BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -26 Şubat 2025-

Siz önce çalınan soruların hesabını verin -Berkant Gültekin-

Türkiye siyasetinde yıllardır gündemde olan “diploma” konusunun Erdoğan’ı değil de onun karşısına çıkacak bir aktörü sıkıştırmak için kullanılacağını herhalde kimse tahmin edemezdi.

Erdoğan’a rakip olacağı anlaşıldıktan sonra bir anda geçmişi didik didik edilmeye başlanan Ekrem İmamoğlu’nun 1990 yılında yaptığı yatay geçiş, ülkenin en önemli meselelerinden biri haline getirildi.

Dün İmamoğlu’nun avukatları Prof. Dr. Adem Sözüer ve Mehmet Pehlivan, bir basın toplantısı düzenleyerek ortalıkta dolaşan iddialara yanıt verdi. Avukatlar gayet anlaşılır bir şekilde, İmamoğlu’nun Girne Amerikan Üniversitesi’nden İstanbul Üniversitesi’ne geçişinde hukuka aykırı bir durumun bulunmadığını izah etti.

Avukatların da aktardığı gibi olay kısaca şöyle; İmamoğlu 1988’de Girne’de İngilizce İşletme bölümüne kaydoluyor, bir sene hazırlık ve ardından bölümün birinci sınıfını okuyor, 1990 yılında İÜ’nün Milliyet gazetesine verdiği ve yatay geçişe imkân tanıyan bir ilanı görüyor, başvurusunu yapıyor, belirlenen akademik kriterlere uyduğu için üniversite yönetimi tarafından diğer 51 kişiyle birlikte başvurusu onaylanıyor ve 1990’da İÜ öğrencisi oluyor.

Yani özetle ortada İmamoğlu’na özel bir geçiş imkânı tanınması, İmamoğlu ailesinin araya birilerini sokması ya da hiç öyle bir hak yokken bireysel ilişkilerini kullanarak yönetmeliklere aykırı şekilde okul değiştirmesi gibi bir durum yok. Aynı durumdaki her öğreniciye tanınan bir hak söz konusu ve İmamoğlu da bundan faydalanıyor.

İmamoğlu hakkındaki iddialar hem siyasi ayarlı hem de basit bir “çamur at izi kalsın” kampanyasının ürünü. Son günlerde iktidar medyasının manşetlerini İmamoğlu’nun diploması süslemeye başladı. Açıkça karakter suikastı yapılıyor. İmamoğlu, ona sempati duyan bir kesimin gözünde itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Geçmişte kurgu videolarla algı yaratan iktidar, şimdi benzer bir deneyi yeni rakibi üzerinde uyguluyor.

Kurnaz diploma manevrasının ötesinde işin ironik tarafı, eğitimde bunca haksızlığın sorumlusu olan iktidar ile destekçilerinin, sanki adalete çok önem veriyorlarmış ve bu konuda sicilleri çok temizmiş gibi dedektifliğe soyunması, siyasi çıkarları için 35 yıl önceki bir olayın peşine düşmesi...

Türkiye tarihindeki en büyük eğitim skandalları, AKP iktidarında yaşandı. Fethullahçı çete yıllarca soruları sızdırıp milyonlarca gencin emeğini çalarken, sorumlular seyrediyor, seyretmenin de ötesinde Cemaat’e uzanan elleri kırıyorlardı. Gençler ülkenin dört bir yanında Fethullahçı hırsızları protesto ederken, karşılarında polisi buluyordu. Ne zaman ki “Hizmet Hareketi” dedikleri yapı Fetö oldu, o zaman suç da kabul edildi. Ama "siyasi ayak" bu suçtan sıyrıldı.

Yaşananlar, hesabı sorulmayan her suçun, iktidarın elinde muhalefeti yıldırmak için kullanılan bir sopaya dönüşebildiğini gösteriyor. Bu gerçeklik aynı zamanda mücadelenin ana hatlarının ne olması gerektiğine dair de fikir veriyor. Muhalefetin, tek adam rejimine karşı mücadele yürütürken, düzeni ve onun neden olduğu çürümüşlüğü karşısına alarak toplumsal tepkiyi politize etmesi ve böylece kendisini de ‘tek adam muhalefeti’nin sınırlarından çıkarması gerekiyor.

Aksi durumda muhalefetin savunma pozisyonundan uzaklaşarak kurucu bir siyaseti büyütmesi mümkün görünmüyor. Siyasetin daralan sahnesi 23 yıldır Erdoğan’ı besledi ve muhalefetin başarılı olamamasının temel sebebi de buydu. Mesele o sahneyi genişletebilmek ve teslim olmayan milyonları siyaseten aktör haline getirebilmektir. Tersi durumda bu saldırıların sonu gelmez.

                                                                   /././

‘Başka Bir Sağlık Sistemi’ için yürüyoruz -Osman Öztürk-


“Ağzına kadar dolu poliklinikler… Beş dakikaya inmiş muayene süreleri… Günlerce randevu düşürmeye çalışan vatandaşlar… Mahşer yerini andıran aciller… AKP döneminin eseri Yenidoğan Çetesi. Türkiye sağlık sistemi kelimenin tam anlamıyla çöktü. Altında kalan hekimler, sağlık çalışanları, hastalar; kazananlar ise özel hastane patronları oldu. Oysa bugünkünden çok daha iyi, çok daha nitelikli sağlık hizmeti sunacak… Başka Bir Sağlık Sistemi Mümkün! Kamucu-Toplumcu  bir sağlık sistemi için gelin birlikte mücadele edelim.

Hasta-Hekim El Ele!”

∗∗∗

Hekimler için 14 Mart Sağlık Haftası/Tıp Bayramı taleplerini kamuoyuyla paylaşacakları günlerdir.

TTB geçmiş yıllarda 14 Mart haftasında daha çok sağlıkta şiddet, özlük hakları, çalışma koşulları gibi konuları öne çıkarırdı. Bu sene ise ‘Sağlık sistemi çöktü’  tespitinden yola çıkarak ‘Başka Bir Sağlık Sistemi Başka Bir Hekimlik Ortamı  Mücadele Programı’ oluşturdu.

Çok da doğru yaptı.

Çünkü bu sağlık sistemi öylesine çöktü ki kim ne yaparsa yapsın çıkış mümkün değil. Sağlık öyle bir hale geldi ki neresinden tutsanız elinizde kalıyor, neresini yamamaya çalışsanız öbür tarafından patlıyor. Nitekim görüyoruz, AKP’nin altı yıldır Bakanlık koltuğunda oturan, pandemi dönemindeki performansıyla muhaliflerin bile gözünü boyamayı başaran Fahrettin Koca’yı değiştirmesi bir işe yaramadı. Yeni Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu koltukta daha altı ayını doldurmadan altı yıllıktan fazla yıprandı.

AKP’nin sağlık politikası öyle kökten iflas etti ki, ne yapsa dikiş tutmuyor. AKP’nin kurduğu sağlık sistemini baştan aşağı yıkıp yepyeni bir sistem kurmadıkça işler daha da kötüye gidecek.

∗∗∗

TTB’nin mücadele programı 1 Şubat’ta başladı, bir buçuk ay boyunca, Mart ortasına kadar sürecek. Program boyunca İstanbul’dan Urfa’ya, Mersin’den  Trabzon’a bir dizi ilde bir dizi panel, sempozyum, çalıştay etkinliği gerçekleşiyor. Bu etkinliklerde sağlık sistemi finansmandan hizmet sunumuna, sağlık emek gücünden sağlık hizmet sunumuna kadar bir dizi konu masaya yatırılıyor.

Bir yandan da TTB’nin alternatif sağlık sistemi önerisi için raporlar hazırlanıyor. Nihai rapor 14 Mart haftasında kamuoyuna açıklanacak.

∗∗∗

Program kapsamında İstanbul’dan Ankara’ya Beyaz Yürüyüşe bugün başlıyoruz.  Yürüyüş bu akşam saat 19.00’da Kadıköy İskele meydanından kitlesel uğurlama ile başlayacak.

Çarşamba günü 10.30’da Gebze, 12.30’da İzmit kent meydanlarında basın açıklamaları ve yürüyüşler, akşam da Mimarlar Odası’nda hekimlerle buluşma var.

Perşembe günü Balıkesir şehir merkezindeki yürüyüş ve basın açıklamasının adresi Ali Hikmet Paşa Meydanı. Aynı gün Bandırma’ya geçiyor, saat 14.30’da Bandırma Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde hekimlerle birlikte basın açıklaması yapacağız.

