir tek bedenlerimizle yetinmiyor mesela, yani çalışan, üreten bir güç olarak yetmiyor beden; bir de bir pazara dönüşmesi gerekiyor bedenin. Son 30 yılda giderek artan “beden işleme pazarı” mesela ne anlatmaktadır: saç ekimi, çene gerdirme, botoks, dolgu? Güzellik merkezleri, detokslar vs. Tüm bunlar kendimizin “daha iyi bir versiyonu” için değil mi!?! 

Tabii ki burada daha iyi ile hep “daha genç, pürüzsüz, mükemmel” olmanın, yani zaman ve kısıtlılıklar (sınırlar, imkânlar) ötesi olmanın vurgulandığını unutmamız lazım sanırım. Örneğin dinç ve genç kalmak için vurgulanan sporların da hep bireysel, kapalı alanda yapılacak (fitness merkezi) sporlar olması ve eğlenceye, keyifli vakit geçirmeye dayanan takım sporlarının, kolektif sporların, oyun oynamanın, eğlenmenin sumen altı edildiğini söyleyemez miyiz? Günümüzde, bu ilkel iştah (haz) için her beden, her zihin bir pazar, her an da bir performans anı olmalı.

Filme dönersek… Kendi “büyük, görkemli” kariyerinden başka bir şey inşa edememiş, aslında kendini de inşa edememiş bir Elisabeth var filmde. İnsansız, arkadaşsız, dostsuz, sevgilisiz. Bu anlamda filmin kesitine giren hayatında (ve de muhtemelen öncesinde) yapayalnızdır Elisabeth. Zaten film boyunca kendisi, iç dünyası, bedeni de dış dünya ile baş başadır; konuşabileceği, danışabileceği bir kişi bile yok gibidir. O ıssızlığın içinde dış gerçekliğin (piyasa, şov dünyası, menajerler, erkek patronlar, kadın tüketiciler vs.) gereklilikleri zihninde daha çok yankı bulur ve kendisinin daha “iyi” (genç, yeni ve mükemmel) bir versiyonu için harekete geçer. ‘Madde’yi, cevheri zerk eder içine! 

Yine Freud’a dönersek benlik, yani ego insanın insan olma sürecinde yavaş yavaş id’in içinden gelişir ve ortaya çıkar. Hazlar ertelenir, zaman kabul edilir, gerçekliğe uyum sağlanır. Elisabeth ise zaman-dışı bir geçmişte kalmış gibidir; insan olma sürecinde bir yerlerde takılıp kalmıştır sanki. Evet, ün var, rekabet, piyasa baskısı var ama zihinsel olarak esas iş başında olan inkâr ve kabullenmeme gibidir. Yaşlanmak yeni ve keyif verici bir yaşam dönemi, deneyim değildir mesela; yaşlanmayı çağrıştıran en küçük işaret bile (hafif bir kırışıklık, bakanlarda artık arzu uyandıramamak) dehşet vericidir. 

Elisabeth için her şey haz ilkesinde kalmak içindir. Tam da piyasanın buyurduğu gibi. Bir tür kabuk-ben içinde yaşar giderken kabuğunu yenileyebileceğini keşfeder. Ama bu kabuk-beden ya da kabuk-ben de içine geçici olarak sığınılan ama asla sahiplenilmeyen dilsiz bir mekân gibidir. Tam da yönetmenin tercihi olan beyaz ve boş banyo gibi. Tüm evin modern şatafatına rağmen doğumun ve değişimin (yenilenmenin) mekânı olan “düz” banyo sahiplenilemeyen bir boşluk gibidir. Yeni ben’in doğması, doğurulması değil de omurgadan çıkması, pörtlemesi de ortada bir yeniden doğuş, yenilenme değil de daha ilkel, daha arkaik bir ihtiyaç olduğunu anlatmak ister gibidir. 

Bu arkaik zihinsel süreç, karşılaşılan her zorlukta sürekli bir yarılma üretir. Yarılma da filmde bir süre sonra Elisabeth ve Sue’nun birbirlerini kemirmeye başlamaları ile sembolize olur: Birinin ötekine yeri ve kabulü yoktur. Halbuki cevheri üreten firmanın buyruğu ise bellidir: “Sen ve o yok; tek bir sen var.” Kendinin daha iyi bir versiyonunu ararken de ortada ben de kalmaz: en sonunda elimizde amorf, şekilsiz bir var olma kalır. Film de uzatarak da olsa sonuna bu şekilsizliği gözümüze sokar. İnsan biçimi bile ortadan kalkar.

Peki, kendimizin daha iyi bir versiyonu nerededir, nasıldır ve nasıl yaşanır, yaratılır, ortaya çıkarılır bu iyi? Kolay bir yanıtı yok bu sorunun. Kestirme her yanıt başka bir yere çıkıyor. Emek, zaman, çaba, biraz daha sakince ve derinlikli düşünebilme gerektiriyor. Sahte olmamayı, sorumluluk almayı, ağlamayı, öfkelenmeyi… Ve gerektiğinde de kabullenmeyi, mücadele etmeyi, kavga etmeyi ve elbette gerektiği kadar da uzlaşmayı, uzaklaşmayı, beklemeyi. Ve de umut etmeyi. 

Daha gerçek bir iyi versiyonumuz için. İnsanca ve de toplumca.

