Aile Yılı: Düşük ücret, Güçlü üreme -Gözde Bedeloğlu-
Geçen yılın en trajik olaylarından biriydi. İzmir’in Selçuk ilçesinde, elektrik sobasının devrilmesiyle çıkan yangında, yaşları bir ilâ beş arasında değişen beş kardeş ölmüştü. Anne, akşam hurda toplamak için dışarı çıkmış ve çocukları üşümesin diye sobayı açık bırakmıştı. Güvenliklerinden endişe ettiği için de kapıyı üzerlerine kilitlemişti. Baba cezaevindeydi. Barakadan bozma bir evde, annelerinin hurdacılık yaparak karnını doyurmaya çalıştığı beş bebeğin ölümü, Türkiye’de her geçen gün büyüyen ve derinleşen yoksulluğun en acı sonuçlarından biriydi. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı anne ve beş çocuğu için 110 bin liralık yardım yapıldığını açıkladı, anne ise sadece 4 bin lira aldığını söyledi.
***
Bu elim olayın yaşandığı sırada, 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi’nin, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmesine devam ediliyordu. İktidar, Türkiye’nin 2024 yılında istikrar içinde büyüdüğünü anlatıp halktan biraz daha sabırlı olmasını istiyordu. Mutlu, kutlu ve refah dolu günlere şunun şurasında ne kalmıştı?! AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2024 yılını ‘Emekliler Yılı’ olarak değerlendirmeye karar verdiğinde; emeklilerin sağlıktan ulaşıma, sosyal imkânlardan kültürel faaliyetlere kadar geniş bir yelpazede haklarını genişletecek adımlar atacaklarını söylemişti. Olamadı. Emeklilerin maaşı enflasyonun altında ezim ezim ezildi. Hayatları ufala ufala bir pazar filesinin yarısını bile dolduramayacak kadar küçüldü. Temel gıdalar lüks oldu.
***
Hayat, ulaşımdan barınmaya, beslenmeden sağlığa her alanda ve herkes için büyük şehirlerde daha zor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İstanbul Planlama Ajansı’nın (İPA) “İstanbul’da Emekli Olmak” 2024 raporuna göre, kentte bulunan her altı haneden biri emekli aylığıyla geçinirken, her üç emekliden biri resmi olarak çalışmaya devam ediyor. 2010 yılında asgari ücretten daha fazla olan en düşük emekli aylığı, geçtiğimiz 15 sene içerisinde bir asgari ücretin neredeyse yarısına geriledi. Raporda, İstanbul’da aktif çalışmayan ve sadece emekli aylığı ile geçinen 811 bin 40 hanenin olduğu tespit edildi. Kağıda düşülen bu rakamlar gündeme dair birer not sadece. Tenceresi boş kalan emeklinin yoksulluğunu ölçüp biçmeye ihtiyacı yok elbette. Yaşıyor işte.
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bizzat muhatabı olan emekliler tarafından hayırla yad edilmeyen ‘Emekliler Yılı’nın ardından 2025’i de ‘Aile Yılı’ ilân etti. Buna göre, vatandaşlar bir aile içinde güvenle yaşamanın mutluluğunu hissedecekler. Devlet, tüm kurumlarıyla vatandaşların yanında olacak. İzmir’de ölen o beş kardeş, keşke 2025’i görebilseydi. Süt yardımına muhtaç, yoksulluk içinde, ateşlerin arasında kalıp ölmüş olmasaydı da, hükümetin ‘Aile Yılı’nda vadettiği ‘müjdelere’ onlar da kavuşabilseydi. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Türkiye’de 7 milyon çocuk yoksulluk içinde yaşıyor. Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) üye ülkeler arasında, çocuk yoksulluğu sorununda ikinci sırada. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre geçen yıl okul çağındaki yaklaşık 3 milyon çocuğun eğitim dışında kaldığı ortaya çıktı. Çocuk işçiliği ve ölümleri artıyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre (İSİG) 2024’te 68 çocuk işçi öldü. Çocuklar için olduğu gibi kadınlar için de en kötü yıllardan biriydi 2024. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun vergilerine göre 394 kadın cinayeti işlendi, 259 kadın şüpheli şekilde öldü. Bu, 2010 yılından beri ulaşılan en yüksek sayı olarak kayda geçti. Ve kadınların yüzde 74’ü aileleri tarafından öldürüldü!
