soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -6 Ocak 2025-

Taşa yazılan uygarlığın izleri taş ocaklarıyla siliniyor!-Yusuf Yavuz-

Kapak görseli: Likya’nın önemli anıtsal yapılarından biri olan ancak 19. yüzyılın son çeyreğinde Avusturya’ya götürülen Trysa Heroonu’nda yer alan rölyeflerde bir savaş sahnesi.

Likya kentlerini yaratan coğrafya adım adım mermer ocaklarıyla kuşatılıyor. Taşa yazılan uygarlık, mermer ve taş ocaklarıyla coğrafyanın hafızasından silinmek üzere…

Türkiye’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’nde bulunan Likya kentleri, bulundukları coğrafyanın doğal peyzajıyla birlikte mermer ve taş ocaklarıyla çevrelenmeye başladı. Teke Yarımadası olarak anılan bölgede zorlu bir coğrafyada filizlenen Likya uygarlığından geriye, anaerkil toplumsal yapıyla bölgenin tümünde görülebilen taşa işlenmiş, taşla inşa edilmiş benzersiz bir kültürel miras kaldı. Depremlerin, savaşların ve salgın hastalıkların silemediği Likya uygarlığının izlerini yıkıcı madencilik silmek üzere. Taşa yazılan uygarlık, mermer ve taş ocaklarıyla coğrafyanın hafızasından silinmek üzere.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın elektronik ÇED sisteminde sorgulandığında, Kaş, Finike, Demre ve Elmalı ilçelerinde mermer ocaklarıyla ilgili olarak yaklaşık 500 civarında ÇED işlemi yapıldığı görülüyor. Bunların büyük bir kısmı, “ÇED Gerekli Değildir” kararlarından oluşuyor. Bir başka deyişle, yaklaşık 100 hektardan oluşan ruhsat alanlarında mermer ya da traverten çıkartıp satmak isteyen firmalar, projeleri ÇED kapsamının dışında tutmak için ruhsat alanlarını dörde bölerek ÇED Gerekli Değildir kararlarını cebine koyup peynir kalıpları gibi dağları kesmeye başlıyor. Ruhsat sahasını parça parça işletmeye açmanın nedeni, yönetmeliğin 25 hektarın altındaki sahalara ÇED muafiyeti getirmesi. Bu düzenleme yargıya taşınıp Danıştay tarafından 2017’de iptal edilse de, uygulamalar halen sürüyor.

‘Yatırımcıya kolaylık’ hukuksuz bulunsa da yıkım durmadı

Yatırımcılara ‘kolaylık’ sağlamak adına yapılan “Ruhsat alanının büyüklüğüne bakılmaksızın” açık 25 hektara kadar çalışma alanında açık ocak işletmeciliğini ÇED filtresinden kaçıran düzenlemeye karşı açılan davada iptal kararı veren Danıştay 14. Dairesi (2017/2082 E), 25 hektar sınırını aşmadan hazırlanan proje tanıtım dosyaları ile Valiliklerin ÇED Gerekli Değildir kararı vererek faaliyete başlandığını, ancak süreç içerisinde bazen denetim eksikliği, bazen de yetersizlik nedeniyle çalışma sahalarının 25 hektarın çok üzerine çıktığını belirterek düzenlemenin iptal gerekçesini şöyle özetlemişti: “İlave maden ocağı çalışma sahası için başvurulara da ÇED gerekli değildir kararları verilerek toplamda 25 hektarın üzerindeki çalışma sahalarına kısım kısım verilen ÇED gerekli değildir kararları ile ocak sahaları genişletilmekte olup, davalı idarenin savunmasına bu yönüyle itibar edilmemiş, nesnel ve teknik bir gerekçeye, herhangi bir rapor, uzman görüşü ya da somut bilgi veya belgeye dayanmayan dava konusu yönetmelik kurallarında hukuka uyarlık görülmemiştir.

Kaş Gökçeyazı'da 95 hektarlık yeni mermer ocağı ruhsatı

Antalya’nın Kaş ilçesinde 95,50 hektarlık alanda mermer ocağı ruhsatı verilen Ankara merkezli Kentaş Madencilik şirketi de sektörde yaygın olan bu yolu izleyerek ilk etapta ruhsat sahasının 24,29 hektarlık kısmında mermer ocağı işletmesi açmak için proje tanıtım dosyası hazırladı. Kaş’a bağlı Gökçeyazı köyü sınırlarındaki orman arazisinde açılmak istenen mermer ocağı için Antalya Valiliği de sektörün eğilimine karşılık vererek 27 Kasım 2024 tarihinde mermer ocağı için ÇED Gerekli Değildir kararı verdi. Şirket, 95 hektarlık ruhsat sahasını yapacağı kapasite artışı başvurularıyla parça parça işletecek ve böylece açık ocak işletmesi gibi çevreye verdiği zararlar yönüyle oldukça riskli olan bir madencilik faaliyetini Çevresel Etki Değerlendirmesi filtresinden kaçırmış olacak.

Karada ve suda ne varsa paraya çevrilmek isteniyor

Türkiye’nin dört bir yanında yıllardır süren bu yıkıcı madencilik, dağlardan ormanlara, meralardan yaylalara, derelerin çakılından denizin kumuna doğada paraya çevrilebilecek ne varsa “hepsi madendir ve bunu paraya çevirmek hakkımızdır” diskuruyla hareket ediyor. Dahası, bu diskurun payandaları arasında, milli servet, yerli madencilik benzeri söylemler de var. Ormanı, suyu, merayı, yaylayı ve dereyi yok eden, yeri yerinden oynatan bir yıkıma yerli ve milli söylemle onay üretiliyor.

Orta Likya'nın miras alanları yıkımın kuşatması altında

Kaş Gökçeyazı köyü, tarihi coğrafya olarak bakıldığında Orta Likya’nın kalbinde yer alıyor. Kyaneai antik kentine bu köyden geçilerek ulaşılıyor. Likya’nın önde gelen kentlerinden biri olan Demre’deki Myra antik kentinin sırtını dayadığı Gürses köyü ile 1882’de Avusturya’ya götürülen ünlü Trysa Heroonu’nun bulunduğu Davazlar köyü de adım adım mermer ocaklarıyla kuşatılmış durumda.

                     Gökçeyazı köyünün doğusunda, Demre Çayı vadisinin kıyısında bir mermer ocağı.

Maki denizinde sadece kızılçamları ağaçtan sayan anlayış

Antik dönemde yoğun bir yerleşime sahne olduğu bilinen bu bölgede tescilli yapıların dışında henüz tescillenmemiş birçok arkeolojik kalıntı bulunuyor. Yapılan yüzey araştırmaları ya da yerel halkın işaret etmesiyle her geçen yıl bölgedeki kültürel miras alanlarına yenileri ekleniyor. Bazen bir çiftlik yapısı, bazen bir zeytin işliği, kimi zaman da bir lahit çıkıyor, orman idaresinin ormandan saymadığı maki örtüsünün koynundan. Oysa koynunda tarihi saklayan maki örtüsü, aynı zamanda ekolojik olarak bir kızılçam ormanından çok daha verimli ve onlarca canlı ve bitki türüne yaşam alanı yaratan bütüncül bir ekosistem. Aynı zamanda yüzlerce yıldır keçi yetiştiriciliği yapan yerel halkın da dayanağı. Çünkü maki ve keçi birlikte evrimleşen bir ekosistemin unsurları. Ancak Gökçeyazı köyündeki mermer ocağı projesine baktığımızda, adeta yeşil bir maki denizi olan bir orman arazisinde sadece 15 tane kızılçam ağacının ‘ağaç’ olarak sayıldığını görüyoruz.

Yaşamın yüzde 90'ını moloza çeviren yıkıcı madencilik

Maden şirketinin hazırladığı proje dosyasında da açıkça belirtildiği gibi Gökçeyazı’daki orman arazisini tarumar ederek yapılmak istenen mermer ocağı işletmesinde çıkarılacak malzemenin sadece yüzde 10’luk kısmı ‘blok mermer’ olarak değerlendirilirken, yüzde 90’lık kısmı ise pasa olarak ayrılacak. Şirket, Muğla’daki bir başka mermer ocağındaki iş makineleri ve ekipmanlarını Kaş’taki yeni ocağa kaydırılacağını belirtiyor. Adeta turneye çıkmış gezici yıkım ekibi. İş makineleri boş durmasın diye durmaksızın yeni ruhsat alanları açılıyor bölgede.

Sedirler, ardıçlar ve semenderler sessizce ölüyor

Demre Çayı Vadisinin batı yakasındaki Gökçeyazı, Yavu, Hoyran, Ahatlı, Sarılar, Çerler, Gürses gibi yerleşimlerle, vadinin doğusundaki Köşkerler, Muskar (Belören) ve daha kuzeydoğudaki Alacadağ bölgesindeki coğrafyada onlarca mermer ocağı Orta Likya coğrafyasını adım adım parçalıyor. Sedir ormanları, anıtsal meşe ve ardıç ağaçları ve biyoçeşitliliğin can damarı makilikler vahşice yok ediliyor. Adını bu coğrafyadan alan, yosun tutmuş nemli orman içlerinde, kayalıklarda varlığını sürdürebilen semenderlerin yaşam alanları hiçbir önlem alınmadan gök gürültüsü gibi bir yıkıcılıkla yeryüzünden siliniyor.

Orta Likya olarak anılan coğrafyada yaklaşık olarak mermer ocaklarının yoğun olduğu alanlar. Bu bölge, Yörük-Türkmen kültürünün güçlü olduğu Teke Yarımadası’nın bir parçası.

Tanrıların, azizlerin, abdalların ve velilerin coğrafyası

Orta Likya olarak anılan bu bölgede coğrafyanın kültürü, kültürün insanı belirlediği binlerce yıllık bir yaşam sürekliliği var. Dağların, nehirlerin ve kentlerin öyküsünün insanların öyküsüne karıştığı bir coğrafya burası. Bu yüzden Akdağ’ın can verdiği Eşen Çayı’nın kıyısında, Ana Tanrıça Leto’dan doğan tanrı Apollon ve Tanrıça Artemis’in kültleri, suyun ve toprağın hafızasından bu toprakların insanının hafızasına aktarılarak Azizlere, Abdallara, Pirlere ulaşmış. Bu yüzden bu coğrafyanın dağlarında, ormanlarında, nehirlerinde, ovalarında ve kentlerinde Aziz Nikolaos’un, Abdal Musa’nın, Kâfi Baba’nın, Kaygusuz Abdal’ın, Eroğlu Nuri’nin, Sinan Ümmi’nin, Niyazi Mısri’nin ayak izleri vardır.

Binlerce yıllık kültürel mirası yaratan doku yok ediliyor

Anadolu’nun yerli halklarından Hellen ve Romalılara binlerce yılda gelişen kültürel birikim, Likya coğrafyasının dört bir yanında taşa işlenen bir miras. Yörük-Türkmenlerin bu coğrafyayı yurt tutmasıyla birlikte kısmen yeniden devşirilen bu kültürel miras, yakın zamana kadar büyük ölçüde özgünlüğünü korudu. Ancak son yıllarda yıkıcı madencilik ve her yerde pıtrak gibi çoğalan plansız, kaçak ve imara aykırı yapılaşma mekânsal olarak da bölgenin dokusunu giderek bozuyor, yok ediyor.