Bandırma’daki işimizi bitirir bitirmez Bursa’ya geçeceğiz. Perşembe akşamı Bursa Tabip Odası toplantı salonunda hekimlerle buluşacağız.

Cuma günkü Bursa programı Küçükbalıklı Aile Sağlığı Merkezi ziyaretiyle başlıyor. Öğleyin 12.30’da Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki basın açıklamasından sonra da Eskişehir’e geçeceğiz.

Eskişehir’deki buluşma COVID 19 salgınında yitirdiğimiz sağlıkçıların anısına Tepebaşı Belediyesi tarafından yaptırılan Varlığımız Sağlığımız Anıtı, yürüyüş ve basın açıklaması ise Eskişehir Tabip Odası önünde olacak. Akşam da Yunus Emre Kültür Merkezi’nde hekimler ve Eskişehir Emek Demokrasi Platformu ile buluşma var.

∗∗∗

Beyaz Yürüyüşün sonunda, Cumartesi günü saat 13.00’te Ankara’da Makina Mühendisleri Odası’nın Selanik Caddesi’ndeki Eğitim ve Kültür Merkezi’nde Büyük Hekim Buluşması var.

O gün Türkiye’nin dört bir yanından gelecek yüzlerce hekim hem ‘Başka Bir Sağlık Sistemi’ni konuşacak, tartışacak, hem de TTB’nin 14 Mart programına hep birlikte  karar verecek.

TTB ve hekimler için yoğun bir hafta olacak. Çöken sağlık sisteminin altında kalan herkesin katkısına, katılımına, desteğine ihtiyaç var.

TTB’nin çağrısındaki gibi; Hasta-Hekim El Ele!

                                                                /././

Zorbanın sahasında oynayanlar -Selçuk Candansayar-

İktidarın (RTE) son altı aydır yapıp ettiklerini “korkutma- ayıklama- mıntıka temizliği” programı olarak görebiliriz. Programın itici gücü hakkında ise iki ana grupta toplanabilecek yorumlar var. Kimilerine göre çökmek üzere olduğu için panik içinde bütün tuşlara basıyor; kimilerine göre ise son derece iyi planlanmış bir stratejiyi uygulayarak, rejim değişikliği (sivil darbe) sürecini “dertsiz tasasız” sürdürüyor.

İki yorumun farkı iktidarın “gücü ve etkisinin” değerlendirilmesindeki farkta yatıyor. İktidar köşeye sıkışmış ve dağılmak üzere olduğu için mi, yoksa iç ve dış dinamiklerin sağladığı olanaklarla (Allah’ın lütfu) kendisini her zamankinden daha da güçlü hissettiği için mi bu programı yürütüyor? İlki, zayıflayan iktidarın tepkisel (edilgen) davrandığını; ikincisi ise, gücüne güç katmak için istemli- planlı (etkin) bir program yürüttüğünü varsayıyor.

İki farklı siyasi figürün, “politik karakteri” üzerinden düşünmek yararlı olabilir. İlki Trump, ikincisi ise HTŞ lideri, Colani. Trump’ın ilk dönem ve henüz başlayan ikinci dönem başkanlığı arasında ne gibi bir fark var? Trump, aslında “Amerikan demokrasisi ve devlet yapısının işleyişine” inanan biriydi ama ilk döneminde yaşayıp gördükleriyle değişti mi? ilk dönem başkanlığı onu değiştirdi mi?  Yoksa Trump ilk döneminde de şimdiki gibi yönetmek istiyordu ama “sistem” izin vermeyince sistemi kendisine mi uydurmaya karar verdi? Colani, El Kaide’de başlayan siyasal pratiğinde zaman içinde görüşleri değişen biri mi, yoksa ilk baştaki siyasal hedeflerini koruyarak “pragmatik” ve “oportünist” bir siyaset mi uyguluyor?

Bu iki siyasi figür için yanıt vermek kolay. Trump hep aynı Trump, Ahmet Eş-Şara da aslında hala “Colani” diyebiliriz. İkisi de “siyasi emellerini” hiç değiştirmeden stratejilerini ise sürekli değiştirerek siyaset yapıyorlar.

Bu tip “politik karakterlerin” kendilerini güçlü hissettiklerinde hoşgörülü demokratlığa meyil ettikleri, zayıf hissettiklerinde ise tepkisel olarak “otoriter zorbalara” dönüştükleri yanılgısı maalesef çok yaygın. Zorba, güçlü hissedince yumuşayan bir karakter değildir. Tam tersine zayıf hissettiğinde “uzlaşmacı” bir çizgiye hızla çekilen, ikna etmek için her türlü yalanı ardı ardına sıralayabilen, en olmadık, ondan en beklenmedik eylemleri gösterebilen bir karakterdir. Misal, gerçek düşüncesi eşcinselleri öldürmek olan bir zorba, kendisini zayıf hissettiğinde bir eşcinseli kendisine yardımcı olarak görevlendirebilir. Zorba, zayıfladığında ittifaklara açık hale gelir ve her türlü “ödünü” veriyor gibi yapabilir. Ta ki kendisini güçlü hissedene kadar ya da önündeki engeli aşana kadar. Zorbanın tepkisel eylemleri zayıflıktan, panikten değil, “nasıl olur da benim gücüme ikna olmazsın, bana biat etmezsin” öfkesinden kaynaklanır.

Meşhur kahvehane fıkrasında anlatılır zorbanın bu karakteri. Kahvehaneye dalıp, durup dururken nara atıp, “var mı bana yan bakan?” diye insanları sindiren kişidir zorba. Kahvehanedekilerden iri kıyım biri ayağa kalkıp, “var lan!” der ve zorba o kişinin koluna girip tekrar seslenir ya; “var mı abimle bana yan bakan!” diye, işte o kişidir zorba.

Zorba, paniğe kapıldığı için bütün tuşlara basarak strateji üretmez, kendisini o kadar güçlü hisseder ki stratejisinin orta ve uzun vadeli risklerini çok da değerlendirme gereği duymadan bir tür, “aklına eseni estiği gibi” yapar. Bu stratejinin başarıyla uygulanması için çok önemli bir koşul vardır. Zorba oyunu, bildiği sahada oynadığında yener. Bu yüzden de siyasal alanı, siyasetin konusunu hep kendisini en güçlü kılacak şekilde belirlemeye çalışır.

Yaşadığımız süreç bir tür “oksimoron” özellik taşıyor. Politik mücadele hukuk alanına kısıtlanmış durumda. Hukuk sisteminin eylemleri bir yandan hukuksuz olarak nitelenirken, diğer yandan bu eylemlere karşı mücadele yine hukuk temelli eylemlerle, hukuk sistemi içinde sürdürülmeye çalışılıyor. İktidar ise, bile isteye, muhalefetin mücadeleyi hukuka uygun, yasal düzlemde sürdürmesini imkansız kılıyor. Bu yolla da muhalefeti “yasa dışılığa” çıkmaya zorluyor. Muhalefetse bu “tuzağa düşmemek için” muhalefeti neredeyse sadece ve sadece mahkeme salonları içine, itiraz dilekçelerine, hukuki savunmalara indirgemiş halde sürdürmeye çalışıyor. Sanki bir mahkeme, örneğin bir belediye başkanını beraat ettirse ve başkan görevine dönse, iktidar kaybedecekmiş gibi davranıyor. “Tarihte mahkeme salonlarında kazanılmış ya da kaybedilmiş bir iktidar var mı?” sorusunun yanıtı belli değil mi?

İktidar, Gezi dahil, her şeyi mahkeme salonu içine sıkıştırıyor, muhalefet de bu tuzağa düşüp, hukuki alanın sadece mahkeme salonu olduğunu sanıyor. Örneğin sokağa çıkmayı aklına bile getiremiyor. Bu akıl tutulması sokağa çıkmayı hukuk dışına çıkmak, yasadışı mücadeleye savrulmak olarak görüyor.

Oysa sokak en güçlü, en kalabalık ve en şeffaf hukuk alanı olabilir, öyledir de. Üstelik iktidarın sandırdığı, muhalefetin de sandığının aksine sadece meşru değil yasaldır da.

                                                             /././

Katil çıkacak, Gezi kalacak mı?+Haykıracak nefesin kalmadıysa+Sahi, siyasi yasak nasıl geldi?-Barış Pehlivan/Cumhuriyet

 

Katil çıkacak, Gezi kalacak mı?

100 bin hükümlü var.

Özetle, cezaevinde olan ama yatacak yeri olmayan yaklaşık 100 bin insandan bahsediyoruz.

Şimdi...