***
Peki, yaşanan tüm bu utanç verici cinayet ve sefalet tablosuna baktığımızda, ‘Aile Yılı’ ilân edilen 2025’te hükümetten ne gibi sürüdürülebilir, kapsayıcı ve ‘Türkiye Yüzyılı’na yakışacak bir plan, program göreceğiz dersiniz ? Nedir Bakanlığın ‘Acil Eylem Planı’?
1) Düşen doğurganlığı artırmak.
2) Yeniden ‘en az’ üç çocuk politikasını hayata geçirmek.
3) Gençlerin erken yaşta evlenmesini teşvik etmek.
4) Çalışan kadınların anne olmaya özendirilmesi.
Hükümet, düşük doğurganlığın sebep ve sonuçlarını araştırıp bir eylem planı oluşturacak. 2025 bütçesinden gördüğümüz üzere her bakanlığın aylarca araştırma yapacak bütçesi var çok şükür ama gerekli mi?
***
Gençler neden evlenmekten, çocuk sahibi olmaktan kaçınıyor sorusuna hükümet; çünkü yoksulluk, çünkü sefalet, çünkü geleceksizlik, çünkü işsizlik, çünkü cezasızlık, çünkü yaşam hakkının ihlâl edilmesinden başka ne cevap bulmayı bekliyor? Açlık ve yoksulluk sınırındaki maaşlarıyla geçinmeye çalışan gençlerin, o da iş bulabildiklerinde tabi, neden çoğalmadıklarını tespit etmek için devlet bütçesinden pay ayırmaya gerek var mı gerçekten? Çocuklarda yetersiz beslenmeye dayalı gelişim bozukluğu görülmeye başlanan, kadın cinayetlerinde tüm zamanların rekorunun kırıldığı ülkemizde, hükümetin 2025 ‘Aile Yılı’nı da 2024 ‘Emekliler Yılı’ gibi geçireceğinden yazık ki, nerdeyse hiç şüphe yok. Arzu edilen güçlü toplum, yeni doğacak çocuklara altın vadetmek yerine, doğmuşları aç bırakmayacak bir sistem inşa ederek yaratılır.
/././
35 yıl sonra tarih tekerrür mü ediyor?-Berkant Gültekin-
Bugün yaşananlar, ilk defa yaşanmıyor.
Tarih 2 Ağustos 1990. Türkiye’nin güney komşularından Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, “petrol hırsızlığı” iddiasıyla Kuveyt’i işgal etti. Bu gelişme, 2. Dünya Savaşı sonrası BM’nin kurulduğu günden itibaren ilk kez üye bir ülkenin fiilen işgal edilmesi demekti.
Irak’a karşı ABD’nin öncülüğünde yaklaşık 40 ülkeden oluşan bir koalisyon kuruldu. Türkiye’nin nasıl tutum alacağı merak konusuydu. Ankara, Irak-İran Savaşı’nda olduğu gibi tarafsız kalmak yerine, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yüksek hevesiyle ABD’nin başını çektiği koalisyonla birlikte hareket etmeye karar verdi. Hatta Özal’ın koalisyonun şahin kanadını temsil ettiği bile iddia edilebilirdi. Özal, ABD’li diplomatlarla yaptığı görüşmelerde, işgali sonlandırmanın da ötesinde, bir an önce Saddam’ın indirilmesi gerektiğini söyleyip durdu.
