Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Ocak 2025-

Aile Yılı: Düşük ücret, Güçlü üreme -Gözde Bedeloğlu-

Geçen yılın en trajik olaylarından biriydi. İzmir’in Selçuk ilçesinde, elektrik sobasının devrilmesiyle çıkan yangında, yaşları bir ilâ beş arasında değişen beş kardeş ölmüştü. Anne, akşam hurda toplamak için dışarı çıkmış ve çocukları üşümesin diye sobayı açık bırakmıştı. Güvenliklerinden endişe ettiği için de kapıyı üzerlerine kilitlemişti. Baba cezaevindeydi. Barakadan bozma bir evde, annelerinin hurdacılık yaparak karnını doyurmaya çalıştığı beş bebeğin ölümü, Türkiye’de her geçen gün büyüyen ve derinleşen yoksulluğun en acı sonuçlarından biriydi. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı anne ve beş çocuğu için 110 bin liralık yardım yapıldığını açıkladı, anne ise sadece 4 bin lira aldığını söyledi.

***

Bu elim olayın yaşandığı sırada, 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi’nin, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmesine devam ediliyordu. İktidar, Türkiye’nin 2024 yılında istikrar içinde büyüdüğünü anlatıp halktan biraz daha sabırlı olmasını istiyordu. Mutlu, kutlu ve refah dolu günlere şunun şurasında ne kalmıştı?! AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2024 yılını ‘Emekliler Yılı’ olarak değerlendirmeye karar verdiğinde; emeklilerin sağlıktan ulaşıma, sosyal imkânlardan kültürel faaliyetlere kadar geniş bir yelpazede haklarını genişletecek adımlar atacaklarını söylemişti. Olamadı. Emeklilerin maaşı enflasyonun altında ezim ezim ezildi. Hayatları ufala ufala bir pazar filesinin yarısını bile dolduramayacak kadar küçüldü. Temel gıdalar lüks oldu.

***

Hayat, ulaşımdan barınmaya, beslenmeden sağlığa her alanda ve herkes için büyük şehirlerde daha zor.  İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İstanbul Planlama Ajansı’nın (İPA) “İstanbul’da Emekli Olmak” 2024 raporuna göre, kentte bulunan her altı haneden biri emekli aylığıyla geçinirken, her üç emekliden biri resmi olarak çalışmaya devam ediyor. 2010 yılında asgari ücretten daha fazla olan en düşük emekli aylığı, geçtiğimiz 15 sene içerisinde bir asgari ücretin neredeyse yarısına geriledi. Raporda, İstanbul’da aktif çalışmayan ve sadece emekli aylığı ile geçinen 811 bin 40 hanenin olduğu tespit edildi. Kağıda düşülen bu rakamlar gündeme dair birer not sadece. Tenceresi boş kalan emeklinin yoksulluğunu ölçüp biçmeye ihtiyacı yok elbette. Yaşıyor işte.

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bizzat muhatabı olan emekliler tarafından hayırla yad edilmeyen ‘Emekliler Yılı’nın ardından 2025’i de ‘Aile Yılı’ ilân etti. Buna göre, vatandaşlar bir aile içinde güvenle yaşamanın mutluluğunu hissedecekler. Devlet, tüm kurumlarıyla vatandaşların yanında olacak. İzmir’de ölen o beş kardeş, keşke 2025’i görebilseydi. Süt yardımına muhtaç, yoksulluk içinde, ateşlerin arasında kalıp ölmüş olmasaydı da, hükümetin ‘Aile Yılı’nda vadettiği ‘müjdelere’ onlar da kavuşabilseydi. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Türkiye’de 7 milyon çocuk yoksulluk içinde yaşıyor. Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) üye ülkeler arasında, çocuk yoksulluğu sorununda ikinci sırada. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre geçen yıl okul çağındaki yaklaşık 3 milyon çocuğun eğitim dışında kaldığı ortaya çıktı. Çocuk işçiliği ve ölümleri artıyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre (İSİG) 2024’te 68 çocuk işçi öldü. Çocuklar için olduğu gibi kadınlar için de en kötü yıllardan biriydi 2024. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun vergilerine göre 394 kadın cinayeti işlendi, 259 kadın şüpheli şekilde öldü. Bu, 2010 yılından beri ulaşılan en yüksek sayı olarak kayda geçti. Ve kadınların yüzde 74’ü aileleri tarafından öldürüldü!

***

Peki, yaşanan tüm bu utanç verici cinayet ve sefalet tablosuna baktığımızda, ‘Aile Yılı’ ilân edilen 2025’te hükümetten ne gibi sürüdürülebilir, kapsayıcı ve ‘Türkiye Yüzyılı’na yakışacak bir plan, program göreceğiz dersiniz ? Nedir Bakanlığın ‘Acil Eylem Planı’? 

1) Düşen doğurganlığı artırmak. 

2) Yeniden ‘en az’ üç çocuk politikasını hayata geçirmek. 

3) Gençlerin erken yaşta evlenmesini teşvik etmek. 

4) Çalışan kadınların anne olmaya özendirilmesi. 

Hükümet, düşük doğurganlığın sebep ve sonuçlarını araştırıp bir eylem planı oluşturacak. 2025 bütçesinden gördüğümüz üzere her bakanlığın aylarca araştırma yapacak bütçesi var çok şükür ama gerekli mi?

***

Gençler neden evlenmekten, çocuk sahibi olmaktan kaçınıyor sorusuna hükümet; çünkü yoksulluk, çünkü sefalet, çünkü geleceksizlik, çünkü işsizlik, çünkü cezasızlık, çünkü yaşam hakkının ihlâl edilmesinden başka ne cevap bulmayı bekliyor? Açlık ve yoksulluk sınırındaki maaşlarıyla geçinmeye çalışan gençlerin, o da iş bulabildiklerinde tabi, neden çoğalmadıklarını tespit etmek için devlet bütçesinden pay ayırmaya gerek var mı gerçekten? Çocuklarda yetersiz beslenmeye dayalı gelişim bozukluğu görülmeye başlanan, kadın cinayetlerinde tüm zamanların rekorunun kırıldığı ülkemizde, hükümetin 2025 ‘Aile Yılı’nı da 2024 ‘Emekliler Yılı’ gibi geçireceğinden yazık ki, nerdeyse hiç şüphe yok. Arzu edilen güçlü toplum, yeni doğacak çocuklara altın vadetmek yerine, doğmuşları aç bırakmayacak bir sistem inşa ederek yaratılır.

                                                          /././

35 yıl sonra tarih tekerrür mü ediyor?-Berkant Gültekin-

Bugün yaşananlar, ilk defa yaşanmıyor.

Tarih 2 Ağustos 1990. Türkiye’nin güney komşularından Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, “petrol hırsızlığı” iddiasıyla Kuveyt’i işgal etti. Bu gelişme, 2. Dünya Savaşı sonrası BM’nin kurulduğu günden itibaren ilk kez üye bir ülkenin fiilen işgal edilmesi demekti.

Irak’a karşı ABD’nin öncülüğünde yaklaşık 40 ülkeden oluşan bir koalisyon kuruldu. Türkiye’nin nasıl tutum alacağı merak konusuydu. Ankara, Irak-İran Savaşı’nda olduğu gibi tarafsız kalmak yerine, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yüksek hevesiyle ABD’nin başını çektiği koalisyonla birlikte hareket etmeye karar verdi. Hatta Özal’ın koalisyonun şahin kanadını temsil ettiği bile iddia edilebilirdi. Özal, ABD’li diplomatlarla yaptığı görüşmelerde, işgali sonlandırmanın da ötesinde, bir an önce Saddam’ın indirilmesi gerektiğini söyleyip durdu.

Özal ünlü “Bir koyup üç alacağız” sözünü, Türkiye’nin bu süreçteki politikasını anlatmak için sarf ediyordu (Daha sonra Times dergisine bu lafı şaka amaçlı kullandığını ama “Türkiye’nin yine de kârlı çıktığını” söyledi). Dışişleri kadroları temkinli bir hat izlenmesi konusunda uyarılarda bulunurken kimseyi dinlemeyen Özal’ın gözü fırsatlardaydı. Süreç içinde Genelkurmay, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanları istifa etti. Komünizme karşı kurulan NATO’nun içinde Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin rolü tartışılırken, Özal bu tartışmalara ülkesinin jeopolitik konumunu emperyalizmin hizmetine sunma arzusuyla cevap veriyordu. Tıpkı Menderes’in Kore’ye asker gönderme kararı gibi…

Nitekim Irak karşıtı koalisyonun belirlediği yaptırım kararlarına ilk uyan ülke de Özal Türkiye’si oldu ve işgalden birkaç gün sonra Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı kapatıldı. Bu, Türkiye’nin önemli bir gelirden mahrum kalması demekti ancak ABD’ye sırtını dayayan Özal, “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” düşüncesindeydi. Irak’ın Kuveyt’ten çıkma baskısına direnmesi üzerine Ocak 1991’de Körfez Savaşı resmen başladı. Özal, Saddam’ı daha müşkül durumda bırakmak için ABD askerlerinin İncirlik Üssü’nü kullanmasına da müsaade etti. Mayıs 91’de Türkiye’nin Irak politikasını analiz eden Washington Post, Özal’ın Saddam karşısındaki adımlarının üst düzey Amerikalı yetkilileri bile şaşırttığını yazıyordu.

ÖZAL’IN IRAK STRATEJİSİ

6 ay süren savaşın kaybedeni Irak’tı. Özal ise “ülkenin 200 yıl sonra ilk defa savaşın galipleriyle müttefik olduğunu” söylüyor, kazananın yanında yer almanın avantajlarına işaret ediyordu. Fakat Körfez Savaşı’nın Türkiye’ye maliyeti ağır oldu. Ülke ekonomisi milyarlarca dolar zarara uğradı. Göçler ve insani krizlerin yanında 90’lı yıllarda şiddet de doruğa çıktı. Ancak Özal’ın amacı, tüm kayıpları göze alarak Türkiye’yi “Yeni Dünya Düzeni”nde ABD’nin yanında konumlandırmaktı. CIA’nin üst düzey isimlerinden Graham Fuller de “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında “1991 savaşının Türkiye'ye tek faydası, Washington’la olan stratejik ilişkisinin pekişmesiydi, zira Türkiye güvenilir müttefik imajını sağlamlaştırmıştı” diyecekti.