Kaş'ta mermer ocağına karşı eylem vardı

Bölgedeki yaşamı da tehdit etmeye başlayan yıkıcı doğal taş madenciliğine karşı yöre halkının da tepkileri giderek artıyor. Kaş’ın Gökçeyazı köyünde izin verilen mermer ocağına karşı dün yapılan eylemde, bu yıkıma karşı isyan vardı. Kaş Çevre ve Kültür Derneği, siyasi parti temsilcileri, muhtarlar ve köylülerin katıldığı eylemin ardından bir de basın açıklaması yapıldı.

‘Bir avuç mermer için geleceğimizin feda edilmesini anlayamıyoruz'

Kaş Çevre ve Kültür Derneği Başkanı Ahmet Murat Akoy, Kaş’ın eşsiz doğasına mermer ocaklarıyla darbe vurulduğunun altını çizerek yaptığı açıklamada, Gökçeyazı’daki orman arazisinde ruhsat verilen mermer ocağına da dikkat çekerek, “Bölgemizde ve dünyada her yıl etkisini daha fazla hissettiğimiz iklim krizinin nedenlerinden biri olan orman alanlarının tahrip edilmesi yönünde ‘ÇED gerekli değildir’ kararı vermesini, bir avuç taş ve mermer için geleceğimizin feda edilmesini anlayamıyoruz” diyor.

Ürkütücü tablo: Son 15 yılda 386 bin ruhsat verildi

Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) verilerine göre sadece 2024 yılı içinde Türkiye genelinde 15 binin üzerinde ruhsat verildiğine işaret eden Akoy, 2008–2023 arasındaki 15 yılda 386 bin ruhsat verildiğinin görüldüğünü belirterek şunları aktarıyor: “Sadece 81 ilimiz olduğunu düşünüldüğünde bu rakamın korkutucu büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır. Bu rakamlar ruhsat verilen yerin özelliklerine ve önemine bakılmadan masa başından ruhsat dağıtıldığı izlenimi yaratmaktadır. Verilen ruhsatların büyüklüğünün, il büyüklüklerinin oranına bakıldığında Türkiye coğrafyasının nasıl büyük bir talan ve yağma altında olduğu görülmektedir. Kütahya ilimizin %92’si, Uşak’ın %80’i, Çanakkale ve Balıkesir’in %79’u, Artvin’in %71’i, Muğla ilimizin %65’i maden faaliyetleri için ruhsatlandırılmıştır. Bir ilin neredeyse tamamının ruhsatlandırılmış olduğunu görüyoruz. Bu ruhsatlı alan büyüklüğü, ülkemizin her yerinde yaşamamızı devam ettirebilmemiz için hayati önemi olan orman alanlarının, tarım alanlarının, su havzalarının yok edildiğini göstermektedir. Türkiye’nin her yanında büyük bir doğa kırımı ve geri dönüşü mümkün olamayacak tahribat yaşanmaktadır.”

Yıkımın sonu göç: İklime bağlı 200 milyonluk göç dalgası

Ahmet Murat Akoy’un altını çizdiği bir başka konu da iklim kaynaklı göçler. Dünya genelinde 10 yıl içinde 200 milyon insanın iklim kaynaklı göç etmek zorunda kalacağı uyarılarını anımsatan Akoy, yıkıcı madenciliğin tehdidi altındaki ormanlarımızın korunması gerektiğini belirterek Kaş’ın korunması gereken doğal ve kültürel mirasına dikkat çekiyor:

Likya yerleşimlerinin ortasında ruhsat verildi

“Kaş, içinde iki Özel Çevre Koruma Bölgesi, Unesco Dünya Mirası listesinde bulunan Ksantos ve Türkiye’nin en çok ziyaretçi alan antik kenti Patara ile beraber sekiz antik kent ve sayısız arkeolojik alan bulunduran, endemik ve nesli tehlike altında türlere ev sahipliği yapan eşsiz bir coğrafyadır. Türkiye’nin reklam yüzü olan Kaputaş plajı da dâhil olmak üzere eşsiz kıyı şeridi ve koyları ile Türkiye’nin en önemli turizm noktalarının biridir. Ruhsat verilen yer Likya uygarlığının en yoğun nüfusunu barındıran bölgelerden biri olan Kyaneai antik kentinin bulunduğu alandadır. Bu sebeple ruhsat sahası çevresi, Likya kültürel mirasına ait yüzlerce arkeolojik alanla dolu bir açık hava müzesidir. Böyle bir zenginliğin katma değeri olmayan mermer, taş için tahrip etmek Kaş’ın zenginliklerini anlamamak, bilmemektir.”

                                          Demre Çayı Vadisi’nde mermer ocaklarının yarattığı tahribat

Her konuda ayrıştırılan halk yıkıma karşı birleşiyor

Kaş’ta, Demre’de, Finike’de, Elmalı’da köylüsünden esnafına, turizmcisinden çobanına, sivil toplum temsilcilerinden siyasilere toplumun genelinde yıkıcı madenciliğe karşı ortak bir tepki var. Suyun, toprağın, ormanın ve yaşamın tonu birkaç yüz dolara blok olarak satılan doğal taş madenciliğinden daha önemli olduğu yönünde hemfikir. Birçok konuda ayrıştırılan toplumun bu konuda ortak bir görüşte birleşmesi önemli. Ancak idarenin bu konuda ayak direyen tavrı, korumadan yana değil, yıkımın sürmesinden yana sonuçlar doğuruyor. Çevreyi, tarihi, kültürü korumakla yükümlü kurumların ‘sakınca’ görmediği birçok projede vatandaşın açtığı davalar sonucu onlarca sakıncanın ortaya çıkması ve yargının verdiği yüzlerce örnek iptal kararının özeti, idari işlemin hukuksuz olduğu yönünde. Coğrafyayı, yaşamı, tarihi ve kültürü yağmalamakta sakınca görmeyen idari işlemlere karşı tüm bu değerleri ‘sakınmaya’ çalışan halkın bu çabaları olmasaydı bugün ülke genelinde daha büyük bir yıkımla karşı karşıya kalınacaktı.

Dünya mirasını yaratan coğrafya yıkımla sınanıyor

Taşa yazılan uygarlığın izleri birer birer taş ocaklarıyla coğrafyanın ve toprağın hafızasından silinirken daha bütüncül bir bakışla havza bazlı bir koruma anlayışı kaçınılmaz görünüyor. Türkiye, Antalya ve Muğla illeri sınırlarındaki Likya kentlerini UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmasını önerdi. Phaselis’ten Pinara’ya, Myra’dan Tlos’a, Lmyra’dan Patara’ya birçok bilinen kentin dışında Andriake, Sura, Kyaenai, Limyra, Theimmusa, Simena, Istlada, Trebende, Aperlae gibi Orta Likya coğrafyasında yer alan kentler de öneri listesinde. Türkiye’nin önerisi ile Likya kentleri 2009 yılında UNESCO Geçici Listesi’ne alındı. Ancak bölgedeki mermer ocaklarının yarattığı yıkım bu hızla devam ederse, Likya kentlerini yaratan tarihi, kültürel ve biyolojik coğrafya kısa bir süre sonra tamamen tanınmaz hale gelecek.

                                                                               /././

Girişimciliğin 'gerçekçi' yolu, tek kişilik CEO'lar ve melek yatırımcılar -Eren Korkmaz-

"Para kazanmasını engelleyen ülkeden kurtulacağına ve kendisine 'hak ettiği değeri' veren ülkelerde bunu başaracağına inanan birçok kişi örselenmiş, tükenmiş ve yalnız şekilde işçiliğe devam ediyor."

29 Aralık tarihli "Ölü Girişimciler Derneği" adlı yazımda İngiltere’de ve Avrupa’da genel bir yönelim olarak işçi olma halinin küçümsendiğine ve bireysel zenginliğin yolu olarak girişimciliğin öne çıkarıldığına değinmiştim. Bu yazıda bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. Bilhassa üniversite gençliği ve akademisyenlerden başlayarak mühendisleri ve birçok işkolunu kapsayacak şekilde insanlara sunulan çözüm, bir ürünü ve hizmeti geliştirmek, ticarileştirmek, bunun için yatırım bulmak ve ardından satarak zengin olmakla sınırlı. Ancak bu yola çıkanların yüzde 90’ından fazlasının başarısız olduğuna vurgu yapmıştım. 

Kısaca hatırlatmak gerekirse, insanların birkaç senesini ve birikimini harcaması pahasına sunulan bu “kısa” ve “gerçekçi” yola çıkanların;

*yüzde 80’inin yatırım bulamadan fikir aşamasından öteye gidemediğini, 

*yatırım-para bulabilen yüzde 20’sinin yaklaşık yüzde 80’inin kârlı bir şirket oluşturamadığını, aldıkları parayla ekip kurup piyasaya ürün çıkardıklarında başarısız olduklarını ve sürecin sonunda borçlu hale geldiğini, 

*yatırım-para bulan yüzde 20’nin kâr elde edebilen beşte birinin büyük çoğunluğunun ise yeterince karlı bir iş kuramadığı için yatırımcı tarafından exit’e, yani satışa zorlandığını, 

*tüm bu sürecin sonunda iş kurup yüksek kârlı iş kuran toplamın yüzde 1-2’lik kesiminin ise genellikle zengin ailelerden geldiğini ve bu çevreye ve arka plana dayanarak başarılı olduğunu görüyoruz.

Girişimcilikten göçmenliğe

Ancak bu yol birçok üniversite öğrencisi ise gerçekçi ve hızlı bir yol olarak görülüyor. Buna sosyal medya ile çeşitli kişisel gelişim ve iş geliştirme programları eşlik ediyor. Dolayısıyla üniversitede bir öğrenci, akademisyen veya mühendis için artık kolektif örgütlenmelerde bir araya gelip çalışma şartlarını düzeltme, hak elde etme ve bunun üstüne yeni bir düzen için harekete geçme zorlu, riskli, tehlikeli ve ütopik olarak görülebiliyor. 

Burada insanların kendilerine göre gerçekçi bir analiz yapmaya çalıştıklarını kabul edebiliriz. Ama işin mantığı sorunlu ve bu mantığı kimin yaydığı önemli. Örneğin Türkiye’de bir üniversite öğrencisi, doktor veya mühendis startup kurup, ürün geliştirip, bunu satıp, hızlıca zengin olma hayallerini incelerken ve bu yönde sosyal medyadan üniversite inovasyon merkezlerine ve yerel ve merkezi yönetimlerin ilgili birimlerine kadar tüm süreci takip ederken bu hedefe varmasının önündeki en büyük engelin kapitalizm değil de Türkiye gerçekliği olduğu sonucuna varabiliyor. Dolayısıyla eğer sol düşünceye yakınsa duyarsız ve hareketsiz toplumu ve gerici iktidarı da analizinin içine katabilir, politik değilse veya iktidarı destekliyor olsa dahi ülkemizin bu imkânları sunamadığı sonucuna varıp yurtdışına göçü gündemine alabilir. 

Türkiye’de birçok önde gelen üniversitede bilgisayar mühendisliği gibi belirli bölümlerden mezun olanların hiçbirinin Türkiye’de kalmadığını veya tıp okuyanların daha ilk senelerinde Almanca, İsveççe gibi dilleri öğrenmeye başladığını ve üniversiteyi aslında yurtdışına göçe hazırlık için değerlendirdiğini görüyoruz. On binlerce doktorun, mühendisin ve diğer iş kollarından insanların aileleriyle birlikte İngiltere, Almanya, Hollanda, Kanada, BAE (Dubai) gibi ülkelere göç ettiğini biliyoruz. 

