soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -6 Ocak 2025-

Taşa yazılan uygarlığın izleri taş ocaklarıyla siliniyor!-Yusuf Yavuz-

Kapak görseli: Likya’nın önemli anıtsal yapılarından biri olan ancak 19. yüzyılın son çeyreğinde Avusturya’ya götürülen Trysa Heroonu’nda yer alan rölyeflerde bir savaş sahnesi.

Likya kentlerini yaratan coğrafya adım adım mermer ocaklarıyla kuşatılıyor. Taşa yazılan uygarlık, mermer ve taş ocaklarıyla coğrafyanın hafızasından silinmek üzere…

Türkiye’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’nde bulunan Likya kentleri, bulundukları coğrafyanın doğal peyzajıyla birlikte mermer ve taş ocaklarıyla çevrelenmeye başladı. Teke Yarımadası olarak anılan bölgede zorlu bir coğrafyada filizlenen Likya uygarlığından geriye, anaerkil toplumsal yapıyla bölgenin tümünde görülebilen taşa işlenmiş, taşla inşa edilmiş benzersiz bir kültürel miras kaldı. Depremlerin, savaşların ve salgın hastalıkların silemediği Likya uygarlığının izlerini yıkıcı madencilik silmek üzere. Taşa yazılan uygarlık, mermer ve taş ocaklarıyla coğrafyanın hafızasından silinmek üzere.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın elektronik ÇED sisteminde sorgulandığında, Kaş, Finike, Demre ve Elmalı ilçelerinde mermer ocaklarıyla ilgili olarak yaklaşık 500 civarında ÇED işlemi yapıldığı görülüyor. Bunların büyük bir kısmı, “ÇED Gerekli Değildir” kararlarından oluşuyor. Bir başka deyişle, yaklaşık 100 hektardan oluşan ruhsat alanlarında mermer ya da traverten çıkartıp satmak isteyen firmalar, projeleri ÇED kapsamının dışında tutmak için ruhsat alanlarını dörde bölerek ÇED Gerekli Değildir kararlarını cebine koyup peynir kalıpları gibi dağları kesmeye başlıyor. Ruhsat sahasını parça parça işletmeye açmanın nedeni, yönetmeliğin 25 hektarın altındaki sahalara ÇED muafiyeti getirmesi. Bu düzenleme yargıya taşınıp Danıştay tarafından 2017’de iptal edilse de, uygulamalar halen sürüyor.

‘Yatırımcıya kolaylık’ hukuksuz bulunsa da yıkım durmadı

Yatırımcılara ‘kolaylık’ sağlamak adına yapılan “Ruhsat alanının büyüklüğüne bakılmaksızın” açık 25 hektara kadar çalışma alanında açık ocak işletmeciliğini ÇED filtresinden kaçıran düzenlemeye karşı açılan davada iptal kararı veren Danıştay 14. Dairesi (2017/2082 E), 25 hektar sınırını aşmadan hazırlanan proje tanıtım dosyaları ile Valiliklerin ÇED Gerekli Değildir kararı vererek faaliyete başlandığını, ancak süreç içerisinde bazen denetim eksikliği, bazen de yetersizlik nedeniyle çalışma sahalarının 25 hektarın çok üzerine çıktığını belirterek düzenlemenin iptal gerekçesini şöyle özetlemişti: “İlave maden ocağı çalışma sahası için başvurulara da ÇED gerekli değildir kararları verilerek toplamda 25 hektarın üzerindeki çalışma sahalarına kısım kısım verilen ÇED gerekli değildir kararları ile ocak sahaları genişletilmekte olup, davalı idarenin savunmasına bu yönüyle itibar edilmemiş, nesnel ve teknik bir gerekçeye, herhangi bir rapor, uzman görüşü ya da somut bilgi veya belgeye dayanmayan dava konusu yönetmelik kurallarında hukuka uyarlık görülmemiştir.

Kaş Gökçeyazı'da 95 hektarlık yeni mermer ocağı ruhsatı

Antalya’nın Kaş ilçesinde 95,50 hektarlık alanda mermer ocağı ruhsatı verilen Ankara merkezli Kentaş Madencilik şirketi de sektörde yaygın olan bu yolu izleyerek ilk etapta ruhsat sahasının 24,29 hektarlık kısmında mermer ocağı işletmesi açmak için proje tanıtım dosyası hazırladı. Kaş’a bağlı Gökçeyazı köyü sınırlarındaki orman arazisinde açılmak istenen mermer ocağı için Antalya Valiliği de sektörün eğilimine karşılık vererek 27 Kasım 2024 tarihinde mermer ocağı için ÇED Gerekli Değildir kararı verdi. Şirket, 95 hektarlık ruhsat sahasını yapacağı kapasite artışı başvurularıyla parça parça işletecek ve böylece açık ocak işletmesi gibi çevreye verdiği zararlar yönüyle oldukça riskli olan bir madencilik faaliyetini Çevresel Etki Değerlendirmesi filtresinden kaçırmış olacak.

Karada ve suda ne varsa paraya çevrilmek isteniyor

Türkiye’nin dört bir yanında yıllardır süren bu yıkıcı madencilik, dağlardan ormanlara, meralardan yaylalara, derelerin çakılından denizin kumuna doğada paraya çevrilebilecek ne varsa “hepsi madendir ve bunu paraya çevirmek hakkımızdır” diskuruyla hareket ediyor. Dahası, bu diskurun payandaları arasında, milli servet, yerli madencilik benzeri söylemler de var. Ormanı, suyu, merayı, yaylayı ve dereyi yok eden, yeri yerinden oynatan bir yıkıma yerli ve milli söylemle onay üretiliyor.

Orta Likya'nın miras alanları yıkımın kuşatması altında

Kaş Gökçeyazı köyü, tarihi coğrafya olarak bakıldığında Orta Likya’nın kalbinde yer alıyor. Kyaneai antik kentine bu köyden geçilerek ulaşılıyor. Likya’nın önde gelen kentlerinden biri olan Demre’deki Myra antik kentinin sırtını dayadığı Gürses köyü ile 1882’de Avusturya’ya götürülen ünlü Trysa Heroonu’nun bulunduğu Davazlar köyü de adım adım mermer ocaklarıyla kuşatılmış durumda.

                     Gökçeyazı köyünün doğusunda, Demre Çayı vadisinin kıyısında bir mermer ocağı.

Maki denizinde sadece kızılçamları ağaçtan sayan anlayış

Antik dönemde yoğun bir yerleşime sahne olduğu bilinen bu bölgede tescilli yapıların dışında henüz tescillenmemiş birçok arkeolojik kalıntı bulunuyor. Yapılan yüzey araştırmaları ya da yerel halkın işaret etmesiyle her geçen yıl bölgedeki kültürel miras alanlarına yenileri ekleniyor. Bazen bir çiftlik yapısı, bazen bir zeytin işliği, kimi zaman da bir lahit çıkıyor, orman idaresinin ormandan saymadığı maki örtüsünün koynundan. Oysa koynunda tarihi saklayan maki örtüsü, aynı zamanda ekolojik olarak bir kızılçam ormanından çok daha verimli ve onlarca canlı ve bitki türüne yaşam alanı yaratan bütüncül bir ekosistem. Aynı zamanda yüzlerce yıldır keçi yetiştiriciliği yapan yerel halkın da dayanağı. Çünkü maki ve keçi birlikte evrimleşen bir ekosistemin unsurları. Ancak Gökçeyazı köyündeki mermer ocağı projesine baktığımızda, adeta yeşil bir maki denizi olan bir orman arazisinde sadece 15 tane kızılçam ağacının ‘ağaç’ olarak sayıldığını görüyoruz.

Yaşamın yüzde 90'ını moloza çeviren yıkıcı madencilik

Maden şirketinin hazırladığı proje dosyasında da açıkça belirtildiği gibi Gökçeyazı’daki orman arazisini tarumar ederek yapılmak istenen mermer ocağı işletmesinde çıkarılacak malzemenin sadece yüzde 10’luk kısmı ‘blok mermer’ olarak değerlendirilirken, yüzde 90’lık kısmı ise pasa olarak ayrılacak. Şirket, Muğla’daki bir başka mermer ocağındaki iş makineleri ve ekipmanlarını Kaş’taki yeni ocağa kaydırılacağını belirtiyor. Adeta turneye çıkmış gezici yıkım ekibi. İş makineleri boş durmasın diye durmaksızın yeni ruhsat alanları açılıyor bölgede.

Sedirler, ardıçlar ve semenderler sessizce ölüyor

Demre Çayı Vadisinin batı yakasındaki Gökçeyazı, Yavu, Hoyran, Ahatlı, Sarılar, Çerler, Gürses gibi yerleşimlerle, vadinin doğusundaki Köşkerler, Muskar (Belören) ve daha kuzeydoğudaki Alacadağ bölgesindeki coğrafyada onlarca mermer ocağı Orta Likya coğrafyasını adım adım parçalıyor. Sedir ormanları, anıtsal meşe ve ardıç ağaçları ve biyoçeşitliliğin can damarı makilikler vahşice yok ediliyor. Adını bu coğrafyadan alan, yosun tutmuş nemli orman içlerinde, kayalıklarda varlığını sürdürebilen semenderlerin yaşam alanları hiçbir önlem alınmadan gök gürültüsü gibi bir yıkıcılıkla yeryüzünden siliniyor.

Orta Likya olarak anılan coğrafyada yaklaşık olarak mermer ocaklarının yoğun olduğu alanlar. Bu bölge, Yörük-Türkmen kültürünün güçlü olduğu Teke Yarımadası’nın bir parçası.

Tanrıların, azizlerin, abdalların ve velilerin coğrafyası

Orta Likya olarak anılan bu bölgede coğrafyanın kültürü, kültürün insanı belirlediği binlerce yıllık bir yaşam sürekliliği var. Dağların, nehirlerin ve kentlerin öyküsünün insanların öyküsüne karıştığı bir coğrafya burası. Bu yüzden Akdağ’ın can verdiği Eşen Çayı’nın kıyısında, Ana Tanrıça Leto’dan doğan tanrı Apollon ve Tanrıça Artemis’in kültleri, suyun ve toprağın hafızasından bu toprakların insanının hafızasına aktarılarak Azizlere, Abdallara, Pirlere ulaşmış. Bu yüzden bu coğrafyanın dağlarında, ormanlarında, nehirlerinde, ovalarında ve kentlerinde Aziz Nikolaos’un, Abdal Musa’nın, Kâfi Baba’nın, Kaygusuz Abdal’ın, Eroğlu Nuri’nin, Sinan Ümmi’nin, Niyazi Mısri’nin ayak izleri vardır.

Binlerce yıllık kültürel mirası yaratan doku yok ediliyor

Anadolu’nun yerli halklarından Hellen ve Romalılara binlerce yılda gelişen kültürel birikim, Likya coğrafyasının dört bir yanında taşa işlenen bir miras. Yörük-Türkmenlerin bu coğrafyayı yurt tutmasıyla birlikte kısmen yeniden devşirilen bu kültürel miras, yakın zamana kadar büyük ölçüde özgünlüğünü korudu. Ancak son yıllarda yıkıcı madencilik ve her yerde pıtrak gibi çoğalan plansız, kaçak ve imara aykırı yapılaşma mekânsal olarak da bölgenin dokusunu giderek bozuyor, yok ediyor.

Kaş'ta mermer ocağına karşı eylem vardı

Bölgedeki yaşamı da tehdit etmeye başlayan yıkıcı doğal taş madenciliğine karşı yöre halkının da tepkileri giderek artıyor. Kaş’ın Gökçeyazı köyünde izin verilen mermer ocağına karşı dün yapılan eylemde, bu yıkıma karşı isyan vardı. Kaş Çevre ve Kültür Derneği, siyasi parti temsilcileri, muhtarlar ve köylülerin katıldığı eylemin ardından bir de basın açıklaması yapıldı.

‘Bir avuç mermer için geleceğimizin feda edilmesini anlayamıyoruz'

Kaş Çevre ve Kültür Derneği Başkanı Ahmet Murat Akoy, Kaş’ın eşsiz doğasına mermer ocaklarıyla darbe vurulduğunun altını çizerek yaptığı açıklamada, Gökçeyazı’daki orman arazisinde ruhsat verilen mermer ocağına da dikkat çekerek, “Bölgemizde ve dünyada her yıl etkisini daha fazla hissettiğimiz iklim krizinin nedenlerinden biri olan orman alanlarının tahrip edilmesi yönünde ‘ÇED gerekli değildir’ kararı vermesini, bir avuç taş ve mermer için geleceğimizin feda edilmesini anlayamıyoruz” diyor.

Ürkütücü tablo: Son 15 yılda 386 bin ruhsat verildi

Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) verilerine göre sadece 2024 yılı içinde Türkiye genelinde 15 binin üzerinde ruhsat verildiğine işaret eden Akoy, 2008–2023 arasındaki 15 yılda 386 bin ruhsat verildiğinin görüldüğünü belirterek şunları aktarıyor: “Sadece 81 ilimiz olduğunu düşünüldüğünde bu rakamın korkutucu büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır. Bu rakamlar ruhsat verilen yerin özelliklerine ve önemine bakılmadan masa başından ruhsat dağıtıldığı izlenimi yaratmaktadır. Verilen ruhsatların büyüklüğünün, il büyüklüklerinin oranına bakıldığında Türkiye coğrafyasının nasıl büyük bir talan ve yağma altında olduğu görülmektedir. Kütahya ilimizin %92’si, Uşak’ın %80’i, Çanakkale ve Balıkesir’in %79’u, Artvin’in %71’i, Muğla ilimizin %65’i maden faaliyetleri için ruhsatlandırılmıştır. Bir ilin neredeyse tamamının ruhsatlandırılmış olduğunu görüyoruz. Bu ruhsatlı alan büyüklüğü, ülkemizin her yerinde yaşamamızı devam ettirebilmemiz için hayati önemi olan orman alanlarının, tarım alanlarının, su havzalarının yok edildiğini göstermektedir. Türkiye’nin her yanında büyük bir doğa kırımı ve geri dönüşü mümkün olamayacak tahribat yaşanmaktadır.”