Özal ünlü “Bir koyup üç alacağız” sözünü, Türkiye’nin bu süreçteki politikasını anlatmak için sarf ediyordu (Daha sonra Times dergisine bu lafı şaka amaçlı kullandığını ama “Türkiye’nin yine de kârlı çıktığını” söyledi). Dışişleri kadroları temkinli bir hat izlenmesi konusunda uyarılarda bulunurken kimseyi dinlemeyen Özal’ın gözü fırsatlardaydı. Süreç içinde Genelkurmay, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanları istifa etti. Komünizme karşı kurulan NATO’nun içinde Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin rolü tartışılırken, Özal bu tartışmalara ülkesinin jeopolitik konumunu emperyalizmin hizmetine sunma arzusuyla cevap veriyordu. Tıpkı Menderes’in Kore’ye asker gönderme kararı gibi…
Nitekim Irak karşıtı koalisyonun belirlediği yaptırım kararlarına ilk uyan ülke de Özal Türkiye’si oldu ve işgalden birkaç gün sonra Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı kapatıldı. Bu, Türkiye’nin önemli bir gelirden mahrum kalması demekti ancak ABD’ye sırtını dayayan Özal, “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” düşüncesindeydi. Irak’ın Kuveyt’ten çıkma baskısına direnmesi üzerine Ocak 1991’de Körfez Savaşı resmen başladı. Özal, Saddam’ı daha müşkül durumda bırakmak için ABD askerlerinin İncirlik Üssü’nü kullanmasına da müsaade etti. Mayıs 91’de Türkiye’nin Irak politikasını analiz eden Washington Post, Özal’ın Saddam karşısındaki adımlarının üst düzey Amerikalı yetkilileri bile şaşırttığını yazıyordu.
ÖZAL’IN IRAK STRATEJİSİ
6 ay süren savaşın kaybedeni Irak’tı. Özal ise “ülkenin 200 yıl sonra ilk defa savaşın galipleriyle müttefik olduğunu” söylüyor, kazananın yanında yer almanın avantajlarına işaret ediyordu. Fakat Körfez Savaşı’nın Türkiye’ye maliyeti ağır oldu. Ülke ekonomisi milyarlarca dolar zarara uğradı. Göçler ve insani krizlerin yanında 90’lı yıllarda şiddet de doruğa çıktı. Ancak Özal’ın amacı, tüm kayıpları göze alarak Türkiye’yi “Yeni Dünya Düzeni”nde ABD’nin yanında konumlandırmaktı. CIA’nin üst düzey isimlerinden Graham Fuller de “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında “1991 savaşının Türkiye'ye tek faydası, Washington’la olan stratejik ilişkisinin pekişmesiydi, zira Türkiye güvenilir müttefik imajını sağlamlaştırmıştı” diyecekti.
Özal, Körfez Savaşı sonrasında parçalanan Irak’ta, Batı’nın Kürtlere önemli bir inisiyatif alanı tanıyacağını biliyordu. ABD’nin stratejisine uyumlu şekilde bölgede Celal Talabani ve Mesud Barzani ile yakın ilişkiler kurmaya çalıştı. Özal, Talabani’nin ABD’yi ziyaret ettiği ve Irak Kürdistan Bölgesi’nde (IKB) bir Kürt devleti kurulacağı yönünde iddiaların dolaşıma girdiği günlerde, Talabani ve Barzani ikilisiyle görüşme talebini dillendirdi. 8 Mart 1991 günü Talabani ve KDP (Barzani’nin partisi) Temsilcisi Muhsin Dizeyi Ankara’ya geldi. Özal, Haziran ayında Talabani ile Ankara’da doğrudan görüştü. Yapılan eleştirilere şöyle cevap veriyordu: “Yanlış mı olur onlarla konuşmamız? Kuzey Irak'ta olan her şey bizi çok daha yakından ilgilendiriyor. Dost olmamız lazım. Biz onlara düşman olursak başkaları bizim aleyhimize kullanırlar.”