Bu sayının daha da artması bekleniyor. Zira, 2 yıl altındaki suçlar için de tutuklama kararı verilmenin önü açılacak ve 1 ay dahi ceza alsanız bir süreliğine mutlaka cezaevine gireceksiniz.

Hal böyleyken af gibi yeni bir paketle cezaevinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin tahliyesi planlanıyor. Peki, sadece yaralamadan hırsızlığa adi suçlar kapsamında cezaevinde olanlar mı bu hakka sahip olacak?

Mesela, Gezi davası kapsamında cezaevinde olanlar da tahliye olacak mı? İşte bu konuyu Tayfun Kahraman’ın eşi Meriç Demir Kahraman’a sordum.

- Şu an toplam kapasitenin 92 bin üstünde insanın cezaevinde olduğu biliniyor. Böylesi bir süreçte, yeni yargı paketiyle cezaevleri rahatlatılmaya çalışılacağa benziyor. Siz, eşi 3 yıldır cezaevinde olan birisi olarak bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?

Meriç Demir Kahraman: Cinayet işlemiş ya da onlarca suç dosyalı insanların sürekli salıverilmesi, buna rağmen hayatı boyunca en ufak şiddet eylemi ve söylemi olmayan bir akademisyen, bürokrat ve şehir plancı olan eşim Tayfun Kahraman’ın “cebir ve şiddet kullanarak hükümeti devirmeye teşebbüs” gibi absürt bir suçlamayla içeride olması kabul edilemez. Gerçek suçluların dışarıda ve gerçek masumların cezaevinde olduğu bir düzeni bu ülkenin hiçbir ferdi hak etmiyor.

Eylül 2018 tarihinde Devlet Bahçeli’nin gündeme getirdiği af teklifi üzerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Kader mahkûmları meselesini anlamış değilim. İlke şu; devlete karşı işlenenlerde devlet bu yetkiyi kullanabilir ama şahıslara karşı işlenen olduğunda orada devletin böyle bir af yetkisi kesinlikle yoktur” demişti.

Bu zamana kadar yapılan uygulamalar sayın cumhurbaşkanının bu yaklaşımıyla taban tabana tam tersi oldu. Hepimizin adalet duygusu örselendi.

Bu noktada; Tayfun’un “devlete karşı ve affedilecek” bir suç işlemediğini, masum olduğu gerçeğini hatırlatmak isterim. Cezaevlerinin doluluğunu ayrıca konuşmak gerekir ancak kısmi af benzetmesi ile anılan olası yeni bir düzenlemenin de bu çerçevede düşünülmesi gerekir.

- Bir paylaşımınızda, Tayfun Kahraman için “TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi başkanı olarak açtığı ve kazandığı davanın bedelini 3 yıla yaklaşan tutsaklıkla ödüyor” diyorsunuz. Ne demek istediğinizi açar mısınız?

Tayfun, Şehir Plancıları Odası’nın farklı yönetim kademelerinde görev yapmış, İstanbul Şube Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde bulunmuş, meslektaşlarının verdiği oylarla seçilmiş, şehir planlama ilkelerine son derece bağlı bir meslek insanıdır.

Gezi Parkı ile ilgili konuda Şubat 2012 tarihinde odaların beraber gerçekleştirdikleri bir plan itirazı var. 28 sayfalık bütünüyle teknik bir itiraz dilekçesi ve onun üzerine de açılan bir dava ve bunun üzerine de kısmen kabul kararı ile verilen yürütmeyi durdurma kararı var. Bahsettiğim dilekçenin itirazında Gezi’nin neden park olarak kalması gerektiği mesleki olarak açıklanıyor ve kabul görüyor.

Tayfun, o dönem bulunduğu görev gereği hükümetle muhatap olan ve eylemciler ile iktidar arasında arabuluculuk yapan isimlerden birisi. Davayı açan odanın başkanı olmasa, böyle bir pozisyonda olmayacaktı. Ya da hükümet davet ettiğinde “Hayır ben muhatap olmam, beni bulaştırmayın, ne haliniz varsa görün” dese yine bu davada olmayacaktı.

- Ayşe Barım’ın tutuklanması sonrasında Gezi soruşturmalarının genişleyeceğine dair haberler çıktı. Bu sizde nasıl bir etki bıraktı?

Ayşe Barım’ı tanımıyoruz. O da bizi tanımıyor. Hakkında yorum yapmak ya da meseleyi buradan ele almak doğru olmaz.

Gezi Parkı’na giden milyonlarca insan oldu. Kimin hangi gerekçeyle gittiğini bilmemiz elbette mümkün değil. Geçen günlerde Tamer Karadağlı Gezi’ye katılmasını “ağaçları korumak” olarak gerekçelendirdi.

Tayfun için mesele ağaçtı. Çünkü işi bu. Bir meslek insanı olarak Şehir Plancıları Odası başkanı olarak, yapması gereken ağacı ve parkı korumak. Çünkü o alan deprem toplanma alanı. Yani pek çok insan için protesto düzenlemek, sesini duyurmak gibi niyetler olsa da Tayfun’un rolü protesto eden değil, kamuoyu adına hukuki adımları atmak ve görüşmeler yapmak.

- Gezi davası için Anayasa Mahkemesi’ne sürekli çağrıda bulunuyorsunuz. Yüksek mahkemeden beklentiniz nedir tam olarak?

Çok açık bir şey söylüyoruz aslında. Ortada somut delil yok ve adil bir yargılama yapılmadı. AYM’nin adil yargılanma hakkımızın ihlal edildiğine dair karar vereceğinden eminiz. Ancak çok uzun süredir o dosya orada bekliyor. Kamuoyunun tüm detaylarına hâkim olduğu bir dosya, bir türlü karara bağlanmıyor. Beklenen her gün her an hayattan gidiyor. AYM’ye sürekli çağrı yapmamız bu yüzden.

Nasıl Mücella Yapıcı için Gezi ağaç ve çevre mücadelesi idi ise eksiksiz bizim için de öyle idi.

Nasıl Çarşı için Gezi ifade özgürlüğü ve protesto hakkı idi ise bizim için de öyle idi.

Kaldı ki Tayfun Kahraman için bu iki yaklaşımın da ötesinde müzakere idi, diyalog idi, ortak zemin bulma çabası idi.

                                               /././

Haykıracak nefesin kalmadıysa

Bundan 4 yıl önce, bu köşedeki başlıklardan biri şuydu: “14 mermilik saldırı raftan indi”

Hatırlatayım: Eray Kenanoğlu’nun Kıbrıs’ta vurulmasına dair dosyanın nasıl raftan indirildiğini yazdım.

Takip edenler bilir; Kenanoğlu bahis siteleri uzmanıydı. Girne’deki saldırıda 14 mermiden 8’i vücuduna isabet etti. O hastaneye yetiştirilirken tetikçiler Türkiye’ye kaçıyordu.

Kenanoğlu savcılıklara, Adalet Bakanlığı’na, Interpol’e başvuru üstüne başvuru yaptı. Tetikçilerin isimlerini, adreslerini ve kimler tarafından korunduklarını anlattı. Ama tüm çabalara rağmen yaprak kımıldamadı. Saldırıyı gerçekleştirenler yıllarca yakalanmadı.

Ne zamanki Sedat Peker 2021 yılında ifşa videolarını çekmeye başladı...

İşte o dönem savcılık, vurulan Kenanoğlu cephesine ulaştı. Kurşunlu saldırıya dair belgelerin hepsini istedi. Özetle, tozlu raflarda tutulan saldırı dosyasının kapağı açıldı. Eray Kenanoğlu kendisine yapılan silahlı saldırının azmettiricisinin Sedat Peker olduğunu anlatıyordu.

Murat Ağırel’in okurla yeni buluşan “Kirli Çark” (Kırmızı Kedi Yayınevi) kitabını okurken bu konuya da denk geldim. Murat, sanal bahis baronlarından Yaşam Ayavefe’nin öyküsünü anlatırken Sedat Peker’e de ulaşmış ve sorularını iletmişti.

İşte o sorulardan birisi ve Peker’in yanıtı...

“Murat Ağırel: Eray Kenanoğlu kendisine düzenlenen silahlı saldırıda saldırının azmettiricisi olarak sizi suçladı. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?

Sedat Peker: Eray Kenanoğlu’nun Yaşam Ayavefe’yi yanıma getirdikten sonraki süreçte tabii ki Eray Kenanoğlu’na kızmıştım ve görüşmeyi kesmiştim. Bu süreçte silahlı saldırıya uğrayınca bu saldırıyı benim yaptırdığımı düşünmesi gayet normal. Ancak daha sonrasında kendisiyle görüştüm. Babasının hatırından dolayı ona karşı böyle bir şey yaptırmayacağımı söyledim. Şu an arada bir telefonla kendisiyle görüşüyorum (kendisi de benim öyle bir şey yaptırmayacağıma ikna oldu).

