Siz önce çalınan soruların hesabını verin -Berkant Gültekin-
Türkiye siyasetinde yıllardır gündemde olan “diploma” konusunun Erdoğan’ı değil de onun karşısına çıkacak bir aktörü sıkıştırmak için kullanılacağını herhalde kimse tahmin edemezdi.
Erdoğan’a rakip olacağı anlaşıldıktan sonra bir anda geçmişi didik didik edilmeye başlanan Ekrem İmamoğlu’nun 1990 yılında yaptığı yatay geçiş, ülkenin en önemli meselelerinden biri haline getirildi.
Dün İmamoğlu’nun avukatları Prof. Dr. Adem Sözüer ve Mehmet Pehlivan, bir basın toplantısı düzenleyerek ortalıkta dolaşan iddialara yanıt verdi. Avukatlar gayet anlaşılır bir şekilde, İmamoğlu’nun Girne Amerikan Üniversitesi’nden İstanbul Üniversitesi’ne geçişinde hukuka aykırı bir durumun bulunmadığını izah etti.
Avukatların da aktardığı gibi olay kısaca şöyle; İmamoğlu 1988’de Girne’de İngilizce İşletme bölümüne kaydoluyor, bir sene hazırlık ve ardından bölümün birinci sınıfını okuyor, 1990 yılında İÜ’nün Milliyet gazetesine verdiği ve yatay geçişe imkân tanıyan bir ilanı görüyor, başvurusunu yapıyor, belirlenen akademik kriterlere uyduğu için üniversite yönetimi tarafından diğer 51 kişiyle birlikte başvurusu onaylanıyor ve 1990’da İÜ öğrencisi oluyor.
Yani özetle ortada İmamoğlu’na özel bir geçiş imkânı tanınması, İmamoğlu ailesinin araya birilerini sokması ya da hiç öyle bir hak yokken bireysel ilişkilerini kullanarak yönetmeliklere aykırı şekilde okul değiştirmesi gibi bir durum yok. Aynı durumdaki her öğreniciye tanınan bir hak söz konusu ve İmamoğlu da bundan faydalanıyor.
İmamoğlu hakkındaki iddialar hem siyasi ayarlı hem de basit bir “çamur at izi kalsın” kampanyasının ürünü. Son günlerde iktidar medyasının manşetlerini İmamoğlu’nun diploması süslemeye başladı. Açıkça karakter suikastı yapılıyor. İmamoğlu, ona sempati duyan bir kesimin gözünde itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Geçmişte kurgu videolarla algı yaratan iktidar, şimdi benzer bir deneyi yeni rakibi üzerinde uyguluyor.
Kurnaz diploma manevrasının ötesinde işin ironik tarafı, eğitimde bunca haksızlığın sorumlusu olan iktidar ile destekçilerinin, sanki adalete çok önem veriyorlarmış ve bu konuda sicilleri çok temizmiş gibi dedektifliğe soyunması, siyasi çıkarları için 35 yıl önceki bir olayın peşine düşmesi...
Türkiye tarihindeki en büyük eğitim skandalları, AKP iktidarında yaşandı. Fethullahçı çete yıllarca soruları sızdırıp milyonlarca gencin emeğini çalarken, sorumlular seyrediyor, seyretmenin de ötesinde Cemaat’e uzanan elleri kırıyorlardı. Gençler ülkenin dört bir yanında Fethullahçı hırsızları protesto ederken, karşılarında polisi buluyordu. Ne zaman ki “Hizmet Hareketi” dedikleri yapı Fetö oldu, o zaman suç da kabul edildi. Ama "siyasi ayak" bu suçtan sıyrıldı.
Yaşananlar, hesabı sorulmayan her suçun, iktidarın elinde muhalefeti yıldırmak için kullanılan bir sopaya dönüşebildiğini gösteriyor. Bu gerçeklik aynı zamanda mücadelenin ana hatlarının ne olması gerektiğine dair de fikir veriyor. Muhalefetin, tek adam rejimine karşı mücadele yürütürken, düzeni ve onun neden olduğu çürümüşlüğü karşısına alarak toplumsal tepkiyi politize etmesi ve böylece kendisini de ‘tek adam muhalefeti’nin sınırlarından çıkarması gerekiyor.