İyi yıllar…

                                                          /././

Louise Bourgeois’nın sanatsal yöntemi ve 2024’e veda -Fide Lale Durak-

                                     Ana görsel: Louise Bourgeois, 1999, Anne / Maman

Belki de elimize merceği alıp 2024’ten doğru yerleri büyütmemiz ve hiç hafife almadan, büyüttüğümüz noktalardan daha iyiye varmak için uğraşmamız gerek. 

Louise Bourgeois’nın 1999 yılında yaptığı ve adına Anne koyduğu dev metal örümcek, sanatçının baş yapıtı sayılır. On metrenin üzerindeki yüksekliği örümceğin zeminde oluşan imgesi, aynı zamanda sanatçının psikolojik gölgesidir. Bourgeois, insan duygularının derinlerine inen ve sanatını kişisel yaşamının hesaplaşmasında tutkulu bir şekilde kullanan çağdaş bir kadın sanatçıdır ve diğer işlerinde olduğu gibi, Anne adındaki bu dev örümcekte de bir taraftan geçmiş travmalarını iyileştirmeye çalışır.

Bourgeois, 1911 yılında Paris’te, antika duvar dokuma halılarını onaran bir anne babanın ikinci kız çocuğu olarak Noel günü dünyaya gelir. Babası kız çocuğu değil, bir oğul istemektedir, o yüzden Louise’e kendi ismini verir (Louis) ve ona bir erkek çocuğu gibi davranır. Küçük kız ise büyüdükçe yeteneği ve aklı ile dikkat çeker: 12 yaşından itibaren dokuma halılarının eksik parçalarını çizerek tamamlamaya ve bir taraftan çizimde profesyonelleşmeye, 15 yaşına geldiğinde ise Sorbonne’da matematik okumaya başlar. Belki hayran olunası birçok özelliğinden ötürü, babası da Louise’i kendince sevmektedir ama sanatçının babasına karşı hayatı boyunca sönümlenmeyecek bir öfkesi vardır. Sanatçı, doğumuyla ailede yaşanan hayal kırıklığını şöyle anlatır:

Babam oldukça maçoydu ve onun için ne yazık ki bir kızı olmuştu. Bunun annemi mutlu ettiğine emindim ancak kardeşim öldüğünden bu mutluluk yarım kalmıştı. Onlar ikinci bir çocuk yapmak için aceleci davranmışlardı ve yüce Tanrım! Bir kız daha! Henriette. Ardından bir çocuk daha, adı da Louise. Tahmin edebileceğiniz gibi bu bendim ve büyük bir hayal kırıklığının üzerine gelmiştim. Ve bir kız çocuğundan başka bir şey olamamanın özrünü taşıyordum.1

Louise Bourgeois’nın babasına öfkesi, kız çocuğu olmanın özürlü bir şey olduğu düşüncesiyle büyümek zorunda olmasının yanı sıra, babasının sürekli olarak annesini üzmesinden de kaynaklanır. Küçükken evlerine öğretmen olarak gelen ve aslında babasının metresi olup on yıl boyunca aynı evde yaşadıkları kadın nedeniyle evde oluşan mutsuzluğu asla unutmaz. Annesi, olup bitenleri bir türlü kabullenmek istemediği için evdeki çarpıklığı görmezden gelmiş ama içine attığı üzüntüsüyle yıllar içinde solup gitmiştir. Bourgeois, 1932 yılında annesinin ölümünün ardından sanatla ciddi bir biçimde ilgilenmeye başlamış ve kadın erkek ilişkisinde gözlemlediği eşitsizlikler, sanatındaki feminist eğilimlerinin kaynağını oluşturmuştur. 

                   Louise Bourgeois, 1974, Babanın Yıkımı, plaster, lateks, ahşap, kumaş ve kırmızı ışık

Örneğin, 1974 yılında yaptığı Babanın Yıkımı, babasına duyduğu şiddetli tepkinin psikolojik bir keşfi gibidir. Sanatçı, baba figürünü temsil eden biçimleri, bir yemek masası ya da yatakta konumlandırır ve etrafına göğüs benzeri yuvarlak çıkıntıları yerleştirir. Masada bulunan büyük iki yuvarlak biçim testisler ve fallus çıkıntısıdır. Kullanılan malzemenin organik etkisiyle ve seçilen kırmızı ışıkla rahim benzeri bir mekân yaratılır ve bu mekânda otorite sahibi olan erk alaşağı edilerek, ilkel bir ritüelde yenir. “Bourgeois, [eserin] babasının kendini tatmin eden övünmelerini duymaktan yorulan ailesinin, onu parçalayıp yamyamca yediği bir akşam yemeğini hayal ettiği çocukluk fantezisinden kaynaklandığını söyler.”2 Bir enstalasyon olan işe bakan izleyici ise bu sahnenin tanığı haline getirilir.

1970’li yıllar, sanatta feminist yaklaşımların giderek arttığı bir dönemdir. Bourgeois, her ne kadar kendisini bir feminist olarak tanımlamasa da bu kulvarda ünlenmeye başlar. Uzun kariyerinin görece geç dönemlerinde bilinmeye başlayan sanatçı, Anne adlı işini yaptığında 80 yaşındadır. Çelik ve mermerden yapılmış olan bu eser, boyutuyla dünyanın en büyük heykelleri arasında yerini alır. Babasına duyduğu öfke kadar annesine duyduğu sevgi de işlerinde motivasyon kaynağıdır.  