Yıkımın sonu göç: İklime bağlı 200 milyonluk göç dalgası

Ahmet Murat Akoy’un altını çizdiği bir başka konu da iklim kaynaklı göçler. Dünya genelinde 10 yıl içinde 200 milyon insanın iklim kaynaklı göç etmek zorunda kalacağı uyarılarını anımsatan Akoy, yıkıcı madenciliğin tehdidi altındaki ormanlarımızın korunması gerektiğini belirterek Kaş’ın korunması gereken doğal ve kültürel mirasına dikkat çekiyor:

Likya yerleşimlerinin ortasında ruhsat verildi

“Kaş, içinde iki Özel Çevre Koruma Bölgesi, Unesco Dünya Mirası listesinde bulunan Ksantos ve Türkiye’nin en çok ziyaretçi alan antik kenti Patara ile beraber sekiz antik kent ve sayısız arkeolojik alan bulunduran, endemik ve nesli tehlike altında türlere ev sahipliği yapan eşsiz bir coğrafyadır. Türkiye’nin reklam yüzü olan Kaputaş plajı da dâhil olmak üzere eşsiz kıyı şeridi ve koyları ile Türkiye’nin en önemli turizm noktalarının biridir. Ruhsat verilen yer Likya uygarlığının en yoğun nüfusunu barındıran bölgelerden biri olan Kyaneai antik kentinin bulunduğu alandadır. Bu sebeple ruhsat sahası çevresi, Likya kültürel mirasına ait yüzlerce arkeolojik alanla dolu bir açık hava müzesidir. Böyle bir zenginliğin katma değeri olmayan mermer, taş için tahrip etmek Kaş’ın zenginliklerini anlamamak, bilmemektir.”

                                          Demre Çayı Vadisi’nde mermer ocaklarının yarattığı tahribat

Her konuda ayrıştırılan halk yıkıma karşı birleşiyor

Kaş’ta, Demre’de, Finike’de, Elmalı’da köylüsünden esnafına, turizmcisinden çobanına, sivil toplum temsilcilerinden siyasilere toplumun genelinde yıkıcı madenciliğe karşı ortak bir tepki var. Suyun, toprağın, ormanın ve yaşamın tonu birkaç yüz dolara blok olarak satılan doğal taş madenciliğinden daha önemli olduğu yönünde hemfikir. Birçok konuda ayrıştırılan toplumun bu konuda ortak bir görüşte birleşmesi önemli. Ancak idarenin bu konuda ayak direyen tavrı, korumadan yana değil, yıkımın sürmesinden yana sonuçlar doğuruyor. Çevreyi, tarihi, kültürü korumakla yükümlü kurumların ‘sakınca’ görmediği birçok projede vatandaşın açtığı davalar sonucu onlarca sakıncanın ortaya çıkması ve yargının verdiği yüzlerce örnek iptal kararının özeti, idari işlemin hukuksuz olduğu yönünde. Coğrafyayı, yaşamı, tarihi ve kültürü yağmalamakta sakınca görmeyen idari işlemlere karşı tüm bu değerleri ‘sakınmaya’ çalışan halkın bu çabaları olmasaydı bugün ülke genelinde daha büyük bir yıkımla karşı karşıya kalınacaktı.

Dünya mirasını yaratan coğrafya yıkımla sınanıyor

Taşa yazılan uygarlığın izleri birer birer taş ocaklarıyla coğrafyanın ve toprağın hafızasından silinirken daha bütüncül bir bakışla havza bazlı bir koruma anlayışı kaçınılmaz görünüyor. Türkiye, Antalya ve Muğla illeri sınırlarındaki Likya kentlerini UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmasını önerdi. Phaselis’ten Pinara’ya, Myra’dan Tlos’a, Lmyra’dan Patara’ya birçok bilinen kentin dışında Andriake, Sura, Kyaenai, Limyra, Theimmusa, Simena, Istlada, Trebende, Aperlae gibi Orta Likya coğrafyasında yer alan kentler de öneri listesinde. Türkiye’nin önerisi ile Likya kentleri 2009 yılında UNESCO Geçici Listesi’ne alındı. Ancak bölgedeki mermer ocaklarının yarattığı yıkım bu hızla devam ederse, Likya kentlerini yaratan tarihi, kültürel ve biyolojik coğrafya kısa bir süre sonra tamamen tanınmaz hale gelecek.

                                                                               /././

Girişimciliğin 'gerçekçi' yolu, tek kişilik CEO'lar ve melek yatırımcılar -Eren Korkmaz-

"Para kazanmasını engelleyen ülkeden kurtulacağına ve kendisine 'hak ettiği değeri' veren ülkelerde bunu başaracağına inanan birçok kişi örselenmiş, tükenmiş ve yalnız şekilde işçiliğe devam ediyor."

29 Aralık tarihli "Ölü Girişimciler Derneği" adlı yazımda İngiltere’de ve Avrupa’da genel bir yönelim olarak işçi olma halinin küçümsendiğine ve bireysel zenginliğin yolu olarak girişimciliğin öne çıkarıldığına değinmiştim. Bu yazıda bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. Bilhassa üniversite gençliği ve akademisyenlerden başlayarak mühendisleri ve birçok işkolunu kapsayacak şekilde insanlara sunulan çözüm, bir ürünü ve hizmeti geliştirmek, ticarileştirmek, bunun için yatırım bulmak ve ardından satarak zengin olmakla sınırlı. Ancak bu yola çıkanların yüzde 90’ından fazlasının başarısız olduğuna vurgu yapmıştım. 

Kısaca hatırlatmak gerekirse, insanların birkaç senesini ve birikimini harcaması pahasına sunulan bu “kısa” ve “gerçekçi” yola çıkanların;

*yüzde 80’inin yatırım bulamadan fikir aşamasından öteye gidemediğini, 

*yatırım-para bulabilen yüzde 20’sinin yaklaşık yüzde 80’inin kârlı bir şirket oluşturamadığını, aldıkları parayla ekip kurup piyasaya ürün çıkardıklarında başarısız olduklarını ve sürecin sonunda borçlu hale geldiğini, 

*yatırım-para bulan yüzde 20’nin kâr elde edebilen beşte birinin büyük çoğunluğunun ise yeterince karlı bir iş kuramadığı için yatırımcı tarafından exit’e, yani satışa zorlandığını, 

*tüm bu sürecin sonunda iş kurup yüksek kârlı iş kuran toplamın yüzde 1-2’lik kesiminin ise genellikle zengin ailelerden geldiğini ve bu çevreye ve arka plana dayanarak başarılı olduğunu görüyoruz.

Girişimcilikten göçmenliğe

Ancak bu yol birçok üniversite öğrencisi ise gerçekçi ve hızlı bir yol olarak görülüyor. Buna sosyal medya ile çeşitli kişisel gelişim ve iş geliştirme programları eşlik ediyor. Dolayısıyla üniversitede bir öğrenci, akademisyen veya mühendis için artık kolektif örgütlenmelerde bir araya gelip çalışma şartlarını düzeltme, hak elde etme ve bunun üstüne yeni bir düzen için harekete geçme zorlu, riskli, tehlikeli ve ütopik olarak görülebiliyor. 

Burada insanların kendilerine göre gerçekçi bir analiz yapmaya çalıştıklarını kabul edebiliriz. Ama işin mantığı sorunlu ve bu mantığı kimin yaydığı önemli. Örneğin Türkiye’de bir üniversite öğrencisi, doktor veya mühendis startup kurup, ürün geliştirip, bunu satıp, hızlıca zengin olma hayallerini incelerken ve bu yönde sosyal medyadan üniversite inovasyon merkezlerine ve yerel ve merkezi yönetimlerin ilgili birimlerine kadar tüm süreci takip ederken bu hedefe varmasının önündeki en büyük engelin kapitalizm değil de Türkiye gerçekliği olduğu sonucuna varabiliyor. Dolayısıyla eğer sol düşünceye yakınsa duyarsız ve hareketsiz toplumu ve gerici iktidarı da analizinin içine katabilir, politik değilse veya iktidarı destekliyor olsa dahi ülkemizin bu imkânları sunamadığı sonucuna varıp yurtdışına göçü gündemine alabilir. 

Türkiye’de birçok önde gelen üniversitede bilgisayar mühendisliği gibi belirli bölümlerden mezun olanların hiçbirinin Türkiye’de kalmadığını veya tıp okuyanların daha ilk senelerinde Almanca, İsveççe gibi dilleri öğrenmeye başladığını ve üniversiteyi aslında yurtdışına göçe hazırlık için değerlendirdiğini görüyoruz. On binlerce doktorun, mühendisin ve diğer iş kollarından insanların aileleriyle birlikte İngiltere, Almanya, Hollanda, Kanada, BAE (Dubai) gibi ülkelere göç ettiğini biliyoruz. 

Bu ülkelere göç edenlerin aradıklarını bulamama ve yaşadıkları psikolojik sorunları ayrıca değerlendirebiliriz. Ama bunda da esas motivasyon, kişinin zenginliğe erişimini, elindeki mesleği ve yetenekleri girişimcilikle pekiştirip para kazanmasını engelleyen ülkeden kurtulmak ve kendisine “hak ettiği değeri” veren, “insan gibi” davranan ülkelerde bunu başaracağına inanmasıdır. Bu da aslında ilk başta bahsettiğim 2-3 yıllık girişimci adayı olma macerasını 6-8 yıla çıkarıyor, yeni bir ülkeye alışma, anlama ve varsa çocukların okulları derken daha da çıkmaz yollara iletiyor, sürecin sonunda birçok kişi örselenmiş, tükenmiş ve yalnız şekilde işçiliğe devam ediyor. 

Örneğin İngiltere’de maaşlı olarak çalışan birinin ev alma, rahatça tatil yapma veya tüketim yapmasının çok zor olduğunu gözlemlemek mümkün. Mesela kalifiye bir işe yeni başlayan biri yıllık 36 bin pound alıyorsa bunun aylık maaş karşılığı vergi dilimine göre 2000-2400 pound arası oluyor. İşinde yükselip, yıllar içinde yönetici pozisyonuna geçse ve yıllık 90 bin pound alsa aylık maaşı 4500-5000 pounda çıkacak. Dolayısıyla yıllar içinde kariyerinde en yüksek aşamaya geldiğinde dahi hayat standartlarında radikal bir değişim ve zenginlik beklemek mümkün olmuyor.

Gündüz bordrolu, gece CEO

Maaşlı olma, işçi olma hali kurtulunması gereken, geçici bir durumsa ve “ezik” insanların işiyse en kısa sürede startup kurma, girişimci olma ve yatırım alma için harekete geçmek gerekir. Bu nedenle birçok göçmen Türkiye’den göç ettikten sonra gündüz çalışıp gece kendi işini kurmak için uğraşmayı sürdürüyor. 

Çok sayıda insan da, vize şartı nedeniyle, göç ettikten sonra hemen şirketini kuruyor. Bunlar doğrudan CEO olma hayallerine en azından kâğıt üstünde kavuşmuş oluyorlar. Örneğin Londra’da onlarca ülkeden gelen, maliye bakanlığının sitesinden kontrol edildiğinde, büyük çoğunluğunun doğru dürüst gelirinin ve kârının olmadığı, çoğunluğu tek veya iki kişilik startupta “CEO” olarak konumlanan binlerce “girişimci” adayı var. Bu insanların büyük çoğunluğu günlerini network etkinliklerinde ve yatırımcılardan para istedikleri “pitching” toplantılarında ve kendilerini yatırımcılarla buluşturan “accelerator-hızlandırıcı” programlarının çalışmalarında geçiriyorlar. Bu sırada bir yandan ülkeden yanlarında getirdikleri ve genellikle ev ve araba satarak elde edilen birikimlerini tüketiyorlar, öte yandan gece gündüz, kalan zamanlarında ufak tefek işleri alıp hayatlarını döndürmeye çalışıyorlar. 

(Hiçbir çalışanı ve parası olmayan CEO’lar ile aslında onlara bu unvanları veren yatırımcıların ve hızlandırıcı/inovasyon programları yürütücülerinin açıktan dalga geçtiğine birçok kez tanık oldum.)

Bu pırıltılı hayatı ben seçmedim

Türkiye’den bakıldığında, İTÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerden mezun olan, startup kurup Londra’ya yerleşen ve şirketinde CEO olan, dışarıdan oldukça cafcaflı ve havalı görünen birçok girişimci adayının, Türkiye’de kalıp bir şirkette çalışsalardı, bu kadar stres, zorluk ve yoksulluk yaşamayacağını iddia edebilirim.

Dolayısıyla işçi olmaktan utanan, işçiliği küçümseyen, yoksulluğu bir sistem sorunu değil de kişisel başarısızlık hikayesi olarak gören ve girişimci olmanın tek çare olduğuna inanan binlerce insan bu motivasyonla yola çıktıklarında çareyi yurtdışına göçmekte buluyorlar. 

İyi bir üniversite mezunu olma, “beyin göçü”ne dahil olma, Londra’ya veya Amsterdam’a taşınma, şirket sahibi olma, CEO olma, pitching etkinliklerinde birkaç milyon pound talep etme, o etkinliklerdeki festival ortamından etkilenme, milyonlarca poundu dağıtabilen yatırımcılarla tanışma derken işin arkasında çok daha ağır çalışma şartları ve umutsuzluk açığa çıkıyor.

Bu nedenle zenginliğe bu bireysel erişim yolunun gerçekçi olmadığını veya en azından çok küçük bir kesimin ulaşabildiği bir imkân olduğunu ve çok küçük kesimin de genellikle alın teri ile değil ailelerinin sunduğu imkânlar ile ona eriştiğini görmek mümkün. Bunun örgütlenme, sendikalı olma, hak talep etme karşısında daha gerçekçi olmadığı da aslında net.

Güvencesiz CEO

Diğer yandan kartvizitine CEO da yazsa, aslında güvencesiz şartlarda çalışmanın “girişimcileri” işçilikten çıkarmadığını görmek gerekiyor. Belki bir işyerinde çalışsa sendikalı olabilir, tatil izni olabilir, maaş pazarlığı yapabilir. Ancak girişimci olunca, kendisine hızlandırıcı programlarında anlatılan “girişimci maceracıdır, bilinmeyene adım atmaktan çekinmez, dayanıklıdır, güçlüdür, ama sonunda ödülünü alır ve toplumun en zengin % 1’ine girer” masallarını dinleyince, bir de göç ettiyse ve zaten vize türü gibi legal sebeplerle her yerde istediği gibi çalışması da mümkün değilse ve giderken kendisine alkış tutan yakın çevresinin döndüğünde kendisine yenik muamelesi yapacağını bildiği için bilinmeyen içinde tek başına çabalamaktan geri durmaz. 