Evimin narkotik köpekleriyle aranması ve çocuklarıma silah çekilmesinden sonraki süreçte bazı yetkililerle yaşadığım problemler hepinizin malumudur. Eray Kenanoğlu isimli kardeşe ulaşıp benimle ilgili saçma sapan ifadeler vermesi yönünde kendisine telkinde bulunmuşlar. Bu yüzden böyle ifadeler vermiş. Eray Kenanoğlu kardeşim bunu samimi bir şekilde bana anlattı.”

Murat’ın Kirli Çark’ın son satırlarında yazdığı temennisiyle bitireyim:

Umarım bu kitap, haykıracak bir nefesi bile kalmayanların sesi olur...

                                                  /././

Sahi, siyasi yasak nasıl geldi?

Hegel’in sık sık aklıma gelen sözüdür: “Deneyim ve tarihin bize öğrettiği bir şey varsa o da halklar ve hükümetlerin tarihten hiçbir şey öğrenmediğidir.” 

Ne zaman siyasi bir operasyon yapılsa Recep Tayyip Erdoğan’ın zamanında cezalandırıldığı dava örnek veriliyor. Mağdurluktan mağrurluğa, zulmedilenden zalimliğe geçenler anımsatılıyor. Hatta “Yaşadıklarının aynısını şimdi kendisi yaşatıyor” eleştirisi yapılıyor.

Peki, sürekli konuştuğumuz olayı aslında ne kadar hatırlıyoruz?

Tarih: 6 Aralık 1997.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, eşi Emine Erdoğan’ın memleketi Siirt’teydi. Yanında 20 kişilik MÜSİAD işadamı grubu da vardı. Erdoğan, Siirt Cumhuriyet meydanında toplanmış yaklaşık 5 bin kişiye hitap etti. Bu hitap sırasında “Başbakan Tayyip”, “Memleket seninle gurur duyuyor” ve “Hoş geldin enişte” sloganları atıldı.

Erdoğan konuşmasında, “Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışla, müminler askerimizdir” dedi. (Erdoğan bugün dahi, o dizelerin Ziya Gökalp’ın “Asker Duası” adlı şiirinden bir bölüm olduğunu iddia ediyor. Ancak bu bilgi doğru değil. Zira Gökalp’ın Balkan Savaşı sırasında yayımladığı o şiirde Erdoğan’ın okuduğu dizeler yok. Erdoğan’ın avukatları, Türk Standartlar Enstitüsü’nün 1994’te çıkardığı “Türk ve Türklük” isimli kitabını kaynak veriyor. Doğru, ilgili kitapta Gökalp’a ithaf edilen ama gerçekte şaire ait olmayan o dizeler var.)

ASLINDA DAVA AÇILMAYACAKTI AMA…

Aradan 3 gün geçti… 

Siirt Cumhuriyet Başsavcılığı 1997/42 no’lu bir fezleke hazırladı. Fezlekede Erdoğan’ın konuşmasındaki dizelerin “halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu” oluşturabileceği yazıldı. Konuşmaya ilişkin bant çözümlerini, Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi.

Açılan soruşturma üzerine Erdoğan, verdiği ilk ifadesinde özetle şunları söyledi: “Siirt’te yaptığım konuşma, halkı din ve ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik niteliği taşımıyor. Aksine konuşma, düşünce açıklama özgürlüğünün anayasa ve yasalardaki sınırları çerçevesinde yapıldı. Konuşmada özetle, özgür iradeli bireyler olunmasının ve demokratik bir toplumun gerekliliğine işaret edildi.”

Pek bilinmez, aslında Erdoğan soruşturması kapatılmış ve takipsizlik kararı verildiği haberleri gazetelere dahi yansımıştı. Lakin ne olduysa bir hafta içinde devlet içindeki bazı klikler devreye girdi ve o karar değiştirildi.

Tarih: 11 Şubat 1998.

Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, Erdoğan hakkında iddianame hazırladı. Erdoğan’ın “halkı din ve ırk farklılığı gözeterek, kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçu işlediği iddiasıyla TCK’nin 312/2. maddesi uyarınca cezalandırılması istendi.

Hazırlanan iddianamede, sadece “suç” görülen konuşma değil, Refah Partililerin yaptığı birtakım açıklamalar ve partinin hükümette olduğu dönemde Türkiye’nin içerisine sürüklendiği ortam da anlatılıyordu. Savcı Yılmaz Aktaş iddianamesini şöyle bitiyordu: “Sanığın bu konuşmasını, fikir ve düşünceleri, siyasi kanaatleri ifade ve dini kavramları açıklama hürriyeti içerisinde değerlendirmek mümkün olmadığı gibi, bu konuşması ile din ve ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etme suçunu işlediği kanaati ve dava açma zarureti hasıl olmuştur.”

İBB Başkanı Erdoğan, hakkında açılan dava nedeniyle 1998’in mart ve nisan aylarında Diyarbakır 3 No’lu DGM’de yargılandı. Erdoğan sadece ilk duruşmaya katıldı.

SAVCININ MÜTALAASINDA HUKUKÇULARA SAYGI

Dava sürecinde, Erdoğan’ın avukatları önemli hukuk insanları olan Sulhi Dönmezer, Çetin Özek ve Uğur Alacakaptan’dan bilimsel görüş aldı.

Ve…

Sonunda savcı, Erdoğan’ın suçsuz olduğuna kanaat getirdi ve beraatini istedi. Öyle ki savcılık mütalaasında Erdoğan’ın dosyaya sunduğu bilirkişilere şöyle bir atıf dahi yapıldı: “Kendilerini kabul ettirmiş hukuk adamlarının mütalaaları karşısında aksine bir düşünce serdedilemez.

Gelin görün ki…

Tarih: 21 Nisan 1998.

Mahkeme İBB Başkanı Erdoğan’a indirim de uygulayarak 10 ay hapis ve para cezasıyla cezalandırdı. Oyçokluğuyla verilen kararda “sanığın geçmişteki hali ve suç işleme eğilimine göre verilen cezanın ertelenmesine yer olmadığına” da hüküm kuruldu. Üye hâkimlerden biri, heyetten farklı yani aynı savcı gibi “beraat” istiyordu.

Recep Tayyip Erdoğan DGM’de aldığı ceza sonrası şu açıklamayı yaptı: “Mütalaalar ile netice çatıştığına göre, demek ki farklı bir anlayış ortada. Ama Türkiye hukuk devleti olma mücadelesini sürdürmektedir. Halen hukuk devleti ne yazık ki olamamıştır. İşte o yüzden çeteler ortadadır. Yani milletini seven, milletine hizmette koşan, milletine aşık olmaktan başka hiçbir derdi olmayan insanlar ile çetelerin durumu ortadadır. Faili meçhuller ortadadır.

Sonrası…

Karar, Yargıtay 8’inci Ceza Dairesi tarafından 23 Eylül 1998’de bire karşı dört oyla onaylandı. Siyasi yasak getirilen Erdoğan, İBB Başkanlığı görevini bırakmak zorunda kaldı ve 26 Mart 1999 günü Pınarhisar Cezaevi’ne girdi. O dönem yüzlerce aydın, sivil toplum kuruluşu ve uluslararası örgütler Erdoğan’a destek verdi.

Dönemin Mazlumder yönetimi şu açıklamayı yapacaktı: “Erdoğan hakkında verilen karar, onun ömür boyu siyasetten yasaklanmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla bu kararın, Türkiye’deki siyasal hayatı yeniden düzenlemeyi amaçlayan bürokratik egemen güçlerin baskısıyla alındığı ve Erdoğan’ı, siyasal yaşamın dışına çıkarmayı hedeflediği düşünülmektedir. Böyle bir karar, sadece Erdoğan'ın değil, onun liderliklerini üstlenmesini isteyen on binlerce kişinin siyasal haklarını da kısıtladığı değerlendirilmektedir.”

                                                /././

Barış Pehlivan/Cumhuriyet

soL "KÖŞEBAŞI + GÜNDEM" -25 Şubat 2025-

Tarımda üretici olmak zorlaşıyor -Oğuz Oyan-

Çiftçilerin örgütlü güçlerini göstermelerinin zamanı gelmiştir. Hindistan ve Avrupa ülkelerinde görülen demokratik çiftçi eylemleri, hak arama mücadeleleriyle sonuç alabilmenin o kadar da olanaksız olmadığını göstermiştir.