Örümceğin gövdesinin alt kısmında, tel örgüden oluşan yumurta kesesinin içine yerleştirilmiş on yedi tane beyaz ve gri renkte mermer yumurta bulunur. Bu tel örgünün içinde korunan yumurtalar, duygusal bir biçimde annenin koruyuculuğu ile simgeleşir. Örümcek, mitolojide de ikonik bir karakterdir. Dokumacılık yeteneği ile tanrıların dikkatini çeken Arachne, itaat etmeyip kafa tuttuğu için Athena tarafından cezalandırılıp bir örümceğe dönüştürülmüştür.3 

Bourgeois, sanat tarihindeki dokumacılık ve örümcek özdeşleşmesini, annesinin dokuma mesleğiyle birleştirir. Annesi de tıpkı Arachne gibi kabiliyetli bir dokumacıdır. Onu korumuş, kollamış, beslemiş ve sabırla, emekle dokumuştur. Tüm bunlar annesinde de gördüğü, örümcek ile özdeşleşen güçlerdir. 

Bourgeois’nın işleri kendi tarihiyle bir hesaplaşmadır, kendi psikolojik analizinden yola çıkarak üretir. Belki bu sayede yaşamına büyüteç tutar ya da iyileşir. Travmaları, onun asıl konusudur. Öfkesini sürekli sivrilterek, bir sürekli travmaya doğru hareket eder. Çünkü bunlara üretmek için ihtiyaç duyar. Sanat biraz da böyle bir şey değil midir? Odaklandığı şeyi büyüterek, meseleyi estetik bir biçimde anlatmanın yollarını aramaz mı? Elimizdeki merceği tuttuğumuz yer elbette olduğundan büyük görünecektir. Bourgeois’nın örneğinde baba travması hep çok büyüktür. Hep daha az göze çarpmakla birlikte, annelerin babalar karşısındaki konumları de travma konusudur. Bourgeois için, otoriter babanın aşağılayıcılığı, alaycılığı, sevgisizliği o henüz yaşarken; koruyucu annenin sessizliği, narinliği, kırılganlığı ise öldüğünde travma yaratmıştır. 

Birey ölçeğinde travmaların toplumsal etkilerini hissetmek çok kolay değil. Genelde tersi daha gözlemlenebilir. Örneğin 2024 yılının, saldırganlık, soykırım, bir devletin ortadan kalması, gericiliğin normalleşmesi gibi olaylarla tüm insanlık için travmatik olduğu söylenebilir.  

Belki de elimize merceği alıp 2024’ten doğru yerleri büyütmemiz ve hiç hafife almadan, büyüttüğümüz noktalardan daha iyiye varmak için uğraşmamız gerek. 

Benim merceğimde yalnızlık var. Kalabalıklaştığımız bir 2025 olması dileğiyle…

                                                                /././

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -29 Aralık 2024-

Çevre talanı tam gaz -Serdar Kızık-

"İktidar, halkı umursamadığı gibi doğaya da salt rant gözüyle bakıyor. (...) 2024’ün çevre ve doğa yıkımının da üstü örtülüyor."

Her alanda sicili bozuk, sermayeci, piyasacı, küresel güçlerin işbirlikçisi iktidar, 2024 yılında da çevre ve doğaya karşı da büyük suçlar işledi.

Geldiği günden bu yana Cumhuriyet tarihinde görülmedik çevre talanı ve yağmasına yol açan iktidar, halkı umursamadığı gibi doğaya da salt rant gözüyle bakıyor.

Onları için gelecek kuşakların temiz ve bozulmamış bir doğada yaşama hakkının hiç bir anlamı yok.

Varsa yoksa rant devşirme, küresel güçlere ve yandaşlarına alan açma…

Yerli ve yabancı sermayeye topraklarımızı peşkeş çeken, bunun içen gerekli yasal düzenlemeleri sağlayan iktidarın adeta gözü dönmüş.

Kendi çıkarlarından başka hiçbir konu umurlarında değil.

Afrika’da bile görülmeyen vahşi madencilik uygulamalarının ardı arkası kesilmiyor.

Çok hassas, evrensel anlamda korunması ve gözetilmesi gereken değerli bölgeler bile, anlamsız onlar için…

Acımasız bir eko yıkımla karşı karşıyayız. İnsanlarımız ve toprağımız zehirleniyor.

2024’ün en olumsuz çevre felaketlerine gelince…

Siyanür barajı patladı

Erzincan'ın İliç ilçesindeki Çöpler köyündeki altın madeni sahasında 13 Şubat'ta atık barajının patlaması sonucu büyük bir çevre felaketi yaşandı. Siyanürlü toprağın kayması sonucunda 9 işçi göçük altında kalarak yaşamını yitirdi.

İşletmeye karşı yıllarca mücadele eden Sedat Cezayirlioğlu’nun "felaket geliyor" çığlıklarına ve birkaç yayın organının çabalarına karşın iktidar oralı olmadı…

Ardından yargı süreci başladıve İliç Cumhuriyet Başsavcılığı'nca sürdürülen soruşturma tamamlandı.

9 işçinin ölümüne, 2 işçinin de yaralanmasına sebep olan katliamla ilgili 5'i tutuklu 43 şüpheli hakkında "taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olmak" ve "çevreyi taksirle kirletmek" suçlarından iddianame hazırlanarak mahkemeye sunuldu.