Bu ülkelere göç edenlerin aradıklarını bulamama ve yaşadıkları psikolojik sorunları ayrıca değerlendirebiliriz. Ama bunda da esas motivasyon, kişinin zenginliğe erişimini, elindeki mesleği ve yetenekleri girişimcilikle pekiştirip para kazanmasını engelleyen ülkeden kurtulmak ve kendisine “hak ettiği değeri” veren, “insan gibi” davranan ülkelerde bunu başaracağına inanmasıdır. Bu da aslında ilk başta bahsettiğim 2-3 yıllık girişimci adayı olma macerasını 6-8 yıla çıkarıyor, yeni bir ülkeye alışma, anlama ve varsa çocukların okulları derken daha da çıkmaz yollara iletiyor, sürecin sonunda birçok kişi örselenmiş, tükenmiş ve yalnız şekilde işçiliğe devam ediyor. 

Örneğin İngiltere’de maaşlı olarak çalışan birinin ev alma, rahatça tatil yapma veya tüketim yapmasının çok zor olduğunu gözlemlemek mümkün. Mesela kalifiye bir işe yeni başlayan biri yıllık 36 bin pound alıyorsa bunun aylık maaş karşılığı vergi dilimine göre 2000-2400 pound arası oluyor. İşinde yükselip, yıllar içinde yönetici pozisyonuna geçse ve yıllık 90 bin pound alsa aylık maaşı 4500-5000 pounda çıkacak. Dolayısıyla yıllar içinde kariyerinde en yüksek aşamaya geldiğinde dahi hayat standartlarında radikal bir değişim ve zenginlik beklemek mümkün olmuyor.

Gündüz bordrolu, gece CEO

Maaşlı olma, işçi olma hali kurtulunması gereken, geçici bir durumsa ve “ezik” insanların işiyse en kısa sürede startup kurma, girişimci olma ve yatırım alma için harekete geçmek gerekir. Bu nedenle birçok göçmen Türkiye’den göç ettikten sonra gündüz çalışıp gece kendi işini kurmak için uğraşmayı sürdürüyor. 

Çok sayıda insan da, vize şartı nedeniyle, göç ettikten sonra hemen şirketini kuruyor. Bunlar doğrudan CEO olma hayallerine en azından kâğıt üstünde kavuşmuş oluyorlar. Örneğin Londra’da onlarca ülkeden gelen, maliye bakanlığının sitesinden kontrol edildiğinde, büyük çoğunluğunun doğru dürüst gelirinin ve kârının olmadığı, çoğunluğu tek veya iki kişilik startupta “CEO” olarak konumlanan binlerce “girişimci” adayı var. Bu insanların büyük çoğunluğu günlerini network etkinliklerinde ve yatırımcılardan para istedikleri “pitching” toplantılarında ve kendilerini yatırımcılarla buluşturan “accelerator-hızlandırıcı” programlarının çalışmalarında geçiriyorlar. Bu sırada bir yandan ülkeden yanlarında getirdikleri ve genellikle ev ve araba satarak elde edilen birikimlerini tüketiyorlar, öte yandan gece gündüz, kalan zamanlarında ufak tefek işleri alıp hayatlarını döndürmeye çalışıyorlar. 

(Hiçbir çalışanı ve parası olmayan CEO’lar ile aslında onlara bu unvanları veren yatırımcıların ve hızlandırıcı/inovasyon programları yürütücülerinin açıktan dalga geçtiğine birçok kez tanık oldum.)

Bu pırıltılı hayatı ben seçmedim

Türkiye’den bakıldığında, İTÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerden mezun olan, startup kurup Londra’ya yerleşen ve şirketinde CEO olan, dışarıdan oldukça cafcaflı ve havalı görünen birçok girişimci adayının, Türkiye’de kalıp bir şirkette çalışsalardı, bu kadar stres, zorluk ve yoksulluk yaşamayacağını iddia edebilirim.

Dolayısıyla işçi olmaktan utanan, işçiliği küçümseyen, yoksulluğu bir sistem sorunu değil de kişisel başarısızlık hikayesi olarak gören ve girişimci olmanın tek çare olduğuna inanan binlerce insan bu motivasyonla yola çıktıklarında çareyi yurtdışına göçmekte buluyorlar. 

İyi bir üniversite mezunu olma, “beyin göçü”ne dahil olma, Londra’ya veya Amsterdam’a taşınma, şirket sahibi olma, CEO olma, pitching etkinliklerinde birkaç milyon pound talep etme, o etkinliklerdeki festival ortamından etkilenme, milyonlarca poundu dağıtabilen yatırımcılarla tanışma derken işin arkasında çok daha ağır çalışma şartları ve umutsuzluk açığa çıkıyor.

Bu nedenle zenginliğe bu bireysel erişim yolunun gerçekçi olmadığını veya en azından çok küçük bir kesimin ulaşabildiği bir imkân olduğunu ve çok küçük kesimin de genellikle alın teri ile değil ailelerinin sunduğu imkânlar ile ona eriştiğini görmek mümkün. Bunun örgütlenme, sendikalı olma, hak talep etme karşısında daha gerçekçi olmadığı da aslında net.

Güvencesiz CEO

Diğer yandan kartvizitine CEO da yazsa, aslında güvencesiz şartlarda çalışmanın “girişimcileri” işçilikten çıkarmadığını görmek gerekiyor. Belki bir işyerinde çalışsa sendikalı olabilir, tatil izni olabilir, maaş pazarlığı yapabilir. Ancak girişimci olunca, kendisine hızlandırıcı programlarında anlatılan “girişimci maceracıdır, bilinmeyene adım atmaktan çekinmez, dayanıklıdır, güçlüdür, ama sonunda ödülünü alır ve toplumun en zengin % 1’ine girer” masallarını dinleyince, bir de göç ettiyse ve zaten vize türü gibi legal sebeplerle her yerde istediği gibi çalışması da mümkün değilse ve giderken kendisine alkış tutan yakın çevresinin döndüğünde kendisine yenik muamelesi yapacağını bildiği için bilinmeyen içinde tek başına çabalamaktan geri durmaz. 

Bu sadece yatırım, para arayıp bulamayanlarla ilgili değil, bu networkler üzerinden zengin bir “melek yatırımcı” bulup onunla “yola çıkan”lar için de geçerli. Diyelim ki aradığınız 1 milyon poundu buldunuz ama bu sizin pound milyoneri olduğunuz anlamına gelmez. Sizin ekip kurmanız, en azından 4-5 kişiyi işe almanız, ortak veya kendinize özel bir ofis tutmanız, belirli teknik altyapı ve eşya masrafını yapmanız gerekir. Bunun içine kendi CEO’luk maaşınızı da yazarsınız. Bunları toplar, 2 veya şanslı iseniz 3 senelik masrafı hesaplarsınız. O para zaten bu masraflara gider. Yatırımcı bunun karşısında sizin şirketinizin önemli bir kısmını hisse olarak alır. Ama zaten parayı verdiği için hesap soran odur, patron odur. Ayrıca birçok startup örneğinde “normal” olan, co-founder’ların (yani kurucuların) bir veya birkaçı bu aşamada yatırımcı tarafından elenir, yani yola çıktığınız arkadaşınızı satmak zorunda kalırsınız. Yine çoğu durumda yanınıza yatırımcı yeni bir “co-founder” getirir, artık onunla çalışacaksınızdır. Zaten şirketin avukatı ve muhasebesi de genellikle yatırımcının atadığı kişilerdir. Sizin size verilen süre içinde söz verdiğiniz ürünü üretmeniz ve satmanız ve para kazanmanız gerekir. Yatırımcı bazen size kendi imkânları üzerinden müşteri bulabilir. Bunların hepsini inovasyon merkezi ve hızlandırıcı programı yetkilileri derslerinde anlatır. Size o nedenle sizinle aynı vizyona sahip bir yatırımcı bulmanın değerini anlatırlar, o sayede müşteri bulmak kolaylaşır ve siz de tanrıdan veya evrenden öyle bir yatırımcı dilersiniz.

Vakumdan çıkmak kolay değil

Zengin olmak için çıktığınız, bunun için denizler, okyanuslar aştığınız, peşinizde ailenizi sürüklediğiniz bu yolda başarılı oldunuz, yatırımcı buldunuz, artık dışarıdan bakıldığında şirkete benzer bir yapı var, CEO’sunuz ve şirketinizde çalışan birkaç çalışan var, (onlar da genellikle biraz ortamı öğrenip kendi startuplarını kurmak için yola çıkanlar oluyor) ve önünüzde 2 veya 3 yıl var. Kâr edemezseniz borçlu olabilir, yeterince kâr edemezseniz “exit” yapmaya, şirketinizi satmaya zorlanırsınız, belki de her şey yolunda gider milyonlar kazanırsınız, hisseniz oranında kâr payı alırsınız ama daha durun, 2-3 yıl var onun için. Özetle, stresli bir yükün altındasınız. 

Üniversite öğrencilerinden akademisyenlere, doktorlara ve mühendislere on binlerce insanı, sadece ülkemizden değil, diğer ülkelerden de çeken, sadece bağımlı ülkelerin gençlerini değil, kapitalist merkezlerin gençlerini de içeren bir vakumun içine giriyorsunuz ve bu bireysel mücadelelerde hiçbir gücünüz yok, birçok şey aleyhinizde ve sizin cidden mucize yaratmanız lazım, orta sınıf yaşamına kavuşmanız için. Acaba üniversitede ve işyerinde sendikal mücadele verilse, yeni bir dünya, başka bir sistem için çaba gösterilse daha mı iyi olurdu?

Hızlandırıcı programlarındaki yüzbinler

Bunun boyutlarını anlamak için sadece hızlandırıcı programı denilen, sizi alıp birkaç ay içinde pitch deck hazırlama, bütçe planlama ve yatırımcı ikna etme sürecini öğreten programların sayısına bakmak yeterli olacaktır. Sadece Avrupa’da 700 civarında hızlandırıcı (accelerator) programı var. Bunların çoğu kamudan destek alıp startuplara eğitim veriyor, bir kısmı girişimcilere kurs boyunca maaş veriyor, bazıları başarılı olanlara bir “tohum yatırımı” yapıp hisse  alabiliyor. Bunların üstüne hemen her üniversitenin inovasyon merkezi var. Öğrencilere ve akademisyenlere şirket kurduruyor. Ayrıca kendisine “impact hub”, “startup bootcamp” gibi isimler veren benzeri kurumlar var. Büyük şirketlerin ve belediyelerin kendi programları var. Bunları da katınca Avrupa’da 1000’den fazla startup programının olduğunu tahmin edebiliriz. Bunların yılda ortalama 4 program yaptığını ve her birine 20 şirketi temsilen 40 kişinin katıldığını tahmin etsek, Avrupa genelinde en az 160 bin kişiden bahsediyoruz. Dolayısıyla her sene yüz binlerce insan bu programlarda belirli bir yol haritası doğrultusunda fikirlerini pazarlamaya çalışıyor. Bu programlara katılmayıp kendi yolunu bulanları da düşününce ve startup işlerine hiç bakmayıp kendini büyük bir şirkette iyi bir pozisyona atmak için stajlardan sertifika programlarına koşan yüz binleri eklediğimizde üniversitelerde sosyal ve siyasal mücadelelerin zayıflığını, bu kadar soruna rağmen gençliğin nelerle meşgul olduğunu anlamak mümkün oluyor. 