Körfez Savaşı sonrası Mart 91’de Irak’ın kuzeyindeki Kürt ayaklanması ve Saddam’ın yaklaşık 20 bin Kürdün ölümüme yol açan sert bastırma girişimi, bir göç dalgasını tetikledi. Yüzbinlerce insan Türkiye’nin yolunu tuttu. Özal ise Batı’dan Irak üzerindeki baskının artırılmasını talep ediyordu. İngiltere Başbakanı John Major, "güvenli bölgeler" önerisinde bulundu. Bunun sonucunda ABD, “sınırın her iki tarafında bulunan sığınmacılara yardım” iddiasıyla bölgeye “Huzuru Temin Hârekatı” başlattı. Bağlantılı olarak 36’ncı paralelin kuzeyi uluslararası koruma altına alınacak ve Irak uçaklarının bu sahaya girmesi yasaklanacaktı.
Devam eden süreçte Kürt partileri, bölgeyi yönetmeye başladı. Mayıs 92’de seçimler yapıldı. PKK eksenindeki Kürdistan Özgürlük Partisi’nin (PAK) ve Irak Milli Türkmen Partisi’nin seçime girmesi çeşitli gerekçelerle engellendi. Barzani’nin Kürdistan Demokrat Partisi yüzde 45, Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği yüzde 43 oy aldı. Özal, seçimlerden birkaç ay sonra, Temmuz ayında Barzani ve Talabani’yi ağırladı. KDP ve KYB’nin Ankara’da büro açmalarına izin veren Özal, iki lidere diplomatik Türk pasaportu da sağladı. IKB Meclisi ise Ekim 92’de Kürt Federe Devleti’ni ilan etti ve bu özerk bölgenin Irak merkezi yönetimine bağlı olduğunu açıkladı. Bölgesel yönetim, daha sonraki yıllarda anlaşmazlıklar nedeniyle Erbil merkezli Barzani yönetimi ve Süleymaniye merkezli Talabani yönetimi şeklinde ikiye bölündü.
BUGÜN ADRES SURİYE
Turgut Özal, 17 Nisan 1993 günü ani bir kalp kriziyle öldü. Türkiye ile Irak’taki Kürt yönetimi arasındaki ilişkiler yıllar içinde değişken bir seyir izledi. Devlet bugün ise tıpkı 35 yıl önce olduğu gibi Kürt politikasında makas değişikliği yapabileceğinin sinyallerini veriyor. Dün manevranın sebebi Irak’taki siyasi gelişmelerdi, bugün adres Suriye…
Bugün ABD ile İsrail’in kumanda merkezinde olduğu Suriye’deki yeniden dizilim süreci, devleti, emperyalizmin bölge stratejisine adapte olarak Kürt realitesini tanıyan bir pozisyon alışa yönlendiriyor. Esad sonrası şekillenen denklemde, bölgedeki hareket alanı böyle genişmetilmeye çalışılıyor. Özal'ın Irak'taki Kürt planı, 35 yıl sonra Suriye sahasında güncelleniyor. Buradaki en büyük motivasyon, şüphesiz, Suriye’nin kuzeydoğusundaki işbirliğinin iç politikaya taşınarak mevcut baskıcı düzenin tahkim edilebileceği hesabıdır. Erdoğan’ın farklı bir istikamette ısrar edip etmeyeceğini zaman içinde öğreneceğiz.
Bu siyaset stratejisi, Türk sağının iddia ettiği gibi Kürt sorununu emperyalistlerin elinden almıyor, tam tersine soruna bizzat Batılı güçlerin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilen süreçler dolayımında değer biçerek onun siyasal, tarihsel ve toplumsal yönlerini yok sayıyor. Mesele “jeopolitik çıkar birliği” çerçevesine ölçeklenirken, iç siyasette de daha anti-demokratik, baskıcı bir evreye geçmek amacıyla bir kaldıraç olarak kullanıyor. Bundan dolayıdır ki Kürt sorununu reddeden zihniyet, amacına ulaşmak için “radikal” bir hamlede bulunarak Öcalan’ın devreye girmesini istiyor.