Yaşanan felaketle ilgili pek çok soru cevaplanmadı, sorumlular hesap vermedi, şirketin ve idari kuruluşların ihmalleri ortaya çıktı. Maden sahasında faaliyetler dururken, şirketten "madenin yeniden açılması için çalışmalar yapıldığı" duyuruldu.

Anagold'un vergi borcunun silindiği, şirketin yüzde 80 ortağı olan altın madeni şirketi SSR Mining'in bilançosunda ortaya çıkmıştı. SSR'nin 2023'te Türkiye'de silinen vergi borcunun 7,2 milyon dolar olduğu belirlenmişti. 9 işçiyi öldüren şirket ihmalleri kabul etmemiş, kendini "İşsizliği bitirdik, cami yaptık" diyerek savunmuştu.

TBMM İliç Maden Kazasını Araştırma Komisyonu üyesi CHP'li Deniz Yavuzyılmaz yığın liçte yaklaşık 3 ay önce yer değiştirme hareketlerinde artış olduğunu söylemişti. 

262 sayfalık bilirkişi raporunda, kazanın teknik boyutları değerlendirilmiş, altın madeni ocağını işleten şirketin izin belgeleri, olay yönetimi ve kusurluları da incelenmişti. Maden ve Çevre Kanunu kapsamındaki yükümlüklerin yerine getirilmediği ortaya çıkmıştı.

Bilirkişi raporuna göre "ÇED Olumlu" kararı veren yetkililer de asli kusurlu olarak değerlendirildi. İkinci kapasite artışı iznini dönemin Çevre Bakanı Murat Kurum vermişti.

Altın madeni ocağını işleten şirkette mühendis, yönetici ile idareci pozisyonunda çalışanlardan 13 kişinin asli kusurlu olduğu kanaatine varıldı. Asli kusurlular arasında şirketin Global Projeler Başkan Yardımcısı J.H. ve Kanadalı yöneticisi I.R.G de bulunuyordu.

Ancak daha sonra bu bilirkişi görüşlerine katılmayan ikinci bir bilirkişi raporu alındı. Yeni raporda facianın ÇED raporları ile ilişkilendirilmeyeceği belirtildi. Bu, ÇED raporuna onay veren Bakan Murat Kurum‘un sorumluluğunun bulunmadığı öne sürüldü. Daha sonra da ÇED raporlarında onay ve imzası bulunan kamu yetkilileri hakkında "kovuşturmaya yer olmadığına dair" karar verildi…

Akbelen'de orman katliamı

2024’ün en büyük felaketlerinden birisi de Akbelen ormanlarında yaşandı.

Linyit madeni işletmesi açmak isteyen YK Enerji’ye karşı 2019 yılından bu yana hukuki mücadele veren İkizköylüler dava süreci devam ederken hukuksuzca orman kesimiyle karşılaştı. 

Maden işletmesi, kapasitesini artırmak için 24 Temmuz 2023 günü orman kesim ekibi ve kolluk kuvvetleriyle birlikte ormana girdi. İkizköylüler ve yaşam savunucuları bu yıkımı durdurmak için direndi. 

Nihat Özdemir ve İbrahim Çeçen. Akbelen’deki orman katliamının arkasında bu isimler var. Kamudan aldıkları ihalelerle ihya olan holdingler, doğa düşmanı projeleriyle ülkeyi adeta kuşatmış durumda.

Başta iktidara yakın şirketler için formaliteye dönüşen çevresel etki değerlendirme (ÇED) süreci, Limak için de bir engel oluşturmadı. Limak Holding ve bağlı şirketler, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ÇED verilerine göre 2014’ten bu yana 13 ilde 52 projeye ÇED onayı aldı. Holdingin ÇED onaylarının 5'i enerji, 39'u maden, 8'i sanayi sektöründe bulunuyor.

Çevre Bakanlığı tarafından 52 projesi onaylanan Limak’ın tek projesi dahi reddedilmedi. Limak’ın her projesine "ÇED gerekli değildir" veya "ÇED olumlu" kararı veren Bakanlığın "ÇED olumsuz" kararı verdiği proje sayısı sıfır.

ÇED verileri tüm doğal yaşam alanlarını nasıl kuşattığını gözler önüne serse de Limak’ın faaliyetleri bunlarla sınırlı değil. Kamu kurumları tarafından yaptırıldığı için ÇED sisteminde şirketin adı geçmeyen birçok proje de Limak’a ait. Başta Yusufeli Barajı olmak üzere bölge halkını göçe zorlayan, orman ve tarım arazilerini yok eden Limak, birçok "mega projeye" imza attı. 1915 Çanakkale Köprüsü, Malkara-Çanakkale Otoyolu, Kuzey Marmara Otoyolu ve İskenderun Limanı’nı yapan Limak, kamudan milyarlarca lira değerinde ihale aldı.

İktidarın gözdesi Limak, kamudan aldığı ihalelerde zirvede yer alıyor. Son 12 yılda kamudan 12 buçuk milyar lira değerinde 29 ihale alan Limak Holding’in sahibi ise Nihat Özdemir.

Akbelen Ormanı kesildi, şimdi sıra orman toprağında. Eğer orman toprağına maden ocağı açılırsa bölgenin tarım alanları ve özellikle Bodrum’un suyu tehlike altına girecek.