Tarımda çiftçi olarak kalmak giderek zorlaşıyor. Ama bu durum iktidar koalisyonunun ve tarım bakanlarının ne kadar umurunda? Neredeyse hiç umurlarında olmadığı söylenebilir. Türkiye’de 2000 yılında başlayan bir IMF-Dünya Bankası (DB) programı oldu. Bu programın en önemli dönüştürücü düzenlemeleri tarım alanında ve tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi/tasfiyesi alanında oldu. “Tarımda Reform Uygulama Projesi” (TRUP) DB’nin damgasını taşıyordu. IMF programı resmen Mayıs 2008’de sona erdi. Resmen sona erdi ama Kasım 2008’de TBMM Genel Kurulunda 2009 yılı Bütçesi görüşülürken tarımsal desteklerin yüzde 10 düşürülmesi kararını son dakikada müdahalesiyle Meclis’e dayatan IMF/DB çevreleri olabiliyordu.

Türkiye’de IMF programının gayri-resmi uygulaması 2015 yılına kadar sürdü. Fakat tarım programının önemli esaslarının uygulanması halen daha yürürlükte bulunuyor. AKP’nin dışa bağımlı bir iktidar türü olduğunu anlamak için yalnızca tarım politikalarına bakmak yeterlidir. Nitekim 2009’da olduğu gibi TBMM Genel Kurul aşamasında bütçe verilerinin değiştirilmesi görülmüş şey değildir, bazı bakanlar bu müdahale üzerine ağlamaklı konuşmalar da yapmıştır, ama teslimiyetçilik yapıya işlemişse bakanlara söz hakkı bile düşmeyecektir.

Zaten tarım bakanlarının AKP-IMF programları altında Hazine ve Maliye Bakanları kadar bile değerleri olmamıştır. 2018 sonrasında ise bakan olarak dahi hükümleri kalmamıştır, yüksek bürokrat/devlet sekreteri olarak görev yapmaktadırlar. Tepelerinde sadece Saray, sadece Cumhurbaşkanlığı’nın Strateji ve Bütçe Başkanlığı ve Hazine ve Maliye Bakanlığı yoktur, onların da tepesinde IMF programının görünmez eli bulunmaktadır. Buna rağmen hâlâ bakanlardan medet uman, buradaki konumuz itibariyle tarım sektörü veya çiftçi kesimi açısından, sanki tarım bakanları önemli düzeltmeler yapabileceklermiş/yapabilirlermiş gibi onların kapısını çalanları hayretle karşılamamak mümkün değil.

Tarımsal üretici sürekli aldatılıyor

Tarım ve Orman Bakanlarına bırakılan oyun alanı, Tarım Kanunu hükmü sınırları yani GSYH’nın yüzde 1’i içinde dahi değildir. Bu pay yıllardır binde 3’ün altında, son yıllarda da binde 2 düzeylerindedir. Nitekim 2024 yılında tarım desteği için ayrılan ödenek 91,5 milyar TL olup aynı yılın GSYH gerçekleşme tahminini yüzde 0,21’inden ibarettir. 2025 yılı Bütçesinde tarımsal desteklere ayrılan kaynak 135 milyar TL’dir ve öngörülen GSYH büyüklüğüne oranla yüzde 0,22’dir! Buna ilişkin siyasi eleştirilere iktidarın ve bakanlarının tepkileri ya tam bir duyarsızlık ya da tam bir çarpıtma gösterisi biçiminde olmaktadır.

Çarpıtma iki türlü yapılmaktadır: Birincisi, AKP öncesinde örneğin 2002 yılında tarımsal desteklerin mutlak rakamı alınmakta (bu 1,8 milyar TL’dir) sonra bu sayı enflasyondan arındırılmadan en son tarihli verilerle karşılaştırılmakta ve buradan iktidar lehine bir gelişme tablosu çıkarılmaktadır. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Ekim 2019’da “İddialar ve Gerçekler” (“Kamuoyunda Gündeme Gelen Asılsız İddialar ve Gerçekler”) raporu tam da bu çarpıtmanın (2002-2019 desteklerini karşılaştırarak yapılan) yazılı bir kanıtıdır. İkincisi, Tarım Bakanlığının personel ödenekleri de dahil tüm bütçesi alınarak sanki tümü desteklemeyle ilgiliymiş gibi destek/milli gelire oranı şişirilmektedir. Bu da yeterli görülmezse, Ziraat Bankası’nın tarımsal kredilerinde “faiz sübvansiyonu var” denilerek bunlar da hesaba dahil edilmektedir. 2000 yılı IMF programını başlatan Niyet Mektubu’nda başvurulan çarpıtmalardan biri de buydu. (Üstelik Ziraat Bankası üzerinden dallandırılan başka çarpıtma örnekleriyle!).

Tarım ve Orman Bakanlığı, ciddi olmak ve çiftçiyi yanıltmamak istiyorsa, öncelikle tarımsal destek ödeneğini GSYH’ya oranla vererek karşılaştırma yapar. Bu açıdan bakıldığında uzun AKP döneminde tarımsal desteklerin nasıl eridiği ortaya çıkardı. Elbette bunu bilmiyor değiller ve bu nedenle de gerçeklerin ortaya çıkmaması için bunca uğraşı içine giriyorlar. Aslında tarımın ne denli desteksiz bırakıldığını göstermek için bunun da bir adım ötesine geçmek gerekiyor: tarımsal desteklerin göreli önemi, uluslararası karşılaştırmaya da daha uygun bir biçimde gösterilmek istenirse “tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranı” alınmalıdır. Üstelik bu veriler XII. Beş Yıllık Kalkınma Planında da (bkz. s.104) verilmektedir, yani Tarım Bakanlığı hazırladığı raporlara oradan da katkı alabilir. Kalkınma Planına göre, 2018-2021 döneminde tarımsal desteklerin tarımsal katma değer içindeki payı yıllara göre yüzde 6’larda gezinmektedir; 2022-2023 yıllarında bu pay ortalama yüzde 4,2 düzeyine gerilemiştir. XII. Planın son yılında ise ancak yüzde 5’e çıkması öngörülmektedir. Bu, Türkiye tarımı açısından çok zavallı bir tablodur. Çünkü gelişmiş AB ülkelerinde bu oran yüzde 50’nin altına pek inmemektedir; başka deyişle tarımsal katma değerin yarısı boyutunda tarıma destek verilmektedir!

Üstelik Türkiye’de tarımsal girdi fiyatları çok yüksek seyretmekte çiftçilik yapmak o açıdan da giderek olanaksızlaşmaktadır. Buna rağmen tarım ve gıda fiyatlarındaki yüksekliği çiftçiye fatura eden ve tüketiciyi korumak için çiftçiye görev düştüğünü söyleyenler, sadece sorumluluktan kaçmamakta aynı zamanda çifte haksızlık ve çarpıtma yapmış olmaktadırlar.

Çiftçiye yüklenmeler bunlarla sınırlı değildir. 2005 tarihli ve 5403 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kulllanımı Kanunu”na 23.3.2023’te yapılan eklemeler ve 22.8.2024 tarihinde buna dair çıkarılan “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” çiftçiye yeni tuzaklar kurmaktadır. (Bununla ilgili ayrıntılı bir değerlendirmemiz 27 Ağustos 2024 tarihli soL Haber yazımızda bulunabilir). TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, bunun yanısıra 14 ve 15 Eylül 2023 tarihlerinde yayımlanan “Tarımsal Üretimin Planlanması Hakkında Yönetmelik” ile “Sözleşmeli Üretimin Usül ve Esasları Hakkında Yönetmelik”in de Türkiye’nin tarımsal verileri bilinmeden “bilimsel ve doğru hükümleri içeremeyeceğine” dikkati çekmektedir. (ZMO 49. Dönem I. Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi, 7 Aralık 2024). Gerçekten de, Tarım Bakanlığı en azından bu verileri üretme görevini savsaklamadan yerine getirebilmeliydi. Yasal yükümlülüğe göre Türkiye’de 10 yılda bir yapılması gereken Genel Tarım Sayımları 2001 yılından bu tarafa yapılmamıştır. Şimdi bu sayımın 2025’te tamamlanacağı duyurulmuştur; umarız bu defa görev yerine getirilir.