Savaş, bu dünyada sona ermesi en hayırlı şeydir fakat stratejik hesaplarla kurulan “barış ve kardeşlik”, yarın yine o hesaplar gereği bozulmaya mahkûmdur. Tabii kurulabilirlerse…
/././
Sosyolojik sınırlar ve Suriye -Şükrü Aslan-
“Yeni” Suriye’nin kuruluşuna dair çabaların başlaması ile Türkiye-Suriye sınırını bir doktora tezine konu etmeye çalışan sevgili öğrencim İdris Altın’ın hayata veda etmesi ne yazık ki aynı günlere denk geldi. Kendisi de sınır coğrafyasının bir çocuğu olan sevgili İdris’in ‘sosyolojik sınırlar’a ilgisi sadece teorik nedenlerle değildi. On yıllardır sınırda olmanın türlü etkilerine tanıklık eden Mardin’de dünyaya gelmişti. Sınırı adeta insanın gözünün içine sokan dikenli tellere, mayınlı bölgelere ve nihayet Çin seddini andıran duvarın inşasına da tanıklık etmişti. Bu ürkütücü sınır manzarasının iki yakasında kalan köklü geleneklerin, karmaşık ve gerilimli hallerini yazmak istiyordu. Bazen ‘sinir bozucu’ bile olsa, en küçük ‘sınır bilgileri’ onu müthiş heyecanlandırıyordu. İlginçtir ki kanserle uğraştığı hayatının en sancılı günleri, aynı şekilde Suriye’nin de sancılı günleri oldu.
Bugünün dünyasında ülkeler-devletler arasında kimi yerlerde gerilimlere de yol açan sınırlar, büyük ölçüde dünyanın ‘ulus devletler’ arasındaki anlaşmalarla paylaştırıldığı zamanlarda çizilmişti. Bazı sınırların bir tür cetvelle çizilmiş hali, bu masa başı müzakerelerin sonucuydu. Ancak bu sınırlar, ilgili coğrafyaların sosyolojik manzarasına genellikle uyumlu değildi. Hatta çoğu yerde, sosyoloji adeta yok sayılarak çizilmişlerdi. Modern dünya adına ‘ulus’ denilen sosyolojik kategorilere göre kurulduğu halde, sınırlar, bu kategoriye dahil olabilecek grupların bir kısmını dışarıda bırakmıştı. Bu topluluklar o zamanlardan başlayarak ya göç yollarına düşmüş ya da arzu etmeseler de bulundukları ülkelerde ‘kaderlerine razı olmuşlardı’.
∗∗∗
Politikacıların konuşmalarında en çok duyduğumuz ifadelerden biri olan “toprak bütünlüğüne saygı”, işte bu ‘ulusal sınır’ kabullerine dayanır. Fakat bütün tarihsel tecrübeler göstermiştir ki ‘ülkeler-devletler’in sınırları ile ‘sosyolojik sınırlar’ arasında bir uyum yoksa kimliksel ve toplumsal gerilimler de olağandır. Zira ‘sosyolojik sınırlar’, hiçbir coğrafi sınıra sığmayacak kadar özgün ve belirleyicidirler. Çünkü yüzyıllara dayanan geçmişleri vardır. Modern insanın inşa ettiği nüfus politikaları ile bir çırpıda ‘halledilebilecek’ olgular da değildir. Bu yüzden her zaman tüm sınır çizme girişimlerinin en önemli değişkeni olmuşlardır. Şimdi de böyledir. Ulus devletleri genellikle teyakkuz halinde tutan da bu ‘sosyolojik sınırlar’ ile ‘ülke-devlet sınırları’ arasındaki mesafe ve temelde uyumsuz olan kuruluşlarıdır.