Öte yandan 1996 yılında Aydın İdare Mahkemesi; Yeniköy, Kemerköy ve Yatağan santrallerinin çevreye verdikleri zararlar nedeniyle kapatılması gerektiğini bildirdi, ancak bu karar uygulanmadı. Bütün yargı yolları tüketildikten sonra santrallerin kapatılması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruda bulunuldu. 2005 yılında AİHM söz konusu santralin kapatılması için karar verdi. Karar 18 yıldır uygulanmıyor…

Kazdağları'nda büyük kıyım

Kazdağları bitki örtüsünün taşıdığı biyolojik çeşitlilikle olağanüstü bir ekosisteme sahip...

Çanakkale ve Balıkesir illeri arasında yer alan Kazdağları'nın en önemli özelliği Alpler'den sonra oksijenin en fazla olduğu yerler arasında bulunmasıdır.

Kazdağları da büyük bir felaket yaşıyor. Baş sorumlu AKP iktidarı ve onun gözde şirketi Cengiz Holding.

Projeye göre bir milyon ağaç kesilecek.

Cengiz Holding, Kazdağları’nda altın bakır madeni için bir milyon ağacı kesmeye devam ediyor. Madene ilişkin dava süreci tamamlanmadan şantiye alanını ve yolunu yapan Cengiz Holding’in maden ruhsat alanı içerisinde SİT alanı bulunduğu ortaya çıktı. 

Cengiz Holding’in Truva Bakır Maden İşletmesi, Kaz Dağları’nda ruhsat alanı olan yaklaşık 51 bin 660 dönüm, yaklaşık 7 bin 380 futbol sahası büyüklüğünde araziyi maden sahasına çevirmeyi planlıyor. Ancak, geçmişte olduğu gibi bu maden sahalarının önündeki en büyük engel, doğayı korumak için direnen yöre halkı.

Madenin, 66 yerleşim yerinin içme suyunun kaynağı olan, 1. ve 3. derece sit alanlarını da içine alan bölgede "patlamalı açık ocak" yöntemiyle çalışacağına dikkat çekiliyor.

Her şey gizli kapaklı. İhale nasıl oldu, ederi ne, belirsiz.

Halkın hukuk mücadelesi sürerken mahkemeye sunulan bilirkişi raporunda "kamu yararı yok" görüşü ortada.

Buna kaşın 2024’ün çevre ve doğa yıkımının da üstü örtülüyor. Yandaş medyanın zaten çevre korumayla ilgili bir derdi yok. Küresel medyaya gelince, Google arama motoruna bir sorun bakalım 2024’te Türkiye’de hangi çevre katliamları olmuş diye. Sonuca şaşıracaksınız; ilk sıralarda bakanlığın faaliyetleri, ıvır zıvır…

Güllük gülistanlık bir ülkede yaşıyoruz ya!

                                                               /././

Narin davasında karar: Anne, amca ve ağabeye ağırlaştırılmış müebbet, cesedi taşıyan Bahtiyar'a 4,5 yıl

Güran ailesinden 3 kişiye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. İtirafçı Nevzat Bahtiyar'a 4,5 yıl hapisle cezalandırıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/narin-davasinda-karar-anne-amca-ve-agabeye-agirlastirilmis-muebbet-cesedi-tasiyan-bahtiyara)

                                                         ***

Ölü Girişimciler Derneği -Eren Korkmaz-

"İnsanlar işçi olmak istemiyorsa, işçi olan işçiliğinden utanıyorsa, bunu geçici olarak görüyorsa, bu sorunları aşamadığı için bireyselleşiyor, bireyselleştikçe psikolojik sağlığını yitiriyor."

Sol Portal’da son dönemde işçi olmanın değeri üzerine değerli yazılar yayınlanıyor. Bu tartışma birkaç sene öncesinde İngiltere’de işçi sınıfı kimliği ve kültürü üzerine yapılan tartışmaları hatırlatıyor. İngiltere bilhassa (kendiliğinden) sınıfsal kültürün ve kimliğin belirgin olduğu, insanların tavır, davranış, kıyafet ve aksanlarından sınıflarının tahmin edilebildiği, sanat ve kültür alanında her sınıfın temsilcilerinin belirgin olduğu bir ülke ve sınıfsal anlamda yüzlerce yıllık bir birikim ve konumlanış var.

Bunun sosyalist bir harekete yönelme ve destekleme konusu ayrı bir yazı olmakla beraber nesiller boyu işçi olan, en önemlisi bununla gurur duyan, yaşamını bu kültür ve bilinç içinde sürdüren bir sosyal olgunun son yıllarda ciddi bir darbe aldığı da görülüyor. Bunda 80’lerden bu yana ülkenin ciddi şekilde sanayisizleşmesi, önemli sanayi ve maden şehirlerindeki fabrika ve kurumların kapatılması, yaygın işsizlik, sendikaların gücünü ve tabanını yitirmesi, ülkenin ekonomisinin ve gelişmişlik seviyesinin Londra ve birkaç merkez şehirle sınırlı kalması ve finans başta olmak üzere beyaz yakalı işlerin ve hizmet sektörünün öne geçmesi gibi konuların etkisi yadsınamaz.

Yoksulluğun çaresi girişimcilik mi?