Tarımsal üretici sahipsizdir

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), kâğıt üzerinde çiftçinin en yaygın örgütüdür ama çiftçinin haklarını korumak adına AKP döneminde (başlangıç yılları dışında) hiçbir eylemlilik içinde olmamıştır. İki nedenle: Bir, yöneticiler koltuklarını koruma derdindedir, bu nedenle kolayca gitmeyeceğini gördükleri AKP’ye yanaşma çabası içinde olmuşlardır; iki, AKP’nin sopası giderek uzamıştır. Kooperatiflerin de gücü kırıldığı için oradan da çiftçiye anlamlı bir fayda gelmemektedir. Siyasi baskı kanallarını da kullanabilen eski güçlü kooperatif birliklerinden eser yoktur artık.

Geriye en etkin kuruluşlar olarak TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası ile Türkiye Ziraatçılar Derneği kalmaktadır. Onlar da teknik meslek örgütleri olmanın kısıtlarına rağmen ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadır. TMMOB ZMO çok daha örgütlü bir yapı olmanın sorumluluğuyla oldukça ön planda bir mücadele yürütmektedir. Ama iktidarın TMMOB ve bağlı odaları üzerindeki baskıları da buna koşut olarak yoğunlaşmaktadır. Dünya çapındaki çiftçi örgütü La Via Campesina ile bağlantılı olan Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) de bu çerçevede etkisini arttırma potansiyeline sahip olabilir.

Çiftçilerin, başta aile işletmesi düzeyinde üretim yapan ve büyük sayılara ulaşan küçük-orta boy çiftçilerin örgütlü güçlerini göstermelerinin zamanı gelmiştir. Hindistan ve Avrupa ülkelerinde görülen demokratik çiftçi eylemleri, hak arama mücadeleleriyle sonuç alabilmenin o kadar da olanaksız olmadığını göstermiştir.

Türkiye’de 10 yıl sonra hâlâ tarımda üretim yapacak çiftçi bulmak isteniyorsa, yükselen taleplere kulak kabartmanın zamanı geçmek üzeredir.

                                                       /././

‘TÜSİAD Vakası’nın gösterdikleri…-Nevzat Evrim Önal-

Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.

13 Şubat’taki TÜSİAD Genel Kurulu’ndan bu yana Türkiye siyasetine heyecan geldi. AKP ile Türkiye sermayesinin en tekelleşmiş bölmesi arasındaki kriz, farklı ideolojik pozisyonlardan bakılarak, çeşitli biçimlerde yorumlandı.

Kimilerine göre Erdoğan, Nabukadnezzar’ın oğlu Belşazzar gibi dokunulmaz kutsallara el uzatmıştı; bunun sonunda mutlaka yıkılacak, maalesef ülke ekonomisini de beraberinde götürecekti. Bu yorumun daha incelikli bir versiyonuna göre, Erdoğan bu kutsallara el uzatma eylemiyle halka gözdağı veriyor, “TÜSİAD’a bunu yapıyorsam sana neler yaparım” tehdidi savuruyordu.1

Kimilerine göre ise konu ekonomikti. Gerilimin kaynağında Mehmet Şimşek’in ekonomi programının “büyüsünün kaçmış olması” vardı ve TÜSİAD, yaptığı çıkışla programdan desteğini çektiğini ilan ediyordu. Açıklamadaki diğer vurgular bu özün üzerine dökülmüş politik sostu.2

Ben bu yorumların birincisinin kuyrukçu ve sahtekâr, ikincisinin ise hayli dar bir tarihsellikle malul olduğunu düşünüyorum. Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.

***

Sayısız unsur içeren, karmaşık ve anlaşılmaz görünen bir durum karşısında yapmamız gereken, teorik soyutlamaya başvurmaktır. Doğru teori sizi mevcut karmaşanın üzerine çıkartır ve önünüzdeki ağacın dalına budağına takılmadan ormanı görebilmenizi sağlar.

Marksist teori bize şunları söylüyor: 

1.Kapitalist üretim biçimi olgunlaştıkça, birikmiş toplam sermaye miktarı öylesine büyür ki, bu birikimin toplumun olağan üretim döngüsü tarafından sürdürülmesi giderek zorlaşır ve kâr oranları düşer. Dolayısıyla kapitalizmin tekelleşme eğilimi ile kâr oranlarının düşme eğilimi arasında çok güçlü bir ilişki vardır. 

2.Ne var ki tekelleşme, liberallerin iddia ettiğinin aksine rekabeti ortadan kaldırmaz. Rekabet, tarafların elindeki ekonomik ve politik gücün boyutları nedeniyle çok daha yıkıcı olabildikleri bir düzlemde, emperyalistler arası rekabet olarak sürer.

3.Rekabet, kâr oranlarının düşüren temel faktörlerden biridir. Sermayedarlar, dünyadaki bütün pazarların hızla doyduğu bir ortamda ürettikleri metaları rakiplerinden önce satabilmek için kârın bir kısmından vazgeçmek, fiyat kırmak zorunda kalırlar.

4.Bu ortamda, ekonomiye yaptığı müdahalelerle ulusal pazarı düzenleyen, sermayenin yurt içi rekabetini baskılayan ve tüm rekabet gücünü yurt dışına yönelten, uluslararası arenada da onun rekabet aracı olarak hareket eden güçlü bir devlet, bir ülkede yerleşik olan sermayenin kâr oranlarını yükseltici bir etki yaratabilir.

Geçerken söylüyorum, günümüz somut gerçekliğinde tartışmasız biçimde kanıtlanan bu teorik çerçeve, piyasanın görünmez elinin mümkün olan en yüksek toplumsal faydayı sağlayacağını ve bu yüzden devletin ekonomiye kesinlikle karışmaması gerektiğini iddia eden liberal safsatanın yanlışlanmasıdır.

***

Somutlukta yaşanan şuydu: 1989-1991 yılları arasında sosyalizm yenildiğinde, çok geniş bir coğrafya emperyalist yağmaya açıldı. Bu sadece eski sosyalist ülkelerle sınırlı değildi; Sovyetler Birliği’nin varlığı emperyalistlerin yoksul kapitalist ülkelere karşı eylemlerini de frenliyordu ve bu fren de boşalmıştı. 1945’ten bu yana dişini sıkıp bekleyen ve sosyalizmin onu içine sıkıştırdığı sınırlara sığamaz hale gelmiş emperyalist sermaye büyük bir pervasızlıkla zincirlerinden boşandı ve yaşanan sürecin adı “küreselleşme” oldu. Ulus devletler önemsizleşecek, bütün dünya küresel bir köy pazarına dönüşecekti. Ama her niyeyse bu köy pazarındaki jandarma Amerikan ordusu üniforması giyiyordu. Amerika ve Avrupa Birliği emperyalizminin yağmacılığına direnme eğilimi gösteren her ulusal aktör ya ajitatörlüğünü Sorosçu ajanların yaptığı “renkli devrimlerle” ya da dümdüz ABD ordusunun müdahaleleriyle devriliyordu.3

Her süreç karşıtını yaratır. Bu emperyalist yağma sürecinin karşıtı, devlet aygıtının dağılmadığı Çin ve Putin tarafından toparlandığı Rusya’dan çıktı. Bu iki ülkede güçlü devlet, emperyalist tekeller karşısında her biri çok zayıf kalan ulusal sermaye öbeklerinin birbirleriyle rekabetini baskılayarak, ulusal pazarı (bilhassa da emek piyasasını) sermayenin çıkarları doğrultusunda düzenleyerek4 ve sermayenin tüm rekabet gücünü dışarıdaki rakiplerine yönlendirerek bir toparlanma ve yüksek kâr oranları sağladı.5

Çin ve Rusya deneyimi hem bir örnek yarattı hem de bu iki ülke, Türkiye ya da Macaristan gibi gelişkin bir kapitalist ekonomiye sahip ama uluslararası rekabet açısından zayıf ülkelerin, Batı ittifakının kendi politik üstünlüğünü korumak için dayattığı “liberal demokrasiyle sınırlandırılmış devlet” zorunluluğu olmadan ekonomik ilişkiler kurabileceği birer alternatif haline geldi. Bu durum, bilhassa Batı emperyalizminin finansal yapısına olan tüm güvenin sarsıldığı 2008 kriziyle birleştiğinde, bu finansal mekanizmaların “veren” tarafında bulunan ülkelerin merkezkaç dinamikleri çok şiddetlendi.

Buna ek olarak bilhassa Çin, sunduğu büyük kâr fırsatlarıyla, dünyanın her yerinden sanayi sermayesinin göç ettiği bir merkeze dönüştü. Bu, sermayeyi getirenin kendi egemenliğini dayattığı bir “sermaye ihracı” olarak görülemeyecek bir süreçti zira Çin devletinin otoritesi, buraya göç eden sermayeye kendi kurallarını dayatabiliyor ve bu kuralların ihlal edilmesi durumunda çok ağır yaptırımlar uygulayabiliyordu.