Aksi durumda muhalefetin savunma pozisyonundan uzaklaşarak kurucu bir siyaseti büyütmesi mümkün görünmüyor. Siyasetin daralan sahnesi 23 yıldır Erdoğan’ı besledi ve muhalefetin başarılı olamamasının temel sebebi de buydu. Mesele o sahneyi genişletebilmek ve teslim olmayan milyonları siyaseten aktör haline getirebilmektir. Tersi durumda bu saldırıların sonu gelmez.
/././
‘Başka Bir Sağlık Sistemi’ için yürüyoruz -Osman Öztürk-
“Ağzına kadar dolu poliklinikler… Beş dakikaya inmiş muayene süreleri… Günlerce randevu düşürmeye çalışan vatandaşlar… Mahşer yerini andıran aciller… AKP döneminin eseri Yenidoğan Çetesi. Türkiye sağlık sistemi kelimenin tam anlamıyla çöktü. Altında kalan hekimler, sağlık çalışanları, hastalar; kazananlar ise özel hastane patronları oldu. Oysa bugünkünden çok daha iyi, çok daha nitelikli sağlık hizmeti sunacak… Başka Bir Sağlık Sistemi Mümkün! Kamucu-Toplumcu bir sağlık sistemi için gelin birlikte mücadele edelim.
Hasta-Hekim El Ele!”
∗∗∗
Hekimler için 14 Mart Sağlık Haftası/Tıp Bayramı taleplerini kamuoyuyla paylaşacakları günlerdir.
TTB geçmiş yıllarda 14 Mart haftasında daha çok sağlıkta şiddet, özlük hakları, çalışma koşulları gibi konuları öne çıkarırdı. Bu sene ise ‘Sağlık sistemi çöktü’ tespitinden yola çıkarak ‘Başka Bir Sağlık Sistemi Başka Bir Hekimlik Ortamı Mücadele Programı’ oluşturdu.
Çok da doğru yaptı.
Çünkü bu sağlık sistemi öylesine çöktü ki kim ne yaparsa yapsın çıkış mümkün değil. Sağlık öyle bir hale geldi ki neresinden tutsanız elinizde kalıyor, neresini yamamaya çalışsanız öbür tarafından patlıyor. Nitekim görüyoruz, AKP’nin altı yıldır Bakanlık koltuğunda oturan, pandemi dönemindeki performansıyla muhaliflerin bile gözünü boyamayı başaran Fahrettin Koca’yı değiştirmesi bir işe yaramadı. Yeni Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu koltukta daha altı ayını doldurmadan altı yıllıktan fazla yıprandı.
AKP’nin sağlık politikası öyle kökten iflas etti ki, ne yapsa dikiş tutmuyor. AKP’nin kurduğu sağlık sistemini baştan aşağı yıkıp yepyeni bir sistem kurmadıkça işler daha da kötüye gidecek.
∗∗∗
TTB’nin mücadele programı 1 Şubat’ta başladı, bir buçuk ay boyunca, Mart ortasına kadar sürecek. Program boyunca İstanbul’dan Urfa’ya, Mersin’den Trabzon’a bir dizi ilde bir dizi panel, sempozyum, çalıştay etkinliği gerçekleşiyor. Bu etkinliklerde sağlık sistemi finansmandan hizmet sunumuna, sağlık emek gücünden sağlık hizmet sunumuna kadar bir dizi konu masaya yatırılıyor.
Bir yandan da TTB’nin alternatif sağlık sistemi önerisi için raporlar hazırlanıyor. Nihai rapor 14 Mart haftasında kamuoyuna açıklanacak.
∗∗∗
Program kapsamında İstanbul’dan Ankara’ya Beyaz Yürüyüşe bugün başlıyoruz. Yürüyüş bu akşam saat 19.00’da Kadıköy İskele meydanından kitlesel uğurlama ile başlayacak.
Çarşamba günü 10.30’da Gebze, 12.30’da İzmit kent meydanlarında basın açıklamaları ve yürüyüşler, akşam da Mimarlar Odası’nda hekimlerle buluşma var.