Bu durum dünya genelindeki genel eğilime de uygun ve Türkiye ile belirli benzerlikleri görmek mümkün. İngiltere’de bahsettiğim tartışmayla aynı dönemde ülkemizde beyaz yakalıların, plaza çalışanlarının aslında işçi olduğuna dair tespitler gündeme geliyordu. Burada da bu kesimin orta sınıf olarak kendisini tanımlasa da bunun doğru olmadığı, özel okul, yaz tatili, ev sahibi olma ve tüketim harcamalarının ancak borçla çevrildiği belirtiliyordu. Son birkaç yıldaki ekonomik krizle bu kesimin beklentilerinin ciddi bir darbe aldığını ve artık maaşlı haliyle ev sahibi olmanın, çocukları özel okula göndermenin, gündelik tüketim alışkanlıklarını sürdürmenin, yazın tatil yapmanın mümkün olmadığını geniş kesimler yaşayarak görüyor. Bunun borç ve kredi ile dönmesi de artık mümkün değil. Bu açıdan İngiltere’de bir süredir normal kabul edilen durum ülkemizde de kendisini gösteriyor.

Peki, ekonomik hayattaki bir durum işçi olma halini ve bilincini pekiştiriyor mu? Bu noktada bir kolektif tepki ortaya çıkıyor mu? İngiltere üzerinden baktığımızda buna olumsuz cevap vermede iki temel yaklaşıma değinebilirim. 

İlki, nesiller boyu işçi olmanın ve sendikal mücadele vermenin övüldüğü dönemler geride kalıyor. Bunun yerine önceki nesilleri suçlayan, küçümseyen, onları cahil, yetersiz veya en olumlusundan naif bulan bir yaklaşım öne çıkıyor. İkincisi maaşlı çalışma, işçi olma ve bunun getirdiği yoksulluk, kurtulunması gereken bir çaresizlik, eziklik olarak tanımlanıyor ve bundan çıkış yolu da girişimcilik oluyor. Girişimcilik övgüsünün ülkemizde ve dünya genelinde de gelişen bir yaklaşım olduğunu görmek mümkün.

Yoksulluğu aşmaya dair 2 temel yaklaşım

Burada iki temel bilgi kaynağı öne çıkıyor. Bunların ilki kişisel gelişim trendi üzerinden, genelde işin içine spiritüel içerik de katarak, “sen istersen olur, doğru istersen olur, bu programa katılırsan 3-5 ayda zenginliğe kavuşursun, evrenden iste versin” gibi vaatlerle bireyselliği pekiştirmesidir. Bunun seküler ve dini türevlerine rastlamak mümkün. Dolayısıyla yoksulluk utanılacak bir sorunsa ve kişisel bir suçsa ve çözüm kişisel gelişimde ve paraya nasıl ulaşacağını bilmekte ise o zaman elbette sendikalı olmak, politik mücadele vermek, kolektif hareket etmek gibi konular gündeme gelmiyor. “Neden diğer ezik, yenik, yoksul, kayıp insanlarla hareket edesin ki, onlardan ayrıl, sürüden çık ve zengin ol, bunun için etik ve ahlaki kural ve sınırları takma, bunlar o ezikler için geçerli, sen yap, çocuğun Ferrarisine binerken umrunda olmaz” deniyor.

İkinci konu ise daha “teorik ve tarihsel” temelli bir yaklaşım olarak girişimciliğin övgüsünü yaparak bir yol çiziyor. Buna göre “eskiden zengin olmak aileden gelen parasal birikimle, fabrikayla veya tarlayla mümkündü. O dönemde parası olmayanların birleşip grevler yapması, mücadele etmesi mantıklıydı çünkü istese de zengin olamazdı, o nedenle yaşam koşullarını düzeltmesi gerekirdi. Ancak artık, yani son 15 yıldır, devir değişti. Artık dijital bir dünyadayız. Evimizde, mutfağımızda dahi iş kurup ürün ve hizmet satmak mümkün. O zaman bunu kullanmalı ve zengin olmalıyız. Bakın bir sürü de örnek var. X böyle yapmış, milyoner olmuş, Y başka bir iş yapmış, milyarder olmuş. Youtube’da içerik üret, onlyfans’te hesabın olsun, kripto oyna, evden çalış, kendi işinin sahibi ol, Çin’den Ali Baba’dan al, ürünü hiç görmeden Amazon’da sat, akıllı kişi al-sat ile kazanır, ne uğraşacaksın üretimle, işçiyle, bu devirde zengin olmak da yoksul kalmak da kişisel bir tercih, sen akıllı ol, uyanık ol, kurnaz ol, işine bak” deniliyor.

Bu bahsettiğim tespitler sosyal medyada bolca boca ediliyor. İnsanlar eskiden sertifika peşinde koşarken şimdi de üstüne kişisel gelişim ve girişimcilik paketleri buna ekleniyor. Yarı-doğru bilgilerle, biraz Jung biraz Freud okuyan spiritüel liderlerin ve sözde psikologların online paketlerini alıp aile köklerini sorgulayan, kendisini yeniden yaratan, mutlu olmak için kendini zorlayan, huzuru meditasyonda arayan veya iyice dini tarikatlara gömülen milyonlar var. 

Üniversitelerin inovasyon merkezlerinin rolü

Ama bunun daha derinlikli bir politika olduğunu görmekte fayda var. Örneğin İngiltere’de üniversitelerde kurulan inovasyon merkezleri ve öğrenci grupları üzerinden lisans ve lisansüstü programlarıyla eşgüdümlü şekilde girişimci olma, startup kurma, yatırımcıya “pitching” yapma, yani fikrini etkili şekilde tanıtıp yatırım alma dayatılıyor. Bir yerde maaşlı çalışma küçümseniyor veya çalışacaksanız dahi “buralarda gerekirse para almadan, herhangi bir yüksek para talebinde bulunmadan geçici şekilde çalışın, biraz işi öğrenin, biraz network yapın ve ilk fırsatta startup’ınızı kurun, fikrinizi ticarileştirin, bir yatırımcıyı ikna edin ve ürününüzü satıp hemen zengin olun” deniliyor. 