Bugünlerde yoğun biçimde ülkenin, bölgenin ve hatta dünyanın gündeminde ilk sırayı alan Türkiye-Suriye sınırının sosyolojik hali de bu sınır manzarasının bir örneğidir. Sınırın iki yanında duran Kürt ve Arap nüfus aynı sosyolojinin, parçalanmış hallerini temsil ediyorlar. Aynı dilleri konuşuyor, ortak geleneklere dayalı gündelik hayatları var. Gelgelelim farklı devletlerin vatandaşlarıdırlar.
Söz konusu sınırın içlerine girildiğinde de durum farklı değildir. Her biri geleneksel coğrafyalarında yüzyıllardır yaşayan inançsal-etnik topluluklar (Süryaniler, Aleviler, Ermeniler, Dürziler) önceden çizilmiş ‘ulusal sınırlar’da, resmi olarak genellikle görünmez kalmışlardır. Başka bir deyişle Suriye’de de ‘sosyolojik sınırlar’ ile ‘ulus devlet’in sınırları hiç bir zaman uyumlu olamamıştı. Şimdi de aynı durum devam ediyor ve hatta sosyolojik kategoriler için çok daha tedirgin edici bir siyasal manzara var. Dahası yeni rejimin referansları, bu kesimler için tedirginliği sürekli katı biçimde inşa ediyor.
∗∗∗
Dolayısıyla Suriye’nin geleceği söz konusu olduğunda, artık ‘toprak bütünlüğüne saygı’ gibi sosyolojik sınırları yok sayan bir örtüden çok, bu sınırların hukukunu dikkate alan yeni bir dil, söylem ve politikayı gerekiyor. Suriye’nin ‘ulusal sınırı’ içinde kalan toplulukların hukukunu güvence altına almayan ‘ulusal sınır’cı tahayyüller, Suriye’yi olsa olsa kendine yeni bir ‘tebaa’ yaratmayı arzu eden bir tür imparatorluk tahayyülüne eklemleyebilir. Bunun da belki politik dünyada bir karşılığı olabilir ama sosyolojik karşılığı yoktur. Dahası barış içinde birlikte yaşam sağlaması imkânsız olduğu için, yeni gerilimlere de davetiyedir. Şu sıralar Suriye’nin sosyolojik sınırlarından yani ötekilerinden yükselen çığlıklar da buna işarettir.
/././
Gelir dağılımı ve yoksulluk istatistikleri ürkütücü: Daha kötüsü kapıda -Hayri Kozanoğlu-
2023 yılında gelir dağılımında marjinal de olsa bir iyileşme nasıl sağlandı? Çünkü, 2023 seçim yılıydı. Başta asgari ücret olmak üzere ücretler göreceli olarak artırıldı. O günden sonra uygulanan kemer sıkma programının gelir dağılımını daha da bozduğunu kestirmek zor değil.
Bugün TÜİK’in 2024’ün son günlerinde yayımladığı üç önemli istatistik üzerinde duracağız.Önce gelir dağılımı verilerinden başlayalım. 2023 yılını referans alan 2024 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması gelir dağılımında hafif bir düzelmeye işaret ediyor. Ne var ki Türkiye’de gelir dağılımının çok bozuk olduğu, AKP döneminde giderek bozulduğu gerçeği, yani “büyük resim” değişmiyor. Örneğin 9 yıl öncesine göre en zengin yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,5’ten yüzde 48,1’e yükselmiş. Buna karşın ortada yer alan 3 yüzde yirmilik dilimin de pastadaki payı belirgin biçimde gerilemiş. 2’nci dilim yüzde 10,7’den yüzde 10,4’e; 3’üncü dilim yüzde 15,2’den yüzde 14,6’ya; 4’üncü dilim ise yüzde 21,5’ten yüzde 20,7’ye düşmüş. En alt dilimde ise yüzde 6,1’den yüzde 6,3’e küçük bir düzelme meydana gelmiş.