Özal, Körfez Savaşı sonrasında parçalanan Irak’ta, Batı’nın Kürtlere önemli bir inisiyatif alanı tanıyacağını biliyordu. ABD’nin stratejisine uyumlu şekilde bölgede Celal Talabani ve Mesud Barzani ile yakın ilişkiler kurmaya çalıştı. Özal, Talabani’nin ABD’yi ziyaret ettiği ve Irak Kürdistan Bölgesi’nde (IKB) bir Kürt devleti kurulacağı yönünde iddiaların dolaşıma girdiği günlerde, Talabani ve Barzani ikilisiyle görüşme talebini dillendirdi. 8 Mart 1991 günü Talabani ve KDP (Barzani’nin partisi) Temsilcisi Muhsin Dizeyi Ankara’ya geldi. Özal, Haziran ayında Talabani ile Ankara’da doğrudan görüştü. Yapılan eleştirilere şöyle cevap veriyordu: “Yanlış mı olur onlarla konuşmamız? Kuzey Irak'ta olan her şey bizi çok daha yakından ilgilendiriyor. Dost olmamız lazım. Biz onlara düşman olursak başkaları bizim aleyhimize kullanırlar.”

Körfez Savaşı sonrası Mart 91’de Irak’ın kuzeyindeki Kürt ayaklanması ve Saddam’ın yaklaşık 20 bin Kürdün ölümüme yol açan sert bastırma girişimi, bir göç dalgasını tetikledi. Yüzbinlerce insan Türkiye’nin yolunu tuttu. Özal ise Batı’dan Irak üzerindeki baskının artırılmasını talep ediyordu. İngiltere Başbakanı John Major, "güvenli bölgeler" önerisinde bulundu. Bunun sonucunda ABD, “sınırın her iki tarafında bulunan sığınmacılara yardım” iddiasıyla bölgeye “Huzuru Temin Hârekatı” başlattı. Bağlantılı olarak 36’ncı paralelin kuzeyi uluslararası koruma altına alınacak ve Irak uçaklarının bu sahaya girmesi yasaklanacaktı.

Devam eden süreçte Kürt partileri, bölgeyi yönetmeye başladı. Mayıs 92’de seçimler yapıldı. PKK eksenindeki Kürdistan Özgürlük Partisi’nin (PAK) ve Irak Milli Türkmen Partisi’nin seçime girmesi çeşitli gerekçelerle engellendi. Barzani’nin Kürdistan Demokrat Partisi yüzde 45, Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği yüzde 43 oy aldı. Özal, seçimlerden birkaç ay sonra, Temmuz ayında Barzani ve Talabani’yi ağırladı. KDP ve KYB’nin Ankara’da büro açmalarına izin veren Özal, iki lidere diplomatik Türk pasaportu da sağladı. IKB Meclisi ise Ekim 92’de Kürt Federe Devleti’ni ilan etti ve bu özerk bölgenin Irak merkezi yönetimine bağlı olduğunu açıkladı. Bölgesel yönetim, daha sonraki yıllarda anlaşmazlıklar nedeniyle Erbil merkezli Barzani yönetimi ve Süleymaniye merkezli Talabani yönetimi şeklinde ikiye bölündü.

BUGÜN ADRES SURİYE

Turgut Özal, 17 Nisan 1993 günü ani bir kalp kriziyle öldü. Türkiye ile Irak’taki Kürt yönetimi arasındaki ilişkiler yıllar içinde değişken bir seyir izledi. Devlet bugün ise tıpkı 35 yıl önce olduğu gibi Kürt politikasında makas değişikliği yapabileceğinin sinyallerini veriyor. Dün manevranın sebebi Irak’taki siyasi gelişmelerdi, bugün adres Suriye…

Bugün ABD ile İsrail’in kumanda merkezinde olduğu Suriye’deki yeniden dizilim süreci, devleti, emperyalizmin bölge stratejisine adapte olarak Kürt realitesini tanıyan bir pozisyon alışa yönlendiriyor. Esad sonrası şekillenen denklemde, bölgedeki hareket alanı böyle genişmetilmeye çalışılıyor. Özal'ın Irak'taki Kürt planı, 35 yıl sonra Suriye sahasında güncelleniyor. Buradaki en büyük motivasyon, şüphesiz, Suriye’nin kuzeydoğusundaki işbirliğinin iç politikaya taşınarak mevcut baskıcı düzenin tahkim edilebileceği hesabıdır. Erdoğan’ın farklı bir istikamette ısrar edip etmeyeceğini zaman içinde öğreneceğiz.

Bu siyaset stratejisi, Türk sağının iddia ettiği gibi Kürt sorununu emperyalistlerin elinden almıyor, tam tersine soruna bizzat Batılı güçlerin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilen süreçler dolayımında değer biçerek onun siyasal, tarihsel ve toplumsal yönlerini yok sayıyor. Mesele “jeopolitik çıkar birliği” çerçevesine ölçeklenirken, iç siyasette de daha anti-demokratik, baskıcı bir evreye geçmek amacıyla bir kaldıraç olarak kullanıyor. Bundan dolayıdır ki Kürt sorununu reddeden zihniyet, amacına ulaşmak için “radikal” bir hamlede bulunarak Öcalan’ın devreye girmesini istiyor.

Savaş, bu dünyada sona ermesi en hayırlı şeydir fakat stratejik hesaplarla kurulan “barış ve kardeşlik”, yarın yine o hesaplar gereği bozulmaya mahkûmdur. Tabii kurulabilirlerse…

                                                            /././

Sosyolojik sınırlar ve Suriye -Şükrü Aslan-

“Yeni” Suriye’nin kuruluşuna dair çabaların başlaması ile Türkiye-Suriye sınırını bir doktora tezine konu etmeye çalışan sevgili öğrencim İdris Altın’ın hayata veda etmesi ne yazık ki aynı günlere denk geldi. Kendisi de sınır coğrafyasının bir çocuğu olan sevgili İdris’in ‘sosyolojik sınırlar’a ilgisi sadece teorik nedenlerle değildi. On yıllardır sınırda olmanın türlü etkilerine tanıklık eden Mardin’de dünyaya gelmişti. Sınırı adeta insanın gözünün içine sokan dikenli tellere, mayınlı bölgelere ve nihayet Çin seddini andıran duvarın inşasına da tanıklık etmişti. Bu ürkütücü sınır manzarasının iki yakasında kalan köklü geleneklerin, karmaşık ve gerilimli hallerini yazmak istiyordu. Bazen ‘sinir bozucu’ bile olsa, en küçük ‘sınır bilgileri’ onu müthiş heyecanlandırıyordu. İlginçtir ki kanserle uğraştığı hayatının en sancılı günleri, aynı şekilde Suriye’nin de sancılı günleri oldu.

Bugünün dünyasında ülkeler-devletler arasında kimi yerlerde gerilimlere de yol açan sınırlar, büyük ölçüde dünyanın ‘ulus devletler’ arasındaki anlaşmalarla paylaştırıldığı zamanlarda çizilmişti. Bazı sınırların bir tür cetvelle çizilmiş hali, bu masa başı müzakerelerin sonucuydu. Ancak bu sınırlar, ilgili coğrafyaların sosyolojik manzarasına genellikle uyumlu değildi. Hatta çoğu yerde, sosyoloji adeta yok sayılarak çizilmişlerdi. Modern dünya adına ‘ulus’ denilen sosyolojik kategorilere göre kurulduğu halde, sınırlar, bu kategoriye dahil olabilecek grupların bir kısmını dışarıda bırakmıştı. Bu topluluklar o zamanlardan başlayarak ya göç yollarına düşmüş ya da arzu etmeseler de bulundukları ülkelerde ‘kaderlerine razı olmuşlardı’.

∗∗

Politikacıların konuşmalarında en çok duyduğumuz ifadelerden biri olan “toprak bütünlüğüne saygı”, işte bu ‘ulusal sınır’ kabullerine dayanır. Fakat bütün tarihsel tecrübeler göstermiştir ki ‘ülkeler-devletler’in sınırları ile ‘sosyolojik sınırlar’ arasında bir uyum yoksa kimliksel ve toplumsal gerilimler de olağandır. Zira ‘sosyolojik sınırlar’, hiçbir coğrafi sınıra sığmayacak kadar özgün ve belirleyicidirler. Çünkü yüzyıllara dayanan geçmişleri vardır. Modern insanın inşa ettiği nüfus politikaları ile bir çırpıda ‘halledilebilecek’ olgular da değildir. Bu yüzden her zaman tüm sınır çizme girişimlerinin en önemli değişkeni olmuşlardır. Şimdi de böyledir. Ulus devletleri genellikle teyakkuz halinde tutan da bu ‘sosyolojik sınırlar’ ile ‘ülke-devlet sınırları’ arasındaki mesafe ve temelde uyumsuz olan kuruluşlarıdır.

Bugünlerde yoğun biçimde ülkenin, bölgenin ve hatta dünyanın gündeminde ilk sırayı alan Türkiye-Suriye sınırının sosyolojik hali de bu sınır manzarasının bir örneğidir. Sınırın iki yanında duran Kürt ve Arap nüfus aynı sosyolojinin, parçalanmış hallerini temsil ediyorlar. Aynı dilleri konuşuyor, ortak geleneklere dayalı gündelik hayatları var. Gelgelelim farklı devletlerin vatandaşlarıdırlar.

Söz konusu sınırın içlerine girildiğinde de durum farklı değildir. Her biri geleneksel coğrafyalarında yüzyıllardır yaşayan inançsal-etnik topluluklar (Süryaniler, Aleviler, Ermeniler, Dürziler) önceden çizilmiş ‘ulusal sınırlar’da, resmi olarak genellikle görünmez kalmışlardır. Başka bir deyişle Suriye’de de ‘sosyolojik sınırlar’ ile ‘ulus devlet’in sınırları hiç bir zaman uyumlu olamamıştı. Şimdi de aynı durum devam ediyor ve hatta sosyolojik kategoriler için çok daha tedirgin edici bir siyasal manzara var. Dahası yeni rejimin referansları, bu kesimler için tedirginliği sürekli katı biçimde inşa ediyor.