Perşembe günü Balıkesir şehir merkezindeki yürüyüş ve basın açıklamasının adresi Ali Hikmet Paşa Meydanı. Aynı gün Bandırma’ya geçiyor, saat 14.30’da Bandırma Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde hekimlerle birlikte basın açıklaması yapacağız.
Bandırma’daki işimizi bitirir bitirmez Bursa’ya geçeceğiz. Perşembe akşamı Bursa Tabip Odası toplantı salonunda hekimlerle buluşacağız.
Cuma günkü Bursa programı Küçükbalıklı Aile Sağlığı Merkezi ziyaretiyle başlıyor. Öğleyin 12.30’da Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki basın açıklamasından sonra da Eskişehir’e geçeceğiz.
Eskişehir’deki buluşma COVID 19 salgınında yitirdiğimiz sağlıkçıların anısına Tepebaşı Belediyesi tarafından yaptırılan Varlığımız Sağlığımız Anıtı, yürüyüş ve basın açıklaması ise Eskişehir Tabip Odası önünde olacak. Akşam da Yunus Emre Kültür Merkezi’nde hekimler ve Eskişehir Emek Demokrasi Platformu ile buluşma var.
∗∗∗
Beyaz Yürüyüşün sonunda, Cumartesi günü saat 13.00’te Ankara’da Makina Mühendisleri Odası’nın Selanik Caddesi’ndeki Eğitim ve Kültür Merkezi’nde Büyük Hekim Buluşması var.
O gün Türkiye’nin dört bir yanından gelecek yüzlerce hekim hem ‘Başka Bir Sağlık Sistemi’ni konuşacak, tartışacak, hem de TTB’nin 14 Mart programına hep birlikte karar verecek.
TTB ve hekimler için yoğun bir hafta olacak. Çöken sağlık sisteminin altında kalan herkesin katkısına, katılımına, desteğine ihtiyaç var.
TTB’nin çağrısındaki gibi; Hasta-Hekim El Ele!
/././
Zorbanın sahasında oynayanlar -Selçuk Candansayar-
İktidarın (RTE) son altı aydır yapıp ettiklerini “korkutma- ayıklama- mıntıka temizliği” programı olarak görebiliriz. Programın itici gücü hakkında ise iki ana grupta toplanabilecek yorumlar var. Kimilerine göre çökmek üzere olduğu için panik içinde bütün tuşlara basıyor; kimilerine göre ise son derece iyi planlanmış bir stratejiyi uygulayarak, rejim değişikliği (sivil darbe) sürecini “dertsiz tasasız” sürdürüyor.
İki yorumun farkı iktidarın “gücü ve etkisinin” değerlendirilmesindeki farkta yatıyor. İktidar köşeye sıkışmış ve dağılmak üzere olduğu için mi, yoksa iç ve dış dinamiklerin sağladığı olanaklarla (Allah’ın lütfu) kendisini her zamankinden daha da güçlü hissettiği için mi bu programı yürütüyor? İlki, zayıflayan iktidarın tepkisel (edilgen) davrandığını; ikincisi ise, gücüne güç katmak için istemli- planlı (etkin) bir program yürüttüğünü varsayıyor.
İki farklı siyasi figürün, “politik karakteri” üzerinden düşünmek yararlı olabilir. İlki Trump, ikincisi ise HTŞ lideri, Colani. Trump’ın ilk dönem ve henüz başlayan ikinci dönem başkanlığı arasında ne gibi bir fark var? Trump, aslında “Amerikan demokrasisi ve devlet yapısının işleyişine” inanan biriydi ama ilk döneminde yaşayıp gördükleriyle değişti mi? ilk dönem başkanlığı onu değiştirdi mi? Yoksa Trump ilk döneminde de şimdiki gibi yönetmek istiyordu ama “sistem” izin vermeyince sistemi kendisine mi uydurmaya karar verdi? Colani, El Kaide’de başlayan siyasal pratiğinde zaman içinde görüşleri değişen biri mi, yoksa ilk baştaki siyasal hedeflerini koruyarak “pragmatik” ve “oportünist” bir siyaset mi uyguluyor?
Bu iki siyasi figür için yanıt vermek kolay. Trump hep aynı Trump, Ahmet Eş-Şara da aslında hala “Colani” diyebiliriz. İkisi de “siyasi emellerini” hiç değiştirmeden stratejilerini ise sürekli değiştirerek siyaset yapıyorlar.