Yüzde 5’lik dilimlere bakınca ise en yüksek yüzde 5’in gelirin yüzde 23,1’ini, buna karşın en düşük yüzde 5’in gelirin yüzde 1’ini kazandığını, arada 23 kattan fazla bir uçurum bulunduğunu görüyoruz. Gelir dağılımı ölçümünde çok yakından izlenen Gini katsayısı sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, bire yaklaştıkça ise bozulmayı ifade eder. Bu katsayı 2014’te 0,397 iken, bugün 0,413’e ulaşmış. Yine en zengin yüzde 20 en yoksul yüzde 20’nin 2014’te yüzde 7,6 katını kazanırken bu oran 2023’te yüzde 7,7’ye çıkmış. En zengin yüzde 10 en yoksul yüzde 10’un 13,3 katı kazanırken bu oran aynı düzeyde kalmış.
SEÇİM YILI ETKİSİ BELİRGİN
Peki 2023 yılında gelir dağılımında marjinal de olsa bir iyileşme nasıl sağlandı? Çünkü, hatırlayalım 2023 seçim yılıydı. Başta asgari ücret olmak üzere ücretler göreceli olarak tatminkâr artırıldı. Seçim bitene kadar ÖTV-KDV zamları ertelendi. “Yönetilen yönlendirilen” fiyatlar denen doğalgaz, elektrik, su, köprü-yol geçiş ücretleri seçim bitene kadar yavaş fiyatlandı. Kredi kartı veya tüketici kredisi ile düşük faiz koşullarında elverişli şartlarda borçlanmak olanaklıydı. Başka etmenler bir yana, bu yanıltıcı koşulların yarattığı “narkoz etkisi” ile Erdoğan seçimleri kazandı. O günden bu yana uygulanan kemer sıkma programının gelir dağılımını daha da bozduğunu kestirmek zor değil. Ayrıntılı verileri 2025 yılında göreceğiz. Ama şimdiden tüm göstergelerin çok daha kötü çıkacağını söyleyebiliriz.
∗∗∗
KAZANÇ YAPISI İSTATİSTİKLERİ
Daha az bilinen ve izlenen kazanç yapısı istatistikleri de ilginç veriler içeriyor. Çalışmanın referans döneminde brüt asgari ücret 13.415 TL iken aylık ortalama brüt ücret 23.789 TL olmuş. Demek ki asgari ücret ortalama ücretin oldukça yüksek bir oranına, yüzde 56,4’üne denk geliyor. Ücretlerdeki toplumsal cinsiyet farkı da oldukça belirgin. Erkeklerin ortalama brüt ücret 24.011 TL, buna karşın kadınların 23.344 TL. Diğer bir ifadeyle asgari ücret kadınların ortalama ücretinin yüzde 57,5’ine eşit.
İkramiye, prim gibi düzensiz ödemeler, yemek-ulaşım gibi ayni ödemeler katılarak hesaplanan aylık ortalama brüt kazanç ise 26.402 TL. Bu rakam erkeklerde 26.638 TL, kadınlarda ise 25.931 TL.
Eğitim durumuna göre brüt kazançlara bakınca, eğitim düzeyi arttıkça beklendiği gibi brüt ücretin arttığını, ancak en büyük primi yükseköğretimin yaptığını gözlemliyoruz. Yükseköğretim erkek-kadın arısında ücret makasının da en fazla olduğu pozisyon. Şöyle ki, ilkokul ve altı eğitim gören erkekler yılda 188.898 TL kazanırken ortaokul bunun yaklaşık 11 bin, lise ortaokulun 30 bin, yükseköğretim ise lisenin 134 bin üzerinde getiri sağlıyor. İlkokul ve altında kadın erkek farkı 25 bin iken, yükseköğretimde 63 bine kadar yükseliyor. Prim, ikramiye ve ayni ödemelerde de eğitimin sıçramalı getirisi var. İlkokul ve altında yıllık yan gelirler erkeklerde 18 bin, kadınlarda 12 bin iken, yükseköğretimde erkekler için 67 bin, kadınlar için 53 bin bir ek gelir söz konusu.