∗∗

Dolayısıyla Suriye’nin geleceği söz konusu olduğunda, artık ‘toprak bütünlüğüne saygı’ gibi sosyolojik sınırları yok sayan bir örtüden çok, bu sınırların hukukunu dikkate alan yeni bir dil, söylem ve politikayı gerekiyor. Suriye’nin ‘ulusal sınırı’ içinde kalan toplulukların hukukunu güvence altına almayan ‘ulusal sınır’cı tahayyüller, Suriye’yi olsa olsa kendine yeni bir ‘tebaa’ yaratmayı arzu eden bir tür imparatorluk tahayyülüne eklemleyebilir. Bunun da belki politik dünyada bir karşılığı olabilir ama sosyolojik karşılığı yoktur. Dahası barış içinde birlikte yaşam sağlaması imkânsız olduğu için, yeni gerilimlere de davetiyedir. Şu sıralar Suriye’nin sosyolojik sınırlarından yani ötekilerinden yükselen çığlıklar da buna işarettir.

                                                            /././

Gelir dağılımı ve yoksulluk istatistikleri ürkütücü: Daha kötüsü kapıda -Hayri Kozanoğlu-

2023 yılında gelir dağılımında marjinal de olsa bir iyileşme nasıl sağlandı? Çünkü, 2023 seçim yılıydı. Başta asgari ücret olmak üzere ücretler göreceli olarak artırıldı. O günden sonra uygulanan kemer sıkma programının gelir dağılımını daha da bozduğunu kestirmek zor değil.

Bugün TÜİK’in 2024’ün son günlerinde yayımladığı üç önemli istatistik üzerinde duracağız.Önce gelir dağılımı verilerinden başlayalım. 2023 yılını referans alan 2024 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması gelir dağılımında hafif bir düzelmeye işaret ediyor. Ne var ki Türkiye’de gelir dağılımının çok bozuk olduğu, AKP döneminde giderek bozulduğu gerçeği, yani “büyük resim” değişmiyor. Örneğin 9 yıl öncesine göre en zengin yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,5’ten yüzde 48,1’e yükselmiş. Buna karşın ortada yer alan 3 yüzde yirmilik dilimin de pastadaki payı belirgin biçimde gerilemiş. 2’nci dilim yüzde 10,7’den yüzde 10,4’e; 3’üncü dilim yüzde 15,2’den yüzde 14,6’ya; 4’üncü dilim ise yüzde 21,5’ten yüzde 20,7’ye düşmüş. En alt dilimde ise yüzde 6,1’den yüzde 6,3’e küçük bir düzelme meydana gelmiş.

Yüzde 5’lik dilimlere bakınca ise en yüksek yüzde 5’in gelirin yüzde 23,1’ini, buna karşın en düşük yüzde 5’in gelirin yüzde 1’ini kazandığını, arada 23 kattan fazla bir uçurum bulunduğunu görüyoruz. Gelir dağılımı ölçümünde çok yakından izlenen Gini katsayısı sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, bire yaklaştıkça ise bozulmayı ifade eder. Bu katsayı 2014’te 0,397 iken, bugün 0,413’e ulaşmış. Yine en zengin yüzde 20 en yoksul yüzde 20’nin 2014’te yüzde 7,6 katını kazanırken bu oran 2023’te yüzde 7,7’ye çıkmış. En zengin yüzde 10 en yoksul yüzde 10’un 13,3 katı kazanırken bu oran aynı düzeyde kalmış.

SEÇİM YILI ETKİSİ BELİRGİN

Peki 2023 yılında gelir dağılımında marjinal de olsa bir iyileşme nasıl sağlandı? Çünkü, hatırlayalım 2023 seçim yılıydı. Başta asgari ücret olmak üzere ücretler göreceli olarak tatminkâr artırıldı. Seçim bitene kadar ÖTV-KDV zamları ertelendi. “Yönetilen yönlendirilen” fiyatlar denen doğalgaz, elektrik, su, köprü-yol geçiş ücretleri seçim bitene kadar yavaş fiyatlandı. Kredi kartı veya tüketici kredisi ile düşük faiz koşullarında elverişli şartlarda borçlanmak olanaklıydı. Başka etmenler bir yana, bu yanıltıcı koşulların yarattığı “narkoz etkisi” ile Erdoğan seçimleri kazandı. O günden bu yana uygulanan kemer sıkma programının gelir dağılımını daha da bozduğunu kestirmek zor değil. Ayrıntılı verileri 2025 yılında göreceğiz. Ama şimdiden tüm göstergelerin çok daha kötü çıkacağını söyleyebiliriz.

∗∗

KAZANÇ YAPISI İSTATİSTİKLERİ

Daha az bilinen ve izlenen kazanç yapısı istatistikleri de ilginç veriler içeriyor. Çalışmanın referans döneminde brüt asgari ücret 13.415 TL iken aylık ortalama brüt ücret 23.789 TL olmuş. Demek ki asgari ücret ortalama ücretin oldukça yüksek bir oranına, yüzde 56,4’üne denk geliyor. Ücretlerdeki toplumsal cinsiyet farkı da oldukça belirgin. Erkeklerin ortalama brüt ücret 24.011 TL, buna karşın kadınların 23.344 TL. Diğer bir ifadeyle asgari ücret kadınların ortalama ücretinin yüzde 57,5’ine eşit.

İkramiye, prim gibi düzensiz ödemeler, yemek-ulaşım gibi ayni ödemeler katılarak hesaplanan aylık ortalama brüt kazanç ise 26.402 TL. Bu rakam erkeklerde 26.638 TL, kadınlarda ise 25.931 TL.

Eğitim durumuna göre brüt kazançlara bakınca, eğitim düzeyi arttıkça beklendiği gibi brüt ücretin arttığını, ancak en büyük primi yükseköğretimin yaptığını gözlemliyoruz. Yükseköğretim erkek-kadın arısında ücret makasının da en fazla olduğu pozisyon. Şöyle ki, ilkokul ve altı eğitim gören erkekler yılda 188.898 TL kazanırken ortaokul bunun yaklaşık 11 bin, lise ortaokulun 30 bin, yükseköğretim ise lisenin 134 bin üzerinde getiri sağlıyor. İlkokul ve altında kadın erkek farkı 25 bin iken, yükseköğretimde 63 bine kadar yükseliyor. Prim, ikramiye ve ayni ödemelerde de eğitimin sıçramalı getirisi var. İlkokul ve altında yıllık yan gelirler erkeklerde 18 bin, kadınlarda 12 bin iken, yükseköğretimde erkekler için 67 bin, kadınlar için 53 bin bir ek gelir söz konusu.

Brüt ortalama kazançlar ekonomik faaliyet ayrımı bazında incelenince, en yüksek ortalama brüt kazancın 640 bin TL ile finans ve sigorta faaliyetlerinde olduğunu, onu bilgi ve iletişimin izlediğini görüyoruz. En düşük kazanç ise 213 bin TL ile konaklama ve yiyecek faaliyetleri ve 219 bin TL ile gayrimenkul faaliyetlerinde. Yüksek gelirli sektörler kolayca tahmin edileceği gibi asgari ücretli oranının en düşük, düşük gelirli sektörler ise asgari ücretle çalışmanın en yaygın olduğu meslekler.

Kısaca, ücret ve kazançlarda eğitimin çok belirleyici bir rolü var. Kadınlar tüm kategorilerde erkeklerden düşük kazanca sahip. İş kolları arasında da derin kazanç farklılıkları göze çarpıyor.

∗∗

GÖRECELİ YOKSULLUKTA ARTIŞ

Aralık 2024’te paylaşılan diğer bir araştırma da 2023 yılını yansıtan Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleri. Medyan gelirin, yani her 100 yurttaşın 50’nci sırada yer alanının gelirinin yüzde 50’sinin altında gelire sahip olanlar diye tanımlanan göreceli yoksulluk oranı 0.1 puan artışla yüzde 13.6’ya yükselmiş. Kriteri medyan gelirin yüzde 60ı olarak belirleyince ise göreceli yoksulluk 0.1 puan düşüşle 21.2’ye inmiş.

Ancak gelir dağılımı istatistiklerinin gösterdiği gibi orta gelir grubunda yer alanların gelirleri belirgin biçimde düşüyor. O nedenle onların yüzde 50’sinin veya yüzde 60’ının altında geliri olanların ölçümü gerçeği tam yansıtmıyor. Olsa olsa yoksulluğun genelleşmesi gibi bir olgudan söz edebiliriz.

İzlenen diğer bir gösterge, maddi ve sosyal yoksunluk oranının ise yüzde 14.4’ten, yüzde 1.1 puan azalışla yüzde 13.3’e indiği açıklandı. Burada hane düzeyinde otomobil sahipliği, ekonomik olarak beklenmedik harcamaları yapabilme, evden uzakta bir haftalık tatil masrafını karşılayabilme, kira, konut kredisi ve faizli borçları ödeyebilme, iki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek yiyebilme, ısınma ihtiyacını karşılayabilme ve mobilyalar eskidiğinde değiştirebilme durumuna bakılıyor.

Birey düzeyinde ise eskimiş giysiler yerine yenisini alabilme, düzgün bir çift ayakkabıya sahip olabilme, ayda en az bir kez tanıdıklarıyla toplanabilme, ücretli boş zaman faaliyetlerine katılabilme, kendini iyi hissetmek için bir miktar para harcayabilme ve kişisel amaçlı internet sahipliği olarak belirlenmiş.

Maddi ve sosyal yoksunluk kriteri ise, belirtilen on üç maddenin en az yedisini karşılayamayanlar olarak tanımlanmış. Takdir edileceği üzere bu kriterler çok subjektif. Örneğin tanıdıklarımla ayda en az bir kez toplanıyorum da bir kuru çayla mı geçiştiriyorum, yoksa dilediğimce yiyip-içip arzularımı gerçekleştiriyor muyum? Ayrıca yine 2023’ü kapsadığı için araştırma faizlerin görece düşük, borçların faizlerini ödemenin fazlaca zor olmadığı bir döneme denk geliyor. Büyük olasılıkla seneye anket yenilendiği zaman bu yoksulluk kriterinin de kötüleştiğine tanık olacağız.