Türkiye açısından ise hem Türkiye’nin kendi içinde bu yönde çok sayıda program ve bu yönde çaba gösteren genç var, hem göç eden on binler var hem de yurtdışındaki programlara aktif şekilde katılan çok sayıda genç var. Genel olarak Türkiye’deki gençlerin bu alanlarda çok aktif ve istekli olduğunu, öne çıktığını iddia etmek mümkün.

Tek kişilik şirketler

68 milyon nüfusa sahip Birleşik Krallık’ta 5,5 milyon şirket olması, bunların büyük çoğunluğunun tek kişilik şirketler olması esnafların ve zanaatkârların yanı sıra bir yerde maaşlı çalışmak yerine kendi işini kurma, özgür olma, çok para kazanma, danışmanlık yapma trendinin bir sonucu. Bunların büyük çoğunluğunun da kurtulmak istedikleri çalışma yaşamına nazaran aynı saatlerde veya daha fazla çalıştığını ve aynı geliri elde ettiğini biliyoruz.

Meseleyi sadece ücretli olma veya şirket açma ile sınırlı tutmak da yetmez. Üniversite inovasyon merkezlerinde startup dışında bir iş ve mülkiyet biçimi de gösterilmiyor. Örneğin kooperatifler de bir alternatif olabilir, farklı işbirliği yöntemleri de gündeme gelebilir ama gelmiyor. İlla “startup kur, CEO ol, yatırım ara” deniliyor. Bu öyle bir gündem oluyor ki örneğin akademisyenlerin ve mühendislerin sendikaları, girişimci ekosistemi oluşturma çabalarına yönelik müdahalede bulunmuyor, mesela en azından topluma ve dünyaya katkı sunan icatların üretilmesi için kamudan daha fazla hibe ve destek dahi talep etmiyor. 

Bunu güncel bir moda olarak düşünmek yeterli olmaz. Bilhassa İngiltere’de yaygın olan “her koyun kendi bacağından asılır” ve “zayıf olan elenir” vaazı veren sosyal darwinizmin köklerini, liberalizmin “bireyler halinde yaşayan insanların sosyal bir anlaşma ile devleti oluşturup yaşamlarını düzene sokması” tarih teorisini de görmek mümkün. Buna eşlik eden diğer bir etken olarak, özellikle solda sınıfsal yaklaşımın benzeri şekilde küçümsenmesi, işçi olmanın bir kimliğe indirgenmesi ve kimlik temelli, bilhassa cinsiyet temelli, erkeğin ve kadının yeniden tanımlanmasına yönelik tartışmaların öne çıkması da yadsınamaz.

Dolayısıyla emeğin en yüce değer olduğunu, insanın toplumsal bir varlık olduğunu, kolektife, dayanışmaya ihtiyacı olduğunu ve bu şekilde daha iyi şartlarda yaşamı mümkün kılacağını yeniden hatırlatmanın değerli olduğunu düşünüyorum.

Ölü Girişimciler Derneği 

https://haber.sol.org.tr/haber/olu-girisimciler-dernegi-397077

                                                                        /././

Cemil Tugay tehdit etmişti: Taşerona karşı eylemdeki işçiler işten çıkarıldı

Cemil Tugay'ın İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde eylem yapan taşeron işçilere “sizi o firmada da çalıştırmam” tehdidi gerçek oldu. İşçilere SGK’den işten çıkarıldıkları mesajı geldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/cemil-tugay-tehdit-etmisti-taserona-karsi-eylemdeki-isciler-isten-cikarildi-397224)

                                                                 ***

2025’i karşılarken dünya ve Türkiye gündemi -Engin Solakoğlu-

Pentagon’un Trump’ın Ukrayna paketini kabul edip etmeyeceği belirsiz. Üstelik bu işin bir de Avrupa bacağı var. Avrupa sermayesine besleneceği yeni bir para ve kan kaynağı bulmak gerekecek.

2025 yılında nelere hazırlıklı olmamız gerektiği üzerinde düşünürken kafamda yinelenen ezginin 1 Mayıs marşının başlangıcı olması sanırım rastlantı değil.

Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır.

Yeni yılda karşılaşacağımız uluslararası manzaraya dair en somut işaretlerin kaynağı Washington olacak kuşkusuz. Donald Trump 20 Ocak’ta ABD Başkanlığı görevine başlıyor. Dört veya sekiz yılda bir karşılaştığımız bu görüntünün ayrıksı bir yanı var bu kez. İlk kez göreve gelecek başkanla birlikte iktidarı elde ettiği söylenebilecek ikinci bir isme çevrili dünyanın bakışları. Elon Musk için Trump’ın “First Lady”si benzetmesi yapanlar var. Bu benzetmenin belden aşağı bir yanı yok. Sonuna kadar belden yukarı konuşuyoruz. ABD’yi Başkan mı, bu ikili mi, yoksa sadece ikincisi mi yönetecek göreceğiz. Bu konuyu iki hafta önceki yazımda ayrıntılı yazdığım için çok uzatmayacağım. Bununla birlikte Elon Musk’ın ABD’nin iç, dış ve özellikle de ticaret politikalarına müdahalelerinin 2025’e ve ötesine damga vuracağını kesin bir dille söyleyebiliriz.

Trump yönetimin dış politik tercihleri, daha doğrusu Trump’ın kampanya döneminde söylediklerinin ABD’nin dış politikasına ne ölçüde egemen olacağı 2025 yılında dünyanın genel görünümünü ciddi şekilde etkileyecek anlaşılan. Konu başlıkları itibarıyla ilerleyelim.

Rusya-Ukrayna savaşı bu yıl bitecek mi? Dinyeper havzasında silahlar susacak mı? Trump’ın başlıca seçim vaatlerinden biri bu. İktidara gelir gelmez Putin’le görüşüp meseleyi halledeceğine dair bir iddiası var. Rusya’nın bugüne kadar ele geçirdiği topraklardan geri çekilmeyeceği, küçülmüş, borçlandırılmış bir Ukrayna’nın ABD ve AB uydusu olarak varlığını sürdüreceği bir plandan söz ediliyor. İlk bakışta eşyanın tabiatına ve mevcut jeopolitik denkleme uygun gibi görünen “çözüm” bu. Ne var ki, Suriye cephesinde hiç de onurlu sayılamayacak bir geri çekiliş yaşayan Rusya’nın bu şekilde “ödüllendirilmesini” makul kılacak ilave bir taviz daha masada olabilir. Kuralsız, acımasız, hiçbir zaafın affedilmediği bir kurtlar sofrasına dönüşen bir dünya düzenindeyiz artık. Bu taviz Trump’ın asıl hedefi olan Çin’den uzaklaşması mıdır, yoksa İsrail’in olmazsa olmazı sayılan İran’daki rejimin devrilmesine ses çıkartmamak mı göreceğiz.

Trump’ın Ukrayna planı sorunsuz değil. Birincisi bu savaşta iyice şişen askeri endüstriyel kompleksin savaşın sürmesi yönündeki iradesinin nasıl aşılacağı sorusu orta yerde duruyor. Dinyeper boylarında esmer, kumral ve sarışın çocukların kitleler halinde öldürülmesi için üretilen milyonlarca top mermisinin akıbeti ne olacak? Daha anlaşılır şekilde ifade edersek silah sanayiyle bütünleşmiş Pentagon’un Trump’ın Ukrayna paketini kabul edip etmeyeceği ve etse dahi bunun ne kadar zaman alacağı belirsiz. Üstelik bu işin bir de Avrupa bacağı var. Yaklaşık üç yıldır Rusya da değil, Rus düşmanlığına yatırım yapan Avrupa iktidarlarının ikna edilmesi gerekecek. Mesele salt siyasi olsa kolay. Bir günde çark etmeleri mümkün. Gel gör ki, Rusya-Ukrayna savaşı gerekçesiyle hızlı bir militarizasyon sürecine giren Avrupa sermayesine besleneceği yeni bir para ve kan kaynağı bulmak gerekecek. Bir savaşın en az onun kadar kârlı bir başka savaşla ikame edilmesi zorunluluğundan söz ediyoruz. Demek ki, Trump’ın vaat ettiği kadar kolay çözülmeyecek Ukrayna düğümü 2025 yılında ama diplomatik gündemi işgal edeceği kesin.

Trump’ın Ortadoğu’ya dair iki vaadi de bu yılın gündeminde öne çıkacak. Birincisi Suriye’den çekilmek. İkincisi İran’ı İsrail açısından zararsız hale getirmek. Birinciden başlayalım. Suriye’de suların durulması birkaç ayın işi değil. Takım elbise, ceket ve kravatın devlet kurmaya yetmeyeceği açık. Bırakalım diğer güç öbeklerini, HTŞ içinde bile tam bir uyumdan söz etmek güç. Suriye’de herkesin birbiriyle derdi olduğu gibi, Suriye’yi bir cesede dönüştüren dış güçlerin de yıkım sonrasında farklılaşmaya başlayan çıkarlarını uzlaştırmak hiç kolay olmayacak. Baş aktöre dönersek, ABD “kurulu düzeni” ile Trump bu alanda tartışır ve kısa sürede çözüme ulaşılamaz. 2025 de “Suriyeli” geçer.

İkinci meselenin birinciyle bağlantısı olmadığı söylenemez. Şayet hedef İran ise, Suriye’den veya Trump’ın söylediği gibi Ortadoğu’dan çekilen bir ABD görme olasılığımız düşük. ABD’nin bölgede askeri ve siyasi nüfuzunun sürmesi hatta güçlendirilmesi Tahran’a yönelik hamlenin önkoşuludur. İran’da rejim iki şekilde değiştirilebilir. Klasik yöntem askeridir. Ancak bu kolay olmaz. İran, rejiminin bütün çürümüşlüğüne karşın Irak, Libya ve Suriye’yle karşılaştırılabilecek bir ülke değil. Ortalama yüksekliği 1200 metre olan dağlık ve 1,65 milyon km2 genişliğinde bir toprak parçası. 90 milyona yakın insan barındırıyor. Öyle pazar gezintisi yapar gibi bir yanından girip öteki yanından çıkamazsınız. Ağır maliyeti olur. Üstelik askeri bir harekât durumunda Rusya’nın konvansiyonel olmayan silahları kullanma tehdidini de cebinde tutarak İran’ın yanında yer alması beklenmelidir. Mollaların kaşına gözüne meftun olduğundan değil elbette. İran Rusya’nın tarihsel olarak en hassas bölge kabul ettiği Kafkasya bölgesinin dış etkilerden uzak tutulması bakımından son ileri karakol niteliğinden ötürü.

O halde İran’ın içeriden çökertilmesi cazip seçenektir. Bunun olası yöntemi/yöntemleri konusunda da yazdığım için uzatmıyorum. Sadece şunu söylemek yeterli. Bu mesele temel gündem maddelerinden biri olacaktır 2025 yılında. Türkiye açısından konuşursak İran meselesi ve yansımaları hem iç gündemin hem de dış politika gündeminin ağırlıklı bir konusu olarak hissettirecektir kendini.

İran salt ulusal güç unsurları bakımından değil, diplomasi alanında da küçümsenecek bir ülke değil. Nitekim Tahran  bu kurt kapanından çıkmak için kimi hamleler başlattı. Nükleer müzakereler için Avrupa güçlerine yeniden masaya dönme çağrısında bulundu. Ancak kan kokusu alan İsrail ve neredeyse İsrail’den bile daha Siyonist Trump kabinesini bunlar durdurabilir mi emin değilim. İran’ın “ben Ortadoğu’dan elimi eteğim çekiyorum. Irak’ta Haşdi Şaabi’yi, Yemen’de Husileri, Lübnan’da Hizbullah’ı ve Filistin halkını kendi kaderine terk ediyorum” demesi yetmeyecektir. Zira karşısındaki güç “ya benimsin, ya toprağın” ruh hali içerisine girmiş gibi görünmektedir.

Biraz da ulusal gündeme bakalım. Ulusal deyince kimi kaşlar kalkmıştır şimdi ama aldırmayıp devam ediyorum. Dış gündem bağlamında son yazdıklarımın içeride de yeni bir tasarımı hayata geçirmenin vesilesi olarak kullanılacağını tahmin etmek güç değil. Kürt meselesinde atılacak adımları ve yeni Anayasa çalışmalarını bu yıl çok konuşacağız. Konuşacağımız ve konuştuğumuza büyük olasılıkla pişman edileceğimiz bir konu da iç gömleğin daraltılması olacak. Düzen bir yandan yayılmaya dair büyük sloganların ve vaatlerin gürültüsüyle sesimizin duyulmasını engellemeye çalışırken, bunun yetmediği yerlerde daha da sert tedbirlere başvuracak. 

Asgari ücret, memur maaşları ve emekli maaşlarının düşürüldüğü seviyeden anlaşıldığı kadarıyla düzenin susturmakta en çok zorlanacağı ses milyonların karnının gurultusu ve sızlanmaları olacak. 2025’te açlığı, sefaleti, eriyen kamu hizmetlerini, parası yetmeyen için yok olan sağlıklı yaşam hakkını ve bütün bunların ayrılmaz parçası olan gericileştirme gayretlerini bütün engellemelere karşın daha çok konuşacağız. 

O gurultuyu düzeni sarsacak kudrette bir gök gürültüsüne, sızlanmaları örgütlü öfkeye ve somut tepkiye dönüştürmek başlıca derdimiz olacak.  Bunun için uğraşacak ve 2025’te olmazsa 2026’da olmadı 2027’de ama kesinlikle başaracağız.

Başka bir ülkemiz yok. Türkiye’den de Cumhuriyet’ten de vazgeçmeyeceğiz. 

Sahi, nasıl devam ediyordu 1 Mayıs marşı?

Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde.

                                                           /././

Yemek kartı düzenlemesi akılları karıştırdı: Gerçekte olan ne?-İrem Yıldırım-

Market alışverişlerinde yemek kartı kullanıldığında günlük 158 liranın üstü için prim kesilecek. Kartların en az yarısı alışveriş için kullanılırken neden bu adım atıldı, patronların çıkarı ne?

Yemek kartlarıyla ilgili yapılan yeni düzenleme son günlerin en çok tartışılan başlıklarından.

Ücretin parçalanması, sınıfsal eşitsizlik ve hukuk düzeninin eşitsizliği nasıl meşrulaştırdığı gibi başlıkları içeren bu konuyu kapsamlı bir şekilde ele aldık.

Her şey Danıştay kararı üzerine Sosyal Güvenlik Kurumu'nun yemek kartı kullanımında restoran ve market harcamalarını ayıran bir genelge yayımlamasıyla başladı.

Genelgeye göre patrona, işçinin yaptığı restoran harcamalarında tutar sınırlaması olmaksızın prim istisnası uygulanacak. Ancak aynı kartların market alışverişlerinde kullanılması durumunda prim istisnası 158 lirayla sınırlandırılacak. Bu tutarı aşan kısımdan prim kesilecek.

Örneğin, market harcamasında da kullanılabilen bir karta Ocak ayında 6 bin lira yüklendiğinde ve işçi 22 gün çalıştığında, 3 bin 476 liralık kısmı muaf tutulacak, 2 bin 524 lira üzerinden prim kesilecek.

Eğer işçi yemek kartını sadece restoranda kullanırsa çalıştığı şirket günlük 264 lira tutarında gelir vergisinden istisna tutulacak. 

Patronlara yönelik benzer muafiyetler işyerinde verilen yemekler ve yemek amaçlı nakit ödemeler için de geçerli.

5 yıl önceki araştırmada dahi market kartı kullanımı yüksek

Bu düzenleme, işgücü maliyetini düşürmek için fırsat kollayan patronların “marketlerde kullanılabilen kartlar”ı tercih etmeyeceği yönünde değerlendirilince, tepki büyüdü.

Aksoy Araştırma’nın 2020 yılında yayımladığı araştırmaya göre yemek kartı sahibi çalışanların yüzde 53,2’si bu bakiyeyi market alışverişlerinde kullanıyor.

Araştırmanın yapıldığı dönem, henüz COVİD-19 kapanmalarının ve özel sektördeki evden çalışma yüzdesinin tam artışa geçmediği bir aralıkta.

İşçilerin önemli bir bölümü işte yiyeceği yemeği evinde hazırlayıp götürüyor. Şirketlerden verilen yemek kartlarıyla alışveriş yaparak, ev bütçesinde ekonomik davranma gayreti gösteriliyor.

Tasarruf yapma eğilimi, iki ay içinde açlık sınırı düzeyine gelmesi beklenen 22 bin 104 liralık asgari ücret göz önüne alındığında daha da artıyor. Ücretlere yapılan zamda patron kesimine teşvik noktasında pek çok kolaylık sağlandığı da dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta. 

Danıştay’a neden başvuruldu? Değişen maddeler ne?

Peki bu düzenlemeye neden gidildi? Yemek kartı sektörünü temsil eden bir dernek, “yemeğin nerede yenildiğine göre ayrım yapılmasının kanuna aykırı olduğu ve bu durumun işveren, çalışan ve yemek hizmeti sağlayıcıları arasında eşitsizlik yarattığı” ve “5510 sayılı Kanun'da ayni yardımların prime esas kazançtan muaf tutulduğu, ancak yönetmelik ve genelge ile bu hükmün ihlal edildiği”ni savunuyor. Bu dernek SGK’nin “Yemek Bedeli” genelgesinin iptali talebiyle dava açıyor.

Danıştay da Yönetmeliğin ilgili maddesi ve genelgenin 2.1.2. ve 2.1.4. maddelerinin iptaline karar veriyor.

O maddeler şunlar:

  • Yemek ihtiyacının iş yerinde ya da iş yeri dışında karşılanmasının ayni yardım nitelendirmesi yapılırken bir farklılık bulunmamaktadır.
  • Yönetmeliğin iptali istenilen kuralının, yemek ihtiyacının hizmet sunucuları ile anlaşarak iş yerinde sağlanması halinde üçüncü kişiye ödenen tutarın, prime esas kazançtan muaf tutulması; iş yeri dışında yenilmesi halinde kısmen muaf tutulması sonucunu doğurması, çalışanların yemek yardımından eşit şekilde yararlanılması imkanını da kaldırdığı dikkate alındığında, Kanunun ayni/nakdi yardım ölçütü dışında yardımın sağlandığı mekana yönelik belirlemenin esas alınması Kanuni düzenlemeye aykırılık oluşturur.

Tıkanmanın sebebi parçalı ücret politikası

Danıştay’ın kararı, SGK’nin yaptığı düzenlemeler, iktidarın ücret politikası ve Anayasa'nın ücretle ilgili tutumu bu meseleyi anlamakta önemli.

Bu sebeple soL, konuyu AYM eski raportörü Ali Rıza Aydın, maliyeci Prof. Dr. Aziz Konukman ve iktisatçı Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal’la derinlemesine ele aldı.

Ali Rıza Aydın konuyu ele alırken bir çerçeveye işaret ediyor: Danıştay’ın aldığı karar bir hukuksal durumun sonucu, yani elindeki mevzuatı uyguluyor. Bu sebeple de ilk bakılması gereken yer o mevzuat. Aydın, Anayasa'nın “ücret emeğin karşılığıdır” tanımlaması yaptığını ancak bundan sonra devlete “adaletli ücret için gerekli önlemleri alma” sorumluluğu yüklediğini söylüyor ama bir şeyin eklendiğini dile getiriyor: “sosyal yardımlar”.

“Anayasa, ücreti yani emeğin karşılığı olan değeri kendiliğinden ikiye bölmüş oluyor.”

Giyim parası, yakacak parası, gözlük parası vs. gibi yapılan bu parçalanmaları ele alıyor:

“Bu düzen başta anayasası olmak üzere; yasalarıyla, yönetmelikleriyle, genelgeleriyle ve burada gördüğümüz gibi kararlarıyla emeğin karşılığı olan değeri parçalıyıcı her türlü hukuksal düzenlemeleri yapıyor.”

Bunun sermayenin yani patronların talep ettiği bir sistem olduğunu dile getiriyor Aydın ve ücret konusu için “Hukuktaki sınıfsallığın en belirgin şekilde dışa vurduğu yer bu konu” diyor. Sınıflı toplumlarda emek gücünün değerini parçalayan bir hukuksal yapı olduğunu da vurguluyor ve yemek kartı düzenlemesi için “hukuksal yapının bir şekilde mahkeme kararına yansıyan bölümlerinden biri” değerlendirmesini yapıyor.

                                    Eski Anayasa Mahkemesi raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın

‘Vermek değil vermemek üzerine kurulu düzenlemeler’

Brüt-net gibi ayrımlar ya da istisna ve muafiyetler hukukun verdiğini parçalıyor. Aydın bu konuya tavır koymadan tartışmaya girmenin ''niceliksel'' kalacağını savunuyor:

“Yan ödeme adı altında, yardımlar adı altında parçalama neye yarıyor? Ücreti baltalamaya ve bu baltalamayla birlikte patronlar lehine, çalışanlar aleyhine ayni ya da nakdi ödemeler yapılmasına neden oluyor. Vurgulayacağımız temel konu bu olmalı diye düşünüyorum.”

Aydın emekçilerin daha fazla baskı altında tutulması için “hukukta vermek üzerine değil vermemek üzerine kurulu düzenlemeler” yapıldığını dile getiriyor.

Bu parçalılığı “sömürüyü artıran bir esneklik” olarak tanımlayan Aydın, açlık ve yoksulluğa sürüklenen milyonlarca insan olduğunu hatırlatıyor.

Ücretin parçalanarak piyasa düzenine teslim ediliğini söyleyen Aydın, ücretin ya da yardımların kullanıldığı alanı belirleme konusunun “gıda sektörüne kaynak aktarma olarak kullanıldığını” da hatırlatıyor. Son olarak da patronun ödemesi gereken vergileri ya da sigorta pimlerini etkileyen değerin “muafiyet ve istisnalar”dan oluştuğunu da ekliyor:

“Muafiyet ve istisnalar bir yandan sözde işçiye net ödemeler yapılıyormuş gibi gösterilse de aslında patronların ödemesi gereken vergilerin muafiyet ve istisnaları olarak karşımıza çıkıyor.”

‘Hukukla yaratılan piyasa düzenlemesi’

Ali Rıza Aydın, tüm bu anlattıklarını “hukukla yaratılan bir piyasa düzenlemesi” diyerek özetliyor. Yani hukuk, patronlara yol açmanın bir aracı olarak kullanılıyor:

“Bu parçalama sürdükçe patronlar, işçiye ödeyeceği tutarları belirlerken tüm bu değerlendirmeleri ‘bana yükü nedir’ diye sorarak yapacaklar. Bu yük sadece net olarak çalışanın eline geçen yardım tutarı olmayacak. Aynı zamanda ‘ne kadar ödeme yaparsam, ne kadar SGK primi yükü binecek? Ne kadar vergi yükü binecek?’ hesabı yapacaklar. Yani bütünsel bir maliyet hesabı yapacaklar. Bu tür durumlar patronların çalışanlara vereceği yemek yardımını da bir şekilde sınırlandırılmasına neden olacak.”