Bu sadece yatırım, para arayıp bulamayanlarla ilgili değil, bu networkler üzerinden zengin bir “melek yatırımcı” bulup onunla “yola çıkan”lar için de geçerli. Diyelim ki aradığınız 1 milyon poundu buldunuz ama bu sizin pound milyoneri olduğunuz anlamına gelmez. Sizin ekip kurmanız, en azından 4-5 kişiyi işe almanız, ortak veya kendinize özel bir ofis tutmanız, belirli teknik altyapı ve eşya masrafını yapmanız gerekir. Bunun içine kendi CEO’luk maaşınızı da yazarsınız. Bunları toplar, 2 veya şanslı iseniz 3 senelik masrafı hesaplarsınız. O para zaten bu masraflara gider. Yatırımcı bunun karşısında sizin şirketinizin önemli bir kısmını hisse olarak alır. Ama zaten parayı verdiği için hesap soran odur, patron odur. Ayrıca birçok startup örneğinde “normal” olan, co-founder’ların (yani kurucuların) bir veya birkaçı bu aşamada yatırımcı tarafından elenir, yani yola çıktığınız arkadaşınızı satmak zorunda kalırsınız. Yine çoğu durumda yanınıza yatırımcı yeni bir “co-founder” getirir, artık onunla çalışacaksınızdır. Zaten şirketin avukatı ve muhasebesi de genellikle yatırımcının atadığı kişilerdir. Sizin size verilen süre içinde söz verdiğiniz ürünü üretmeniz ve satmanız ve para kazanmanız gerekir. Yatırımcı bazen size kendi imkânları üzerinden müşteri bulabilir. Bunların hepsini inovasyon merkezi ve hızlandırıcı programı yetkilileri derslerinde anlatır. Size o nedenle sizinle aynı vizyona sahip bir yatırımcı bulmanın değerini anlatırlar, o sayede müşteri bulmak kolaylaşır ve siz de tanrıdan veya evrenden öyle bir yatırımcı dilersiniz.

Vakumdan çıkmak kolay değil

Zengin olmak için çıktığınız, bunun için denizler, okyanuslar aştığınız, peşinizde ailenizi sürüklediğiniz bu yolda başarılı oldunuz, yatırımcı buldunuz, artık dışarıdan bakıldığında şirkete benzer bir yapı var, CEO’sunuz ve şirketinizde çalışan birkaç çalışan var, (onlar da genellikle biraz ortamı öğrenip kendi startuplarını kurmak için yola çıkanlar oluyor) ve önünüzde 2 veya 3 yıl var. Kâr edemezseniz borçlu olabilir, yeterince kâr edemezseniz “exit” yapmaya, şirketinizi satmaya zorlanırsınız, belki de her şey yolunda gider milyonlar kazanırsınız, hisseniz oranında kâr payı alırsınız ama daha durun, 2-3 yıl var onun için. Özetle, stresli bir yükün altındasınız. 

Üniversite öğrencilerinden akademisyenlere, doktorlara ve mühendislere on binlerce insanı, sadece ülkemizden değil, diğer ülkelerden de çeken, sadece bağımlı ülkelerin gençlerini değil, kapitalist merkezlerin gençlerini de içeren bir vakumun içine giriyorsunuz ve bu bireysel mücadelelerde hiçbir gücünüz yok, birçok şey aleyhinizde ve sizin cidden mucize yaratmanız lazım, orta sınıf yaşamına kavuşmanız için. Acaba üniversitede ve işyerinde sendikal mücadele verilse, yeni bir dünya, başka bir sistem için çaba gösterilse daha mı iyi olurdu?

Hızlandırıcı programlarındaki yüzbinler

Bunun boyutlarını anlamak için sadece hızlandırıcı programı denilen, sizi alıp birkaç ay içinde pitch deck hazırlama, bütçe planlama ve yatırımcı ikna etme sürecini öğreten programların sayısına bakmak yeterli olacaktır. Sadece Avrupa’da 700 civarında hızlandırıcı (accelerator) programı var. Bunların çoğu kamudan destek alıp startuplara eğitim veriyor, bir kısmı girişimcilere kurs boyunca maaş veriyor, bazıları başarılı olanlara bir “tohum yatırımı” yapıp hisse  alabiliyor. Bunların üstüne hemen her üniversitenin inovasyon merkezi var. Öğrencilere ve akademisyenlere şirket kurduruyor. Ayrıca kendisine “impact hub”, “startup bootcamp” gibi isimler veren benzeri kurumlar var. Büyük şirketlerin ve belediyelerin kendi programları var. Bunları da katınca Avrupa’da 1000’den fazla startup programının olduğunu tahmin edebiliriz. Bunların yılda ortalama 4 program yaptığını ve her birine 20 şirketi temsilen 40 kişinin katıldığını tahmin etsek, Avrupa genelinde en az 160 bin kişiden bahsediyoruz. Dolayısıyla her sene yüz binlerce insan bu programlarda belirli bir yol haritası doğrultusunda fikirlerini pazarlamaya çalışıyor. Bu programlara katılmayıp kendi yolunu bulanları da düşününce ve startup işlerine hiç bakmayıp kendini büyük bir şirkette iyi bir pozisyona atmak için stajlardan sertifika programlarına koşan yüz binleri eklediğimizde üniversitelerde sosyal ve siyasal mücadelelerin zayıflığını, bu kadar soruna rağmen gençliğin nelerle meşgul olduğunu anlamak mümkün oluyor. 

Türkiye açısından ise hem Türkiye’nin kendi içinde bu yönde çok sayıda program ve bu yönde çaba gösteren genç var, hem göç eden on binler var hem de yurtdışındaki programlara aktif şekilde katılan çok sayıda genç var. Genel olarak Türkiye’deki gençlerin bu alanlarda çok aktif ve istekli olduğunu, öne çıktığını iddia etmek mümkün.

Tek kişilik şirketler

68 milyon nüfusa sahip Birleşik Krallık’ta 5,5 milyon şirket olması, bunların büyük çoğunluğunun tek kişilik şirketler olması esnafların ve zanaatkârların yanı sıra bir yerde maaşlı çalışmak yerine kendi işini kurma, özgür olma, çok para kazanma, danışmanlık yapma trendinin bir sonucu. Bunların büyük çoğunluğunun da kurtulmak istedikleri çalışma yaşamına nazaran aynı saatlerde veya daha fazla çalıştığını ve aynı geliri elde ettiğini biliyoruz.

Meseleyi sadece ücretli olma veya şirket açma ile sınırlı tutmak da yetmez. Üniversite inovasyon merkezlerinde startup dışında bir iş ve mülkiyet biçimi de gösterilmiyor. Örneğin kooperatifler de bir alternatif olabilir, farklı işbirliği yöntemleri de gündeme gelebilir ama gelmiyor. İlla “startup kur, CEO ol, yatırım ara” deniliyor. Bu öyle bir gündem oluyor ki örneğin akademisyenlerin ve mühendislerin sendikaları, girişimci ekosistemi oluşturma çabalarına yönelik müdahalede bulunmuyor, mesela en azından topluma ve dünyaya katkı sunan icatların üretilmesi için kamudan daha fazla hibe ve destek dahi talep etmiyor. 

Bunu güncel bir moda olarak düşünmek yeterli olmaz. Bilhassa İngiltere’de yaygın olan “her koyun kendi bacağından asılır” ve “zayıf olan elenir” vaazı veren sosyal darwinizmin köklerini, liberalizmin “bireyler halinde yaşayan insanların sosyal bir anlaşma ile devleti oluşturup yaşamlarını düzene sokması” tarih teorisini de görmek mümkün. Buna eşlik eden diğer bir etken olarak, özellikle solda sınıfsal yaklaşımın benzeri şekilde küçümsenmesi, işçi olmanın bir kimliğe indirgenmesi ve kimlik temelli, bilhassa cinsiyet temelli, erkeğin ve kadının yeniden tanımlanmasına yönelik tartışmaların öne çıkması da yadsınamaz.

Dolayısıyla emeğin en yüce değer olduğunu, insanın toplumsal bir varlık olduğunu, kolektife, dayanışmaya ihtiyacı olduğunu ve bu şekilde daha iyi şartlarda yaşamı mümkün kılacağını yeniden hatırlatmanın değerli olduğunu düşünüyorum.

Ölü Girişimciler Derneği 

https://haber.sol.org.tr/haber/olu-girisimciler-dernegi-397077

                                                                        /././

Cemil Tugay tehdit etmişti: Taşerona karşı eylemdeki işçiler işten çıkarıldı

Cemil Tugay'ın İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde eylem yapan taşeron işçilere “sizi o firmada da çalıştırmam” tehdidi gerçek oldu. İşçilere SGK’den işten çıkarıldıkları mesajı geldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/cemil-tugay-tehdit-etmisti-taserona-karsi-eylemdeki-isciler-isten-cikarildi-397224)

                                                                 ***

2025’i karşılarken dünya ve Türkiye gündemi -Engin Solakoğlu-

Pentagon’un Trump’ın Ukrayna paketini kabul edip etmeyeceği belirsiz. Üstelik bu işin bir de Avrupa bacağı var. Avrupa sermayesine besleneceği yeni bir para ve kan kaynağı bulmak gerekecek.

2025 yılında nelere hazırlıklı olmamız gerektiği üzerinde düşünürken kafamda yinelenen ezginin 1 Mayıs marşının başlangıcı olması sanırım rastlantı değil.

Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır.

Yeni yılda karşılaşacağımız uluslararası manzaraya dair en somut işaretlerin kaynağı Washington olacak kuşkusuz. Donald Trump 20 Ocak’ta ABD Başkanlığı görevine başlıyor. Dört veya sekiz yılda bir karşılaştığımız bu görüntünün ayrıksı bir yanı var bu kez. İlk kez göreve gelecek başkanla birlikte iktidarı elde ettiği söylenebilecek ikinci bir isme çevrili dünyanın bakışları. Elon Musk için Trump’ın “First Lady”si benzetmesi yapanlar var. Bu benzetmenin belden aşağı bir yanı yok. Sonuna kadar belden yukarı konuşuyoruz. ABD’yi Başkan mı, bu ikili mi, yoksa sadece ikincisi mi yönetecek göreceğiz. Bu konuyu iki hafta önceki yazımda ayrıntılı yazdığım için çok uzatmayacağım. Bununla birlikte Elon Musk’ın ABD’nin iç, dış ve özellikle de ticaret politikalarına müdahalelerinin 2025’e ve ötesine damga vuracağını kesin bir dille söyleyebiliriz.

Trump yönetimin dış politik tercihleri, daha doğrusu Trump’ın kampanya döneminde söylediklerinin ABD’nin dış politikasına ne ölçüde egemen olacağı 2025 yılında dünyanın genel görünümünü ciddi şekilde etkileyecek anlaşılan. Konu başlıkları itibarıyla ilerleyelim.

Rusya-Ukrayna savaşı bu yıl bitecek mi? Dinyeper havzasında silahlar susacak mı? Trump’ın başlıca seçim vaatlerinden biri bu. İktidara gelir gelmez Putin’le görüşüp meseleyi halledeceğine dair bir iddiası var. Rusya’nın bugüne kadar ele geçirdiği topraklardan geri çekilmeyeceği, küçülmüş, borçlandırılmış bir Ukrayna’nın ABD ve AB uydusu olarak varlığını sürdüreceği bir plandan söz ediliyor. İlk bakışta eşyanın tabiatına ve mevcut jeopolitik denkleme uygun gibi görünen “çözüm” bu. Ne var ki, Suriye cephesinde hiç de onurlu sayılamayacak bir geri çekiliş yaşayan Rusya’nın bu şekilde “ödüllendirilmesini” makul kılacak ilave bir taviz daha masada olabilir. Kuralsız, acımasız, hiçbir zaafın affedilmediği bir kurtlar sofrasına dönüşen bir dünya düzenindeyiz artık. Bu taviz Trump’ın asıl hedefi olan Çin’den uzaklaşması mıdır, yoksa İsrail’in olmazsa olmazı sayılan İran’daki rejimin devrilmesine ses çıkartmamak mı göreceğiz.

Trump’ın Ukrayna planı sorunsuz değil. Birincisi bu savaşta iyice şişen askeri endüstriyel kompleksin savaşın sürmesi yönündeki iradesinin nasıl aşılacağı sorusu orta yerde duruyor. Dinyeper boylarında esmer, kumral ve sarışın çocukların kitleler halinde öldürülmesi için üretilen milyonlarca top mermisinin akıbeti ne olacak? Daha anlaşılır şekilde ifade edersek silah sanayiyle bütünleşmiş Pentagon’un Trump’ın Ukrayna paketini kabul edip etmeyeceği ve etse dahi bunun ne kadar zaman alacağı belirsiz. Üstelik bu işin bir de Avrupa bacağı var. Yaklaşık üç yıldır Rusya da değil, Rus düşmanlığına yatırım yapan Avrupa iktidarlarının ikna edilmesi gerekecek. Mesele salt siyasi olsa kolay. Bir günde çark etmeleri mümkün. Gel gör ki, Rusya-Ukrayna savaşı gerekçesiyle hızlı bir militarizasyon sürecine giren Avrupa sermayesine besleneceği yeni bir para ve kan kaynağı bulmak gerekecek. Bir savaşın en az onun kadar kârlı bir başka savaşla ikame edilmesi zorunluluğundan söz ediyoruz. Demek ki, Trump’ın vaat ettiği kadar kolay çözülmeyecek Ukrayna düğümü 2025 yılında ama diplomatik gündemi işgal edeceği kesin.

Trump’ın Ortadoğu’ya dair iki vaadi de bu yılın gündeminde öne çıkacak. Birincisi Suriye’den çekilmek. İkincisi İran’ı İsrail açısından zararsız hale getirmek. Birinciden başlayalım. Suriye’de suların durulması birkaç ayın işi değil. Takım elbise, ceket ve kravatın devlet kurmaya yetmeyeceği açık. Bırakalım diğer güç öbeklerini, HTŞ içinde bile tam bir uyumdan söz etmek güç. Suriye’de herkesin birbiriyle derdi olduğu gibi, Suriye’yi bir cesede dönüştüren dış güçlerin de yıkım sonrasında farklılaşmaya başlayan çıkarlarını uzlaştırmak hiç kolay olmayacak. Baş aktöre dönersek, ABD “kurulu düzeni” ile Trump bu alanda tartışır ve kısa sürede çözüme ulaşılamaz. 2025 de “Suriyeli” geçer.

İkinci meselenin birinciyle bağlantısı olmadığı söylenemez. Şayet hedef İran ise, Suriye’den veya Trump’ın söylediği gibi Ortadoğu’dan çekilen bir ABD görme olasılığımız düşük. ABD’nin bölgede askeri ve siyasi nüfuzunun sürmesi hatta güçlendirilmesi Tahran’a yönelik hamlenin önkoşuludur. İran’da rejim iki şekilde değiştirilebilir. Klasik yöntem askeridir. Ancak bu kolay olmaz. İran, rejiminin bütün çürümüşlüğüne karşın Irak, Libya ve Suriye’yle karşılaştırılabilecek bir ülke değil. Ortalama yüksekliği 1200 metre olan dağlık ve 1,65 milyon km2 genişliğinde bir toprak parçası. 90 milyona yakın insan barındırıyor. Öyle pazar gezintisi yapar gibi bir yanından girip öteki yanından çıkamazsınız. Ağır maliyeti olur. Üstelik askeri bir harekât durumunda Rusya’nın konvansiyonel olmayan silahları kullanma tehdidini de cebinde tutarak İran’ın yanında yer alması beklenmelidir. Mollaların kaşına gözüne meftun olduğundan değil elbette. İran Rusya’nın tarihsel olarak en hassas bölge kabul ettiği Kafkasya bölgesinin dış etkilerden uzak tutulması bakımından son ileri karakol niteliğinden ötürü.

O halde İran’ın içeriden çökertilmesi cazip seçenektir. Bunun olası yöntemi/yöntemleri konusunda da yazdığım için uzatmıyorum. Sadece şunu söylemek yeterli. Bu mesele temel gündem maddelerinden biri olacaktır 2025 yılında. Türkiye açısından konuşursak İran meselesi ve yansımaları hem iç gündemin hem de dış politika gündeminin ağırlıklı bir konusu olarak hissettirecektir kendini.

İran salt ulusal güç unsurları bakımından değil, diplomasi alanında da küçümsenecek bir ülke değil. Nitekim Tahran  bu kurt kapanından çıkmak için kimi hamleler başlattı. Nükleer müzakereler için Avrupa güçlerine yeniden masaya dönme çağrısında bulundu. Ancak kan kokusu alan İsrail ve neredeyse İsrail’den bile daha Siyonist Trump kabinesini bunlar durdurabilir mi emin değilim. İran’ın “ben Ortadoğu’dan elimi eteğim çekiyorum. Irak’ta Haşdi Şaabi’yi, Yemen’de Husileri, Lübnan’da Hizbullah’ı ve Filistin halkını kendi kaderine terk ediyorum” demesi yetmeyecektir. Zira karşısındaki güç “ya benimsin, ya toprağın” ruh hali içerisine girmiş gibi görünmektedir.

Biraz da ulusal gündeme bakalım. Ulusal deyince kimi kaşlar kalkmıştır şimdi ama aldırmayıp devam ediyorum. Dış gündem bağlamında son yazdıklarımın içeride de yeni bir tasarımı hayata geçirmenin vesilesi olarak kullanılacağını tahmin etmek güç değil. Kürt meselesinde atılacak adımları ve yeni Anayasa çalışmalarını bu yıl çok konuşacağız. Konuşacağımız ve konuştuğumuza büyük olasılıkla pişman edileceğimiz bir konu da iç gömleğin daraltılması olacak. Düzen bir yandan yayılmaya dair büyük sloganların ve vaatlerin gürültüsüyle sesimizin duyulmasını engellemeye çalışırken, bunun yetmediği yerlerde daha da sert tedbirlere başvuracak. 

Asgari ücret, memur maaşları ve emekli maaşlarının düşürüldüğü seviyeden anlaşıldığı kadarıyla düzenin susturmakta en çok zorlanacağı ses milyonların karnının gurultusu ve sızlanmaları olacak. 2025’te açlığı, sefaleti, eriyen kamu hizmetlerini, parası yetmeyen için yok olan sağlıklı yaşam hakkını ve bütün bunların ayrılmaz parçası olan gericileştirme gayretlerini bütün engellemelere karşın daha çok konuşacağız. 

O gurultuyu düzeni sarsacak kudrette bir gök gürültüsüne, sızlanmaları örgütlü öfkeye ve somut tepkiye dönüştürmek başlıca derdimiz olacak.  Bunun için uğraşacak ve 2025’te olmazsa 2026’da olmadı 2027’de ama kesinlikle başaracağız.

Başka bir ülkemiz yok. Türkiye’den de Cumhuriyet’ten de vazgeçmeyeceğiz. 

Sahi, nasıl devam ediyordu 1 Mayıs marşı?

Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde.

                                                           /././

Yemek kartı düzenlemesi akılları karıştırdı: Gerçekte olan ne?-İrem Yıldırım-

Market alışverişlerinde yemek kartı kullanıldığında günlük 158 liranın üstü için prim kesilecek. Kartların en az yarısı alışveriş için kullanılırken neden bu adım atıldı, patronların çıkarı ne?

Yemek kartlarıyla ilgili yapılan yeni düzenleme son günlerin en çok tartışılan başlıklarından.

Ücretin parçalanması, sınıfsal eşitsizlik ve hukuk düzeninin eşitsizliği nasıl meşrulaştırdığı gibi başlıkları içeren bu konuyu kapsamlı bir şekilde ele aldık.

Her şey Danıştay kararı üzerine Sosyal Güvenlik Kurumu'nun yemek kartı kullanımında restoran ve market harcamalarını ayıran bir genelge yayımlamasıyla başladı.

Genelgeye göre patrona, işçinin yaptığı restoran harcamalarında tutar sınırlaması olmaksızın prim istisnası uygulanacak. Ancak aynı kartların market alışverişlerinde kullanılması durumunda prim istisnası 158 lirayla sınırlandırılacak. Bu tutarı aşan kısımdan prim kesilecek.

Örneğin, market harcamasında da kullanılabilen bir karta Ocak ayında 6 bin lira yüklendiğinde ve işçi 22 gün çalıştığında, 3 bin 476 liralık kısmı muaf tutulacak, 2 bin 524 lira üzerinden prim kesilecek.

Eğer işçi yemek kartını sadece restoranda kullanırsa çalıştığı şirket günlük 264 lira tutarında gelir vergisinden istisna tutulacak. 

Patronlara yönelik benzer muafiyetler işyerinde verilen yemekler ve yemek amaçlı nakit ödemeler için de geçerli.

5 yıl önceki araştırmada dahi market kartı kullanımı yüksek

Bu düzenleme, işgücü maliyetini düşürmek için fırsat kollayan patronların “marketlerde kullanılabilen kartlar”ı tercih etmeyeceği yönünde değerlendirilince, tepki büyüdü.

Aksoy Araştırma’nın 2020 yılında yayımladığı araştırmaya göre yemek kartı sahibi çalışanların yüzde 53,2’si bu bakiyeyi market alışverişlerinde kullanıyor.

Araştırmanın yapıldığı dönem, henüz COVİD-19 kapanmalarının ve özel sektördeki evden çalışma yüzdesinin tam artışa geçmediği bir aralıkta.

İşçilerin önemli bir bölümü işte yiyeceği yemeği evinde hazırlayıp götürüyor. Şirketlerden verilen yemek kartlarıyla alışveriş yaparak, ev bütçesinde ekonomik davranma gayreti gösteriliyor.

Tasarruf yapma eğilimi, iki ay içinde açlık sınırı düzeyine gelmesi beklenen 22 bin 104 liralık asgari ücret göz önüne alındığında daha da artıyor. Ücretlere yapılan zamda patron kesimine teşvik noktasında pek çok kolaylık sağlandığı da dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta. 

Danıştay’a neden başvuruldu? Değişen maddeler ne?

Peki bu düzenlemeye neden gidildi? Yemek kartı sektörünü temsil eden bir dernek, “yemeğin nerede yenildiğine göre ayrım yapılmasının kanuna aykırı olduğu ve bu durumun işveren, çalışan ve yemek hizmeti sağlayıcıları arasında eşitsizlik yarattığı” ve “5510 sayılı Kanun'da ayni yardımların prime esas kazançtan muaf tutulduğu, ancak yönetmelik ve genelge ile bu hükmün ihlal edildiği”ni savunuyor. Bu dernek SGK’nin “Yemek Bedeli” genelgesinin iptali talebiyle dava açıyor.

Danıştay da Yönetmeliğin ilgili maddesi ve genelgenin 2.1.2. ve 2.1.4. maddelerinin iptaline karar veriyor.

O maddeler şunlar:

  • Yemek ihtiyacının iş yerinde ya da iş yeri dışında karşılanmasının ayni yardım nitelendirmesi yapılırken bir farklılık bulunmamaktadır.
  • Yönetmeliğin iptali istenilen kuralının, yemek ihtiyacının hizmet sunucuları ile anlaşarak iş yerinde sağlanması halinde üçüncü kişiye ödenen tutarın, prime esas kazançtan muaf tutulması; iş yeri dışında yenilmesi halinde kısmen muaf tutulması sonucunu doğurması, çalışanların yemek yardımından eşit şekilde yararlanılması imkanını da kaldırdığı dikkate alındığında, Kanunun ayni/nakdi yardım ölçütü dışında yardımın sağlandığı mekana yönelik belirlemenin esas alınması Kanuni düzenlemeye aykırılık oluşturur.

Tıkanmanın sebebi parçalı ücret politikası

Danıştay’ın kararı, SGK’nin yaptığı düzenlemeler, iktidarın ücret politikası ve Anayasa'nın ücretle ilgili tutumu bu meseleyi anlamakta önemli.

Bu sebeple soL, konuyu AYM eski raportörü Ali Rıza Aydın, maliyeci Prof. Dr. Aziz Konukman ve iktisatçı Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal’la derinlemesine ele aldı.

Ali Rıza Aydın konuyu ele alırken bir çerçeveye işaret ediyor: Danıştay’ın aldığı karar bir hukuksal durumun sonucu, yani elindeki mevzuatı uyguluyor. Bu sebeple de ilk bakılması gereken yer o mevzuat. Aydın, Anayasa'nın “ücret emeğin karşılığıdır” tanımlaması yaptığını ancak bundan sonra devlete “adaletli ücret için gerekli önlemleri alma” sorumluluğu yüklediğini söylüyor ama bir şeyin eklendiğini dile getiriyor: “sosyal yardımlar”.

“Anayasa, ücreti yani emeğin karşılığı olan değeri kendiliğinden ikiye bölmüş oluyor.”

Giyim parası, yakacak parası, gözlük parası vs. gibi yapılan bu parçalanmaları ele alıyor:

“Bu düzen başta anayasası olmak üzere; yasalarıyla, yönetmelikleriyle, genelgeleriyle ve burada gördüğümüz gibi kararlarıyla emeğin karşılığı olan değeri parçalıyıcı her türlü hukuksal düzenlemeleri yapıyor.”

Bunun sermayenin yani patronların talep ettiği bir sistem olduğunu dile getiriyor Aydın ve ücret konusu için “Hukuktaki sınıfsallığın en belirgin şekilde dışa vurduğu yer bu konu” diyor. Sınıflı toplumlarda emek gücünün değerini parçalayan bir hukuksal yapı olduğunu da vurguluyor ve yemek kartı düzenlemesi için “hukuksal yapının bir şekilde mahkeme kararına yansıyan bölümlerinden biri” değerlendirmesini yapıyor.

                                    Eski Anayasa Mahkemesi raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın

‘Vermek değil vermemek üzerine kurulu düzenlemeler’

Brüt-net gibi ayrımlar ya da istisna ve muafiyetler hukukun verdiğini parçalıyor. Aydın bu konuya tavır koymadan tartışmaya girmenin ''niceliksel'' kalacağını savunuyor:

“Yan ödeme adı altında, yardımlar adı altında parçalama neye yarıyor? Ücreti baltalamaya ve bu baltalamayla birlikte patronlar lehine, çalışanlar aleyhine ayni ya da nakdi ödemeler yapılmasına neden oluyor. Vurgulayacağımız temel konu bu olmalı diye düşünüyorum.”

Aydın emekçilerin daha fazla baskı altında tutulması için “hukukta vermek üzerine değil vermemek üzerine kurulu düzenlemeler” yapıldığını dile getiriyor.

Bu parçalılığı “sömürüyü artıran bir esneklik” olarak tanımlayan Aydın, açlık ve yoksulluğa sürüklenen milyonlarca insan olduğunu hatırlatıyor.

Ücretin parçalanarak piyasa düzenine teslim ediliğini söyleyen Aydın, ücretin ya da yardımların kullanıldığı alanı belirleme konusunun “gıda sektörüne kaynak aktarma olarak kullanıldığını” da hatırlatıyor. Son olarak da patronun ödemesi gereken vergileri ya da sigorta pimlerini etkileyen değerin “muafiyet ve istisnalar”dan oluştuğunu da ekliyor:

“Muafiyet ve istisnalar bir yandan sözde işçiye net ödemeler yapılıyormuş gibi gösterilse de aslında patronların ödemesi gereken vergilerin muafiyet ve istisnaları olarak karşımıza çıkıyor.”

‘Hukukla yaratılan piyasa düzenlemesi’

Ali Rıza Aydın, tüm bu anlattıklarını “hukukla yaratılan bir piyasa düzenlemesi” diyerek özetliyor. Yani hukuk, patronlara yol açmanın bir aracı olarak kullanılıyor:

“Bu parçalama sürdükçe patronlar, işçiye ödeyeceği tutarları belirlerken tüm bu değerlendirmeleri ‘bana yükü nedir’ diye sorarak yapacaklar. Bu yük sadece net olarak çalışanın eline geçen yardım tutarı olmayacak. Aynı zamanda ‘ne kadar ödeme yaparsam, ne kadar SGK primi yükü binecek? Ne kadar vergi yükü binecek?’ hesabı yapacaklar. Yani bütünsel bir maliyet hesabı yapacaklar. Bu tür durumlar patronların çalışanlara vereceği yemek yardımını da bir şekilde sınırlandırılmasına neden olacak.”

                                            İktisatçı ve soL yazarı Nevzat Evrim Önal

‘İşçi sınıfına, karşı saldırıya geçmekten başka bir çare bırakmıyorlar’

İktisatçı Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal, Türkiye’de uygulanan ücret rejiminin “patron yanlısı” olduğu değerlendirmesiyle başlıyor söze ve “Patronlara işçinin gündelik ücretinin bir kısmını yemek kategorisinde verip bu kısmı için sigorta primi ödememe olanağı sağlıyor” diyor.

Düşük ve geçim için yetersiz ücretleri hatırlatan Önal, yemek çeki ya da kartı biçiminde verilen bu ücretin pahalı bir öğlen yemeği yemek yerine yaygın biçimde mutfak alışverişinde kullanılmasının son dönemde ücretler düştükçe daha da arttığını ekliyor. Önal, bunu iktidarın uyguladığı politikalardan ayrı okumuyor:

“Şimdi işi gücü işçi düşmanlığı olan AKP iktidarı ve onun politika uygulayıcısı olan Mehmet Şimşek, buraya da göz dikti. 

Emekçiler akşam evlerine biraz daha gıda alabilmek için gün içerisinde öğünlerini atlıyor,  gözü dönmüş Mehmet Şimşek de ‘lokantada yemiyorsan sigorta primini ödeyeceksin’ diyor. 

Topyekün saldırıyorlar, savunmaya çalışmanın bir anlamı kalmadı. İşçi sınıfına, karşı saldırıya geçmekten başka bir çare bırakmıyorlar.”

‘Ücret politikası işçi düşmanı’

Maliyeci Prof. Dr. Aziz Konukman düzenlemenin ötesinde ücret politikasının başlı başına işçi düşmanı bir tavır olduğunu dile getiriyor. Asgari ücret zammının düşük kalışı, artık bir ortalama ücrete dönüşmesi sebebiyle çalışanların durumunun ortada olduğunu dile getiren Konukman, “İnsanların reel olarak alım gücü feci bir şekilde düşmüşken, bu kartlarla yapılan alışverişler iyi-kötü ama bir ölçüde satın alma gücünde bir rahatlatma yaratıyordu. Bu tür düzenlemeler mevcudu daha da bozmanın ötesinde değerlendirilmemeli” diyor.

Emeklilere yapılan zammı da hatırlıyor ve “Emek karşıtı, sınıftan yana tercih yapmayan bir iktidardan zaten farklı bir şey de beklenemez. Asgari ücret kararı zaten yeterince korkunçtu. Düzenlemenin içeriğine ilişkin çok da bir değerlendirme yapmaya gerek yok çünkü emek düşmanlığı yapılıyor” değerlendirmesini yapıyor.

                                               Maliyeci Prof. Dr. Aziz Konukman

Patronlar ve dernekleri memnun: Yemek yardımlarının artmasında önemli teşvik olacak

Peki patronlar karara ilişkin ne diyor? 

Yemek kartı şirketi Pluxee'nin Türkiye Genel Müdür Yardımcısı Koray Bozkurt, AA’ya yaptığı değerlendirmede bunun ''işverenler ve çalışanlar lehine önemli kazanım'' olduğunu söylüyor. 

Bozkurt, yalnızca yemek kartlarına ilişkin kararı ele alıyor ve patronların SGK priminden yüzde 100 muaf hale gelmesinin olumlu olduğunu, “Bu durumun kesinleşmesinin de çalışanlara yapılan yemek yardımlarının artmasında önemli teşvik olacağını düşünüyoruz. Örneğin, 2025 yılında çalışanına günlük 300 lira tutarında yemek desteğini nakit yerine yemek kartı bakiyesi olarak veren 100 çalışanlı bir firma, 264 lira gelir vergisi istisnasının yanı sıra sınırsız SGK prim istisnası ve yüzde 10 indirilebilir KDV avantajıyla yıllık 3,52 milyon lira tutarında tasarruf sağlayabilir hale gelmiştir” sözleriyle devam ediyor değerlendirmesine. 

Bir diğer açıklama Yemek Kartları Derneği’nden. Açıklamada, SGK tarafından yapılan son düzenlemenin, ''bugünün ekonomik şartlarında çalışanları ve patronları sıkıntıya sokacak, gıda alımını engelleyecek bir düzenleme olmadığı'' vurgulandı.

Dernek Başkanı Önder Piyade, düzenleme sayesinde yemek ödeneklerinin çalışan lehine artırılmasının önünün açıldığını söylüyor. Tabii ki bu karar patronların elinde. 

Söz konusu kararla yemek kartlarının ayni yardım olarak değerlendirildiğini aktaran Piyade, çalışanlarına gerçek anlamda ayni yemek yardımı yapmak isteyen patronların artık prim ödemeyeceğine değindi.

“SGK’nın prim kararı işveren ve çalışan için kazanım oldu” diyen Piyade, “market harcamalarında kullanılan kartlar” kısmına ilişkin detaylı bir açıklama yapmadı.

                                                                  ***

Onca Yoksulluk Varken -Ayşe Şule Süzük-

"Ürkütücü boşluk bizi çıldırasıya bir hareket hâlinde olmaya itiyor, huzursuz, yorgun ve tatminsiz olarak koşuşturuyoruz. Bölündük, parçalandık, anlamsızlaştık ve kaybolduk. Anlam nerede?"

Deneme türünün sinir bozucu bir yanı olabilir kimi okurlarca. Yazar, sürekli kendinden, izlenimlerinden, gerçekliğin kendine yansırken bıraktığı renk cümbüşünden, özelinden tüzelinden söz eder bu düz yazı türünde. Bu yüzden hem kolay hem de bir ölçüde zordur yazmak da okumak da denemeyi.  Zordur çünkü kişinin kendini şeffaflaştırması, apaçık etmesi o kadar da istenilen ya da tercih edilen değildir. Hâliyle yazarın bilincindeki kıvrımlar, bilinçaltındaki dehlizler, anılarındaki kırgınlıklar, çağrışımlardaki yolculuklar öyle harcıâlem edilmez. Hanım hanım edebiyat, hele hele kadın yazar kalemine pek de öyle yakışmasa gerektir bu transparanlık kimilerine göre. Ama çok söz ister, fazla söz ister, okuyucu ile diz dize söyleşmek ister.

Ama bazen her türlü söz yoruyor. Söz bile fazla geliyor. Her şey söylenmedi mi? Yeni şeyler söylemek neye yarar artık, duygusu gelip çörekleniyor insanın içine. Kendi iç sesinden dâhi yorulmak, içinde yaşadığımız toplumsal karanlıkla doğrudan ilgili diye düşünüyorum. Tavsayan, lime lime olmuş, sürekli eşitsizlik üreten, eşitsizlikler ve icadı ötekilikler üzerinden varlığını güvenceye alan kapitalist sistemin neredeyse tüm bütünlükleri kırpıp kırpıp yıldız yapması ve bu yıldızları birbirine düşmanlaştırması… Irkına, mezhebine, gözüne, kaşına, boyuna, kilosuna, inancına, yaşayışına, düşünüşüne, taşınışına, ülkesine, kökenine, üst kimliğine, alt kimliğine, partisine, cemaatine, cinsiyetine sürekli bir düşmanlaştırma ile çarkı dönebiliyor ancak. Üzerine tonla söz söylendi, söyleniyor, elbette söylenmeye de devam edecek. Yalınlık ve netlik istiyor gönül… Sadeleşmek en iyisidir böyle durumlarda oysa. Sade, yalın, az söz ve çok anlam…

Söz yoruyor beni bu aralar çünkü yaşam yoruyor. Mış gibi konuşmalar, mış gibi davranışlar, hakiki olmayan gülüşler, eyleyişler, iri politik laflar… Karmaşa, çerçöp hezeyanlar…

Neden? 

Birbirini takip etmeyen bu kaos içinde odak ortadan kalkmış ve korkunç bir sığlık ve vasatlık döngüsü içinde anın ve hazzın dayatması ile çerçöp deryasında yüzüyoruz. Acısı ise ideal ve bütünlüklü bir hayat ya da gelecek tahayyülünü bir yana bıraktığımızdan beri de korkunç bir yıkım içinde hızla yozlaşıyor, çürüyoruz. Çöplerle bezeli her türlü atık ile sıkıştırılmış ve daraltılmış mekânlar içinde bağlanacak “şimdi” ve “gelecek” yoksunluğunda, toplumsal kurtuluş hikâyelerine kulaklarımızı tıkadığımızdan beri içimizdeki büyük boşlukla ne yapacağımızı bilemiyoruz. Ürkütücü boşluk bizi çıldırasıya bir hareket hâlinde olmaya itiyor, huzursuz, yorgun ve tatminsiz olarak oradan oraya koşuşturuyoruz. Bölündük, parçalandık, anlamsızlaştık ve kaybolduk.

Anlam nerede? 

Anlam ne? 

Düz cümleler, eksiltili cümleler, şiirler, sessizlikler, imgeler, imge parçaları… Derin düşünme ihtiyacı içinde susuzluk çekiyorum. Güzelliği keşfetmek ya da bulmak için sakince durup bakmak ve yavaşlamak istiyorum. Beynime inen kelimeler var, kavramlar, olaylar, olgular, kuramlar havada uçuşuyor. 

Başladık: Suriye, İsrail, Gazze, Filistinli bebekler, penceresiz odalarda Afgan kız kardeşlerim, Siyonizm, emperyalizm, çağdaşlık, Araplar, laiklik, cihatçı terör, yoksulluk, TÜİK, Baas Partisi, Putin, Aleviler, Narin, Rojin, baba feryadı, kadın cinayetleri, nükleer felaket, 3. Dünya Savaşı, Trump mıramp, Colani, 4-6 yaş Kur’an Kursları, Mustafa Kemal’in askerleri, bir öğün okul yemeği, ücretsiz eğitim, devletleştirme, Sümerbank, Tekel direnişi, Kenan Evren, Türk sağı, yeşil sermaye, toplumsal cinsiyet…

Bitmez ama bizim Türkiye’de yaşadığımız yukarıdaki kelimeleri anlamlı cümleler içinde yazmaya ihtiyaç bırakıyor mu?  Sözcükler dahi yetiyor anlatmaya her şeyi. Evet, bizim mahallede böyle ama başka mahallelerde durumlar nasıl? Anlatmaya gücün var mı? Başka galaksiler ne diyor bu laflara?

Umut nerede? 

Onca yoksulluk varken diyorum. 

“Onca Yoksulluk Varken” Emile Ajar’ın yenice bitirdiğim ve çok sevdiğim romanının adı aynı zamanda: Madam Roza’nın bizim Sevgi Soysal’ın “Tante Rosa”sı ile akrabalığı var bir hayli. Paris’in Arap, Türk, Afgan, Fransız tüm dünyadan orospularının çocuklarına bakıcılık yapan tatlı Yahudi Madam Roza ve küçük Muhammed’in (Momo) tüm dünyaya meydan okuyan tatlışlığında umut bence. 

“"Bütün kağıt parçalarını Madam Rosa’ya verdim. O da parmağını tükürüpleyip gözlüklerinin ardından bakarak aramaya başladı. “İşte, buldum,” dedi, muzaffer bir edayla, parmağıyla üzerine bastırarak. “Yedi Ekim 1956 falan filan.”
“Nasıl falan filan?” diye sızlandı Mösyö Kadir Yusuf.
“Hesabı yuvarlamak için. O gün iki oğlan çocuğu almışım, biri Müslüman, diğeri Yahudi halde…”
Madam Rosa düşündü ve yüzü kavrayışla aydınlandı.
“Tamam, her şey açıklanıyor!” dedi hoşnutlukla. Doğru, dini karıştırmışım.”
“Nasıl?” dedi Mösyö Yusuf Kadir, son derece ilgiyle. “Nasıl yani?” 
“Muhammed’i Moiz olarak, Moiz’i de Muhammed olarak yetiştirmiş olmalıyım.” dedi Madam Rosa “Onları aynı gün aldım ve karıştırdım. Küçük Moiz, iyi kalpli Moiz şimdi Marsilya’da iyi bir Müslüman ailenin yanında, çok rahat ettiriyorlar. Sizin küçük Muhammed ise burada, onu Yahudi olarak yetiştirdim, Bar mitzvah’ı falan filan, her şeyi yapıldı. Hep koşer yedi, siz huzurlu olabilirsiniz.
“Ne, hep koşer mi yedi?” diye bağırıp çağırdı Mösyö Kadir Yusuf. Her bakımdan öylesine çökmüştü ki iskemlesinden kalkacak gücü bile yoktu. “Benim oğlum Muhammed hep koşer yedi, ha? Bar mitzvah’ı yapıldı? Oğlum Muhammed Yahudi oldu öyle mi?”
“Kimlik konusunda yanılmışım,” dedi Madam Rosa. “Kimlik, biliyorsunuz, yanıltabilir, kanıtlanabilir değildir. Üç yaşında bir yumurcak, sünnetli olsa bile, pek öyle kimlik mimlik olmaz onda. Sünnetlileri karıştırdım. Sizin küçük Muhammed’i iyi bir küçük Yahudi olarak yetiştirdim, huzurlu olabilirsiniz. Üstelik insan, oğlunu on bir yıl görmemecesine bırakırsa Yahudi olmasına şaşmamalı…”
“Ama klinikteyken naçar durumdaydım!” diye inledi Mösyö Kadir Yusuf.
“Tamam, önce Araptı şimdi de biraz Yahudi, ama her zaman sizin küçüğünüz!” dedi Madam Rosa bir iyi aile kadını gülümsemesiyle.
Herif ayağa kalktı, Öfkelenecek gücü bulup ayağa kalkmıştı.
“Ben Arap oğlumu istiyorum.” diye bağırdı. Yahudi oğul istemiyorum!”
“Ama aynısı” dedi Madam Rosa cesaretle."” 

İşte umut burada, bu alegoride… Sağlıcakla.

*Emile Ajar (Romain Gary) (2024) Onca Yoksulluk Varken, İstanbul: Sel Yayıncılık

                                                            /././

Çanakkale Köprüsü için 281 milyon avroyu aşkın garanti bedeli ödendi

YİD modeliyle inşa edilen Çanakkale Köprüsü, 2024 yılında da verilen geçiş garantisini tutturamadı. Köprü için Hazine'den 281 milyon avroyu aşkın ödeme yapıldı.

Yap-işlet-devret (YİD) modeli ile inşa edilen köprüler, otoyollar ve havalimanları  nedeniyle Hazine'den patronların kasasına her yıl milyarlarca lira akıyor.

2024 yılında da verilen geçiş garantisi tutmayan Çanakkale Köprüsü için 281 milyon avroyu aşkın ödeme yapıldı.

Deniz ulaşımına zam ve seferlerin azaltılması yetmedi

DL E&C, Limak, SK ecoplant ve Yapı Merkezi ortaklığı tarafından Çanakkale Boğazı'nda Lapseki ve Gelibolu ilçeleri arasında inşa edilen Çanakkale Köprüsü, 2022 yılının Mart ayında hizmete girdi.

2034 yılında kamuya devredilecek köprü için günlük 45 bin, yıllık 16 milyon 425 bin adet araç geçiş garantisi verildi.

Deniz ulaşımı köprü geçiş ücretine kıyasla daha uygun olunca, trafiği köprüye yönlendirmek isteyen iktidar önce deniz ulaşımına zam yaptı ardından feribot sefer sayılarını azalttı.

Her ne kadar deniz ulaşımına zam yapılsa da sefer sayıları azaltılsa da Çanakkale Köprüsü faaliyete geçtiği tarihten beri geçiş garantisini tutturamadı.

Hata payı yüzde 84: 281 milyon avro ödendi

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, Çanakkale Köprüsü’nün 2024 yılı zarar karnesini açıkladı.

2024 yılında garanti edilen araç geçiş sayısının 16 milyon 425 bin olduğunu hatırlatan Yavuzyılmız, gerçekleşen araç geçişinin ise 2 milyon 684 bin 738'de kaldığını aktardı.

Yavuzyılmaz, garanti edilen ve gerçekleşen geçiş arasındaki hata payının yüzde 84 olduğuna dikkat çekti.

Garanti edilen geçiş sayısına ulaşılamadığı için Çanakkale Köprüsü'nü işleten şirkete Hazine'den 281 milyon 675 bin 371 avro ödeme yapıldı.

Öngörülenin 7 katı yolcu garantisi verildi: Zafer Havalimanı için yine milyonlar ödenecek

https://haber.sol.org.tr/haber/ongorulenin-7-kati-yolcu-garantisi-verildi-zafer-havalimani-icin-yine-milyonlar-odenecek

                                                                 ***
Eksodos: 'Sıkışmışlık varsa, çıkış da tam oradadır'-Tunç Tatoğlu-
Volkan Algan'la yeni romanı Eksodos'u ve yazarlık serüvenini konuştuk.

İzmir öykülerinin yer aldığı Asfalya’dan sonra bir polisiye ama farklı roman Birbirimizden Yansır Suretimiz, şimdi de Eksodos… Volkan Algan gittikçe ustalaşan diliyle sınıfın hikayesini anlatmaya devam ediyor.

Gazeteciliği ile tanıdığımız Volkan Algan’ın edebiyat yolculuğunun hikayesini dinlemek istedik.

Konuya kibarlık yapmadan, senli benli direkt girmek istiyorum Volkan: Ne oldu da öykü/roman yazmaya başladın? Yazıyordun da birilerinin seni cesaretlendirmesi mi gerekti, artık kendime saklamamalıyım bu hikayeleri mi dedin, nasıl oldu?

Bana kibarlık yapmama nezaketini gösterdiğin için teşekkürler Tunç. Şakası bir yana… Açıkçası neden kurgu yazmaya başladığımın, okumayı sevdiğim için, canım istediği için, yapabilirim diye düşündüğüm için gibi sıradan gerekçeleri var diyebilirim. Başlangıç için bu kadarı yeterli geliyor bana. Bak şimdi aklıma ne geldi… Bir şeyler karalamaya başladığım yıl keman kursuna da gidiyordum, fakat bir noktaya gelince sandığımdan daha zor, fazla emek isteyen bir enstrüman olduğunu fark ettim. Belki onu becerebilseydim, yazıya bu kadar yüklenmeyecektim, kim bilir? O yüzden, başlangıç için söylüyorum, tesadüfler de etkilidir. Bir ara yine kemanla uğraşacağım ama bu sefer yazmayı bırakmam.

Tesadüf tamam ama üç yılda üç kitap tesadüfle açıklanamaz herhalde.

Tabii. Zaten başlangıç için diye o nedenle vurguladım. Başlamak işin kolay kısmı, esas sonrası önemli… İnsanın hevesinin kırıldığı, yapamayacağım galiba dediği, yapsam bile ne olacak ki diye düşündüğü çok fazla an oluyor. Her iş gibi yazabilmek için de inat etmek, çalışmak dışında bir yol yok. 

Bu arada neden kurgu yazmaya başladığım konusunda pek tatmin edici, açık seçik bir yanıt veremedim belki ama nasıl yazmaya başladığımı daha somut anlatabilirim. Hafızam beni yanıltmıyorsa 2020’nin başlarında öykü denemelerine başladım. Romansa hiç aklımda yoktu, hem pek çok karakter ve öyküyü bir arada bütünlük içinde kurgulayabilmek, hem harcanacak zaman açısından çok zor geliyordu bana. Birkaç öykü denemesinden sonra Asaf’ın kapısını çaldım. soL okurlarının aşina olduğu Asaf Güven Aksel’den bahsediyorum. Gazetede, dergide uzun yıllar birlikte çalıştığımızdan birbirimizin dilinden iyi anlıyorduk. Asaf'ın, hele böyle bir taleple gidiyorsanız, sağ olsun hiç kapıyı açmama gibi bir adeti yoktur. O süreçte çok şey öğrendim, üzerine istediğim binayı dikebileceğim güçlü bir temel attım diyebilirim. Sonra ilk kitabımın editörlüğünü yapma nezaketi de göstermişti.

Sonuç olarak aşağı yukarı beş yıldır kimi zaman daha yoğun, kimi zaman daha seyrek bir tempoyla yazıyorum diyebilirim. Tabii on yıldan fazla süren gazetecilik tecrübesinin de çok faydasını gördüm. Türü ne olursa olsun yazının ortak kuralları var, bunlara aşinaydım, bu nedenle kurgu yazmaya görece hızlı adapte olduğum söylenebilir.

                          Eksodos, Yazılama Yayınevi tarafından yayımlandı.

Uzun yıllardır Türkiye Komünist Partisi üyesisin ve yazdıklarını değerlendirmesi için birçok yoldaşına gönderdiğini biliyorum. Bir nevi kolektif editoryal çalışma gibi geliyor bu bana, yanılıyor muyum? 

“Kolektif editoryal çalışma” fazla iddialı bir söz olur. Editörlük çok kişiye yayılabilecek bir iş değil çünkü. Ama yazım aşamasında kendime yakın bulduğum, aklına güvendiğim yakınımdaki bazı arkadaşlarımla yazdıklarımı paylaşıyorum. Hatta bazen aceleci davranıp onları tam olmamış metinlerle uğraştırıyorum. Yazarların çoğu “etkilenirim” endişesiyle son ana kadar yazdıklarını kendine saklıyor ama ben tam da bu nedenle “erken” değerlendirmelere ihtiyaç duyuyorum. Galiba biraz etkilenmek istiyorum… Çünkü -en azından benim için- yazım süreci her şeyin baştan kusursuz bir şekilde planlandığı bir şekilde ilerlemiyor. Elbette ne anlatmak istediğimi bilerek başlıyor, hikayeyi oluşturuyorum. Ama süreçte yeni yollara sapıyor, tartışmalar da açıyorum. Doğrusunu yanlışını bilemem ama yetiştiğimiz kültür bu bizim; konuşmak, paylaşmak, tartışmak, beraberce bir sonuca varmak. Tamam, iş sanata, hele de edebiyata gelince mutlaka bireyselliğin tayin edici bir rolü olmak zorunda. Ama bahsettiğim paylaşım ve tartışma süreci bireyselliği yok eden değil, bilakis kişinin potansiyelini açığa çıkarak şekilde ilerliyor. Bunun için de kendimi şanslı sayıyorum.

Peki gelen değerlendirmelerden sonra hikayeyi hiç değiştirdiğin olduğu mu, ya da tekrar yazdığın?

Hikaye değişmedi, zaten böyle bir öneri de gelmedi. Ama o kadar çok devirip, tekrar yazdığım yer oldu ki… Şöyle söyleyeyim, belki bir Eksodos hacminde daha yazıp, değiştirip, atmışımdır bu kitaba çalışırken. Bunun azımsanmayacak bir kısmı bu bahsettiğimiz paylaşımlar sonrası gelen değerlendirmeler nedeniyle oldu. Bu konuda üşengeç biri değilim, sonuçta daha iyisinin olacağına ikna olduysam neden daha azına razı geleyim ki? Bu fikirlerden etkilenmek ürünü benim olmaktan da çıkarmıyor; burada muhafazakarlığı, kendini sakınmayı çok anlamsız buluyorum. Bir yazarın başka yazarlardan etkilenmesini, hatta onları taklit etmesini -bunu ‘büyük yazarların’ dahi çok sık yaptığını görürürüz- normal karşılıyorsak, neden arkadaşlarımızın düşüncelerinden etkilenmeyi bunun dışında tutalım ki… 

Bir de yayımlandıktan sonrası var… Artık “yazarımız” Volkan duygusu ile sahiplenip daha fazlası için sözünü sakınmayalar da var doğal olarak. Samimi olarak soruyorum, bu yorumlar sana bir sonraki kitap için yol gösterici oluyor mu, yoksa biraz da “böyle hissettim, böyle yazdım” itirazın oluyor mu içinde?

En azından şimdiye kadar dediğin gibi bir savunma refleksi gösterme ihtiyacı hissetmedim açıkçası. Bu asla olmaz demiyorum, pekala bu duyguya kapılabilir insan, buna hakkı da vardır her yazarın.

Ben kendinden çok emin olan yazarlardan değilim. Edebiyatın insanı mütevazılaştıran bir tarafı olduğunu düşünürüm hep, yazarların da -sanılanın aksine- böyle olması gerektiğine inanıyorum. Tamam, yaratmak, yaratıcı olmak insana bir tatmin duygusu veriyor, ama uğraşımız insan ve onun muammaları. Varoluşu itibariyle muğlak meselelerle uğraşan edebiyatın üreticilerinin kendinden fazla emin olması bana çelişkili geliyor.

Diğer taraftan gelen değerlendirmelerin niteliğiyle ilgili de bir durum var benim için. Sürekli olumlu şeyler söyleniyor anlamında demiyorum bunu, ama gelen yorumlarda (eleştiri içerenler dahil) önce hissettiğim şey sahiplenme duygusu oluyor. E, “bu bizim arkadaşımız” deme nezaketini gösteriyorsa birisi, elbette söylenenleri dinlemek benim görevim. Sadece görev duygusuyla da değil aslında, gerçekten bir şeyler öğrenebileceğimi düşündüğüm için de kulak kesiliyorum söylenenlere. Seni önemseyen, dikkate alan birileri varsa, bir yazar için bundan keyifli ne olabilir ki? 

Son olarak, bir önceki kitap ve Eksodos’u karşılaştıran birkaç arkadaşım ilkinden sonra üzerinde durduğumuz bazı başlıkların yeni kitapta etkisini gördüklerini söylediler. Demek söylenenler bir kulağımdan girip diğerinden çıkmıyor diye düşündüm ben de.

                                                                     Volkan Algan

Neyse gelelim Eksodos romanına… Yunan tragedyalarının son bölümü, son çıkış, Mısır’dan çıkış/göç anlamına gelen bu başlığı koymayı niye tercih ettin? Bunu şunun için soruyorum, ben bir kitap okurken kitabın adının izini sürerim satır aralarında, senin romanın daha çok çıkışsızlık üzerine gibi geldi bana…

Hikayede çıkışsız insanlar olmasıyla, çıkışsızlık propagandası farklı şeyler. Aynı durum umutsuzluk, öfke, çaresizlik gibi duygular için de geçerli. Edebiyat daha çok bu olumsuz/kötü duygularla ilgili bana kalırsa. Çünkü bilişsel sistemimiz -en azından sanat için bunu söyleyebilirim- olumlu hikayelerden değil, olumsuzdan öğrenmeye programlı. Bunun “neyse ki benim başıma gelmedi” gibi katartik bir etkisi de oluyor okuyucuda ki, bu da eserin etkileyicilik düzeyini artıran bir özellik. Olumlu duygu propagandasından belki destan çıkar, masal çıkar, şiir çıkar ama roman zor. 

Ama bence esas önemli nokta şurası; olumsuz duygular neden ve sonuçlarıyla -tabii burada yazarın dünya görüşü devreye giriyor- verildiğinde kendi karşıtını da orada taşır aslında. Bir edebiyat ekolüne göre dünyaya gelmek, varolmak başlı başına bir bela. Ben böyle düşünmediğim için bir sıkışmışlık varsa, işte çıkış da tam oradadır diyebiliyorum. Bu bağlamda umutsuzluktan bahseden bir kitap aslında umudu anlatıyor olabilir pekala. Ama bu kararı okuyucunun kendi vermesi, bulmacayı onun çözmesi lazım. Sanatın böyle oyunsu bir yanı olmalı mutlaka. Etkili olan da budur. Edebiyatta “fazla açıklayıcılık” nasıl bir tehlikeyse, yazarın kendi doğrusunu açıkça işaret etmesi de aynı derece sorunlu bir yöntem. Hem sürprizini kaçırmamak, hem de okuyacak olanları koşullamamak için daha fazla bir şey söylemeyeyim.

Bazen okuduklarımdan içimi titreten “hah işte bununla baş etmeye çalışıyorum” dediğim kavramlar olur. “Kahramanın bencilliği” bu kavramlardan; kahraman olduğum için değil, bencil olduğum için ve bunu da kendi uydurduğum kahramanlık perdesinin ardına gizlemeye çalıştığım için… Nereden geldi aklına, üzerine düşündüğün bir kavram mıydı?

Bunun dikkatini çekmesine sevindim, kitapta küçücük bir yerde geçiyor ama benim önemsediğim, bir kültür eleştirisini içerdiğini düşündüğüm bir adlandırmaydı “kahramanın bencilliği.” Kimi zaman hepimizin, çoğunlukla da iyi niyetle, düşebildiği bir tuzak bana kalırsa bu. Kitaptaki bağlamından -yine sürprizi kaçırmamak adına- bahsetmeden şöyle diyebilirim; Hayat bir grup azınlık dışında herkes için zor ve sürekli bir mücadele halindeyiz. Ama aynı oranda da kendimizi yalnız hissediyoruz. Peki buradan ne çıkıyor; sürekli sorun çözmekle uğraşan, çoğu durumda da çözemeyen ama çok yorulan yalnız insanlar yığını. Buna toplumsal roller de eklenince -erkeklik, annelik vs…- bu bir “kahraman yanılsaması” yaratabiliyor kişide. Tüm sorunları sırtlanan o kişi olmak… Eh, böyle bir yükün altından kimse kalkamayacağına -aslında kalkmak zorunda değil ama bunun farkında olamıyor yalnız insan- bu sefer en çok yorulan, yorulduğunu düşünen kendini haklı zannediyor. Her kahraman bencildir, çünkü herkes ona muhtaçtır ve tabii en iyisini bildiğini sanır. Ama kahramanlara değil dayanışmaya, birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. Bu sorunu en büyük toplumsal organizasyonlardan, işyerimize, ailelerimize kadar görmek mümkün; sorunlarımızı ve çözümlerimizi daha fazla ortaklaştırmalıyız.

Bohem bir avukat karakteri yabancı dizilerde de karşımıza çıkıyor, anti-karakter mi desem, kızamadığınız bir kusurlu adam, aslında iyi ama alem kötü… Etrafı, işçi sınıfının acı hikayeleri, fırsatçılık, baba patron, orta sınıfın cesur insanları ile çevrili. Kendinden, yaptıklarından hoşnut değil yine de gereğini yapıyor. Son günlerde süregelen adalet, hak, hukuk tartışmaları mı yarattı Aydın’ı?

"Beyler, ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’ bir tek kişinin portresi değildir; kuşağımızın gittikçe artan kötülüklerinden yaratılmış bir portredir” diyor Rus yazar Lermontov, kendi yarattığı Peçorin karakteri için. Aydın için de benzer bir duygudayım. Aydın’ı neyin yarattığı sorusu, kitabın esas meselesi zaten. Aydın’ın en şahsi görünen çocukluk travmasında bile toplumsal bir leke var. Böyle bir adamı kim yaratmış olabilir? 

Diğer taraftan adalet, hak, hukuk gibi kavramlar doğrudan toplumsal düzenin uzantısı olarak şekil alıyor, içerik kazanıyor. Aydın’ın avukat olması bazı tartışmaları derinleştirmek için ciddi bir olanak sağladı diyebilirim tabii.

Ve Gülay, “Kahramanın bencilliği” kavramının yaratıcısı, vicdanının sesini dinleyen güçlü kadın. Daha önceki kitaplarında görmediğimiz kadar güçlü bir kadın. Yine de onu daha fazla tanımak istiyor insan; anne olarak nasıl, arkadaş olarak nasıl… Ne bileyim?

Uzaktan sevdiğimiz insanları daha yakından tanımak çoğu zaman istediğimiz sonucu vermez ama; büyüsü kaybolabilir, özellikle romanda. Kitap Aydın değil de Gülay merkezli olsaydı, bu sempatiyi koruyamayabilirdik çünkü başka bir hikayesini anlatmayı seçerdim muhtemelen. Az önce edebiyatın daha çok olumsuz duygu ve durumlarla ilgili olduğunu söylemiştim, bunu hatırlatırım. Bence Gülay olması gerektiği kadar var kitapta, orada kalsın; ama çevremizde Gülay’a benzeyen üstelik gerçek kadınlar ve erkekler var, onları bulalım, tanışalım daha güzel olmaz mı?

Bir de arka planda bir Türkiye var tabii. Haziran Direnişi, Tekel Direnişi, 15 Temmuz, ekonomik kriz… Zor bir iş; arka plandaki olaylar o kadar büyük ki, bir şeyler hep eksik kalıyor gibi hissediyor insan. Ama daha fazla yer verilirse bu sefer öndeki hikaye zorlanacak… Bilemedim. Sen ne düşünüyorsun?

İşaret ettiğin ikilem o kadar gerçek bir sorun ki… Bahsettiğin dengenin doğru tutturulup tutturulmaması, bir kitabın iyi yahut vasat olmasını doğrudan etkiliyor. O yüzden gerektiği kadar, öndeki esas hikayeye hizmet ettiği oranda görünür olmalı fondaki büyük olaylar. Çünkü biz kitaptaki karakterlerin hikayesini takip ediyoruz, esas olan bu. Ama bu karakterlerin de uzay boşluğunda değil, arka planda akıp giden hayatın içinde şekillendiğini anlıyor, kitapta olmayan eksik parçaları bu sayede kafamızda tamamlıyoruz. 

Mesela Haziran Direnişini yazdığım bölüm kitaptaki halinin iki katıydı ama yazarken keyif aldığım kısımlar dahil olmak üzere çıkarmak zorunda kaldım. Neyse ki gazetecilik sayesinde gerektiğinde kesip atmayı, fazlalıkları budamayı öğrendim. Yoksa çok zor olurdu benim için.

Volkan, arkadaş sohbetlerinde “sınıfın hikayesi yazılmıyor, filmi çekilmiyor, şarkısı yapılmıyor, oyunu sahnelenmiyor artık” diye hayıflanıyorduk hep. Sorun biraz da sınıfın ilgisinin azalması, büyük bir kültürel çöküş gibi geliyor. Son dönemde birkaç film, senin gibi sınıfın yazarı olmayı dert edinmiş yazarlar, yazarlarımız nefes almamızı sağlıyor. Lütfen daha çok ve daha sık yaz olur mu? Teşekkürler…

Bu samimi sohbet için ben teşekkür ederim Tunç.

Volkan Algan kimdir?

Volkan Algan 1986 yılında İzmir’de doğdu, tüm öğrenim hayatını bu şehirde sürdürdü. Lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünde tamamladı. Kısa süre mühendislik, uzun süre gazetecilik yaptı. Çalışmalarını Nâzım Hikmet Kültür Merkezi - İzmir’de sürdürüyor. İzmir’den Yadigâr adlı öyküsü, 2022 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen kısa öykü yarışmasında üçüncülüğe lâyık görüldü. Algan’ın Asfalya ve Birbirimizden Yansır Suretimiz adlı kitapları daha önce Yazılama Yayınevi tarafından yayımlandı.

                                                                /././

Modigliani’nin sanatında ilkel olanın güzelliği -Fide Lale Durak-

''Modigliani’nin resimlerindeki ilkel güzellik, insanın kendini betimlediği eski tarihsel biçimlerle ilişki kurar, onlarla konuşur ama aynı zamandan modern zamanlarda yeniden ifadesini bulur.''
              *Kapak resmi: Amadeo Modigliani, 1919, Otoportre, Çağdaş Sanatlar Müzesi-Sao Paula

İlkel sanat (Primitivizm), modern sanatın başlangıcında onun önemli ilham kaynaklarından biri olmuştur. 20. yüzyılın başında modern sanatta ilkelcilik etkisi bambaşka bir kol oluşturur. İlk kez 1905 yılında, Matisse, Derain gibi fovist sanatçıların ilkel sanatı keşfettiği söylenebilir. Özellikle Afrika sanatının indirgeyici anlatım biçiminden etkilenen sanatçılar, bu özellikleri modern sanat için tekrar yorumlarken renkleri de ham halleriyle ya da ilkel kelimesine atıfla söylersek ilk(el) halleriyle kullanmışlardır. Picasso’nun da ilkel sanatı Matisse sayesinde keşfettiği ve onunla birlikte modern sanatı bir zirveye taşıdığı söylenebilir. 1907’de yaptığı Avignonlu Kadınlar resminde, yüzlerine Afrika maskı geçirilmiş gibi boyanan figürler, ilkel sanatın modern sanattaki çarpıcı örneklerinden birini oluşturur. 

Ressamlar, heykeltıraşlar kendi özgünlüklerini, ilkel sanatta buldukları doğrudan ve sembolik anlatımla birlikte oluştururken, sanatın temel tartışmalarından olan “espas” (derinlik) sorununa da yeni bir cevap bulurlar. Örneğin Rönesans’ta derinlik, belli kurallar çerçevesinde çözülmüş ve illüzyon yaratacak kadar gerçekçi sonuçlara ulaşılmıştı. Bu dönemdeki birçok portre resminin arka planında, geriye doğru uzanan gerçekçi manzaralar öndeki portre ile derinlik oluşturarak gerçekçilik hissini artırırdı. İlkelcilik ile bu çözüm toptan reddedilmiş ve resmin iki boyutlu yüzeyindeki tartışma derinleştirilmiştir.

Modern dönemde ilkel sanat etkileşiminde işler üretmiş bir başka önemli isim Modigliani’dir. Sanatçının ilk resimlerini 1907-1909 aralığında görürüz, resimsiz geçen beş yılın ardından tekrar 1914 yılı itibariyle resimleriyle karşılaşırız. Çünkü 1909-1914 aralığında, heykeltıraş arkadaşı Brancusi’nin de yönlendirmesiyle çoğunlukla heykel üretmiştir. Portre ve figür ağırlıklı çalıştığı heykelde de başarılı olarak 1912’de Salon’da (Salon d’Automne) sergilediği heykellerinin dikkat çekmesine karşın bir süre sonra heykeli bırakarak resim yapmaya geri dönmüştür. Modigliani’nin çocukken yakalandığı ve peşini hiç bırakmayan hastalıkları (verem ve tifo), onu sürekli zayıf düşürmüş ve muhtemelen heykel yapmanın gerekli kıldığı fiziksel zorluklar da tekrar resme dönmesinde etkili olmuştur.

                                   Amadeo Modigliani, 1907, Maude Abrantes Portresi, Hecht Müzesi 

Modigliani’nin resimlerindeki kendine özgünlük, daha çok onun heykelle olan alâkasından kaynaklanır. Örneğin, 1907’de yaptığı Maude Abrantes’in Portresine baktığımızda siyah kontörlerin göze çarptığı, hacmi oluşturacak tonların uygulanmayıp derinlik etkisinin yüzeyle sınırlı kaldığı ve hatta yarattığı duygu, renklerin kullanışı, figürün uygulanışı bakımından Picasso’nun Mavi Dönemiyle benzerliklerin hissedildiği bir çalışma görülür. 1915’te yaptığı, muhtemelen aynı zamanda arkadaşı da olan, Ukraynalı heykeltıraş Léon Indenbaum’un Portresine baktığımızda ise, tüm tek yüzey boyamasına rağmen yüzünde garip bir hacim hissederiz. Dikkatli baktığımızda alnında, gözlerinde, elmacık kemiklerinde hacim oluşturmak için uygulanmış renk tonlarını fark edebiliriz. 

                              Amadeo Modigliani, 1916, Léon Indenbaum’un Portresi, özel koleksiyon

Modigliani’nin ilk resim dönemi ile ikincisi arasında heykel yaptığını söylemiştik. Arada oluşan etkileşimi anlamak için bir heykeline daha yakından bakalım. 1912’de yaptığı Kadın Başında uzattığı yüz ve simgeleştirdiği göz, burun, ağız ile oluşturduğu biçimin, Afrika maskları ile benzerliği aşikârdır. Resimlerindeki hacimselliğin heykellerindeki minimalist yaklaşımla sınırlı olduğu ve kendine özgü biçimin heykellerinin ardından orta çıktığı söylenebilir.  

                                                             Amedeo Modigliani, 1912, Kadın Başı

Modigliani’ni daha çok 1915 ve sonrasında yaptığı resimleriyle bilinir. Portrelerinin çoğu sanki bir Afrika maskı gibi yüze takılmak için yapılmış da takan kişinin görebilmesi için gözleri boş bırakılmış gibidir. Boş bırakılmış gözler ve indirgenmiş yüz hatlarıyla ifadesiz ve birbirine benzeyen portreler oluşması beklenir ama tersine ifadeler hep çok güçlüdür. Aynı ilkel sanatta olduğu gibi anlatı, abartıyla güçlendirilir. Kimi portrelerde küçük ağızlar, gözler, kulaklar, kimilerinde uzun boyunlar, burunlar, gövdeler istenen ifade için deforme edilerek kullanılır. Ve, hepsinde yoğun duygu vardır. 

                                                        Amadeo Modigliani, 1917, Madame Kisling

                              Amadeo Modigliani, 1918, Sanatçının Eşinin Portresi (Jeanne Hébuterne)

Modigliani’nin hayatı, Andy Garcia’nın başrolünü oynadığı bir film nedeniyle genelde biliniyor. Filmde özellikle Picasso ile olan ilişkisi oldukça abartılı anlatılıyor. En genel ifadeyle aralarındaki ilişki, Modigliani’nin Picasso’dan etkilendiği ve Picasso’nun da Modigliani’nin sanatını takdir ettiği ve ikisinin de Paris’in bohem hayatında ortak kafeleri, sanat ortamlarını, sergi alanlarını paylaştığı bir arkadaşlık olarak özetlenebilir. Modigliani’nin, alkol ve afyon bağımlısı olduğu, 1920’de henüz 35 yaşındayken tüberküloz ve menenjit nedeniyle öldüğü düşünülürse, zaten daha fazla arkadaşlık ya da düşmanlık için ömrü yetmemiştir. 

Modern sanatın içerisindeki bir kolun ilkellik arayışında olduğu, yeni ve avangard olanın kendine yer açabildiği ve resmin özüne doğru bir tartışmanın kovalandığı bir dönemde; Picasso’nun da dikkatini çeken şey, Modigliani’de hem anonim bir estetiğin hem de sanatçının bireysel özgünlüğünün hissedilebilmesidir. Modigliani’nin resimlerindeki ilkel güzellik, insanın kendini betimlediği eski tarihsel biçimlerle ilişki kurar, onlarla konuşur ama aynı zamandan modern zamanlarda yeniden ifadesini bulur. 

Tarihselliğin gücü, onu parçalamaya çalışan ve bu konuda da oldukça becerikli olan postmodernizme rağmen, beğenimizde, davranışımızda ve algımızda kendini gösteriyor. 

2025’e başlarken, yeni bir yılın yazımında tarihselliğin gücünü hatırlamamıza…

                                                             /././

Ferdi Tayfur acısı -Asaf Güven Aksel-

''Tuhaf değil mi? Ferdi Tayfur ölüyor, müziği şöyle miydi, karakteri böyle miydi derken, dönüp dolaşıp liberalizmin topluma enjekte ettiği zehirlere, sınıfsal bilinç örtüsüne varıyoruz kazıdıkça.''

Refleksti kesin de, şartlı mıydı, değil miydi, hep karıştırırım türünü, belki de adı başka bir saplantı rahatsızlığıydı. Ferdi Kadıoğlu yurtdışına transfer olana kadar, oynadığı maçları hiç “tam konsantrasyon”la izleyemedim. Ne zaman top ayağına gelse de, spiker “Ferdi” dese, haydii, tam o anda Fikret Kızılok - Bülent Ortaçgil parçası “Uyusun da Büyüsün”ün o kısmı dönmeye başlardı kafamın içinde. Hastalık işte.

orhan, ferdi / lahmacun acı geldi…

Neler yaptım kurtulmak için bu illetten, nafile. Oğlan iyi de topçu, soldan akacak, bizimkileri pozisyona sokacak, izlesene, yok.

liberal, alaturka / hicaz, taksim, darbuka / vicdan ve de cüzdan / karakol, zindan, anayasa

filan, o arada maç kaçar, tam “tkp, tu kaka” kısmında bakarım ki, yemişiz golü, maç sahada da kaçmış. Böyle hastalıklı saplantı mı olur! Alt tarafı spiker “Ferdi” dedi. Sonra n’olacak, hiç, danalar girer bizim fenerli bostana, gücümüz yetmez kovalamaya….

Ferdi Tayfur ölünce, aklıma bu tuhaf, hastalıklı ilişkimiz geldi. Her ne kadar, yaygın minibüs ve lahmacun klişeli sosyolojik tanımlamanın, “modern” arabesk olgusunun etkisini kavramakta çok yetersiz kaldığını bilsem de, Orhan, Müslüm, Ferdi “üçüzleştirmesinin” nüanslarla birlikte bu isimlerin Türkiye’nin panoramik dönemeçlerindeki farklı sembolizasyonlarını da ıskalamaya yol açtığını düşünsem de, bunlardan tamamen bağımsız, sol kanattan yapılan her atakta yaşadığım refleks gerçeği buydu. Orhan, Ferdi, lahmacun, acı…. ile hatırlama!

Ferdi Tayfur’un “Bir Zamanlar Ağaçtım” kitabını okuduğumda şaşırmıştım ve kendi anlatımının mı, editörünün mü başarısıydı anlayamasam bile, hakkında yazasım geldiğini söyleyerek de şaşırtmıştım. Olmadı tabii bir türlü, zaman zaman aklıma geldiyse de, sıralamaya giremedi. Artık bitti.

Her zamanki gibi, hem sevenler hem “ölen iyi insan olur”cu, hayırla yad edici bir kesimle, arabeskin izdüşümünden özel yaşamına, yorumculuğuna veriştirenler “çatıştı” önce, sonra, önemi oranında hızla duruldu… Musa Özuğurlu - Merdan Yanardağ kaynaklı polemik de öyle…

Beğeniyle ya da tepkiyle, ama Ferdi Tayfur’un bilinirliği, dinlenmişliği, herkeste bir iz bırakmışlığı da tescil edilmiş oldu. Şu an fark ettim ki, mırıldanamam, ama bir çırpıda on şarkısını filan sayarmışım ben de ha. 

Devlet Bahçeli’nin canhıraş sadakatli sevgisi nereden gelir bilmem, hayatında hiç aşk acısıyla bir sabahçı kahvesinde oturmuş olma ihtimali yok bence, aşk şart değil, kliplerinde efkârlı kadeh de görmedim, niye canından parça kopmuşmuş anlamadım.

Orhan Gencebay, kula kulluğa düşüren batasıca dünyada, kendisine “yazıklar olsun” dedirten, “baba”lıktan rütbe tenziline düşürten pozisyon alışlarına karşın, “müzikalite”sinde pek ilişilmeyen ayrıcalıklı bir mertebeyi korudu. Arabeskin iktidarlarla olan raksını “silikleştiren” otoritesi kısmen kaldı.

Müslüm Gürses, fantastik yaşam öyküsüyle, Teoman ve Ortaçgil’le, caz ve pop flörtüyle, kendi yorumculuğunu da risklice yorumlamayı göze alıp, bir çizgi çeşitlendirmesini oldukça iyi becerdi ve zarının denk gelişiyle bir tür sınıf atladı –doğrusu, bana da yer yer kendini dinletti. Salaş birahanelerden entel barlara, tinerden kıvrık dolara, etki alanını genişletti….

Ferdi Tayfur’a ise hayran kitlesinin çapına oranla biraz sessiz kaldı denebilirdi. Hani spiker olmasa, ergenliğimden beri ister istemez bildiğim birkaç parçasıyla bile –her kentin her caddesinde, her taşıtında, her gün ve saatinde, defaatle maruz kalmaktan kaçamazdınız, yer ederdi– aklıma gelmezdi. “Cover”ları, belki…

Ferdi Tayfur ölünce, arabesk ve temsiliyeti tartışması yeniden bir canlanır mı dedim ama, sanmam ki 70’lerde başlayan ve yakın zamana kadar gelen harareti yakalasın. Çünkü, bir “müzik türü”nün bile toplumsal işlevi ve sınıf mücadelesine etkileri üzerinden saflaşmaların, kılı kırk yaran tartışmaların yerini, “beğenmeyen dinlemesin, herkesin zevki kendine” gibi “laissez”cilik alalı çok oldu.

Arabeskin müzikal kodlarını değerlendirmek, bambaşka bir şeydir. Kırdan kente göç, biçarelerin el böğürdeliği, düzenin “felek”leşmesi, sosyo-kültürel sarsıntı da arabesk salgınıyla bağ kurabilir, bir toplumsal olguyu anlaşılır ve normal kılabilir. Konumuz, bunun alternatif olarak pazarlanması.

Devrimci yükseliş döneminde solun, sosyalistlerin kültürel hiza vericiliğinin parçası olarak arabesk müzik / tavır dışlaması, 12 Eylül sonrası “sol” kisveli liberalizmin kimlikçilik ve birey teraneleriyle etkisini bir oranda yitirdi. Hatta bir dönemin “protest” müziğine, “zından” şiirlerine sızan tınıyla, “acı”, solu da kıyısından köşesinden etkiledi. 

Arabesk ve türevleri bir “alttakiler, ezilenler” kimliğinin yansımaları olarak taltif edildi, tıpkı İslamcılık gibi “sivil toplum dinamiği”ne katıştırıldı. İletişim birikintisi, Metis seçkinliği, Ayrıntı budayıcılığı ve kimi mizah dergileri zemininde, edebiyatıyla şiiriyle bir yüceltme, en hafifinden “anlayışlılaşma” girişimleri görüldü.

Sokak jargonunda, arabeskin çilekeş feryatları, kambur feleğe, acı kadere, zalim babaya, vefasız sevgiliye  “isyan”a tekabül ediyordu. İsyan. Bu sözcük, sefilâne ruh hallerinin boş fiyakası olmaktan çıkmış, bir yılgın kültüre lezzet katan sos gibi kullanılır olmuştu. Ayaklanma değil yıkılma, mücadele değil düşkünlük olmuştu isyanın karşılığı, sokaktan ev terliğine geçen liberal sözlükte. Lumpen, tortu, sıradan yoktu da, “düzenle uyumsuz”, “aykırı” vardı. Devrimci bir isyanın sebepleri, bizatihi isyanın kendisine, korunması gereken değerlere dönüşüvermişti. El hükm-ü liberalizm! Ya da hokus pokus!

Örneğin, tinerci çocuklar, dönem itibariyle, kapitalizmin en çok işlenen arazlarındandı. Ama, bir itiraz noktası olarak değil, bir devrimci dönüşüm gerekliliğinin göstergesi olarak değil. Aferinlerle, ne güzel uçmuşlarla, kutsamalarla, rant alanlarına dönüştürülerek. Alt kültürün, sokakların dili edasıyla ortalıkta dolananların boktan edebiyatlarına malzeme olarak. Vücutlarını jiletle doğrayan Müslüm Baba’cıların, varoşların, ezilmişlerin isyanına, kitleleri gözeten entelektüelin alkışladığı âsilere dönüşümü de aynı sürecin “getiri”siydi! Yakarsa dünyayı…. hani… Gariban in olmuştu, proleter out! Bir Ferdi Tayfur şarkısındaki gibi, toplum “rüyalar âlemi”ne sürükleniyordu, kavram karmaşasında. Boş kelâm in, hayat out!

Tuhaf değil mi? Ferdi Tayfur ölüyor, müziği şöyle miydi, karakteri böyle miydi derken, dönüp dolaşıp liberalizmin topluma enjekte ettiği zehirlere, sınıfsal bilinç örtüsüne varıyoruz kazıyıp.

Alın işte, TV100 garabetinin sitesinde Fuat Uğur diye biri yazmış. 12 Eylül’ün hegemonya  aparatlarına nazire. Saymış saymış arabeskçileri, “fantezi”cileri, sonra, “hepsi hayatlarımıza dokundu, bizleri çoğunlukla ağlattılar” demiş. “Onların hayatları da en ağırından bir Yeşilçam filmi kadar dramatik ve arabesk çünkü. Boşuna değil hiçbir şey. Zaten seviyoruz ağlamayı, bu yüzden iyi geldiler hepimize. Yüzbinler değil, milyonlar dinledi onları, bağrına bastı haykırarak.”

Acıları öylesine sahiciymiş ki kendilerini bile jiletlemişler! Ya sabır…

Sonrası standart, “arabesk dinleyen halkı aşağılayarak solculuk yapıyor”muşuz! Doğru, Erdoğan’ın kılı halka karşı solculuk, tarikat şeyhlerine karşı solculuk, ABD’ye, İsrail’e karşı solculuk, müteahhitlere, istihdam yaratan sermayeye karşı solculuk! Olabilir mi ya böyle bir şey! Bunlarla ortaklaşan bir solculuk bulsak da, hazretin hatırı olsa! Halkımız ağlamayı seviyormuş, yaşasın ağlatanlar. “Halka rağmen” yüzleri güldürmeye soyunan solculuk batsın! 

Fuat Uğur’un tabii ki yanıt verilecek bir özgül ağırlığı yok. Öncüllerini anımsattığı için sızdı bu yazıya, “isyan”ı “haykırış” yapıp. “Şehirli ve küçük burjuva sosyalistler, liberaller kendi kültüründen, toprağından utanmayanlar arabeske kalplerini açtı” türü cahilce zırvalarını, “arabeski sevdirenler” arasında saydığı “derin” isimlerden biri, Berci Kristin, Ağır Roman filan ithafında imzalasa şaşırır mısınız? (TKP ve Ergönültaş iddiası ayrı muhataplık.) Eh, bazı şeyler süreklilik gösterir böyle. Neyse ki, başka bazı şeyler de!

“Berbat” ve “ağlak” demiş Özuğurlu, Ferdi Tayfur için. “Kastedilen kişiliği değil müziği” diye açıklamış sonra, belki de tersiydi, bilmem. Ama, AKP hadsizliğinin dillere taktığı “haddini bil!”le uyarılması, “bu toprakların değeri”yle tehdit edilmesi, sahnelere çanakla gül yaprağı döken Uğur gibilerine kaldıysa, “vahşi”lere incik boncuk dağıtan misyoner edalı “derin”ler kuytuda pısmış demektir!

“Sınıf kabalığı”nı aşıp “insan”a varmış, “sömürülen emek“le sohbeti kesip “insanî duyarlılıklar” keşfine çıkmış cukkalı popülizmin “entelektüel” kaktırması olmadan da, arabesk, toplumsal dokuya müzikten öte sirayetiyle, öyle “ağlaklık”, “kendine acıma”, klasöründe kapatılacak hafiflikte görülemez elbet. Dediğim gibi, epeyce de işlenmiştir vaktiyle. Lâkin…

Lâkin, şu ortamda yine gündem olacak kadar ağır da değildir yahu, ne yapalım yani. Can Yücel kadar açık sözlü olamasak da, “ağlak”sa âsi, “berbat”sa zevk dememek haktır. Küsen küssün.

Bizim isyan dediğimiz, başkaldırı dediğimiz şey, düzeni değiştirmeye yönelik eylem, devrimci kalkışma anlamına gelir. Bu düzenin balçığına yayılmışların, “salya sümük isyankârlar” edebiyatını hortlatma çabası tutmaz bu saatten sonra.

Ferdi Tayfur’u sevenler, dinleyenler üzülmüştür. Kuşkusuz, kiminin çocukluğunu paylaşmıştır, kiminin derdini, kiminin sırrını, kiminin denk gelen bir ânını, kiminin kültürel dağarını. Müzik bu, söz bu sonuçta. Bir yaşanmışlık tanığı olmuştur bir şarkısı. Ölüm üzücüdür.  Ama bizim paylaşacağımız, taziyelik bir kayıp olmadığını söylememiz, üzdüklerine saygısızlıktan değil, hayatın her zerresinde bir taraf olma tavrımızdandır. Emmioğlu’nun intro’suna karşın…

                                                             /././

Türkiye Yüzyılı'nın DOB yönetimi (VII)-Melis Gönenç-

            https://haber.sol.org.tr/haber/turkiye-yuzyilinin-dob-yonetimi-7-397206

                                                                             /././



 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Ocak 2025-

Şişecam patronu refah payını gasbetti - Andaç Aydın ARIDURU- Şişecam işçilerin yüzde 3’lük refah payını gasbetti. İş yerinde örgütlü sendika...