                                                              /././

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Ocak 2025-

Şişecam patronu refah payını gasbetti -Andaç Aydın ARIDURU-

Şişecam işçilerin yüzde 3’lük refah payını gasbetti. İş yerinde örgütlü sendikanın yönetimi, Şişecam’ın dayatmasına boyun eğdi. Kârlara dikkat çeken işçiler, "Taviz tavizi doğurur" dedi.

2024 yılının ilk 9 ayını 6.5 milyar TL’lik net kârla kapatan Şişecam patronu, işlerin iyi gitmediği gerekçesiyle Kristal-İş’ten toplu iş sözleşmesiyle (TİS) bağıtlanan refah payından vazgeçilmesini istedi. Kristal-İş yönetimi bu dayatmayı kabul etti. İşçiler ise tepkili: “Kazanımlarımızdan vazgeçeceksek neden TİS imzalıyoruz?​”

Şişecam patronuyla, işçilerinin örgütlü olduğu Kristal-İş yönetimi arasında yürütülen TİS görüşmeleri 2024 yılının nisan ayında imzalanmıştı. 2024-2026 yılları arasında geçerli olan 2 yıllık sözleşme kapsamında ücretlere ilk 6 ay yüzde 112.7’lik zamma, ikinci 6 ay; 2024 yılının ikinci 6 aylık enflasyonu artı enflasyonun yüzde 20’si kadar refah payına imza atılmıştı. Aralık ayının son bulmasıyla birlikte TÜİK’in verilerine göre 2024 yılında son 6 aylık enflasyon yüzde 15.75 oldu. Böylece enflasyon oranının yüzde 20’si olan refah payı zammı da yüzde 3.15 olmalıydı.

İşçiler bu oranlar üzerinden ücretlerinin ne kadar olacağını hesaplarken Şişecam yönetimi Kristal-İş Genel Merkez yöneticilerini görüşmeye çağırdı. Şişecam patronu bu görüşmede, 2024 yılında işlerin iyi gitmediğini ve ücretlere yapılacak zamlarla birlikte ‘Hat durdurmalar ve kapatmalar’ yaşanabileceğini öne sürdü. Şişecam yönetimi toplu sözleşme ile bağıtlanan refah payından vazgeçilmesini talep etti. Kristal-İş Genel Merkez yöneticileri bu talebi kabul ederken, Şişecam’ın Lüleburgaz, Eskişehir ve Bursa’daki fabrikalarında çalışan işçiler TİS’le güvence altına alınan zamdan mücadele dahi etmeden vazgeçilmesine tepkili.

"VAZGEÇECEKSEK NEDEN TİS İMZALIYORUZ?"

Lüleburgaz’dan bir işçi, “Sözleşmeden taviz vermek sendikayı boşa çıkarır. Bu kayıp, çalışma hayatımız boyunca bize eksi yazacak ve katlanarak büyüyecek” dedi. Gelecek sözleşmelerde bu kaybın telafi edileceğinden kuşku duyduğunu söyleyen işçi, “Şişecam’a milyarlar kazandırıyoruz, işçilerin bu kârdan aldığı pay ise yüzde 5’i geçmiyor” ifadelerini kullandı. Cam işçisi, “Sendikacılarımız bu kazanımı masada bırakmak yerine gelip üyelerine sorması, mücadele etmesi gerekirdi. Sendika taviz vermez mücadele eder” dedi.

Bursa’dan bir Şişecam işçisi de şunları söyledi: “Bize aktarılana göre Şişecam sendikaya ‘Bu sözleşmede ilk 6 ay için böyle yapalım, bir dahaki sözleşmede telafi ederiz’ diyor ve sendika da kabul ediyor. Şunu sormak lazım: Sözleşme bizim için anayasa gibi bir şey. Kazanılmış olan nasıl geri verilir? Yarın çıkıp ramazan erzağını vermiyoruz deseler, o zaman ne diyeceksin?​”

“Sen dünya devisin. Koca İş Bankası, koca Şişecam, üç kuruşun hesabını mı yapıyorsun” diyen işçi şöyle devam etti: “Tüm işçilerin maaşı 3 günde çıkıyor zaten. Böyle küçük hesaplar insanın midesini bulandırıyor. Şişecam fabrika kapatacağız lafını önceden de yapıyordu. Birkaç yıl önce Mersin’deki fabrikayı kapatacağız demişlerdi işçileri baskılamak için. Bunu dedikten 6 ay sonra yeni fırın açtılar oraya.”

İşçi, Şişecam yönetiminin sendikayı işten çıkarmalarla korkutmaya çalıştığını ve bunun karşısında mücadeleyi tercih etmek gerektiğini ifade ediyor.

ÇETİNTAŞ: DURUŞLAR YERİNE FERAGATİ SEÇTİK

Konuyla ilgili görüştüğümüz Kristal-İş Genel Başkanı Bilal Çetintaş ise Şişecam yönetiminin 2024 yılı beklentilerini gerçekleştiremediği ve bu nedenle refah payını ödememe talebiyle görüşme talep ettiğini belirtti. Çetintaş, “Geçmiş dönemde iyiyken protokoller imzalamıştık. Şimdi de şirketin hedefleri tutmadı. Bize ‘Bazı bölümlerin kapanabileceği gündeme gelebilir’ denilince refah payından feragat etmeyi tercih ettik. Enflasyon zammıyla birlikte ücretler iyi seviyeye çıkacak” dedi.

KÂRLILIĞINI KORUDU, 18,6 MİLYAR TL’LİK YATIRIM YAPTI

2024 yılı Şişecam’ın net kâr marjının azaldığı bir yıl olsa da şirketin 2024’ün ilk 9 ayındaki net kârı 6.5 milyar TL oldu. Şirketin faaliyet raporlarında, bakım çalışmaları hariç üretimde düşüş olmadığı yer alıyor. Ayrıca 2023 yılında 20 milyar TL’lik yatırım gerçekleştiren şirket 2024 yılının ilk 9 ayında da 18.6 milyar TL’lik yatırım yaptı. Şirket kârlılığı düşen iş alanlarında ise yeni yatırımlarla verimi ve kârlılığı yeniden arttırma adımları atıldığını belirtiyor.

Şişecam’ın Türkiye’deki işletmelerinde 7 bine yakın işçi çalışıyor. Şişecam’ın yılın ilk 9 ayında işçi başına ettiği net kâr ise 930 bin TL. İşçilerin ortalama net ücretleri 62 bin 900 TL seviyesinde. İşçiler şubat ayı ücretlerini TİS ile belirlenmiş yüzde 15.75 ve yüzde 3.15’lik refah payı oranında zamlı alacak olsalardı net ücretler 74 bin 800 TL seviyesine çıkacaktı. Ancak Kristal-İş yönetiminin refah payından feragat etmesiyle ortalama ücretler 72 bin 800 TL düzeyinde olacak. Yani Şişecam işçilere ödemeyi taahhüt ettiği 2 bin TL’yi vermeyerek her ay 14 milyon TL’yi kasasında tutacak.

                                                            ***

Ford Otosan fabrikada ısıtıcıları kapattı: Üretim yüzde 3 düştü, işçiler soğuğa terk edildi -Arzu Erkan-

2024 yılının ilk 9 ayında 25,6 milyar TL net kâr elde eden Ford, tasarruf gerekçesiyle fabrikada ısıtıcıları çalıştırmadı, işçiler soğukta çalışmak zorunda bırakıldı.(https://www.evrensel.net/haber/539306)

                                                                 ***

Verem değil yoksulluk ve yoksunluk öldürüyor -Zeki Gül-

Verem Farkındalık Haftası bize neyi hatırlatır?

Verem, sağlığın salt bedensel ve ruhsal değil aynı zamanda sosyal / siyasal iyilik hali olduğunu insanlığa belleten temel hastalıklardandır.

‘Yoksulların hastalığı’ der geçerseniz, zenginliğiniz beş para etmez. Zamanında ve etkin tedavi olamayan yoksullarda ilaçlara direnç gelişir, toplumda dirençli verem mikrobu artar, siz zenginler bu dirençli mikroplarla hasta olduğunuzda eyvallahlar olsun…

Sırça köşklerde sağlığın özelleştirilmesini savunursanız hayat verem ile gerçekliğinize ‘kan kusar’. Boşuna değil bizde sosyal güvencesi olmayanlar dahil ilacından hastanesine ücretsiz sağlık hizmeti sunulan belki de tek hastalığın verem olması.

Sosyal devletin sorumluluklarını hatırlatan, gereği yapılmadığında yeni salgınlar ile sistemi cezalandıran bir hastalık verem. Boşuna değil ‘verem maaşı’ vermesi devletin. Bu rakam 2024 yılı ikinci yarısı için aylık 9 bin 77 TL. idi.

Doksanlı yıllara kadar İzmir’in evsiz en yoksulları, yaz aylarında bankları mesken edinir, kış aylarını ise ücretsiz verem kliniklerinde uzun süre yatarak geçirirdi. Rivayet odur ki ilaçlarını kullanmayarak hayatta kalabilmek adına yoksulluğa karşı uzamış ve nükseden veremi tercih ederdiler. Bazılarının tek geçim kaynağı kanlarıydı. Sık sık para karşılığı kanlarını satardılar. Hastaneler onlar için kışın ayazında alternatifi olmayan sıcak bir yuva idi.

Yaşar Kemal’in Hüyükteki Nar Ağacı romanında; Memet ve arkadaşlarının verem salgınını bile bile, geçim derdine Çukurova’ya gitmeleri anlatılır: “Ölüm yokluktan iyi. Sıtma yokluktan iyi. Verem yokluktan iyi.”

Tüberküloz hastalığı koruyucu tedavi ile önlenebilen ve yine tedavi edilebilen bir hastalıktır. Ama erken tanı ve tedavi şart!

Yoksulluk ve yoksunluk çok az hastalıkta bu kadar iç içedir.

Verem, genellikle zayıflamış bağışıklık sistemine sahip bireylerde daha yaygın görülür.

Yoksulluk ve verem ilişkisi sosyal devlet varlık/yokluğunun özetidir:

* Ekonomik yoksulluk: Düşük gelirli bireylerde yetersiz beslenme, bağışıklık sistemini zayıflatır ve verem gibi hastalıklara karşı savunmasız hale getirir.