                                            İktisatçı ve soL yazarı Nevzat Evrim Önal

‘İşçi sınıfına, karşı saldırıya geçmekten başka bir çare bırakmıyorlar’

İktisatçı Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal, Türkiye’de uygulanan ücret rejiminin “patron yanlısı” olduğu değerlendirmesiyle başlıyor söze ve “Patronlara işçinin gündelik ücretinin bir kısmını yemek kategorisinde verip bu kısmı için sigorta primi ödememe olanağı sağlıyor” diyor.

Düşük ve geçim için yetersiz ücretleri hatırlatan Önal, yemek çeki ya da kartı biçiminde verilen bu ücretin pahalı bir öğlen yemeği yemek yerine yaygın biçimde mutfak alışverişinde kullanılmasının son dönemde ücretler düştükçe daha da arttığını ekliyor. Önal, bunu iktidarın uyguladığı politikalardan ayrı okumuyor:

“Şimdi işi gücü işçi düşmanlığı olan AKP iktidarı ve onun politika uygulayıcısı olan Mehmet Şimşek, buraya da göz dikti. 

Emekçiler akşam evlerine biraz daha gıda alabilmek için gün içerisinde öğünlerini atlıyor,  gözü dönmüş Mehmet Şimşek de ‘lokantada yemiyorsan sigorta primini ödeyeceksin’ diyor. 

Topyekün saldırıyorlar, savunmaya çalışmanın bir anlamı kalmadı. İşçi sınıfına, karşı saldırıya geçmekten başka bir çare bırakmıyorlar.”

‘Ücret politikası işçi düşmanı’

Maliyeci Prof. Dr. Aziz Konukman düzenlemenin ötesinde ücret politikasının başlı başına işçi düşmanı bir tavır olduğunu dile getiriyor. Asgari ücret zammının düşük kalışı, artık bir ortalama ücrete dönüşmesi sebebiyle çalışanların durumunun ortada olduğunu dile getiren Konukman, “İnsanların reel olarak alım gücü feci bir şekilde düşmüşken, bu kartlarla yapılan alışverişler iyi-kötü ama bir ölçüde satın alma gücünde bir rahatlatma yaratıyordu. Bu tür düzenlemeler mevcudu daha da bozmanın ötesinde değerlendirilmemeli” diyor.

Emeklilere yapılan zammı da hatırlıyor ve “Emek karşıtı, sınıftan yana tercih yapmayan bir iktidardan zaten farklı bir şey de beklenemez. Asgari ücret kararı zaten yeterince korkunçtu. Düzenlemenin içeriğine ilişkin çok da bir değerlendirme yapmaya gerek yok çünkü emek düşmanlığı yapılıyor” değerlendirmesini yapıyor.

                                               Maliyeci Prof. Dr. Aziz Konukman

Patronlar ve dernekleri memnun: Yemek yardımlarının artmasında önemli teşvik olacak

Peki patronlar karara ilişkin ne diyor? 

Yemek kartı şirketi Pluxee'nin Türkiye Genel Müdür Yardımcısı Koray Bozkurt, AA’ya yaptığı değerlendirmede bunun ''işverenler ve çalışanlar lehine önemli kazanım'' olduğunu söylüyor. 

Bozkurt, yalnızca yemek kartlarına ilişkin kararı ele alıyor ve patronların SGK priminden yüzde 100 muaf hale gelmesinin olumlu olduğunu, “Bu durumun kesinleşmesinin de çalışanlara yapılan yemek yardımlarının artmasında önemli teşvik olacağını düşünüyoruz. Örneğin, 2025 yılında çalışanına günlük 300 lira tutarında yemek desteğini nakit yerine yemek kartı bakiyesi olarak veren 100 çalışanlı bir firma, 264 lira gelir vergisi istisnasının yanı sıra sınırsız SGK prim istisnası ve yüzde 10 indirilebilir KDV avantajıyla yıllık 3,52 milyon lira tutarında tasarruf sağlayabilir hale gelmiştir” sözleriyle devam ediyor değerlendirmesine. 

Bir diğer açıklama Yemek Kartları Derneği’nden. Açıklamada, SGK tarafından yapılan son düzenlemenin, ''bugünün ekonomik şartlarında çalışanları ve patronları sıkıntıya sokacak, gıda alımını engelleyecek bir düzenleme olmadığı'' vurgulandı.

Dernek Başkanı Önder Piyade, düzenleme sayesinde yemek ödeneklerinin çalışan lehine artırılmasının önünün açıldığını söylüyor. Tabii ki bu karar patronların elinde. 

Söz konusu kararla yemek kartlarının ayni yardım olarak değerlendirildiğini aktaran Piyade, çalışanlarına gerçek anlamda ayni yemek yardımı yapmak isteyen patronların artık prim ödemeyeceğine değindi.

“SGK’nın prim kararı işveren ve çalışan için kazanım oldu” diyen Piyade, “market harcamalarında kullanılan kartlar” kısmına ilişkin detaylı bir açıklama yapmadı.

                                                                  ***

İnsanların eğlencesi kuşların ölümü - Hazal Ocak / duvaR

Yılbaşında insanlar sokağa çıkıyor ve gelişigüzel havai fişek patlatıyor. Ben bile aşırı korkarken hayvanları düşünemiyorum. Bir gün sonra sokağa çıktığımda ise her yerde havai fişek çöpüne rastladım.

Her yeni yılın gelişini coşkuyla kutluyoruz. Ancak yılbaşı kutlamaları, ailelerle yenen yemekler, arkadaşlarla geçirilen zaman birilerine yetmiyor. Saatler gece yarısını gösterdiği anda havai fişekler patlamaya başlıyor. Sadece birkaç dakika boyunca karanlık gökyüzünde gördüğümüz renkli ışıklar on binlerce hayvanın ölümüne yol açabiliyor.

Havai fişeklerin MÖ ikinci yüzyılda, eski Çin'de icat edildiği belirtiliyor. O zamandan bu zamana da özel günlerde kullanımına devam ediliyor. Havai fişeklerin içeriğinde, yüzde 75 oranında barut ve potasyum nitrat, yüzde 15 oranında kömür (karbon) veya yüzde 10 oranında sülfür var. Yeterli ısı uygulandığında malzemeler birbirleriyle reaksiyona giriyor. Havai fişeklerdeki renkler ise metal tuzlarından gelir. Havai fişekler genellikle kâğıt, plastik ve kara tozdan yapılıyor.

İNSANLARIN AKCİĞERLERİNİ VE KALPLERİNİ ETKİLİYOR

Bir havai fişek patladığında içeriğindeki bu kimyasallar atmosferde zararsız bir şekilde çözülmüyor. Gökyüzünde oluşan o birkaç saniyelik renk cümbüşünün sandığımızdan çok ağır bir bedeli var. İnsan sağlığıyla başlayalım; havai fişeklerin patlatılması sonucu ortaya çıkan parçacık kirliliği insanların akciğerlerini ve kalbini etkiliyor çünkü en tehlikeli hava kirleticisi olarak kabul edilen küçük madde (PM) üretiyor.

Doğaya da zarar veren bu patlayıcılar en çok da hayvanların ölümüne neden oluyor. Örneğin 2021’deki yılbaşı kutlamaları sonrası İtalya’nın Roma şehrindeki merkez tren istasyonunun etrafında çoğunluğu sığırcık olan düzinelerce cansız kuş bulunmuştu. Uluslararası Hayvanları Koruma Örgütü (OIPA), kuş ölümlerinin havai fişeklerle ve özellikle havai fişek patlatıldığı esnada çıkan yüksek sesle ilgili olduğunu belirtmişti.

Yaban hayatı fotoğrafçısı Alper Tüydeş, Bulgaristan’da yılbaşı sonrası ölen çok sayıda kuşun görüntülerini paylaştı.

ÖLDÜRÜYOR, KORKUTUYOR, DAVRANIŞLARINI BOZUYOR

Araştırmalar havai fişeklerin kuş ölümleri dışında farklı olumsuz etkileri olduğunu gösteriyor. Örneğin; Almanya, Danimarka ve Hollanda olmak üzere üç Avrupa ülkesinde GPS izleyicileri kullanılarak yapılan bir araştırma, yılbaşı kutlamaları sırasında atılan havai fişeklerin arktik göçmen kazları üzerindeki etkilerini gösteriyor. Araştırma, kazların havai fişeklerin atıldığı sırada korkarak kaçtığını ve geri dönmediklerini ortaya koydu.

Aynı şekilde, Amsterdam Üniversitesi Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Dinamikleri Enstitüsü, başta su kuşları olmak üzere çok sayıda kuş türünün yılbaşı gecesi havai fişeklere nasıl tepki verdiğini tespit etmek için hava radarları kullandı. Radarlar, patlamalardan sonra binlerce kuşun havada 500 metreye kadar yükseldiğini gösterdi. İnsanlarla karşılaştırıldığında, hayvanlar yüksek frekanslı gürültüye karşı daha hassas, bu da onları yavrularını terk etmeye itiyor, üreme ve beslenme davranışlarını bozuyor.

ALMANYA’DA 5 KİŞİ ÖLDÜ, 300 KİŞİ GÖZALTINA ALINDI

Türkiye ve Almanya’da birçok yılbaşı kutlamasına katıldım. Almanya’da geçirdiğim tüm yılbaşı kutlamalarında gördüğüm manzara beni hep çok korkuttu. Çünkü yılbaşından kısa bir süre önce marketlerde havai fişekler satılmaya başlanıyor ve reyonlarda paketler kapış kapış satın alınıyor.

Alman Çevre Yardımı (DUH), her yıl havai fişeklerin çevreye verdiği zararlara dikkat çekiyor. Gürültü ve hava kirliliğinin ciddi boyutlara ulaştığını belirten dernek, bu konuda daha fazla bilinçlenme çağrısı yapıyor. Hayvan koruma dernekleri ise havai fişek gürültüsünün hayvanlarda strese yol açtığını ve bazı durumlarda ölümlere neden olduğunu hatırlatıyor.

                                                        Havai fişek çöpleri 

Yılbaşı günü çok sayıda insan sokaklara çıkıyor ve herkes bir köşede gelişigüzel havai fişek patlatıyor. Ben bile aşırı korkarken hayvanları düşünemiyorum. Bir gün sonra sokağa çıktığımda ise her yerde havai fişek çöpüne rastladım.

Sonra haberleri okuduğumda yılbaşı gecesi havai fişeklerin uygunsuz kullanımı sonucu en az beş kişinin hayatını kaybettiğini öğrendim. Aynı zamanda havai fişekleri tehlikeli şekilde kullandıkları gerekçesiyle yaklaşık 300 kişi gözaltına alınmış.

                                   Bu görüntüler İtalya'da havai fişek gösterisi sonrası ölen kuşlar... 

BAŞKA YOLLARI DA VAR

Türkiye’den bazı görüntüleri de inceledim. Yaban hayatı fotoğrafçısı Alper Tüydeş’in Bursa, Uludağ’daki havai fişek gösterisine yönelik paylaşımına denk geldim. Bulgaristan’da yılbaşı sonrası ölen çok sayıda kuşun görüntülerini de paylaşan Tüydeş özetle “Daha fazla havai fişek gösterisi Türkiye dahil birçok ülkede yapıldı. Ve Avrupa’da bu korkunç seviyelerde ve saatlerce sürüyor. Sadece kuşlar değil, memeliler hatta deniz, dere ve göllerdeki balıklar da bundan etkileniyor. Evdeki veya sokaklardaki kedi köpekler de…Artık bu eğlencenin de alternatifleri var” diyordu.

Hazal Ocak / duvaR


T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -4 Ocak 2025-

 Prof. Dr. Naci Görür: İstanbul bizi çökertir beyler şaka etmiyorum, İstanbul Marmara Bölgesi çökerse bütün Türkiye diz üstü çöker 

Kanal İstanbul Süreci Bilgilendirme toplantısında konuşan Profesör Dr. Naci Görür, korkulan olası İstanbul depremine ilişkin uyarılarını tekrarladı ve "Kanal İstanbul'a 'evet' diyen yerbilimciler varmış, ben bu sorumluluğu alamam" ifadesini kullandı. Görür, Kanal İstanbul'un fay üzerinde olduğunu vurguladı ve "Duymayan duysun" serzenişinde bulunarak, “Türkiye'nin Marmara Bölgesi çökerse ekonomik bağımsızlığı kalmaz” dedi.

Kanal İstanbul Süreci Bilgilendirme toplantısına katılan yer bilimci Profesör Dr. Naci Görür, projeyi yerbili açısından değerlendireceğini ifade ettikten sonra "Kanal İstanbul'a evet diyen yerbilimci varmış, kimlerdir, tanımıyorum, ben bu sorumluluğu alamam, o arkadaşlarla aynı görüşte değilim" dedi. “Kanal İstanbul fay hattının üzerinde, canlı fayla cirit atıyor” uyarısında bulunan Görür, Marmara’dan geçen fay hatları hakkında bilgi vererek, İstanbul’da 7'nin üzerinde büyüklükte deprem olasılığını hatırlattı ve şunları söyledi:

“Bilim dünyasının da kabul ettiği bir depremde herhangi bir sorun görmüyoruz demek yani akıl işi değil”

"Ben burada yer bilimleri ve deprem açısında bu yapılmak istenilen yapıyı ya da projeyi değerlendirmek istiyorum. Az önce izlerken bütün bilirkişiler hayır demiş, bütün yer bilimciler evet demiş... ben bunun sorumluluğunu alamam. Buna evet diyenlerde kimdir hiç bilmiyorum. 45 senemi bu ülkede geçirmiş bir yer bilimci olarak, iyi kötü ulasal uluslararası niteliği olan burada tek bir yer bilimci bir kişi bilmiyorum. Oda tuhaf. Ama o arkadaşlarla aynı görüşte değilim. Sebebi çok basit. Marmara Denizi’nin içerisinden Kuzey Anadolu fayının kuzey kolu geçiyor.

Bunlardan bir tanesi adaların güneyinde biz ona adalar. Adalar Fayı diyoruz. Diğeri de Yeşilköy açıklarından Silivri açıklarına kadar uzanan Kumburgaz Fayı diyoruz. 10 sene o faylar üzerinde araştırma yaptık. Ben de araştırmanın başkanı olarak İtalyan, Fransız gemileriyle tam donanımlı Türkiye'de olmayan, dünyanın en donanımlı gelmeleri ve bilim adamlarıyla çalışmalar yaptık. Bu iki fayın kilitli olduğunu saptadık. Kilitli fay demek şu anda enerji biriktiriyor. Kırılmasını engel olan bir sürtünme kuvveti var.

O sürtünmeyi yendeği anda deprem üretecek. Yapılan çalışmalar Parsosns ve diğerleri Amerikalı bir bilim adamının çalışmasıyla 30 sene içerisinde her an olmak kaydıyla kırılma olasılığı yüzde 64 dedi ilk çalışmasında sonra revize ettiler. Geçen sene yüzde 47’ye düşürdüler. Şimdi bu kadar bariz, bu kadar yani her an olabilecek bütün dünyanın bilim dünyasının da kabul ettiği bir depremde herhangi bir sorun görmüyoruz demek yani akıl işi değil. Neyse onlar neye göre diyor onu bilmiyorum. Fakat ben size şunu şu kadarını söyleyeyim.

“İstanbul Marmara Bölgesi çökerse bütün Türkiye diz üstü çöker”

Bu Kumburgaz fayı kırılırsa kendi başına ilk başta kırılacak faydır. Yedi nokta iki minimum deprem üretir. Adalar fayı yalnız başına kırılırsa en fazla yedi mertebesinde deprem üretir. İkisi birden kırılırsa yedi buçuğa kadar gidebilir. İstanbul'u tehdit eden yedi buçukluğunda bir deprem vardır. Şimdi ben sizler de anlıyorsunuz falan ama ben inandığınıza da inanmıyorum depreme.

Eğer inanmış olsanız bu kadar söze gerek yoktur. Bir an önce iş yapılırdı. Ben gerçekten bizim siyasilerimizin depreme yeterince hakikaten inandıklarını zannetmiyorum. Evet biliyorlar söylüyorlar konuşuyorlar ama öyle değil. Çünkü Türkiye'nin gündemini görüyorum ben. Yok böyle bir şey yok. Şimdi İstanbul'da, Marmara Bölgesi'nde daha doğrusu deprem olursa çok büyük bir kayıp veririz, can kaybı, mal kaybı tasavvur bile edilemez.

İstanbul'da en yetkili insanlar yani kurumlar bile yüzde altmışından fazlasının deprem dirençli olmayan yapı stokundan meydana geldiğini söylüyor. Siz İstanbul'u bir düşünün, sokağını düşünün, evlerini düşünün yani böyle kullandıkları betonu düşünün, korozyona uğramış demirleri düşünün. Daha şu anda herhangi bir şey yokken çöken evleri düşünün, halkın bilinçsizliğini düşünün. Bir sürü daha nedenler yaparsınız?

İstanbul bizi çökertir beyler şaka etmiyorum. Yani İstanbul Marmara Bölgesi çökerse bütün Türkiye diz üstü çöker. Bunu duymayan duysun. Bu şaka değil ve buna inanmıyorsa da inandıklarına sorsun. Gerçekten bilim adamına sorsun. Yoksa böyle bilim adamı olup da titri çok olan var ya hani, siyasetin emrinde. Onları kastetmiyorum ben. Doğrudan doğruya, uluslararası nitelikte bilim adamına sorsun. Türkiye'nin Marmara Bölgesi çökerse ekonomik bağımsızlığı kalmaz.

“4 milyon insan ölümle burun burana”

Bizim ekonomistler, iş adamları, iş dünyası depreme hazırlanmayı bilmiyor. Onlar depreme hazırlanmak deyince sadece fabrikalarının sağlam olduğunu zannediyorlar bir de tahtaya vuruyorlar. Bana bir şey olmaz diyorlar. Emin olun ben bunu TÜSİAD'ın icra kurulunda da aynı konuşmayı yaptım orada gördüm. Bakın bu iş şaka değil.

İBB'nin sırf yaptığı 97 bin binanın çok ağır hasar alacağını düşünürsek ölümün en fazla oradan olacağı, yüzde doksan yedi. Bir milyon yüz bin yapı stoku var, bina var. 97 binin içinden çöküleceğini düşünürsek ağırlıklı olarak 97 bin bina, yüz bin bina deyin. Her birini beş katlı söyleyin şimdi beş katlı kalmadı. Beş yüz kat demektir iki daire koyun, bir milyon daire. Her daireye dört kişi koyun, dört milyon insan ölümle burun buruna ölecek demiyorum. Ama ölümle burun buruna. Şimdi sizin vicdanınıza, insafınıza sığınıyorum. Dört milyon insanın kaçı yaşasın ya? Ne kadar azaltabilirsiniz? Yani tehlike büyük.

“Kanal İstanbul fay hattının üzerinde, canlı fayla cirit atıyor”

Bu Kanal İstanbul'a şimdi geleyim. Kanal İstanbul tam fay hattının Üzerinde şaka değil üzerinde. Yani Sazlıdere Barajıyla Küçükçekmece'nin denize açıldığı yerde canlı faylar cirit atıyor. Bizim çalışmalarımızda biz bunları gördük. Yani doğrudan doğruya bu Küçükçekmece'nin altı, Büyükçekmece'nin altı, Büyükçekmece'nin batısı, orada gördüğümüz heyelanların hepsi dipten doğrudan doğruya Marmara’ya doğru gelen canlı faylara bağlı. O faylar da Kumburgaz fayına bağlı. Kumburgaz Fayı harekete geçerse bütün bu faylar harekete geçecek. Sizi hiçbir güç orada ayakta tutmaya mümkün değil. Hele böyle betonla metonla yani bir diyelim kanal yapacaksınız ayakta durmasını düşüneceksiniz bu mümkün değil.

Orada heyelanlar tamamen bu faylarla tetikleniyor. Orada şu anda bile hareket var. Bizim uzaydan yaptığımız çalışmalara göre şu anda yılda iki santimetreye varan hareket var hareket. Deprem meprem yok. Büyükçekmece kayıyor, batıya doğru kayıyor, güneye doğru kayıyor. Yani burada belediye başkanları var. O binalar şimdi güzel gözüküyor duruyor ya sahilde yapmışsınız. Bakın 20 sene sonra iddia ediyorum ben yaşar mıyım, yaşamam diyelim de ama o 20 sene sonra bunların hepsi şakülden kayacak. Çünkü alttan iki santim kayıyor. İki santim kayma 20 santim santim eder. Ancak şakülden kaydırır onu başlar çatlamaya. O büyük binaların hepsi çatlağın, patlağın kaymanın içinde kalacaklar ve oturmayacaklar.

Şaka değil ama şimdi orada bol bol binalar yapıyoruz, gökdelenler yapıyoruz marifetmiş gibi. Orada zemin kötü çimentolanma yok, suyu fazla orada ivme değeri çok fazla yani depremin ivme değeri çok fazla depremin hızı orada çok fazla sıvılaşma çok fazla. Yani her şeyiyle orası tam bir cehennemin içi o bölge. Siz oraya yapı yapıyorsunuz yapı yoğunluğunu artırıyorsunuz insan getiriyorsunuz, nüfusu artırıyorsunuz. Bir deprem bölgesinde yapılmaması gereken tek şey ne kadar yapı o kadar insan o kadar ölüm demektir ya. Ya bunu anlamak bu kadar zor mu.

“Bu işi sakın yapmayın, başınıza dert alırsınız, ve bu işi de çözemezsiniz”

Ama siz her şeyi bütün bunların söyledik kitaplar yazdık. İBB de bastı böyle cilt cilt kitaplar. Benim de en son kitabımız çıktı tekrar. Ben illa yapacağım diyor inat ediyorsunuz. Biz öyle çok yüksek adamların bileğini bükecek halimiz yok. Bilim adamı olarak bu yanlış diyoruz. Bilimsel verilere göre söylüyoruz. Yani onun dışında bir şey değil.

Daha iyi bir bilim adamı varsa o da çıkar der ki sayın Görür senin dediğin şu şu şu şu doğru değil. O zaman bilim doğruyu kabul etmek zorundadır. Ama bugün karşımıza öyle çıkılmıyor. Şimdi inatlaşıyorsanız o zaman illa yapacağım diye. 64 milyar dolara çıkıyor diyelim. Şimdi burası çok özel bir bölge. Neden özel bir bölge. Ana faydan ayrılmış fay kollarının içerisinden geçtiği ivmesi, hızı, kayması vesairesi yüksek bir yer bu özel bir bölgedir. Yani dünyada her yerde depremin dalgaları geldiği zaman en fazla ivmenin olduğu, en fazla hızın olduğu en fazla titreşimin olduğu yer değildir. Oralar deprem zonlarıdır.

Ben diyorsun ki inat ettim deprem sonunda kanal yapacağım. O zaman ben yenilgiyi kabul edeyim. O zaman diyeceğim yetkililere şu. Tamam yap yapacaksan yap. Ama burada yapacağın yapının fiyatını, maliyetini normal bir yerdeki yapı gibi asla düşünme. Yani bunu binaya örnek vereyim yani kanal yerine. Normal bir binanın metrekaresi 20 bin 30 bin lira ise sen buraya yüz bin harcamak zorundasın. O zaman bu Kanal İstanbul'un maliyeti 64 milyara mal olmaz 104 milyara da mal olmaz. Güneydoğu'daki gibi çok daha fazlaya mal olur. O zaman da benim bir hakkım var sormaya.

Milyonlarca insanın can güvenliği yokken hayatları tehlikedeyken bu ülke bu kadar fakir fukaralıktan ezilirken sen niye 200 milyarı buraya vereceksin? Sebep ne? Ne bekliyoruz buradan? Ve işte burada herkes de söyledi yani. Bir getirisi yok, bir şey getirisi olsa kabul ederim yani.

Getirisi olan bir projesi olsa bilim olarak kabul ederiz. Ne getiriyor bize Allah aşkına. Onun için aklı selim garip gelsin. Bütün yetkililere lütfen sesimi duyun rica ediyorum, yalvarıyorum. Benim hayatım bu yolla gitti, geçti. Bu işi sakın yapmayın. Başınıza dert alırsınız. Ve bu işi de çözemezsiniz. Yazıktır, günahtır" 

                                                               ***

Yeni süreçte istikamet Suriye’nin kuzeyi ve AKP’nin “bilmiyoruz” taktiği -Gökçer Tahincioğlu-

İktidar, asıl olarak PYD’den gelecek tepkiyi bekliyor, dikkatler Suriye’ye çevrili. Bu noktada bir heyetin de PYD ile görüşmek üzere Suriye’ye gitmesi sürpriz olmaz. Kulislere yansıyan bilgiler, DEM Parti’nin bu konuda da bir aracı rol oynayabileceği yönünde. PYD’den beklenti, HTŞ’nin kuracağı Suriye ordusuna belli oranda katılması…

Ardı ardına çıkan, AKP’ye yakın isimlerce gündeme getirilen, yazılan haberlere bakalım.

“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bahçeli’nin açıklamalarından haberi yok.”

“AKP’nin önde gelen isimleri bile açıklamayı bilmiyordu.”

“Bahçeli, AKP’yi de şaşırttı.”

İmralı’ya giden DEM Partili TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder ile eski eş başkan Pervin Buldan, yerine kayyım atanan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’le birlikte siyasi partileri ziyaret edeceklerini açıkladılar.

İlk ziyaretin TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’a, ardından da süreci açıklamalarıyla başlatan MHP lideri Devlet Bahçeli’ye yapılması manidardı.

Bahçeli’nin DEM Parti heyetini kapıda karşılaması da öyle…

“İşin sahibi” pozisyonunu alan Bahçeli, İmralı ziyaretinden sonra da “koşulsuz silah bırakma” çağrısını yineledi.

Yaşanılanların, “çözüm süreci” anlamına gelmediğini de vurgulayarak.

* * *

AKP’nin, iktidarının 15 yıllık döneminde, oylarının dip yaptığı iki dönem vardı.

Bunlardan ilki Habur’daki görüntülerle akıllara kazınan, Oslo’da, MİT yöneticilerinin, örgüt yöneticileriyle yaptıkları görüşmenin ses kayıtlarının sızdırılmasıyla sonlanan birinci çözüm süreci dönemiydi. Anketlerde, AKP’nin önemli oy kaybı yaşadığı görüldü.

İkincisi ise 7 Haziran seçimi ile sonlanan, İmralı heyetlerinin İmralı ile Kandil arasında gidip geldiği, akil insanlar adı verilen heyetlerin Türkiye’yi dolaştığı, yasal güvence konusunda çerçeve bir düzenlemenin bile çıkartıldığı, Dolmabahçe mutabakatına kadar ilerleyen ikinci çözüm süreciydi.

7 Haziran seçiminde ilk kez tek başına iktidar olabilecek oy oranına ulaşamayan AKP, 1 Kasım yenileme seçimine çözüm sürecini bitirerek girdi ve yeniden tek başına iktidar oldu.

* * *

AKP-MHP bloğu, 1 Kasım seçiminden kısa süre sonra kuruldu.

Bahçeli’nin başkanlık sistemi çağrısı, OHAL koşullarında yapılan başkanlık referandumu ve ilk başkanlık seçimi, bugünkü yeni rejimin oluşmasını sağladı.

AKP ve Erdoğan, 7 Haziran’dan bugüne kayyım politikalarına, güvenlikçi politikalara imza attı. Hem Irak hem Suriye’de uzun askeri operasyonlara imza atıldı.

Türkiye, güvenliği için Irak’ın kuzeyinden başlayan, Suriye’nin kuzeyinde devam eden, Akdeniz’e kadar uzanan bölgede güvenlik şeridi oluşturmayı, “olmazsa olmaz” bir strateji olarak ilan etti.

Erdoğan, şehit ailelerine de kamuoyuna da bir daha önceki gibi süreçlerin yaşanmayacağı sözü verdi.

Bu tablo içerisinde sürecin sahibi pozisyonunun Bahçeli’ye verilmesi, bütün sürecin belki de en stratejik adımı.

Bahçeli’nin “devlet aklıyla” konuştuğu, “iktidarın başka devletin başka” olduğu algısının yaratılması adımları, “haberi yoktu” haberleri kadar stratejik.

* * *

DEM Parti heyeti, önümüzdeki hafta CHP ve diğer muhalefet partileriyle ve AKP ile görüşecek. Ancak AKP adına Cumhurbaşkanı Erdoğan’la değil, AKP Grup Başkanı Abdullah Güler’le görüşmeleri bekleniyor.

Sürecin gidişatıyla paralel bir görüntü.

* * *

Bu görüşmelerin tamamlanmasının ardından DEM Parti’nin geniş bir açıklama yapması bekleniyor. Ve ardından yeniden İmralı ziyareti yapılması…

Bu noktada akıllara takılan bir soru var.

Kandil’deki PKK yönetimi ile Suriye’deki PYD yönetimi, tüm bu adımlar için ne düşünüyor?

İddia edildiği gibi Öcalan, şubat ayında bir açıklama yaparsa Kandil ve PYD bu çağrıya karşılık verecekler mi?

* * *

Belirtmek gerekir ki iktidar, asıl olarak PYD’den gelecek tepkiyi bekliyor.

Irak’ın kuzeyinde tam olarak istenilen sınırlara ulaşmasa da bir güvenli bölge oluşturuldu. Birçok noktada askeri üsler ve kontrol noktaları kuruldu.

PKK, Türkiye’ye yönelik organize, toplu bir silahlı saldırı eylemi çok uzun süredir yapamıyor.

Dikkatler asıl olarak Suriye’ye çevrili.

* * *

Bu noktada bir heyetin de PYD ile görüşmek üzere Suriye’ye gitmesi sürpriz olmaz. Kulislere yansıyan bilgiler, DEM Parti’nin bu konuda da bir aracı rol oynayabileceği yönünde.

İmralı’da yapılan görüşmelerin, TBMM’nin ve devletin tutumunun PYD’ye yansıtılması, PYD yönetiminin görüşlerinin alınarak yeniden İmralı’yla götürülmesi gibi bir trafik yaşanması gündemde.

Elbette olası bu trafiğin yaşanacağı dönemde, ABD’de başkan seçilen Trump’ın yemin ederek göreve başlayacağını unutmamak gerek…

ABD, şu ana kadar Suriye’de, PYD’ye verdiği desteği keseceğini gösteren bir adım atmış değil. ABD’de yaşanan son terör saldırılarından sonra, daha önce askerleri çekme yanlısı olan Trump’ın fikrini değiştirip değiştirmeyeceği ve nasıl bir adım atacağı da merak konusu…

* * *

PYD’den beklenti, HTŞ’nin kuracağı Suriye ordusuna belli oranda katılması… Federal taleplerden vazgeçerek, Suriye anayasası yapım sürecine katılması. Rojava’nın da Suriye’nin bir parçası olacağını ilan etmesi.

Bütün bunlar Öcalan’ın sadece çağrıda bulunmasıyla olur mu, Öcalan açıkça böyle bir çağrıda bulunur mu, belirsiz.

Kulislerdeki iddialar, iddia edildiği gibi şubat ayında bir çağrı yapsa bile bu çağrının, “Görüşünüzü oluşturun, silah bırakmayı tartışın, Türkiye’ye karşı eylemsizlik ilan edin” düzeyinde kalabileceği yönünde.

Yine Ankara’da da Öcalan’ın “süreç için hukuki güvence” diye özetlenebilecek, demokratikleşme ve anayasa değişikliği taleplerini de karşılayacak, çeşitli mekanizmalar kurulmasını da içeren görüşleriyle ilgili farklı çalışmalar yapıldığı da iddia ediliyor.

Bu çalışmalar birer taslak ve fikir jimnastiği aşamasında mı kalacak yoksa yaşama geçirilecek mi, bütün bunlar kavramların ortaklaşmasına, şeffaf bir süreç yürütülmesine ve gelecek mesajlara bağlı.

Zira, 7 Haziran’da biten sürecin iktidar bloğunda nasıl bir etkisi varsa, DEM Parti ve İmralı tarafında da bir etkisi var.

Muhalefetin sürece katılması ısrarı ve hukuki güvence talebinin nedeni de bu…

Ancak kesin olan, sürecin bu kez arzulandığı gibi bitip bitmeyeceğini Suriye’deki gelişmeler ve PYD’nin tavrının belirleyeceği.

                                                              /././

Tahir Elçi cinayeti davasında yargılanan polisler beraat etti.

Tahir Elçi

Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin katledilmesine dair sanık polisler hakkında verilen beraat kararına yapılan itiraz reddedildi. Mahkeme, Elçi Ailesi, Türkiye Barolar Birliği ve Diyarbakır Barosunun istinaf başvurusunu reddetti. MLSA'dan Deniz Tekin'in haberine göre, Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Diyarbakır Barosu eski Başkanı Tahir Elçi cinayeti davasında ‘bilinçli taksirle ölüme neden olma’ suçundan yargılanan sanık polisler Sinan TaburFuat Tan ve Mesut Sevgi hakkında 12 Haziran 2024’te beraat kararı verilmişti. Mahkeme gerekçeli kararında “Elçi’nin ölümüne sebebiyet veren ölümcül atışın kim tarafından gerçekleştirildiği hususunda tereddüttün hasıl olduğunu” savundu.(https://t24.com.tr/haber/tahir-elci-cinayeti-davasinda-yargilanan-polisler-beraat-etti,1207617)

                                                                 ***

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...