Bu da geçici olması gereken ama hayatın gerçekliği karşısında, az bir maaş karşılığı uzun saatler ve stres altına çalışırken bir iş kuracak ön hazırlığı yapmanın mümkün olmadığını görenleri yeni bunalımlara sürüklüyor. İşine geçici bakan, işyerinden nefret eden, ama daha önemlisi iş arkadaşlarından da nefret eden, bu nedenle ortak mücadeleye zaman ve emek ayırmaya gerek duymayan ve iş dışındaki zamanını verimli kullanamayıp gelecekteki esas işini kuramamanın stresi içinde yaşayan bir kitle ortaya çıkıyor. 

Bu durumda dahi “zaten uzun saatler çok yoruluyorum, böyle iş kurulmaz” denilmiyor da iş dışı yaşamda verimliliği artırma ve iş kurmaya odaklanma eğitimlerine katılma veya bu yönde Youtube videoları izleme öne çıkıyor. “Gelecekte yaşamak istediğin yaşamı şimdi bir aktör gibi oyna, evreni/Tanrıyı bu sayede kandır, işyerinde mutlu görün, her şey bir oyunmuş gibi hayal et, sürekli network yap, stratejik düşün (yani bencil ol), bu arada gelecekteki güzel günlerin hazırlığını yap”! Elbette bu güzel günler milyoner veya milyarder olma, yatlara binme, özel jet ile uçma ile temsil ediliyor. Karşı çıkana ise verilecek çok sayıda başarı hikayesi var. “Herkes çalışırken o bitcoin aldı, bir anda zengin oldu. Diğeri pandemide aklını kullandı, Çin’den maske getirdi sattı, milyoner oldu” vb. Burada ortaya çıkan psikolojik sorunlara bu yazıda değinmiyorum.

Baş-Kıç Hareketi ile yatırım almak

Burada kendi çalışmalarımdan gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. İngiltere’nin ve dünyanın önde gelen üniversitelerinde okuyan ve akademisyen olarak çalışan yüzlerce girişimci adayı ile görüşme ve “pitching”lerini izleme imkanı buldum. (Türkçede bunun ismi nedir bilmiyorum ama teknik sözlükte “baş-kıç hareketi” deniyor ve gayet uygun) 

Bu pitching etkinlikleri festival ortamında oluyor, girişimciler tek tek sahneye çıkıyor, 5-10 dakika içinde birbirinin benzeri sunumlarda fikirlerini, gelir modellerini anlatıyorlar, istedikleri parayı söylüyorlar. Karşılarında izleyicilerin dışında bir grup yatırımcı hakem var. Bu yatırımcılar genellikle risk sermayesi (venture capital) denilen başka zengin ailelerin paralarını işleten şirketler. Veya aile ofisleri denilen zengin ailelerin kendi paralarını kendilerinin işlettiği şirketlerdeki yeni nesil üyeler oluyor. Onlar sorular sorup girişimciyi “kızartıyor” (grilling), eğer girişimci bunlara etkili cevaplar verirse, o da işin elbette kâr ve yatırımın geri dönüş süreci ile ilgili kısmı oluyor, belki yatırımcı ile görüşme sürecine başlayabilir. Şirketinin ciddi bir yüzdelik hissesi karşılığı o parayı alırsa kendisini başarılı hissedebilir. Bu durumda hayaller gerçek olmuş oluyor!

Gerçekten oluyor mu? Öncelikle startup girişimlerinin yüzde 80’i başarısız oluyor, yani yatırım bulamıyor. Bunu anlayıp yatırım alamayacağını fark etmek bazen birkaç yıl sürebiliyor, kişi tüm gelirini ve birikimini harcamış olabiliyor. Yatırım çeken yüzde 20’lik “şanslı” kesimin en az yüzde 80’i kârlı bir iş yaratamıyor. Dolayısıyla yatırımcıya beklediği kârı ve parayı getiremiyor. Yatırım alırken coşkuyla imzaladığı belgelerle kendini iyice bağladığını ve bu 3-5 yıllık sürecin (yatırım alma, ardından iş planı doğrultusunda ekip kurup çalışma, ürünü piyasaya çıkarma ve satış için bekleme) sonunda borçlu oluyor. Yüzde 20’nin kâr eden yüzde 20’sinin önemli bir kısmı ciddi kâr edemiyor ve bir aşamada parasını geri çekmek isteyen yatırımcının baskısıyla “exit” ediyor, yani şirketini başka bir şirkete satıyor. Başarılı örneklerde “girişimci” ekibini alıp büyük bir şirketin bir biriminde işbaşı yapıyor ve yeniden ücretli yaşama, daha “senior”, yönetici düzeyde katılıyor. Herkesin dilinde olan, belki de yüzde 1-2 denilebilecek bir kesim ise ciddi kâr ediyor ve unicorn oluyor, yani milyar avro düzeyinde değerleniyor. 

Unicorn arayan risk sermayesi

Risk sermayesinin (VC) riski de burada. Klasik hesaplamaya göre risk sermayesi 10 şirkete yatırım yapar, 7’si batar, 2’si “ok” derecede kâr elde edip exit yapar, 1’i unicorn olursa süper olur. İdeal VC budur. Unicorn olan şirkette “girişimci” genelde şirketin çoğunluk hissesine sahip değildir. Ayrıca bunların büyük çoğunluğu aileden zengin, bu tür networkleri ve desteği olan insanlar ama bunun bir değeri yoktur. 

Bu öyle ilginç bir durum ki, Oxford Üniversitesi'nde post-doc yapan çok sayıda bilim insanı tüm bu süreci ve başarı oranını bildiği halde araştırmasını bırakıp buna kendini adayabiliyor ve 3-5 sene koşturabiliyor. Bunda da en önemli sorun akademisyenlerin oldukça güvendiği üniversitenin inovasyon merkezinin yönlendirmesi. Bir de patenti üniversiteye aldırdıysa şirket kurmama gibi bir hakkı zaten olmuyor. Dolayısıyla “bu kadar iyi bir üniversitede başarılı bir akademisyen yatırımcıyı ikna eder, bu üniversiteye girmek de küçük bir ihtimaldi, bunu yapan onu da yapar” diye düşünüp bu hedefleri benimsiyor.

Mucitlerin girişimcilik ile imtihanı

Ben “iklim teknolojileri” denilen bir alana yoğunlaşıyorum. Burada enerji, tarım, havacılık, kimya gibi sektörlerde karbon emisyonunu azaltma ve iklimsel bir sorunu çözme amaçlı çözümlerden bahsediyoruz. Bunları geliştiren akademisyenler ve mühendisler aslında birer mucit. İcatları ile dünyadaki bir soruna çözüm buluyorlar. Bunu da onlarca yıllık eğitimlerine ve araştırmalarına borçlular. 

Genelde fikir aşamasından MVP denilen ilk ürünün üretilip test edilmesi ve çalıştığını kanıtlaması sürecine kadar kamu hibeleri ile ilerliyorlar. Bu ülkemizde de, dünya genelinde de benzer. Bu aşamaya geldiğinde kamu kendisini geri çekiyor. Mucit akademisyen bir anda “girişimci” olmaya “terfi ediyor”. Artık yanında ona “destek verecek” inovasyon merkezi yetkilileri var. Onlar bu ürünün çok değerli olduğunu ve sadece sosyal ve çevresel bir soruna çözüm olmayacağını, aynı zamanda kendisini milyarder dahi yapabileceğini söyleyip gözleri kamaştırıyorlar. Peki ne yapması lazım? 6 aylık programa girecek, pitching sunumu hazırlayacak, bunu nasıl sunacağını öğrenecek, eğitimin sonunda yatırımcılar ile buluşacak, yatırımcıyı ikna edecek, parayı alacak, ürünü üretecek ve satacak. Oldukça basit. Üniversite zaten her an yanında olacak, onu destekleyecek, zaten şirketin yüzde 20’si de üniversitenin. 

Akademisyenlerin büyük çoğunluğu alanında çok iyi olabilir, ürününü saatlerce anlatabilir. Ama yatırımcı ve para dünyası tamamen farklı. Burada kimse senin bilgini umursamaz. Çok isterse senin gibi yüzlercesini istihdam eder. “Sen onu bunu bırak, bunun kârını söyle” der, “bu yatırımın geri dönüşü ne kadar alır?” diye sorar. İşte bu aşamada, ne kadar birçok rakamı ezberlese de sahnede akademisyenin yaşadığı stresi hissetmemek, görmemek mümkün olmaz. Hayatında hiç böyle bir deneyimi yok. İcat ettiği ürüne insanlığın ve dünyanın ihtiyacı var ama karşısında, o ürün hakkında hiçbir bilgisi olmayan ve kendisini “etki yatırımcısı”, “sosyal yatırımcı” şekilde tanımlayan kişilerin sorularına tatmin edici cevap vermesi gerekiyor. Dolayısıyla çoğu kaybediyor. Şanslı ise lab’ına geri dönüyor. Birçok fikir ölüp gidiyor. Kimse de üniversiteyi, inovasyon merkezini, yatırımcıyı sorgulamıyor. Kimse farklı mülkiyet biçimlerini, işbirliğini, kamunun rolünü gündeme getirmiyor. 

Sosyal belediyecilik örneği olarak Risk Sermayesi kurmak

Dolayısıyla insanlar işçi olmak istemiyorsa, işçi olan işçiliğinden utanıyorsa, bunu hayatının geçici bir dönemi olarak görüyorsa, bu sorunları aşamadığı için bireyselleşiyor, bireyselleştikçe psikolojik sağlığını yitiriyor. Bugün İngiltere’de en yaygın sağlık sorunlarının psikolojik sorunlar olması şaşırtıcı değil. 

Bu yöntemin işe yaramadığı net şekilde görülse de mesela VC tarzı şirketler ülkemizde de pıtrak gibi yayılıyor, zengin ailelerin genç nesilleri yurtdışında okurken gördükleri VC modelini ülkemize getiriyor. İTÜ, Boğaziçi, ODTÜ gibi üniversitelerde inovasyon merkezleri açıyor, aynı pitching sessions, hackathon yarışmaları ülkemizde de yaygınlaşıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yeni bir risk sermayesi fonu kurarak genç girişimcilere destek vereceğini, bunun sosyal belediyeciliğin bir parçası olduğunu ilan ediyor. 

Bu gözlemlerin tartışmaya katkı sunmasını umuyorum.

                                                            /././

Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...