* Eğitim ve bilinç eksikliği: Yoksulların eğitime ulaşımı daha zor. Yetersiz eğitim, sağlık bilgisine erişimi kısıtlar. Bilgi eksikliği hastalık belirtilerini tanımakta ve tedaviye başvurmakta gecikebilirler.

* Sağlık hizmetlerine erişimde yoksullar dezavantajlıdır. Bu, teşhiste ve tedavide gecikmeye yol açar.

* Yaşam koşulları: Kalabalık ve hijyenik olmayan yaşam koşulları, bulaşıcı hastalıkların yayılma riskini artırır.

* Psikososyal faktörler: Yoksulluk, stres, kaygı ve depresyon gibi psikolojik sorunları da beraberinde getirebilir. Bu durumlar, bağışıklık sistemini daha da zayıflatabilir.

Görüldüğü üzere verem ve yoksulluk/yoksunluk arasındaki ilişki karmaşık ve çok boyutludur. Bu nedenle, veremle mücadelede yalnızca tıbbi tedavi değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik politikaların da geliştirilmesi önemlidir.

Müzik ve edebiyat ruhun gıdasıdır derler. Sahi bu hafta Chopin, Paganini ya da Felix Mendelsshon mu dinlesek! Üçü de verem hastası bestecilerdi. Ya verem tanısı ile üretmeye devam eden Kafka, Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa, Rıfat Ilgaz, Memet Fuat, Rüstü Onur okumaya ne dersiniz?

Verem ve hüzün sanatla iç içedir. Bunun klasik Türk müziğinde şaheseri sözleri Namık Kemal’e bestesi Hacı Arif Bey ait bir Segâh makamındaki meşhur şarkıdır: 

“Olmaz ilaç sine-i sâd pâreme

Çâre bulunmaz bilirim, yâreme

Baksa tabîbân-ı cihan, çareme

Çâre bulunmaz bilirim, yâreme”

Bu eser hayat arkadaşı Zülf-i Nigâr hanımın vereme yakalanması üzerine Hacı Arif Bey  tarafından bestelenmişti.

Yoksullarda daha sık görülmekle birlikte onlarla sınırlı değildir verem. Simon Bolivar, Francois Mitterrand, Winston Churchill, John F. Kennedy, Roosevelt gibi tanınır siyasetçiler de veremden muzdarip olmuşlardı.

Bu hafta Verem Farkındalık Haftası. Eğer iki-üç haftadan uzun süren öksürük, balgam çıkarma, kan tükürme, yüksek ateş, gece terlemesi, kilo kaybı şikayetlerinin bir veya birkaçı varsa ve verem hastası ile uzun süreli temas söz konusu ise muayene olmayı ertelemeyin.

Tüberküloz, COVID-19’dan sonra en fazla kişiyi etkileyen ikinci önemli bulaşıcı hastalık olup dünyada ölüm nedenleri içinde 13. sıradadır. 2020'de “1.5 milyon insan tüberkülozdan öldü” unutmayalım.

COVID-19 salgını temel tüberküloz hizmetlerine erişimi ciddi şekilde etkileyerek öncesine oranla çok daha az sayıda kişiye tanı konularak tedavi edilebildi. Pandeminin yaraları sarılamadan bizdeki ekonomik çöküş bu sorunu daha da artıracağa benziyor.

Denebilir ki bizdeki ekonomik kriz yakın gelecekte hepimizi tüberküloz ile sınayabilir: Ya sosyal devlet ya verem!

Sağlıcakla kalın.

                                                        /././

Öcalan görüşmeleri ve CHP -Mustafa Yalçıner-

Başında Erdoğan’la AKP, bilinir, iyi manevralar yapar.

Bu “iyi”, aynı zamanda olumsuz bir anlam ifade ederek, “Dün dündür bugün bugün” türünden işe gelen olağanüstü genişlik ve farklılıkları da kapsasa bile, sözcüğün gerçek anlamıyla ustaca taktik değişikliklerini de belirtiyor.

AKP söz konusu olduğunda, anlaşılacaktır ki, tutarlılık ya da tutarsızlık tartışma dışıdır. İzlenen şu ya da bu taktiğin halkın ve ülkenin çıkarına olup olmadığı da. İzlenen taktiklerde tutarlılık ve halkın çıkarlarına uygunluk aranmamalıdır.

Bu, Öcalan çağrılarıyla Kürt sorununu yeniden gündeme getiren Bahçeli ve MHP açısından da geçerlidir.

Şüphesiz Bahçeli ve MHP’siyle sonunda tamamen hesaplanıp kitaplanmış bir “süreç” yürüttüklerini ve “Terörü bitirmeyi hedeflediklerini” açıklayarak Öcalan çağrılarının ikisinin anlaşmasıyla yapıldığına açıklık getiren Erdoğan ve AKP’sinin amaçları hakkında beklenti içine girilemez. Bu ayrı şeydir ve “iyilik” amaçları kapsamamaktadır.

Sorun, amaçları bir yana Öcalan konulu son AKP-MHP manevrası karşısında nasıl bir tutum alınıp ne yapılacağıdır.

Dervişoğlu ve İyi Parti, Bahçeli’nin çağrısı karşısında Meclis kürsüsüne elinde iple çıkarak ve ardından bilgi için partilerle görüşmeler yapmaya başlayan “İmralı heyeti”ne randevu vermeyerek tutum aldı. MHP’ye yönelik muhtemel milliyetçi tepkileri İyi Partiye kanalize etmeye oynadığı görülüyor. Bir miktar başarabilse de iflah etmeyecektir.

Yerel seçimlerden bir süre sonra “Birinci partiyiz” vurgusuyla “erken seçim” çağrıları yapmakta olan Özel ve CHP son gelişmelere hazırlıksız yakalanmış görünüyor.

CHP’nin yerel seçimleri DEM Parti’nin örtülü desteğiyle kazandığı ve bir “erken seçimi” de yine DEM desteğiyle kazanabileceği açık. Bu nedenle Özel ve CHP Kürt sorununu yok sayamıyor. Ancak son Bahçeli-Erdoğan manevrası karşısında sınıfta kaldı, kalıyor!

Bahçeli ilk çağrısını ekim başında yapmıştı ve aslında düşünüp taşınıp uygun bir taktik geliştirebilmesi açısından CHP’nin en az 3 ayı vardı. Bu sürenin yetmediği anlaşılıyor.

İlk tepki olarak Özel, “Türkiye'de bir daha şehit gelmeyecekse… bir daha anaların gözünden yaş gelmeyecekse… bunun için söylenen her söze CHP olarak kıymet veriyoruz. Biz CHP olarak terörün bitmesine tam destek vereceğiz” demişti.

Eleştirisi vardı: “Ne yapılacaksa TBMM'de yapılmalıdır. Tam bir toplumsal mutabakat olmadan sonuç olmayacak. Bu iş çözülecekse bütün partilerin içinde olduğu bir masada konuşulmalı.” demişti Özel. Zaten öyle ve bu eleştiri yerine oturmadı.

Bir diğer eleştirisi “Kürtlerin Anayasa'ya uygun sorunlarını çözmeden bir kişiye uygun çözümle bu sorunu çözemezsiniz” olmuştu. Bu, tabii ki doğru. Sorun hak eşitliği sorunu ve Türklerin hangi hakkı varsa Kürtlerin de aynısı olmalı!

Eleştirilerini pekiştirerek kendisini sağlama almak amacıyla Özel “Şehit ailelerinin kabul edebileceği çözüme evet deme” şartını getirmişti. Aynı noktada duruyor ve herhangi bir inisiyatif geliştirerek Erdoğan-Bahçeli manevrasına yanıt verebilmiş değil. Hatta yazı yazılırken CHP’nin “İmralı heyeti”yle görüşüp görüşmeyeceği hâlâ belli değildi. CHP yandaşı TV kanallarıyla ekranlara çıkan CHP’li ve destekçilerine bakıldığındaysa görünen, olmazların oynandığı.

Başlangıçta CHP “Ülkenin ve halkın gündeminin ekonomi olduğu”, “Asgari ücretle emeklilerin maaşının kaç çeyrek altın ettiği” görüşündeydi ki bu kuşkusuz doğru. Ancak yanlış olan, başka her şeyin “Gündem saptırmak” olduğu!

Koca bir Suriye sorunu ve ötesinde tüm Ortadoğu’nun sınırların yenilenmesini de kapsayarak yeniden paylaşılması nasıl gündem dışı ve üstelik gündem saptırma olabilir? Dünyanın belli başlı emperyalistleri, iri kıyım gerici bölge devletlerinin katılımıyla Ortadoğu ve Suriye’ye üşüşmüş durumda. Türkiye’nin de bir eli Suriye’de ve Suriye’nin kuzey doğusunda Kürt özerk bölgesi bulunuyor. Bahçeli-Erdoğan manevrası asıl olarak kuzeyi başta olmak üzere Suriye ve Ortadoğu üzerine kurgulu. CHP ise, Kürt sorunu karşısında sessiz kalırken milliyetçiliğiyle manevraya yedeklenmiş görüntü veriyor!

Birinci partiyiz” ve “Gelecek seçimi kazanacağız” iddiaları havada kalıyor! Manevralara atakla karşılık vermeden “umut” vermek ve seçim kazanmak olanağı yoktur!

                                                            /././

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNCEL" -8 Ocak 2025-

 Arabesk mutabakatı -Fatih Yaşlı-

"Halkın sanatçıları olmadan politik mücadele verilemez, bunların olmadığı yerde halka gidilemez, halk da zaten yüzünü size dönmez."

Ferdi Tayfur öldü. Muhtemelen iyi kalpli, vicdan sahibi, düzgün karakterli bir insandı. Yaptığı müziğin de (Orhan Gencebay ve Müslüm Gürses’le birlikte) üç büyük isminden biriydi. Tayfur’un ölümüyle birlikte arabesk yeniden konuşuldu, tartışıldı ama geçmiştekinden farklı olarak, hayli değişmiş bir zeminde, hayli değişmiş bir Türkiye’de söz konusu oldu bu.

Öyle ki Tayfur’un ölümünün ardından geniş toplum kesimlerinde bir yas havası ortaya çıktı, televizyon programları yapıldı, kimi ilkokullarda onun şarkıları çalındı, RTÜK Tayfur’un müziği için “ağlak” ifadesini kullanan TELE 1 programcısı Musa Özuğurlu hakkında inceleme başlattı, Bahçeli kendisini Meclis kürsüsünde andı ve cenazesine katıldı, Erdoğan da İslamcıların kültürel iktidar arayışının son halkası olan Gassal adlı diziye atıfla Tayfur’un şarkılarından bahsetti. 

Bu koroya bir kısım solcu da bir tür arabesk güzellemesiyle dahil oldu; arabesk konusunda eski ezberlerden kurtulmak gerekiyordu, arabesk aslında halkın, yoksulların, ezilenlerin sesiydi, arabeski eleştirenler elitizmle malullerdi, halka tepeden bakıyorlardı, halkla kavga ederek bir yere varılamazdı vesaire vesaire. 

Dolayısıyla bir zamanlar siyasal kutuplaşmanın bir çıktısı olarak kültürel taraflaşma ve kutuplaşmanın referans noktalarından birini teşkil eden ve üzerine ciddi tartışmalara, polemiklere girilen arabeske dair şimdi geniş bir toplumsal/siyasal mutabakat şekillenmiş durumdaydı. 44 yıllık Türk-İslam sentezinin ve 22 yıllık AKP iktidarının sonucu, nevzuhur solu da içine alacak şekilde, bir arabesk mutabakatına varılmasıydı.  

Arabesk, Türkiye kapitalizminin 1960’lar boyunca yaşadığı dönüşüme paralel bir şekilde köyden kente göç eden kitlelerin müziği olarak ortaya çıktı. Yüz binler çalışmak için akın akın büyük şehirlere geliyorlardı ama kapitalizm onlara başlarını sokacak bir ev dahi veremiyordu. Gecekondulaşma bunun bir ürünüydü; proleterleşen köylü kitleleri hazine arazilerine bir gecede kondurulan evlerde yaşamaya başladılar. Her gelen kendisinden sonra gelenin elinden tutuyor, onun evini yapmasına ve iş bulmasına yardım ediyor, hemşeriliğe dayalı dayanışma ağları kuruluyordu.

Arabesk köyle kent arasındaki gri bölgede yaşayan ve daha çok enformel sektörlerde istihdam edilen, lümpen diye adlandırmakta beis görmeyeceğimiz geniş bir toplamın müziği olarak ortaya çıktı ama aslında “sahte”ydi; çünkü onlar tarafından icat edilmiş bir müzik türü değildi. Örneğin bluesla yoksul siyahlar, metal müzikle beyaz işçi sınıfı arasında doğrusal ilişkiler kurulabilir ama arabeskin temsilcileri bu göçmen yoksulların arasından çıkmadılar, arabesk dışarından icat edildi ve onların önüne konuldu. 

Bunu elbette ki bir komplo teorisi olarak yazmıyorum, sadece şunu anlatıyorum: Türün kurucusu diyebileceğimiz Orhan Gencebay orta sınıf bir aileye mensuptu, hiç yoksulluk çekmedi, son derece iyi bir eğitim almıştı, batı müziğine hakimdi ve çok sayıda enstrümanı çok iyi bir şekilde çalabiliyordu. Ferdi Tayfur ve Müslüm Gürses görece daha alt sınıflardan geliyorlardı ama onlar da hiçbir zaman büyük şehirlerdeki göçmen emeğinin bir parçası olmadılar, dahası hayli erken bir yaşta şöhrete ve paraya kavuştular. 

Köyden kente göçen ve gecekondu yaşamına, derme çatma ve elektrikten, sudan yoksun evlere, bozuk yollara, kanalizasyonsuz mahallelere, toplu taşımasızlığa mahkum edilmiş kitlelerin hepsinin değil ama önemlice bir kısmının tutkuyla sarıldığı arabesk, onlara hiçbir zaman hayatlarının hakikatini anlatmadı aslında. Arabesk şarkıların hiçbirinde o şarkıları tutkuyla dinleyen kitlelerin hakiki sorunları yer almadı, arabesk hiç hakiki sorular sormadı, hiç hakiki yanıtlar vermedi. “Batsın bu dünya” serzenişten öte bir şey değildi, “yakarsa bu dünyayı garipler yakar” bir tür içlenmeydi, “itirazım var”da ise itiraz edilen kaderdi, talihti, yani aslında hakiki bir itiraz söz konusu değildi. Cemal Süreya Orhan Gencebay’ı “of”,  Ferdi Tayfur’u ise “ah”la özdeşleştirirken haklıydı; arabesk ezilenler adına bir serzeniş ve iç çekişti, daha ötesi değil. 

Arabesk için yoksullar sevip de sevilmeyenler, yoksul olduğu için aşık olduğu kadın tarafından hor görülenler, aldatılanlar, çile çekenlerdi, yani onlar acı çektikleri, özellikle de aşk acısı çektikleri ölçüde ve bu acı onlara şarkı olarak satılabildiği, pazarlanabildiği ölçüde vardılar, gerisi arabeskçileri ilgilendirmiyordu. Bu haliyle arabesk açık bir şekilde bir erkek müziğiydi zaten, kadınların adı bile geçmiyordu. Kader yoksulların -yoksul erkeklerin- yanında değildi ve onlar bu dünyaya çile çekmek için gelmişlerdi, alınlarında bu yazıyordu. Arabesk, yoksulluğu sadece bu bağlamda, platonik aşk bağlamında dert edindi, yani yoksul erkeğin sevilip karşılık görememesi ya da aldatılması bağlamında, gerisi ise önemli değildi. 

Arabeskin öznesi olan ve hikayesini anlattığı yoksul erkek figürü, “felsefe parçalıyor” denmesini göze alarak ve Nietzsche’ye ait bir kavrama atıfla yazalım, bir tür “köle ahlakı”nın taşıyıcısıydı. Sevgisi toksik, kendini ve karşısındakini tüketmeye, yok etmeye eğilimli, neşe ve sevinçten uzak, hayatı değil ölümü kutsayan, sinik, ağlak, hınç yüklü, çileci ve elbette ki acılarından haz alma anlamında mazoşist bir ahlaktı burada söz konusu olan. 

Arabesk şarkıcıların çoğu ise böyle hayatlar yaşamadılar; yoksul olmadıkları gibi çileci bir yaşam da sürmediler. Aşklar yaşadılar, evlendiler, çocuk yaptılar, onları iyi okullarda okuttular, gayet iyi hayatlar yaşadılar. Yoksullar kendilerinin sesi olduğunu iddia ettikleri arabeskçilerin şarkıları eşliğine ahlayıp vahlarken, arabeskçiler albüm, konser, reklam paralarıyla, pazarladıkları hikayenin çok çok uzağında bir ömür geçirdiler. 

Arabeskin ortaya çıktığı yıllar, yoksulların bir bölümünü yüzünü sola, sosyalizme, devrimcilere döndüğü dönemlerdi aynı zamanda. Diyalektiğe uygun bir şekilde proleterleşme bir yanda lümpenleşmeyi, bir yanda devrimcileşmeyi yaratıyordu. Devrimciler o dönemde düzenle kavga ederken arabeskle de kavga ettiler, kimilerinin şimdi yaptığı gibi arabesk şarkılarda boncuk aramak yerine, alternatif bir kültürün yaratılıp yaratılamayacağı üzerine kafa yordular. Cem Karaca’lar, Zülfü Livaneli’ler, Timur Selçuk’lar, Ruhi Su’lar bir büyük uyanışın, bir büyük değişimin ve bir büyük kavganın ürünüydüler, halkla birlikte büyüdüler ve halk da onlarla birlikte halk olmayı öğrendi. 

Bugün Türkiye geçmişte neredeyse hiç görülmemiş ölçekte derin ve yaygın bir yoksullukla karşı karşıya. Üstelik bu yoksulluk yöneticilerin iş bilmezliğiyle, yeteneksizliğiyle ilgili değil; bilakis Türkiye kapitalizmi adına planlı programlı olarak işleyen bir program var karşımızda. Şimşek programı olarak da anılan bu program, enflasyonla mücadele adı altında üretilen zenginliği halkın cebinden alıp küçük bir azınlığın cebine koyuyor, halkı yoksullaştırırken o azınlığı zenginleştiriyor.

Buna rağmen bugün Türkiye geçmişte neredeyse hiç görülmemiş ölçekte derin ve yaygın bir suskunlukla karşı karşıya. Açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum edilmiş kitleler, başı kesik tavuk gibi ne yapacağını bilmez bir halde ortalıkta dolanıyor, giderek daha da umutsuzlaşıyor, içine kapanıyor. Onlara siyaseten yol gösterecek bir siyaset henüz inşa edilemediği gibi, bu yoksulluğu dillendirecek romancıları, şarkıcıları, sanatçıları da yok şu an Türkiye’nin. 

Dincilik, milliyetçilik, tarikat ve cemaatler, pop şarkılarına ve rap müziğe de sirayet etmiş, eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde pespaye bir arabesk, lümpenlik, köşe dönmecilik, bahis ve kumar oyunlarına duyulan ilgi, astroloji, burç, fal vs. hepsi bir arada ve bir büyük mutabakatla, bu bezirgan saltanatı sürsün diye akla ve halka karşı büyük ve topyekun bir saldırıyı kesintisiz bir şekilde devam ettiriyorlar. 

Buradan çıkılacaksa bu mutabakatın dağıtılması gerekiyor; bunun için de sadece halkın sesi olacak bir siyasete değil, sanata ve kültüre de ihtiyacımız var. Bugünün koşullarında lüks görülebilir ama roman, müzik, sinema, öykü, şiir vs. bunlar olmazsa politik mücadele de olmaz, halkın sanatçıları olmadan politik mücadele verilemez, bunların olmadığı yerde halka gidilemez, halk da zaten yüzünü size dönmez. 

Bu yüzden sol içinde bulunduğu durumdan nasıl çıkacağına dair köklü bir düşünme ve değerlendirme sürecine girecekse ki bana göre girmeli, en başa bunu yazmak, kültür ve sanatın da dahil olduğu topyekun bir silkinişin nasıl olacağı konusunda kafa yormak zorunda.

                                                                   /././

Devlet yurdunda kalan öğrencilere gerici dayatma: İslami içerik kabul etmeyene internet yok -Özkan Öztaş-

KYK'ya bağlı yurtlarda kalan ve internete bağlanmak isteyen öğrenciler dini içerikli etkinliklerden birini seçmek zorunda bırakılıyor.

Gençlik ve Spor Bakanlığı'na bağlı Kredi Yurtlar Kurumu'nda (KYK) kalan öğrencilerin internete bağlanırken karşılaştıkları anket tepkilere neden oldu.

İnternete bağlanmak için çıkan listedeki bir dini etkinliği seçmek zorunda bırakılan öğrenciler, "Zaten doğru düzgün internet alamıyoruz, sürekli kesinti oluyor ve çok yavaş. Bir de bizi buna mecbur bırakırlarken dini etkinlik dayatıyorlar" diyor. 

İnternet bağlantısında öğrencilerin doldurması gereken ve doldurmadıkları takdirde internete bağlanamadıkları anket. 

Dini etkinliği seçmeyen öğrenciye internet hakkı yok

KYK yurdunda internete girmek isteyen öğrencilerin, internet ara yüzünde bağlantı öncesi çıkan ankette çıkan sorular sadece dini etkinliklerden oluşuyor. 

"Aşağıda yer alan Değerler Eğitimi Kursları arasından hangilerini tercih edersiniz?" sorusunun sorulduğu anket formundaki seçenekler ise şu şekilde:

  • Esma-i Hüsna
  • Fıkıh ve Güncel Hayat
  • Hz. Peygamberin Hayatı
  • Hz. Peygamberler ve Ehl-i Beyt Sevgisi
  • Kur'an-ı Kerim
  • Peygamber Duaları
  • Temel Dini Bilgiler

Bu seçeneklerden birini dahi tercih etmeyen öğrenciler internete bağlanamıyor. KYK yurdunda kalan öğrenciler ise bu gerici dayatmaya tepki gösteriyor. İnternet kalitesinin kötü olmasıyla sık sık gündeme gelen öğrenci yurtlarındaki bu dayatma, çözülmesi gereken asıl sorunları da hatırlatıyor. 

'Katılmadığımız etkinliklere katılmışız gibi gösteriyorlar'

soL'a konuşan bir yurt öğrencisi, sorunun bununla sınırlı kalmadığını aynı zamanda bu dayatılan seçeneklerden birini seçmek zorunda kalan çoğu öğrencinin ilgili bir etkinliğe katılmış gibi gösterildiğini ifade ediyor. 

Geçtiğimiz gün katıldığı etkinlikleri kontrol eden bir öğrenci, daha önce hiç katılmadığı etkinliklerde kaydının olduğunu fark edince durumu yurt yönetimine taşımış. Yurt yönetimindense "Bir şey olmaz. Bunlar ilerde işinize yarar" cevabı gelmiş.

                Öğrencilerin katılmadıkları halde katıldıkları etkinlikler listesinde yer alan bazı başlıklar.

Yurt öğrencisi "Katılmadığım etkinliklerde gösterilmem bir tuhaf durum. Ama benim aklıma gelen bu etkinliklerin çoğunluğunun ben katılmasam da yurtta zaten hiç yapılmamış olması. Acaba bu etkinlikler yapıldı gibi gösterilip bir ödenek ya da bütçe alıyor mu bu yurtlar araştırılması gerekir" diyor. 

Öğrencilere dayatılan gerici anketleri ve katılmadıkları dini etkinliklerin listede yer alması eğitimde gericileşmenin ve piyasalaşmanın geldiği boyutları tekrar gözler önüne seriyor.

                                                             /././ 

Sonsuzluğa uzanan yolun elçileri: İrfan Alış ve halk ozanlığı -Çağdaş Gökbel-

Bir gün kaptanları tepelediğimizde, sınırların anlamsızlığını herkese kabul ettirdiğimizde, İrfan ve ozanlarımız zafere ulaşacak…

“Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!”1

Oscar Wilde, kim? İrlanda’nın karanlık, soğuk, umut vadetmeyen topraklarından süzülen bir halk ozanı. Yazıyla ve kâğıtla olan ilişki, şairi yoksul bir köylüden ve sözlü kültürden ayıran ve onu yüksekçe bir tahta yerleştirip, ruhunu öldüren tanımların ötesine geçmektir, halk ozanlığı. Herkes kolay kolay halk ozanı olamaz. Elbette bu yüce değerin peşinden gelen parlak kaftanı, yani şairliğin o ağır yükünü her insan kaldıramaz. 

Peki, Oscar Wilde’yi ne öldürdü? Onu ölümsüz kılan tüm koruma kalkanlarını ne uğruna yok ettiler? Politikadan, işkenceden, açlık grevlerinden, ölüm oruçlarından, zalime karşı yiğitçe dövüşen adamdan şimdi geriye ne kaldı? Popüler kültür onu bizden almadan önce bu direngen halk ozanı, artık tüketimci aşk ilişkilerinin romantik bir objesi olarak, ruhsuz imajların sembolü oldu. Reading zindanının soğuk duvarlarında gördüğü küçücük elleri, gözyaşlarıyla ıslattığı yanaklarından geriye kala kala dudak boyalarıyla kirletilmiş bir mezar taşı kaldı. İnsanlık sömürü ve kraliyet uğruna Oscar Wilde’ın mezarına tükürdü. Vasiyeti niteliğinde yazdığı ve popüler kültüre lanetler savurduğu güçlü sözleri, karanlık dehlizlere kapatıldı. Bu yakışıklı halk ozanının son vasiyetine şuursuzca yüz çevirdi insanlık. Özel hayatıyla konuşulmak istemeyen adamın hayatı, adına gazeteci denen profesyonel halk düşmanları tarafından lime lime edildi. Yoksul halkın vicdanından fışkıran o çığlık sosyalizmin genç, yakışıklı ve zarif ruhu soğuk bıçak darbeleriyle acımasızca katledildi.

“Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.”

Halk ozanlarını ve onların hatıralarını layığıyla koruyamadığımız için geriye kocaman ve kesif bir karanlık kaldı. O karanlığın içinde yüzyıllar geçse de, halk ozanları üzerlerine atılan kara toprağa, zifte, asfalt denen modern ucubeliğe rağmen, inatçı yeşil kollarını çatlaklardan güneş ışığına doğru uzattı. 

İrfan, işte böylesi bir sıkışmışlığın içerisinden fışkırıp gülümsedi yüzümüze. O, şiirden anlamayan, halk ozanı dendiğinde evrene rezilce boş gözlerle bakan, para hırsıyla yanıp tutuşan sermayenin kör ruhunun katliamlarından sıyrılıp gelen bir yiğitti. Nereye baksa para gören, fırsat gören, doymak bilmez bir canavar Gargantua olan burjuvalar acınası yaratıklardır. Bu yüzden erdem avamdır; bu yüzden erdemsizlik mülkiyet sahiplerinin karanlık kalplerinden fışkıran irin gibidir. Fışkıran bu irin, tüm toplumu hasta eder. Hasta olan toplum, harekete ve kamusal olanın selametine yabancılaşır. İlerlemeye, atılıma, bir iş bir eylem olmaya engel, sırtına kene gibi yapışan bu asalağı, sırtından söküp atmalıdır toplum. Söküp atamadığımız her gün Dorian Gray’in portresi gibi çirkin bir ucubeye dönüşüyor insanlık. 

"İrfan gideli haftalar geçti, aylar geçti, yıllar geçecek; sen daha yazı masasına yeni mi oturuyorsun?" diye soruyorlar… Herkes onu unutmaya yüz tuttuğunda, hatırlatmak için ne kadar geç, o kadar iyi diye yanıt veriyorum. Hafızası bir balıkla yarışan günümüz insanının panzehri halk ozanlarının sözlerinde, ruhunda, gözlerinde ve kalbinde. Bu panzehri etkili bir biçimde kullanabilmek için duyacak kulaklara, görecek gözlere ve hissedecek kalplere ihtiyacımız var. Binlerce kilometre uzakta, İrlanda adasında İrfan’ın ve Peyk’in kolektif ezgileriyle yazı masasına oturan, Cobh Limanı'nda karardıkça kararan soğuk Atlantik sularına bakıp hüzünlenen bir zihin var. Hiç tanışmayan ama birbirini çok iyi tanıyan zihinler bunlar. İntihar oranlarının yüksek düzeylerden bir türlü aşağıya inmediği, insanın umudunu sulara karıştırıp hiç ettiği bir coğrafyada İrfan Alış’ın ezgileriyle tutunduk yaşama. Modern yaşamımızın en büyük ağıtlarından biri olan "Köleler ve Kilitler" sayesinde hatırladık dehümanize olan ve koca denizin dibine sürüklenen "kaçak" yaşamları.2 Bu ağıt, tüm dünyada insanlıktan çıkarılan ve katli vacip sayılanların aslında birer insan olduğunu hatırlatan bir isyandı. Bir gün kaptanları tepelediğimizde, sınırların anlamsızlığını herkese kabul ettirdiğimizde, İrfan ve ozanlarımız zafere ulaşacak… 

Hiç tanışmadık; ama birbirimizi tanıdığımız insanlardan daha çok ve yakından tanıyorduk. Tıpkı bizden yüzlerce yıl önce yaşayan Oscar Wilde gibi. Tıpkı çağımızın bir diğer vicdanlı sesi olan Nihat Behram gibi. Birbirimizi yüz yüze tanımamamız gerekmiyor; sözümüzü dünyanın neresinde işitirsek işitelim yüzlerce yıl sürmüş bir dostluk hissine kapılırız. 