Bu tip “politik karakterlerin” kendilerini güçlü hissettiklerinde hoşgörülü demokratlığa meyil ettikleri, zayıf hissettiklerinde ise tepkisel olarak “otoriter zorbalara” dönüştükleri yanılgısı maalesef çok yaygın. Zorba, güçlü hissedince yumuşayan bir karakter değildir. Tam tersine zayıf hissettiğinde “uzlaşmacı” bir çizgiye hızla çekilen, ikna etmek için her türlü yalanı ardı ardına sıralayabilen, en olmadık, ondan en beklenmedik eylemleri gösterebilen bir karakterdir. Misal, gerçek düşüncesi eşcinselleri öldürmek olan bir zorba, kendisini zayıf hissettiğinde bir eşcinseli kendisine yardımcı olarak görevlendirebilir. Zorba, zayıfladığında ittifaklara açık hale gelir ve her türlü “ödünü” veriyor gibi yapabilir. Ta ki kendisini güçlü hissedene kadar ya da önündeki engeli aşana kadar. Zorbanın tepkisel eylemleri zayıflıktan, panikten değil, “nasıl olur da benim gücüme ikna olmazsın, bana biat etmezsin” öfkesinden kaynaklanır.
Meşhur kahvehane fıkrasında anlatılır zorbanın bu karakteri. Kahvehaneye dalıp, durup dururken nara atıp, “var mı bana yan bakan?” diye insanları sindiren kişidir zorba. Kahvehanedekilerden iri kıyım biri ayağa kalkıp, “var lan!” der ve zorba o kişinin koluna girip tekrar seslenir ya; “var mı abimle bana yan bakan!” diye, işte o kişidir zorba.
Zorba, paniğe kapıldığı için bütün tuşlara basarak strateji üretmez, kendisini o kadar güçlü hisseder ki stratejisinin orta ve uzun vadeli risklerini çok da değerlendirme gereği duymadan bir tür, “aklına eseni estiği gibi” yapar. Bu stratejinin başarıyla uygulanması için çok önemli bir koşul vardır. Zorba oyunu, bildiği sahada oynadığında yener. Bu yüzden de siyasal alanı, siyasetin konusunu hep kendisini en güçlü kılacak şekilde belirlemeye çalışır.
Yaşadığımız süreç bir tür “oksimoron” özellik taşıyor. Politik mücadele hukuk alanına kısıtlanmış durumda. Hukuk sisteminin eylemleri bir yandan hukuksuz olarak nitelenirken, diğer yandan bu eylemlere karşı mücadele yine hukuk temelli eylemlerle, hukuk sistemi içinde sürdürülmeye çalışılıyor. İktidar ise, bile isteye, muhalefetin mücadeleyi hukuka uygun, yasal düzlemde sürdürmesini imkansız kılıyor. Bu yolla da muhalefeti “yasa dışılığa” çıkmaya zorluyor. Muhalefetse bu “tuzağa düşmemek için” muhalefeti neredeyse sadece ve sadece mahkeme salonları içine, itiraz dilekçelerine, hukuki savunmalara indirgemiş halde sürdürmeye çalışıyor. Sanki bir mahkeme, örneğin bir belediye başkanını beraat ettirse ve başkan görevine dönse, iktidar kaybedecekmiş gibi davranıyor. “Tarihte mahkeme salonlarında kazanılmış ya da kaybedilmiş bir iktidar var mı?” sorusunun yanıtı belli değil mi?
İktidar, Gezi dahil, her şeyi mahkeme salonu içine sıkıştırıyor, muhalefet de bu tuzağa düşüp, hukuki alanın sadece mahkeme salonu olduğunu sanıyor. Örneğin sokağa çıkmayı aklına bile getiremiyor. Bu akıl tutulması sokağa çıkmayı hukuk dışına çıkmak, yasadışı mücadeleye savrulmak olarak görüyor.
Oysa sokak en güçlü, en kalabalık ve en şeffaf hukuk alanı olabilir, öyledir de. Üstelik iktidarın sandırdığı, muhalefetin de sandığının aksine sadece meşru değil yasaldır da.
/././