Bir kez daha, geçerken söylüyorum: Dünyanın her yerinden kapitalistlerin, yatırım yapmak için bir komünist parti tarafından yönetilen Çin’e akın etmiş ve ediyor olması, liberallerin “sermaye bağımsız yargı ve liberal demokrasi ister” nakaratının kökten yanlışlanmasıdır. Sermaye tek bir şey ister: Kabul edilebilir bir risk karşılığında daha yüksek kâr oranı.

Bu sermaye göçü sonucunda Çin’in dünyanın en büyük sanayi üreticisi haline gelmesi ve 2008 kriziyle birlikte finansın ağırlığının fazlaca arttığı durumların genel sermaye birikimi açısından barındırdığı risklerin açığa çıkması, ABD sermayesinin giderek büyüyen bir kesimi tarafından ABD devletinin Soğuk Savaş'ın başından bu yana yürüttüğü emperyalist stratejinin sorgulanmasına neden oldu. Bu strateji, ABD'nin egemen emperyalist ülke olarak ittifak matrisinde yer alan ülkelerdeki sermaye çıkarlarını da emperyalist hiyerarşi çerçevesinde kollama görevi üstlenmesi ve bunun için gereken (bilhassa askeri) maliyetlere katlanması manasına geliyordu. Ne var ki 2008 krizinden itibaren şiddetlenen hegemonya bunalımı ABD'nin "büyük birader" statüsünün en yakın müttefikleri tarafından dahi sorgulanmasına neden olmuştu. Bu ortamda Trump'ın bu strateji ve bu stratejiye uygun bir federal devlet aygıtı yerine önerdiği, çoktan dağılmış olan emperyalist dünya sisteminin bekasını sağlamaya değil salt ABD emperyalizminin çıkarlarını ilerletmeye yönelik, eski ittifak matrisine bağlı kalmayan, kolaylıkla ittifak kurup bozabilecek yeni bir strateji ve bu stratejiye uygun devlet aygıtı, ABD sermaye sınıfının büyük bölümü tarafından tercih edildi. Şu anda Trump ve ekibinin ABD’nin federal devlet aygıtını yıkıp yeniden kurarken ellerine motorlu testere falan alıp sergiledikleri “zücaciye dükkanına dalmış fil” şovu kimseyi kandırmasın; yapılmakta olan uzun süredir üzerinde çalışılmış bir modelin hayata geçirilmesidir. Bu modelde ABD devleti Amerikan sermayesinin çıkarlarını rakipler karşısında (ve artık sadece Çin ya da Rusya değil herkes rakiptir) ilerletmek için çok daha "serbest" biçimde, herhangi bir kurala bağlı kalmadan hareket edecek ve bu modelin doğası gereği “olağanüstü hal” olağanlaşacak, Başkan bir çeşit Sezar'a dönüşecektir.

Gelelim Türkiye’ye ve TÜSİAD-AKP gerilimine.

***

Türkiye’de yukarıdaki özelliklere sahip bir devlet aygıtı çoktan kurulmuş durumda ve Türkiye sermaye sınıfı, başta da TÜSİAD, yıllardır bu güçlü ve “görece özerk” devlet aygıtının sağladığı olağanüstü olanakları değerlendirerek semiriyor.

Bugün Erdoğan bunları hatırlatarak TÜSİAD’a had bildirirken kuşkusuz kendi kişisel iktidarının sürekliliğini korumak için hareket ediyor ve “bensiz yapamazsınız” diyor, ama bir yandan da kurulan yeni devlet modelinin “raconunu” hatırlatıyor. Bu modelde Reis’in hakkı Reis’e verilecek, onun politik otoritesini sarsacak biçimde hareket edilmeyecektir. Zira sermayenin yararına ve işçinin zararına her türlü idari tasarrufun “milli çıkar” olarak kutsallaştırılabilmesini sağlayan, devletin ideolojisi kadar, Reis’in sorgulanamazlığına da dayanan bu otoritedir.

Bugünün dünyasında, hele ki ABD’de dahi böyle bir Başkanlık modeli hayata geçirilirken, Türkiye sermaye sınıfının çıkarları, yürütmenin mevcut otoritesinin budandığı ve yasama ile yargıya tabi hale getirildiği zayıf bir devletten değil tastamam bugünkü devlet aygıtından yanadır. Türkiye sermayesi ya da onun en tekelleşmiş bölmesi olan TÜSİAD bir kez daha Erdoğan’ın aşağılamak için kullandığı “komprador” mertebesine geri dönemez; Batı’nın emperyalist tekelleriyle Türkiye’nin olanaklarını öncelikle onlara kullandırmaya dayalı uşakça bir “ebedi küçük ortak” ilişkisi kuramaz. Bunu artık vatansever oldukları için falan değil, son yirmi yıl boyunca yaptıkları birikimle artık yabancı tekellerden dökülenlerle yetinemeyecek ölçeklere ulaştıkları için yapamazlar. Dolayısıyla Erdoğan’ın “şahsına” değil, ama güçlü bir devlet aygıtı ve kim olduğundan bağımsız o aygıtı yönetecek güçlü bir Reis’e muhtaçlar.

Bu aygıt kurulurken Erdoğan’ın kurucu Reis olmaktan dolayı elde ettiği merkezi rol ise TÜSİAD’ın çelişkisidir. 

***

TÜSİAD vakası, bütün bunların yanı sıra bir şey daha gösterdi: Bu ülkede “muhalefet”in nasıl umarsızca patronsever olduğunu.

Yazının başında alıntıladığım Ruşen Çakır videosu sadece bir örnek. Muhalefet cephesi, TÜSİAD’ın da Erdoğan’dan yediği azardan sonra artık bu cepheye dahil olmak zorunda kalacağı beklentisi ile sevindirik olmuş durumda. Oysa Erdoğan’ın aksine TÜSİAD’ın koruması gereken bir popülaritesi ya da imajı yok, sadece kâr oranı var. Sermaye için ne laiklik hayatidir ne de demokratik özgürlükler ya da insan hakları, dolayısıyla adapte olacaklardır.

Dolayısıyla iki laflarından biri “saray rejimine karşı en geniş ittifak” olanların biz komünistleri Erdoğan-TÜSİAD geriliminde taraf seçmediğimiz için “solcu kibiriyle” suçlamalarına uzun uzadıya yanıt vermemize gerek yok. Onların “kibir” dediği şey kafalarının hiç basmadığı ve ilk fırsatta vazgeçtikleri teoridir, Marksizmdir. Gerisini hayat öğretecektir.

Öte yandan, bütün bu yazdıklarımız, yaslandığı teorik zemin sayesinde diğerlerinden daha tutarlı olsa da nihayetinde bir yorum. Oysa aslolan dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir. Bu konuda ise tartışmaya devam etmek üzere tek bir şey söyleyelim ve bu haftalık bahsi kapatalım: 

Sermaye sınıfının giderek her ülkede politik arenada yumurtalarını daha fazla “tek sepete koymak” zorunda kalacağı ve bu sepet sepet yumurtanın da birbiriyle tokuşturulacağı bir döneme giriyoruz ve bu dönem insanlık açısından kuşkusuz büyük tehditler, belki bir dünya savaşı ihtimali barındırıyor. Ne var ki siyasette büyük tehditler daima büyük fırsatlar doğurur. Sermaye diktatörlüğünün kanlı canlı kişilerde somutlanacağı önümüzdeki dönemde işçi sınıfının bağımsız siyasi hattını kurabilen ve onun adına söz söyleme becerisi kazananlar, bu canlı putların her biri yıkıldığında, Çar’ın devrildiği günlere benzer fırsatlar yakalayacaklar.

İşimiz sermayenin herhangi bir fraksiyonuna kuyruk olmak değil, bu fırsatları değerlendirmeye hazır bir işçi sınıfı örgütlülüğü yaratmaktır.

-----

1Bu tehdidi iyi anlaşılsın ve korku büyüsün diye tercüme etmek, hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde liberal bozguncu Ruşen Çakır’a düştü: https://www.youtube.com/watch?v=vOwYuDRQads

2Ümit Akçay, “TÜSİAD-AKP geriliminin ekonomi politiği”, https://www.gazeteduvar.com.tr/tusiad-akp-geriliminin-ekonomi-politigi-makale-1758400

3Anlamazlıktan gelip konuyu çarpıtmaya meyilli liberaller için dipnot: Bu müdahalelerde devrilen Slobodan Miloseviç, Eduard Şevardnadze, Saddam Hüseyin ve benzerlerinin halkçı ya da yurtsever falan olduğunu değil, ulusal sermayenin çıkarlarını emperyalist sermayeye karşı savunmaya çalıştıklarını söylüyorum.