Şiir yazmak çok zor bir iştir. Çünkü şiir, aslında müzikle doğrudan ilişkilidir. Şiir, dilin notalarını doğru yerde ve doğru zamanda kullanmaktır. Şair, bunu ustaca yapabilen kişidir. İrfan Alış, bana göre bir şarkı sözü yazarı değildir. Şarkı sözü demek stereotipleşmek, piyasa tanrısı denen zebaniye yenilmek demektir. Para kazanmayı, yoksul bir çocuğun acılarının önüne koyan yamyamların iyi bildiği işlerdir; bir makine gibi şarkı sözü yazmak. Ozanları öldürür, toplumu öldürür ve zihinleri öldürür bu popüler profesyonel katiller. İrfan, hiçbir zaman onlardan biri olmadı. O, Víctor Jara gibi bir halk ozanı olarak aramızdan ayrıldı. Gidişi aniden ve çok hızlı oldu. Hepimizi şok etti, tıpkı yazdığı şiirler gibi ölümü de yapıştı yakamıza ve son bir kez sarstı bedenimizi. Geriye ruhumuza bıraktığı izler ve o izleri koruma görevi kaldı. Bu görev hepimizin boynunun borcu. İrfan’ın ruhumuza bıraktıklarını İrlanda halkına anlatmak bir diğer görevimiz. Bu görev bizim üzerimizdedir; İrfan kardeşim gittiğin yerde müsterih ol ve hep o güzel yüzünle bize gülümsemeye devam et. Dorian Gray’in portresi, narsizme batmış bireyin trajedisini anlatırken ve kalbimizi bu karanlıkla yüzleşmeye teşvik ederken, senin portren tam tersi asla bozulmadan olduğu gibi kalacak. Hep aynı yaşta, hep aynı güzel yüzünle bize bakacaksın kardeşim. Adını ve sözlerini yad ettiğimiz eser tamamlandığında soluğu yanında alacağım…Böylece yıllar sonra tanışacak ve kimsesizlerin hikayelerini birlikte tartışacağız. Hiç bozulmadan, hiç değişmeden; diyalektiğe, bilime ve her şeye başkaldırarak birlikte başaracağız bunu. Ne mutlu ölümsüzlüğü kucaklayan ozanlarımıza, ne mutlu onların hatıralarını bozulmadan saklayabilen insanlığa!

“Gemiler eski balık için olan
Kaçak kim ki lan!
O da işin yalanı
Nere kaçarsan kaç felek bulur kaçanı
Kitlidir ambarlar sanki insan kapanı
Oysa sahiller öyle yakındı uzatsan değerdi ayağın
Bir gemi batıyor cani sulara
Kilitler var kapıları kapatır
Sınırlar var insanları kuşatır
Köleler var kilitleri üretir
İşte o kilit boğdu kaçakları
Çünkü kaptanlar korkar isyandan
Fırtınalardan bile fazla
Çocuklar sarıldı cani sulara
Çünkü kaptan korkar isyandan
Fırtınalardan bile fazla
Bir gemi batıyor cani sulara
Yalanı bol kilidi bol dünyanın
Çilesi bol kapısı bol gemisi
Alçak kaptan sırra kadem o anda
Keşke anlattıklarım yalan olsa
İşimiz var gücümüz var
Saçma sapan derdimiz var
Sözüm ona Tanrı'mız var
Merhamet yok
Sözde insanlar korkar Allah'tan
Galubela'dan bu yana
Bir gemi batıyor cani sulara
Yalanı bol kölesi bol dünyanın
Kapısı bol kilidi bol gemisi
Alçak kaptan sırra kadem o anda
Keşke anlattıklarım yalan olsa
İnsanın insana ettiğine bak!”
3

                                                                                          /././
Roketsan'ın yazılım mühendisi evinde ölü bulundu
Roketsan'da yazılım mühendisi olarak çalışan Yusuf Serdar Yücel evinde ölü bulundu.
Ankara'da ROKETSAN'da Yazılım Mühendisi olarak çalışan Yusuf Serdar Yücel'den arkadaşları bir süre haber alamadı.

Yücel'e ulaşamayan arkadaşları, polis nezaretinde çilingirle kapıyı açtı. Olay yerine gelen sağlık ekipleri hareketsiz yatan Yücel'in hayatını kaybettiğini belirledi.

Yücel'in cenazesi, memleketi Isparta'ya getirilmesinin ardından dün Merkez ilçesine bağlı Sav'da ikindi namazını müteakiben defnedildi.

İHA’nın haberine göre, Yücel'in ise sodyum nitrat içerek intihar ettiği tespit edilirken olayla ilgili soruşturma devam ediyor.

ASELSAN’da 2006 yılından bu yana, F-16 savaş uçakları, milli tank, insansız hava araçları (İHA), uzun namlulu yeni nesil silahlar gibi önemli projelerde çalışan 8 mühendis hayatını kaybetti. Şüpheli ölümleri bugüne kadar 8 Cumhuriyet Savcısı soruşturdu. 

                                                                  ***

Ülkü Ocakları eski yöneticisi çatışmaya gittiği Suriye’de öldürüldü, MHP’liler taziye diledi

Suriye’de SMO bünyesinde çatışmalara katıldığı belirtilen Gebze Ülkü Ocakları eski yöneticisi Muhittin Çukur’un Lazkiye’de “çatışmada” öldüğü duyuruldu. MHP’liler taziye diledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ulku-ocaklari-eski-yoneticisi-catismaya-gittigi-suriyede-olduruldu-mhpliler-taziye-diledi)

                                                                             ***

Kobani’de yeni ABD üssü inşaatı: Emperyalizmin Kosova örneği Suriye'ye mi geliyor?-Ogün Eratalay-

Suriye’de Esad'ın devrilmesinin ardından yeni yönetim kurulmaya çalışılırken, ABD ordusu yoğun bir lojistik faaliyet içinde. Yerli ve yabancı sitelere konu olan gelişme artık saklanamayacak boyutta.

Suriye’de rejim değişikliğinin ardından hızlı gelişmeler yaşanıyor. Bugün artık hiç kimse bu gelişmelerin ABD, İngiltere ve İsrail önderliğinde, bölgedeki Arap sermayesinin desteğiyle gerçekleştirildiğini sorgulamıyor. Türkiye’deki AKP iktidarı da bu trene yetişmek için çaba gösterirken ana belirleyici unsur olma çabalarının ne ölçüde sonuç getireceği hâlâ belirsiz.

Güncel gelişmeler

Gündem hızlı şekilde akıyor. Ülkede yönetimi ele alan Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ) lideri Ahmed Şara geçtiğimiz günlerde ülkeye gelen Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Fransız Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot ile görüştü. Rejimin Dışişleri Bakanı Hasan eş Şibani ise Katar-Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün ziyaretlerine başladı.

                                                Üs inşaatı için hareket halinde olan tırlar

Resmi seviyede bu gelişmeler yaşanırken, ABD Silahlı Kuvvetlerinin sahada büyük bir lojistik faaliyet içinde olduğu görülüyor. Halihazırda Suriye’de üsleri olan ABD, Kobani / Ayn el Arab kırsalında giriştiği inşaat faaliyetiyle bölgede önemli bir askeri tahkimat peşinde. CENTCOM bünyesinde IŞİD’e karşı güncel harekât haberleri eşliğinde1 ilginç gelişmeler yaşanıyor. CENTCOM açıklamasında askerî harekâtın Suriye Demokratik Güçleriyle (SDG) işbirliği halinde yapıldığı belirtilirken, SDG’nin önemli üssü konumundaki Kobani / Ayn el Arab kırsalında inşa edilmekte olan üs önemli işaretler barındırıyor. Öte yandan ABD Silahlı Kuvvetlerinin Orta Doğu, Asya ve Güneydoğu Asya bölgelerindeki askeri varlığının ilgili birimi olan CENTCOM komutanı Orgeneral Michael Kurilla’nın geçtiğimiz İsrail’i ziyaret ettiğini ve İsrail Genelkurmay Başkanı Korgeneral Herzi Halevi tarafından kabul edilip son duruma dair bilgilendirildiğini de hatırlatalım.

ABD’nin Suriye’deki üsleri

*Haseke ili (Irak sınırı)

-Abu Hajar Havaalanı

  -Rmelan Üssü

  -El-Şeddadah Üssü

*Humus ili (Güneyde Ürdün sınırında)

  -Et-Tanf Üssü 

 *Deyrizor ili 

  -Conoco Üssü 

  -Al-Omar petrol sahası

*Rakka ili 

  -Ayn İssa

  -Tabka Üssü

                                                        M4 karayolu üzerindeki eski ABD üssü
                                                       Halep yolu üzerindeki inşaat

Emperyalizmin Kosova örneği tekrarlanacak mı?

ABD’nin üs inşaatını nerede başlatmakta olduğu henüz resmî olarak açıklanmış değil. Kobani / Ayn el Arab ile Halep arasındaki otoyolda bir inşaat dikkat çekerken, aynı kenti Ayn İssa kentine bağlayan yoldaki eski Lafarge çimento üretim tesisinin de ABD tarafından bir dönem üs olarak kullanıldığını belirtelim.

Üssün yerinden bağımsız olarak varlığının ayrı bir değeri var. Yugoslavya’nın NATO saldırılarının ardından hedef alınarak parçalanmasının ardından emperyalizmin Kosova’da yaptıkları daha dün gibi akıllarda. Emperyalizme boyun eğse de egemen bir ülke olan Sırbistan topraklarında ayrılıkçı Arnavut milliyetçiliği desteklenerek çıkarılan olayların ardından Kosova adında bir ülke icat edilmişti. Bu ülkenin varlığının en büyük garantisinin de ABD’nin kendi toprakları dışındaki en büyük üslerinden Bondsteel Üssü olduğu biliniyor.

                                                        Bondsteel Üssü, Kosova

Türkiye sermaye bağlantısı ve geçmiş işbirliği

Konunun bir de ilginç bir sermaye boyutu var. Geçmişte Irak’ın işgali sırasında binlerce ABD askeri Saddam rejimi tarafından terk edilen üslerde ve havaalanlarında kalmıştı. Bu askerlerin kaldıkları kamplar da Türkiye sermayesi tarafından inanılmaz kârlarla gerçekleştirildi. Emekçi halkın tepkisiyle yeterli çoğunluğa ulaşamayan Mart 2003 tezkeresiyle Türkiye topraklarına ABD askerinin konuşlanması engellense de Türkiyeli patronlar Irak’ın işgalinde ABD’ye tüm desteği sunmuştu. Savaş dönemi olduğu için ABD için para değil teslim süresi olduğu için bu kamp inşaatları sayesinde büyük holdingler o dönem ihya oldu. Bu kamplardan öne çıkan Umm Kasr veya El Esad bölgelerindeki askeri üslerin Türkiye sermayesi tarafından referans proje şeklinde gerçekleştirildi; kampların mobilyasından klimasına, jeneratöründen prefabrik inşaatına, konteynerlerinden beton duvarlarına kadar tüm ihtiyaçları Türk patronlar tarafından karşılandı.2

                                                                     /././
(soL)



Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...