Brüt ortalama kazançlar ekonomik faaliyet ayrımı bazında incelenince, en yüksek ortalama brüt kazancın 640 bin TL ile finans ve sigorta faaliyetlerinde olduğunu, onu bilgi ve iletişimin izlediğini görüyoruz. En düşük kazanç ise 213 bin TL ile konaklama ve yiyecek faaliyetleri ve 219 bin TL ile gayrimenkul faaliyetlerinde. Yüksek gelirli sektörler kolayca tahmin edileceği gibi asgari ücretli oranının en düşük, düşük gelirli sektörler ise asgari ücretle çalışmanın en yaygın olduğu meslekler.
Kısaca, ücret ve kazançlarda eğitimin çok belirleyici bir rolü var. Kadınlar tüm kategorilerde erkeklerden düşük kazanca sahip. İş kolları arasında da derin kazanç farklılıkları göze çarpıyor.
∗∗∗
GÖRECELİ YOKSULLUKTA ARTIŞ
Aralık 2024’te paylaşılan diğer bir araştırma da 2023 yılını yansıtan Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleri. Medyan gelirin, yani her 100 yurttaşın 50’nci sırada yer alanının gelirinin yüzde 50’sinin altında gelire sahip olanlar diye tanımlanan göreceli yoksulluk oranı 0.1 puan artışla yüzde 13.6’ya yükselmiş. Kriteri medyan gelirin yüzde 60ı olarak belirleyince ise göreceli yoksulluk 0.1 puan düşüşle 21.2’ye inmiş.
Ancak gelir dağılımı istatistiklerinin gösterdiği gibi orta gelir grubunda yer alanların gelirleri belirgin biçimde düşüyor. O nedenle onların yüzde 50’sinin veya yüzde 60’ının altında geliri olanların ölçümü gerçeği tam yansıtmıyor. Olsa olsa yoksulluğun genelleşmesi gibi bir olgudan söz edebiliriz.
İzlenen diğer bir gösterge, maddi ve sosyal yoksunluk oranının ise yüzde 14.4’ten, yüzde 1.1 puan azalışla yüzde 13.3’e indiği açıklandı. Burada hane düzeyinde otomobil sahipliği, ekonomik olarak beklenmedik harcamaları yapabilme, evden uzakta bir haftalık tatil masrafını karşılayabilme, kira, konut kredisi ve faizli borçları ödeyebilme, iki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek yiyebilme, ısınma ihtiyacını karşılayabilme ve mobilyalar eskidiğinde değiştirebilme durumuna bakılıyor.
Birey düzeyinde ise eskimiş giysiler yerine yenisini alabilme, düzgün bir çift ayakkabıya sahip olabilme, ayda en az bir kez tanıdıklarıyla toplanabilme, ücretli boş zaman faaliyetlerine katılabilme, kendini iyi hissetmek için bir miktar para harcayabilme ve kişisel amaçlı internet sahipliği olarak belirlenmiş.
Maddi ve sosyal yoksunluk kriteri ise, belirtilen on üç maddenin en az yedisini karşılayamayanlar olarak tanımlanmış. Takdir edileceği üzere bu kriterler çok subjektif. Örneğin tanıdıklarımla ayda en az bir kez toplanıyorum da bir kuru çayla mı geçiştiriyorum, yoksa dilediğimce yiyip-içip arzularımı gerçekleştiriyor muyum? Ayrıca yine 2023’ü kapsadığı için araştırma faizlerin görece düşük, borçların faizlerini ödemenin fazlaca zor olmadığı bir döneme denk geliyor. Büyük olasılıkla seneye anket yenilendiği zaman bu yoksulluk kriterinin de kötüleştiğine tanık olacağız.
/././