4Bunlara örnek olarak Putin’in kimi Rus “oligark”lara had bildirme operasyonları ya da Çin’de düşük ücret rejiminin Endonezya veya Bangladeş’te olduğu gibi salt açlık ücretlerine dayandırılmaması ve komünist dönemden kalan başta barınma olmak üzere temel ihtiyaçların devlet tarafından desteklenmesi mekanizmaları yoluyla işçi sınıfı açısından sürdürülebilir kılınması gösterilebilir. 

5Kâr oranlarını takip etmek için ekonomik büyüme çok iyi bir gösterge olmasa da, şu grafikteki tarihsel seyire bakılabilir https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.KD.ZG?end=2023&locations=CN-RU-1W-EU-US&start=1991. Rusya’daki toparlanma ile Çin’in açık ara ve sürekli yüksek büyüme oranı bu ülkelerdeki güçlü ve müdahaleci devletin sermayeye sağladığı avantajı gösteriyor. 

                                                     /././

Hem iktidar hem patronlar kazanacak: Okullar boşalacak, çocuk işçilik artacak -Emre Alım-

Okulu aksatan meslek liseli işçileşmeden sırasına dönemeyecek. Haftada en az 4 gün patronunu zengin etmek istemezse de liseye baştan başlayacak.

Son üç yılda şiddetlenen enflasyon krizi patronlar için yeni sömürü kaynaklarının kapısını araladı. İktidarın neredeyse ücretsiz sunduğu bu olanaklardan biri çocuk emeği.

“Staj” ve “çıraklık” adı altında 1,5 milyon lise öğrencisi haftada en az dört gün özel sektör için çalışıyor. Öğrencilere ödenen cüzi miktardaki ücret dahi patronların cebinden çıkmıyor. Her ay işsizlik sigortası fonunda biriken paranın yarısı bunun için harcanıyor.

Ancak patronların gözü daha fazlasında. İktidarsa dünden hazır. Bunun için Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği bir kez daha değiştirildi.

Daha fazla öğrenciyi işçileştirecek, eğitimden koparacak yeni yöntemler uygulamaya konuldu. Cemaat ve tarikatları memnun edecek adımlar da unutulmadı.

Eğitim-İş İzmir 3 No’lu Şube Başkanı Barış Düdü, yönetmelik değişikliğinin ayrıntılarını soL’a anlattı.

Okula dönmek isteyene işçilik şartı

Yeni yönetmeliğe göre devamsızlık nedeniyle başarısız sayılan meslek lisesi öğrencileri sonraki yıl bir işletmeye sözleşme imzalaması şartıyla eğitimine devam edebilecek. Böylece öğrencilerin örgün öğretimden MESEM’e geçişi kolaylaşacak.

Diğer yandan MESEM’den örgün öğretime geçmek isteyen öğrencilere 9. sınıftan başlama şartı koşulacak yani geri dönüş zorlaştırılacak.

Barış Düdü, bu değişiklikle hem çocuk işçiliğin daha da yaygınlaşacağına hem devletin yük olarak gördüğü eğitimden biraz daha kurtulacağına dikkat çekiyor:

“Çocuklar eğitim öğretim ortamına teşvik edilmesi gerekirken itiliyor. Çocuk işçiliği genişletme politikasıdır bu. Ülkede ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyor ve bu kriz çocuk işçiliğiyle çözülmeye çalışılıyor.  Sermaye ucuz işçi kaynağını bu çocuklar üzerinden sürdürüyor.

MESEM’ler son dönemde eğitim maliyetlerini düşürmenin de can simidi haline dönüştü. Çünkü MESEM’lerde öğrenci 4 gün işyerine, bir gün okula gidiyor. Dolayısıyla daha az derslikle eğitim verilmiş oluyor.”

  MESEM nedir?

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "müjde" olarak duyurduğu Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) "çırak" ve "stajyer" adı altında çocukları sermaye için ucuz iş gücüne dönüştürdü.

Yüz binlerce lise öğrencisi "iş ve maaş" umuduyla Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri bünyesine açılan bu programa geçti.

Çocuklar MESEM kapsamında 1 gün okulda, 4 günse fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda çalıştırılıyor. Ağır koşullar altında çalıştırılan çocuklardan onlarcası iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.

Açık lise kapısı daha da açılıyor: Ya işe ya cemaate

Öğrencileri dolaylı yoldan işçileştirecek ve tarikatların kucağına itecek bir değişiklik de sınav sistemine ilişkin. Artık ortaokuldan liseye geçişte tercih yapmayan öğrenciler doğrudan açık liseye yönlendirilecek.

Barış Düdü bu değişikliğin uygulamada ne anlama geldiğini şöyle özetliyor:

“Açık lise kapısını genişlettiğinizde, buraya giden çocukların çoğu ailelerine destek olabilmek amacıyla çalışacak. Bu da çoğu defa MESEM’lerden daha kötü bir sonuç doğurabiliyor. Çünkü çocuklar bu sefer kayıtdışı çalışıyorlar.

Onun dışında tarikat bağlantısı kurulan çocuklar da açık lise yoluyla okullarını tamamladıkları süreç içerisinde cemaatlerde dini eğitime maruz bırakılıyorlar. Çeşitli tarikat ve cemaatlere hizmet eder hale getiriliyorlar.”

Görevdeki öğretmenler de Akademi’nin tedrisatından geçecek

Yeni yönetmelikte öğrenciler kadar öğretmenleri de etkileyen değişiklikler var. Merkezi sınav puanıyla öğrenci alan okullarda görev yapacak öğretmenler ve yöneticiler için Milli Eğitim Akademisi’nde eğitim almak zorunlu hale getirildi.

Geçtiğimiz yıl eğitim sendikalarının yoğun itirazlarına rağmen yasalaşan Milli Eğitim Akademisi, öğretmen atamalarında yeni bir engel olarak çıkarıldı.

Buna göre öğretmenler artık KPSS yerine Akademiye Giriş Sınavı’na girecek, buradan aldıkları puana göre Milli Eğitim Akademisi’ne girmeye hak kazananlar, 14 aylık eğitimden geçirilecek. Bu akademide başarılı oldukları takdirde atamaları yapılacak.

Ancak son yönetmelik değişikliğiyle birlikte Akademi’nin kapsamı genişlemiş oldu. Barış Düdü, iktidarın tüm öğretmenleri tedrisatından geçirmek istediğini vurguluyor:

“Bu Akademi’yi kurumsallaştırmanın tüm meslektaşlarımızı etkileyeceği ortaya çıktı. Milli Eğitim Akademisi’ni biz başından beri tebliğci öğretmen yetiştirmenin altyapısının oluşturulduğu bir yer olarak görüyoruz. Araştıran, sorgulayan yanlışa dur diyen öğretmen yapısı yerine Bakanlığın dayattığı müfredatı hiç eleştirmeyen, sorgulamayan öğretmeni yetiştirmek amacıyla kurulmuş akademiler bunlar.”

                                    Eğitim-İş İzmir 3 No’lu Şube Başkanı Barış Düdü

Bakanlık eğitim vermeyecek, taşere edecek

Vakıf ve dernek adı altında tarikat ve cemaatlerle imzalanan protokoller tepki çekerken, Milli Eğitim Bakanlığı bu protokollerin kapsamını genişletecek yeni bir adım attı. Barış Düdü, eğitimin temel ilkelerini dahi çiğneyen bu adımı ve zararlarını şöyle anlatıyor:
 
“Bakanlığın yine kendi değişiyle STK'larla, ayrıca belediyelerle ve özel sektörle yapılacak işbirliğinin artırılması var. Bu maalesef ki eğitim öğretimdeki eşitliği ve birliği zedeleyici bir tehdit içeriyor. Bu ciddi anlamda büyük bir sorun. Çünkü eğitimin yerelleşmesinin önünü açıyor. Bu tür düzenlemelerle her bölgeye farklı uygulamalar karşımıza çıkabilecektir. Bu da öğretmen arkadaşlarımız üzerine ek yükler getirecektir. Aynı zamanda eğitim öğretim birliğini bozduğu için öğrencilerin de eşit eğitim hakkını zedeleyecektir.”

                                                       /././

Öne Çıkan Yayın

Cumhuriyet "Köşebaşı" -28/Temmuz/2025-

‘Süreç’ üzerine notlar - Ergin Yıldızoğlu- Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebi...