Diyanet: Sahurda avokado yiyin + Saray müteahhidinin garantisi 20 yıl + Hatay'da feci kaza: 6 kişi yaşamını yitirdi -Sözcü

 Diyanet: Sahurda avokado yiyin -Deniz Ayhan-

Emekli ve asgari ücretlinin yoksul olduğunu ‘fitre verilebilir’ diyerek kabullenen Diyanet vatandaşlara, sahurda avokado yemesini önerdi. Program konuğu, ramazanda sahur ve iftar menüsü konusunda şu tavsiyelerde bulundu: “Özellikle sahurun kahvaltı şeklinde gitmesini arzu ediyoruz. Yumurtamız olsun, bir parça peynirimiz olsun. Severseniz avokado ekleyebilirsiniz. 2-3 ceviz, 7-8 zeytin, 7-8 badem, bol yeşillikle böyle bir sahur yapabilirsiniz. Veya tek öğün şeklinde beslenebilirsiniz. Ama sahura kalkmak fazilet olduğu için mutlaka kalkın istiyoruz. Kalktığınızda da bir kase yoğurt kaşıklayabilirsiniz, suyunuzu içip yatabilirsiniz. Orucu bir bardak suyla açıyoruz, bir tane hurma yiyip kan şekerimizi dengeliyoruz. Ardından çorba içiyoruz ve namaz arası veriyoruz. Protein ağırlıklı beslenirseniz kas kaybınızı da önlersiniz.”  (https://www.sozcu.com.tr/diyanet-sahurda-avokado-yiyin-p146462)

                                                           ***

Saray müteahhidinin garantisi 20 yıl -Deniz Ayhan-

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın önceki gün ziyaret ettiği Nakkaş Otoyolu ile Saray müteahhidi Rönesans Holding’e verilecek garanti süresinin 20 yıl olacağı ortaya çıktı. 
İktidara yakın şirketlerin ‘Hazine Garantili’ projelerine bir yenisi daha ekleniyor. Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın da müteahhidi olan Rönesans Holding de garantili otoyol sahibi yapıldı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın önceki gün yerinde inceleme yaptığı İstanbul Nakkaş Otoyolu için Rönesans Holding’e 20 yıl süreyle geçiş garantisi verilecek. Böylece iktidarın 5’li gözde müteahhitlerinden geçiş garantili otoyolu olmayan şirket kalmamış olacak.(https://www.sozcu.com.tr/saray-muteahhidinin-garantisi-20-yil-p146459)

                                                           ***

Hatay'da feci kaza: 6 kişi yaşamını yitirdi.

Hatay'da inşaat işçilerini taşıyan minibüsün TIR’a çarpması sonucu 6 kişi yaşamını yitirdi ve 8 kişi yaralandı. Kaza, saat 16.00 sıralarında Reyhanlı-Antakya kara yolu Üzümdalı mevkisinde meydana geldi. Henüz plakası ve sürücüsü belli olmayan inşaat işçilerini taşıyan minibüs, yol kenarında park halindeki TIR'a çarptı.İhbar üzerine bölgeye çok sayıda polis ve sağlık ekibi sevk edildi. Hatay Valisi Mustafa Masatlı da kaza yerine giderek bilgi aldı. Kazada 6 ölü ve 8 yaralının olduğu bildirildi. Olayla ilgili soruşturma sürüyor.(https://www.sozcu.com.tr/son-dakika-hatay-da-feci-kaza-6-kisi-yasamini-yitirdi-p144399)

(Sözcü)

soL "Köşebaşı + Gündem" -1 Mart 2025-

Peşine babasının vekillerini takan Bilal Erdoğan 'vakıf başkanı' sıfatıyla Suriye'de temaslarda bulundu

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan, babasının isteiği üzerine Suriye'ye ziyaret gerçekleştirdi. "İlim Yayma Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı" sıfatıyla AKP'li vekillerin olduğu heyete başkanlık eden Erdoğan, Ahmed Şara ile görüştü.(https://haber.sol.org.tr/haber/pesine-babasinin-vekillerini-takan-bilal-erdogan-vakif-baskani-sifatiyla-suriyede-temaslarda)

                                                               ***

KYK yurtlarına ‘Ramazan’ düzenlemesi: Dini yarışmalar düzenleniyor, spor salonu saatleri değiştiriliyor -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Ramazan ayının başlamasıyla birlikte diğer devlet kurumlarına olduğu gibi pek çok sorunla anılan KYK yurtlarına da çeşitli düzenlemeler getiriliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/kyk-yurtlarina-ramazan-duzenlemesi-dini-yarismalar-duzenleniyor-spor-salonu-saatleri)

                                                             ***

Okullara yazı gitti: Çizelge hazırlanacak, oruç tutan  öğrenciye başarı belgesi verilecek! -Burcu Günüşen-

İstanbul’da okullara gönderilen yazıda Ramazan'da yapılabilecek etkinlikler sıralandı. Listede öğrencilere oruç tavsiye edilmesi, çizelge tutulup sonunda başarı belgesi verilmesi yer alıyor.

Eğitimde dinci kuşatma sürüyor. Şimdi de öğrenci ve veliler okullarda Ramazan etkinlikleri ve oruç dayatmasıyla karşı karşıya.

İstanbul’da ilçe milli eğitim müdürlükleri okullara Ramazan’da ve öncesinde “yapılabilecek etkinlikler” listesi gönderdi. Çocuklara “oruç tavsiye edilmesi” önerilen yazıda bunun için çizelge tutulması ve sonunda başarı belgesi verilmesi de istenildi.

soL, Kadıköy ve Tuzla ilçe eğitim müdürlüklerince okullara gönderilen yazıya ulaştı.

Ramazan öncesi ve Ramazanda okullarda yapılabilecek etkinlikler” başlığını taşıyan yazıda söz konusu etkinlikler 23 maddede sıralanıyor.

'İlkokullarda tekne orucu uygulaması'

En dikkat çeken madde öğrencilere "zorlamadan" oruç tavsiyesinde bulunulması. Ardından gelen madde ise tavsiyenin de ötesine geçiyor ve “ilkokullarda, ortaokullarda tekne orucu1 uygulaması yapılması” isteniyor.

Ramazan boyunca okullara girişlerde TV ekranlarından "Ramazan konulu video ve müziklerin yansıtılması", “sınıf ve veli iftarları” düzenlenmesi, öğrencilerin "teravih için camilere yönlendirilmesi", okullarda "Ramazanla ilgili sohbetler, öğrenci ve velilerle Kuran okunması" da etkinlikler arasında sıralandı. "Okul adına İmsakiye bastırılması" da listede yer aldı.

İlçe milli eğitim müdürlüklerinin okullara gönderdiği “Ramazan öncesi ve Ramazan'da okullarda yapılabilecek etkinlikler” listesi şöyle:

  1. Sınıf kapılarının sınıf panolarının süslenmesi veya Ramazan panosu yarışması yapılması,
  2. Okul girişinin ve koridorların yıldız ve hilallerle süslenip süslenmesi Ramazan sokağı köşesi oluşturulması,
  3. Evlerde Ramazan köşesi,
  4. Manilerle davul çalınması koridor ve sınıflarda dolaşılması ,
  5. Meddah veya Hacivat-Karagöz oyunu oynatılması,
  6. Okul adına İmsakiye bastırılması,
  7. Ramazan öncesinde Osmanlı macunu pamuk şekeri vesaire dağıtılması ikramlar yapılması,
  8. Tebrikleşme ve hediyeleşme,
  9. Her güne bir iyilik,
  10. Sadaka vermeye teşvik,
  11. Ramazanla ilgili okul giriş tv ve ekranlarına ramazanla ilgili video veya müzik yansıtılması,
  12. Her güne bir ayet bir hadis bir sahabi tanıtılması bir hikaye anlatılması,
  13. Ramazan risalesi şiir kompozisyon veya resim yarışmaları yapılması,
  14. Ramazanla ilgili sohbet seminer,
  15. Yakınları arkadaşları iftara davet etmek iftara katılmak,
  16. Öğrenci ve velilerle hatim okunması-Kuranı kerim okunması,
  17. Sınıf ve veli iftarları düzenlenmesi.
  18. Teravih için camilere yönlendirme cami ziyaretleri, kutsal emanetlerin gezilmesi,
  19. Zorlanmadan oruç tavsiye edilmesi ve çizelge tutulması sonunda da başarı belgesi verilmesi,
  20. İlkokullarda, ortaokullarda tekne orucu uygulaması yapılması,
  21. Ramazan Günlüğü tutulması,
  22. Yardım kampanyaları; Ramazan kumanyası Ramazan paketi-Filistin Gazze ve ülkemizdeki fakir ve yetimler için,
  23. Toplu bayramlaşma.

Diyanet 4-6 yaş grubuna yönelik 'Ramazan Günlüğüm' kitabı hazırladı

Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı da 4-6 yaş Kuran kursu öğrencilerine “Ramazan ayı değerlerini kazandırma”da rehber olması için Kuran Kursu öğreticilerine yönelik “Ramazan Günlüğüm” adlı bir kitapçık hazırladı. 

Kitapta 4-6 yaş grubuna her gün "Ramazanla ilgili bir kavram öğretilmesi için yapılacak etkinlikler" anlatılıyor.

4-6 yaş arası çocuklara “Günün Hadisi”, “Günün Duası”, “Günün Sünneti”, “Günün Ayeti” başlıklarında belli kavramların belletilmesini öngören kitapta yapılması istenen etkinlikler arasında çeşitli oyunlar da yer alıyor. Bunlardan biri de kukla oyunu. Oyunda İmsak adlı kukla çocuklara şöyle sesleniyor: "Bol bol tekne orucu tutun, bol bol dua edin, bayramda bol bol harçlık toplayın…”

Aynı kitapta yer verilen "Ramazan Davulu yapımı etkinliği" için ailelerden bir gün önce her bir çocuk için 5 kiloluk boş yoğurt kovası göndermeleri isteniyor.

Dikkat çeken bir oyunsa “Sahur Tostu” oyunu. Çocukların iki minder arasında sıkıştırılmasıyla oynanacak oyunda “Sahurda kalkarım / İki ekmek alırım. / Bir kaşar bir de sucuk / Acaba ne yaparım?” şeklinde mani söyletiliyor.

Diyanet’in Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı kitapçıkta çocuklara “Oruç Rozetim” başlığında kağıttan rozetler, “Beni sahura kaldırın” yazılı kapı kolu askıları hazırlatılması da yer alıyor. (https://haber.sol.org.tr/haber/ilkokul-ogrencilerine-ramazan-dayatmasi-oruc-cizelgesi-dua-listesi-sukur-kutusu-391655)

                                                      ***

Kutudan çıkan bir enternasyonalist: Hans Beimler -Kavel Alpaslan/duvaR

Rusya’nın başkenti Petrograd’da Bolşeviklerin önderliğinde Ekim Devrimi gelip çatmıştır. Barış ve proletarya iktidarı ile yola çıkan bu devrim haberinin üzerinde yarattığı etkiyi Beimler daha sonra “Hayatımın en heybetli ve en temel deneyimi” ifadeleri ile açıklayacaktır.

“…Her dilden bir adları vardı onların / ama hiçbir ülkenin kimliğini taşımadılar. / Sarışındılar belki de esmer / yani birçok yüzün bileşkesi…” - Ahmet Telli

Barselona sokakları, İspanya İç Savaşı boyunca pek çok cenaze merasimine ve yürüyüşüne sahne olur. Yine de 6 Aralık 1936 günü toplanan kalabalığın uğurladığı cenaze biraz daha farklıdır. Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyasının desteğiyle General Franco arkasında topladığı faşist güçler ile İspanya Cumhuriyeti’ne karşı darbe yapar. Bu savaşta komünistler, anarşistler, sosyalistler ve cumhuriyetçiler savaşın diğer cephesinde yer alarak hem Franco’ya hem de onların müttefiklerine karşı silaha sarılırlar. Fakat Barselona’da on binlerin uğurladığı kişi bir Almandır: Doğduğu andan itibaren hayatı mücadele içinde geçen komünist işçi önderi ve Alman Parlamentosu (Reichstag) Milletvekili Hans Beimler. İspanya’da ise o sadece Uluslararası Tugayların altındaki Alman Bölüğünün ünlü komutanıdır…  

Kutudan çıkan bir enternasyonalist: Hans Beimler - Resim : 1
Hans Beimler'in cenaze töreni

Bu sıradan bir cenaze değil. Evet, sadece enternasyonalist bir devrimcinin hikayesi bile anlatılmaya, hatırlamaya değer. Fakat Beimler’ın cenazesini görünce aklımızda canlanan daha önemli bir soru var: Almanya, aynı yıllarda faşizmin dört nala toplumsal hayatın her alanına akın ettiği karanlık bir dönemi yaşarken Beimler’ın yolu nasıl İspanya’ya düşmüştür. Almanya’da o yıllar cadı avı çoktan başlamıştır, hatta Beimler’ın kendisi de toplama kampından kaçmıştır. Onun gibi kimi Alman komünistler ise 1933 yılında tutuklanan işçi önderi Ernst Thälmann’ın adını kızıl bayraklara yazıp bu isimle kurdukları bölükle kanlarını İspanya’daki yoldaşlarına sunarlar.

Peki ama neden? Hiç mi dememiş kimse onlara “Siz önce kendi evinizin önünü süpürün” diye? Neymiş bu insanları oradan oraya savurup duran şey? Cevap için enternasyonalizmin basit bir niyet beyanı olmadığını bize anlatan Beimler’ın pek bilinmeyen hikayesine kulak verelim.

KUTUDAN ÇIKAN BİR ÇOCUK

Biyografilerin ilk cümleleri pek bir şey ifade etmez. Hatta genelde sıkıcıdır. “Şurada doğdu, anası babası şu işi yapardı” dediğimizde yarım kulakla dinlenir, ne de olsa meselenin teferruatıdır. Ancak ‘neydi onları oradan oraya savuran şey’ diye sorarak başladığımız bir biyografide Beimler’ın doğumu sanki ileride yaşayacağı hayatı haber verir niteliktedir.

Münih’te 1895 yılında doğan Beimler, yoksul işçi sınıfı bir ailenin evlilik dışı doğan çocuğudur. Bu sebeple söylenceye göre ailesi doğar doğmaz bebeği tahta bir kutuya koyar ve büyükanne ve büyükbabasına gönderilmek üzere trene bırakır. Çilingirlik yapan dedesi kutuyu alır ve içinden çıkan bebeği ‘evlat edinir’. Bu sebeple Hans’ın lakabı ömrü boyunca Kistenböiberl yani ‘kutu çocuk’ olur.

Büyüdüğü dedesinin evinde gariban yaşam vardır. Dolayısıyla Beimler de erken yaşlardan itibaren demirci olarak çalışmaya başlar. Henüz 16 yaşındayken de bohçasını toplayıp eve veda eder, serüvende kendi kararıyla verdiği ilk büyük adımı atar. Hamburg limanında bir iş bulur ve Alman Metal İşçileri Derneği’ne katılır.

Kutudan çıkan bir enternasyonalist: Hans Beimler - Resim : 2
Hans Beimler

FIRTINANIN ESİNTİSİ

Henüz hayatındaki sayfaları daha yeni yeni açmaya başlamışken Cihan Harbi başlar. Savaşın başlamasıyla birlikte askere alınan Beimler mayın arama gemisinde on başı olarak görev alır. Daha sonra güverte zabitliğine terfi eder. Savaşın sonuna doğru, bir abluka nedeniyle kıyıda demir atmak zorunda kaldıkları zaman duyduğu haberler, zihninde biriktirdiği her şeyi yerinden oynatır: Rusya’nın başkenti Petrograd’da Bolşeviklerin önderliğinde Ekim Devrimi gelip çatmıştır. Barış ve proletarya iktidarı ile yola çıkan bu devrim haberinin üzerinde yarattığı etkiyi Beimler daha sonra “Hayatımın en heybetli ve en temel deneyimi” ifadeleri ile açıklayacaktır.

Bu sözleri abartılı bulanlar olabilir. Ancak acele etmeden, Ekim fırtınasının yarattığı esinti üzerine bir düşünelim. Bir olay, özellikle de bir devrim ‘tarihsel’ olarak değerlendirildiğinde ister istemez rengi solar. Ne yaparsak yapalım, nasıl anlatırsak anlatalım o çağın içinde o olayın yakınında değilsek, duygusal anlamda verdiği coşkuyu tam olarak algılayamayız. Büyüsünü anlamak için sözler yeterli olmayabilir. Ama insanların kalbine düşürdüğü ateş parçasını görmenin bir yolu var; o insanların yaşamlarını izlemek. İşte Ekim Devrimi öyle bir patlamadır ki yarattığı dalga, öyle gelişkin iletişim cihazlarına ihtiyaç duymadan tüm gezegende bir şekilde karşılık bulur. Bir kızıl bayrak ve iki kelime ile -barış ve proletarya iktidarı- bir hanedanlığın devrilmesi o günün insanları için çok da uzun ve teknik açıklamaya ihtiyaç duymaksızın sahiplenilebilecek bir görkemdir.

Beimler’ın bu hislerini pratiğe dökmesi çok uzun sürmez. Almanya’da yaşanan devrimci süreç, 1918 yılında ayaklanan denizcilerin yaktığı fitille birlikte başlar. “Kızıl denizciler, kıyıya çıkın! Devrimin bayrağını her şehre, her ülkeye götürün!” sloganıyla Beimler memleketine döner. Hem burası, öyle sıradan bir yer de değildir, 1919 yılında Münih Sovyet’inin ilan edildiği yerdir. Almanya Komünist Partisi’nin (KPD) öncülü olarak değerlendirebileceğimiz Spartakistlerin içinde yer alan Beimler, burada karşı devrimci Freikorps ile çatışmalara girer. Münih Kızıl Ordusu’nun hem komutanlarındandır hem de askeri eğitmenlerindendir.

Kutudan çıkan bir enternasyonalist: Hans Beimler - Resim : 3TOPLAMA KAMPLARI VE KAÇIŞ

Alevlenen sürece rağmen Alman Devrimi yenilgiye uğrar. Münih Sovyeti de öyle. Fakat Beimler için değişen pek bir şey olmaz. Kısa bir cezaevi sürecinden sonra mücadele hayatına Münih’te devam eder. 1920’lerde bir sabotaj nedeniyle 2 yıl cezaevinde kalır. Daha sonra lokomotif fabrikasında tamirci olarak çalışmaya başlar. Burada İşçi Konseyi’ne üye olur ve örgütlü işçi çalışması yürütür. Uzun yıllar boyunca KPD’nin Aşağı Bavyera işçi örgütü sorumlusu olan Beimler, bu örgütlü mücadelenin verdiği güçle 1932’de Reichstag’a milletvekili seçilir. Yeni görevinin verdiği bu yeni sıfat, yani ‘parlementerlik’ onu tanımlamak için ihtiyaç duyacağımız bir ifade sayılmaz. Beimler, seçildiği günden sonra da militan bir işçi önderi olarak çalışmaya devam eder. Ta ki ertesi yıl tutuklanana kadar.

Reichstag Yangını komplosu ile Nazilerin ülke siyasetine indirdikleri darbe oyunun kuralları değiştirir. Almanya’da başlayan cadı avı ile faşistler iktidarlarını konsolide ederler. Beimler de önce Nazilerin işkencelerinden geçer daha sonra Dachau Toplama Kampı’na gönderilir. Bir şekilde kamptan kaçmayı başarır. Gizlenerek yaptığı seyahatinde bir şekilde kendini Çekoslovakya’ya ve oradan da Sovyetler Birliği’ne atar. Geldiğinde her yanı yara bere içindedir. Sadece bu da değil, doktor muayenelerinin sonucunda gördüğü işkencelerle midesinin ve böbreklerinin ciddi şekilde zarar gördüğü tespit edilir. Bu sırada Beimler’ın eşi gözetim altında, çocuklarından biri ise zorunlu eğitim kampındadır.

İSPANYA’YA DOĞRU

Geçici süreliğine bulunduğu İsviçre’deyken İspanya’da komünistlerin de içinde bulunduğu halk cephesi iktidara gelmiştir. Avrupa’da faşizme karşı kazanılan bu önemli mevzi kısa süre içerisinde İspanya İç Savaş’ına dönüşecektir. Almanya’da ise faşist iktidar, her geçen gün daha da derinlere kök salar. Alman komünistler Beimler’ın çocuğunu Nazilerin elinden kurtarmayı başarır ancak eşinin durumunda değişen bir şey yoktur. Tüm bu çalkantının ortasında Komintern, Beimler’i Barselona’ya gönderir. Faşizmin tek bir ülkeye ait olmadığını düşünen Beimler de böylece İspanya’da cumhuriyetçilere destek vermek için kurulan Alman birliklerine katılır.

İspanya İç Savaşı’nda dünyanın dört bir yanından gelen başta komünistler olmak üzere sosyalistler, anarşistler ve sosyal demokratlar Uluslararası Tugaylar altında toplanır. Sayıları yaklaşık 60 binlere ulaşan bu tugaylar savaş boyunca yaklaşık 15 bin savaşçısını kaybeder. Ancak bundan da önemlisi Uluslararası Tugayların deneyimi, yurt olarak bütün cihanı bir gören komünistlerin örgütlü bir biçimde kanının karıştığı bir deneyimdir. Ve şüphesiz burada savaşmak, Almanya’dan ya da İtalya’dan gelen komünistler için çok daha başka bir anlam ifade eder. Bu hislerle yola çıkan Almanlara, Beimler öncülük eder. Kurdukları bölüğe yoldaşlarıyla birlikte tutsak işçi önderi Thälmann’ın ismini seçerler.

Kutudan çıkan bir enternasyonalist: Hans Beimler - Resim : 4
KUTUDAN KUTUYA

Franco güçlerinin saldırısı Kasım 1936’da Madrid’de yoğunlaşır. Beimler de burada savaşırken girilen çatışmada hayatını kaybeder. 1 Aralık akşamı Madrid radyolarında haberler Alman komünistin ölüm haberini tüm ülkeye duyurur: “Bu akşam saatlerinde, Madrid hendeklerinde, Hans Beimler, Alman Reichstag Parlamento Üyesi, Uluslararası Tugayların ve Thälmann Bölüğünün ilk savaş komiseri hayatını kaybetti. İspanya halkıyla dayanışarak cansiperane hayatını özgürlük ve demokrasi için feda eden bu büyük adamın ardından tutulan yas çerçevesinde İspanya Cumhuriyeti’nde bayraklar yarıya indirildi.”

Kutudan çıkan bir enternasyonalist: Hans Beimler - Resim : 5İşte bu anonsla Beimler’ın cenazesi Barselona’ya gönderilir. Hayatını yollarda, kavgada geçirmiş  bir devrimcinin kat edeceği son mesafelerdir bunlar. Yüzbinlerce kişinin döküldüğü sokaklarda görkemli bir cenaze ile birlikte Barselona’ya memleketinden çok uzaklara gömülür. Kutuda başlayan bebeğin yolculuğu kutuda biter. Ancak bu sefer soğuk bir trende, ona layık görülen berbat bir hayatın en dibinde değil, renk renk insanlardan oluşan yoldaşların omuzlarında çıkartılır mezarlığa.

Kör talihli gariban bu çocuğa acımayın sakın! Kendi kaderini milyonlarla birleştirmiş bu devrimcinin ismini ansanız, mücadelesini hatırlasanız yeter. Eğer yolunuz bir gün Barselona’ya düşerse de o meşhur Montjuïc tepesine çıkarsanız tüm o görkemli mezarları arkanızda bırakın. Ve nihayet karşınızda beliren ve üzerinde ‘Hans Beimler’ yazan basit ve gösterişsiz taşa yolda topladığınız bir çiçek de siz bırakın.

Kutudan çıkan bir enternasyonalist: Hans Beimler - Resim : 6
Hans Beimler'in mezarı
/././


Oscar ödüllü Amerikalı aktör Gene Hackman ve eşinin ölümü: Polise göre ölümler "soruşturulacak kadar şüpheli" -T24-


ABD'de New Mexico eyaleti polisi, Oscar ödüllü aktör Gene Hackman ve eşinin, çift ve köpekleri ölü bulunduğunda "bir süredir" ölü olduklarını açıkladı.

95 yaşındaki Hackman, Santa Fe'deki evlerinin mutfağının yanındaki bir odada , 65 yaşındaki klasik piyanist eşi de banyoda bulundu.

Yetkililer cesetlerde yaralanma izi olmadığını belirtirken olay "soruşturulacak kadar" şüpheli bulundu, ancak ölüm nedenleri açıklanmadı.

Basın toplantısı düzenleyen polis yetkilisi Adan Mendoza "Bir süredir ölmüş gibiler ama ne kadar süre olduğunu şu anda tahmin etmek istemiyorum. Herhangi bir şüpheli durum işareti yok ama bu ihtimal de değerlendiriliyor. Bu bir soruşturma ve tüm ihtimaller masada" dedi.

Hackman gri bir esofman altı, mavi bir uzun kollu tişört ve kahverengi terliklerle bulundu. Yanında da güneş gözlükleri ve bastonu vardı. Dedektifler, aktörün birden düşmüş olabileceğinden şüpheleniyor.

Eve herhangi bir zorla giriş izi de bulunamadı. İçeride de tüm eşyalar yerindeydi.

Evde ayrıca içeride dolaşan iki canlı köpek de bulundu.

Çiftin çiftlik evinin 1 milyon dolar dolayında olduğu kaydedildi.

Evde herhangi bir gaz sızıntısı da bulunamadı.

Dedektifler ihbarı iki bakım işçisinin yaptığını kaydetti.

Yaklaşık 60 yıllık kariyerinde Hackman, iki Akademi Ödülü, iki Bafta, dört Altın Küre ve bir Screen Actors Guild (Oyuncular Birliği) Ödülü kazandı.

Hackman, 1971 yapımı William Friedkin'in gerilim türündeki The French Connection (Kanunun Kuvveti) filminde Jimmy "Popeye" Doyle rolüyle en iyi erkek oyuncu Oscar'ını kazandı.

1992'de ise Clint Eastwood'un Western filmi Unforgiven'da (Affedilmeyen) canlandırdığı Little Bill Daggett karakteriyle en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını aldı.

Hackman, ayrıca Bonnie ve Clyde (1967) filminde Buck Barrow rolüyle, I Never Sang for My Father (Babaya Ağıt-1970) ve Mississippi Burning (Mississippi Yanıyor-1988) filmlerindeki performanslarıyla da Oscar'a aday gösterilmişti.

Ünlü oyuncu Hackman, 1970'ler ve 1980'lerde Superman filmlerinde Lex Luthor karakterini canlandırdı.

Toplamda 100'den fazla rolde yer aldı.

Ayrıca Runaway Jury (Jüri), Francis Ford Coppola'nın The Conversation (Konuşma) ve Wes Anderson'ın The Royal Tenenbaums (Tenenbaum Ailesi) gibi dönemine damga vurmuş filmlerde de rol aldı.

Coppola, Perşembe günü Instagram'da paylaştığı taziye mesajında Hackman'in ölümünden dolayı yaşadığı üzüntüyü dile getirdi.

"Büyük bir sanatçı" olarak nitelendirdiği Hackman için "Harika bir aktördü; işinde ilham verici ve muazzam bir derinliğe sahipti" ifadelerini kullandı.

Star Trek oyuncusu George Takei de sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımda, "Gerçek anlamda sinema devlerinden birini kaybettik" dedi.

Hackman'in beyaz perdedeki son rolü, 2004 yılında Welcome to Mooseport filminde Monroe Cole karakteriydi.

Bu filmden sonra Hollywood'dan çekilerek New Mexico'da daha sakin bir hayata başladı.

1930 yılında California'da doğan Hackman, 16 yaşında yaşını büyük göstererek ABD Deniz Piyadeleri'ne katıldı ve dört buçuk yıl görev yaptı.

Çin, Hawaii ve Japonya'da görev yaptıktan sonra 1951'de terhis oldu.

Askerlik hizmetinin ardından New York'ta yaşayıp çalıştı ve Illinois Üniversitesi'nde gazetecilik ile televizyon prodüksiyonu eğitimi aldı. Daha sonra oyunculuk hayalini gerçekleştirmek için tekrar California'ya taşınmaya karar verdi.

Hackman, California'daki Pasadena Playhouse tiyatro topluluğuna katıldı ve burada genç Dustin Hoffman ile arkadaş oldu.

Oyunculuk hayaliyle ilgili yaptığı bir konuşmada, "Sanırım oyuncu olmayı yaklaşık 10 yaşımdan itibaren istiyordum, belki daha da küçükken" dedi.

"Çocukken izlediğim filmler ve hayranlık duyduğum oyuncular, James Cagney, Errol Flynn gibi romantik aksiyon adamları hep aklımda kaldı."

"O aktörleri izlediğimde, 'Bunu ben de yapabilirim.' diye düşündüm. Ama New York'ta sekiz yıl boyunca iş bulamadım. Kadın ayakkabısı sattım, deri mobilyaları cilaladım, kamyon şoförlüğü yaptım."

"Sanırım eğer içten bir arzunuz varsa ve gerçekten çok istiyorsanız, bunu yapabilirsiniz."

Hackman, "Oyuncu olmak istiyordum ama her zaman aktörlerin yakışıklı olması gerektiğine inanıyordum" demiş ve şöyle devam etmişti:

"Bu düşünce, Errol Flynn'in idolüm olduğu dönemden kalma. Bir sinemadan çıkıp aynaya baktığımda şaşırıyordum çünkü Flynn'e benzemiyordum. Ama kendimi onun gibi hissediyordum."

1963'te yeniden New York'a taşınan Hackman, Off-Broadway yapımlarında ve küçük televizyon rolleriyle sahne almaya başladı.

1970'lerde adını duyurmaya başladı ve The French Connection (Kanunun Kuvveti) filminde New Yorklu dedektif Jimmy 'Popeye' Doyle rolüyle başrol oyuncusu haline geldi.

Bundan sonra, 1972 yapımı felaket filmi The Poseidon Adventure (Poseidon Macerası) gibi yapımlarla beyaz perdenin değişmez isimlerinden biri oldu.

Hackman, ilk eşi Faye Maltese ile 30 yıl boyunca evli kaldı. Çiftin bu beraberliklerinden üç çocukları oldu. Çift, 1986'da boşandı.

İlerleyen yıllarda Hackman ve ikinci eşi Betsy, gözlerden uzak bir yaşam sürdü. İkili, nadiren kamuoyunun karşısına çıktı ve birlikte görüldükleri son etkinliklerden biri 2003 Altın Küre Ödülleri oldu. Bu törende Hackman, Cecil B. deMille Ödülü'nü kazandı.

2008'de Reuters'a verdiği bir röportajda, "Resmi bir basın toplantısı düzenleyip emekliliğimi açıklamadım ama evet, artık oyunculuk yapmayacağım" dedi.

Hackman, beyaz perdeden uzaklaşarak roman yazmaya odaklandığını belirtti.

"Ben bir yıldız olmak için değil, oyuncu olmak için eğitildim. Roller oynamak için eğitildim, şöhretle, menajerlerle, avukatlarla ve basınla uğraşmak için değil" diye konuşan Hackman şunları söyledi:

"Kendimi ekranda izlemek bana duygusal olarak çok pahalıya mal oluyor. İçten içe kendimi hâlâ genç hissediyorum, ama sonra ekrana bakınca torbalanmış çeneyi, yorgun gözleri, dökülen saçlarıyla yaşlı bir adam görüyorum."

Paul Glynn-BBC News Kültür Muhabiri

TKP'den Öcalan değerlendirmesi: 'Silahlar sussun ama sürecin hedefi, zemini ve araçları sorgulanmalı' + Okuyan: Çatışmanın bitmesine itiraz edilmez ama sundukları çerçevede bir tuhaflık var -soL

TKP'den Öcalan değerlendirmesi: 'Silahlar sussun ama sürecin hedefi, zemini ve araçları sorgulanmalı' 

TKP açıklamasında, çatışmaların sona ermesine yönelik çağrılara olumlu bir anlam yüklendiği ancak asıl üzerinde durulması gerekenin, işlemekte olan sürecin hedefleri, zemini ve araçları olduğuna dikkat çekildi.

DEM Parti'nin İmralı Heyeti, PKK lideri Abdullah Öcalan ile gerçekleştirilen görüşme sonrasında düzenlenen basın toplantısında Öcalan’ın mesajını açıkladı. Öcalan PKK'ye kongreyi toplama, silah bırakma ve kendisini feshetme kararı alma çağrısında bulundu.

Türkiye Komünist Partisi, Öcalan'ın çağrısına ilişkin açıklamada bulundu. Açıklamada, çatışmaların sona ermesinin karşı çıkılması mümkün olmayan bir gelişme olduğu vurgulandı ve "TKP bu doğrultuda yapılan çağrılara, varılan ya da varılacak anlaşmalara olumlu bir anlam yüklemektedir" denildi.

Öte yandan açıklamada, asıl üzerinde durulması gerekenin, işlemekte olan sürecin hedefleri, zemini ve araçları olduğuna dikkat çekildi.

Süreçte söz sahiplerinin Cumhur İttifakı ile PKK ve ona bağlı oluşumlar olduğu, bu nedenle “Türk-Kürt kardeşliği” ifadesinin gerçeği yansıtmadığının altı çizildi. Sürecin muhatapları tarafından yeniden gündeme getirilen "Türkler ve Kürtler ittifak yaparsa Türkiye bölgenin en önemli gücü olur” tezine atıfla "Yeni Osmanlıcı" perspektife karşı uyarıda bulunuldu.

'Süreç bütün boyutlarıyla değerlendirilmekte'

Türkiye Komünist Partisi, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin açıklamalarıyla ivme kazanan, Suriye’de bir dizi ülke tarafından desteklenen cihatçı HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesiyle boyutlanan ve Öcalan’ın yolladığı yazılı çağrı ile yeni bir aşamaya geçen sürecin yakından takip edilmekte olduğunu ve yetkili kurulların konuyu bütün boyutlarıyla değerlendirmekte olduğunu açıkladı.

TKP tarafından yapılan açıklamada, "Bugün gelinen aşamada bu değerlendirmelerin bir bölümünü kamuoyu ile paylaşma ihtiyacı duyuyoruz" denildi ve şu değerlendirmelerde bulunuldu:

"1. Türkiye’de yurttaşlarımızın etnik kökenleri üzerinden birbirinden uzaklaşmasına, kanlı bir hesaplaşmanın içine sürüklenmesine, emekçi halkın bölünmesine, sorunların gerçek çözümünden uzaklaşmasına neden olan çatışmaların sona ermesi, kullanılan ifadeyle “silahların susması” karşı çıkılması mümkün olmayan bir gelişmedir. TKP bu doğrultuda yapılan çağrılara, varılan ya da varılacak anlaşmalara olumlu bir anlam yüklemektedir.

2. Bununla birlikte, asıl üzerinde durulması gereken, işlemekte olan sürecin hedefleri, zemini ve araçlarıdır. Bugüne kadar süreçle ilgili tarafların açıklamaları, aldıkları tutum ve sahadaki gözlemlerimizden çıkardığımız sonuç kimi çevrelerin iyimserliğini paylaşmamızı engellemektedir.

3. Her şeyden önce, bu sürecin öznesinin Türkler ve Kürtler olduğu iddiası doğru değildir. Süreçte söz sahibi olan, siyasi iktidar ya da Cumhur İttifakı ile feshedilmesi için çağrı yapılan PKK ve bağlı oluşumlardır. Sınıfsal, ideolojik ve siyasal tercihlerle yürütülmekte olan bir süreç bütün Türkleri ve Kürtleri içine alamaz. Bu bağlamda özellikle iktidar çevrelerinde dile getirilen “Türk-Kürt kardeşliği” ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır.

4. Bundan on yıl kadar önce de dillendirilen “Türkler ve Kürtler ittifak yaparsa Türkiye bölgenin en önemli gücü olur” tezi bugün sürecin muhatabı olan taraflarca yine gündeme getiriliyor. Türkiye’nin sorunları, bölgesel rekabet ve çatışmalarda hamle yaparak çözülmez, tersine yeni sorunlar üretilir. TKP geçmişte olduğu gibi bugün de Yeni Osmanlıcı bir perspektifle Türkiye’nin bölgesel iddialarını artırmaya çalışmasının büyük maliyetleri olacağı konusunda halkımızı uyarmaktadır. Aylardır, kimi yayın organlarında açık bir biçimde savunulan yayılmacı, fetihçi stratejilerin ülkemiz ve halkımız için yıkımdan başka sonuç vermeyeceği ortadadır. Sınırlarının ötesinde hak iddia etmek yerine kendi topraklarımızda bağımsız, egemen, refah içinde bir ülke yaratmalı, yurttaşlarımızın eşitlik içinde özgürce yaşamasını sağlamalıyız. 

5. Bağlantılı olarak Türkiye’de “demokrasi ve kardeşliği” dinsel bir zeminde tesis etme arayışları da son derece tehlikelidir. Kamusal alanda hiçbir sorun dinsel referanslarla çözülemez. Tersine bugün Türkiye’de sorunların bir bölümü laikliğin ayaklar altına alınmasından ve tarikatların tıpkı holdingler gibi memleketin kanını emmesinden kaynaklanmaktadır. Partimiz inanç ve ibadet özgürlüğünün dokunulmaz bir insan hakkı olduğunu vurgularken dinin siyaset ve devlet işlerinin dışına çıkarılması gerektiğini tekrar belirtme ihtiyacı duymaktadır.

6. Sürecin Türkiye’de demokrasinin büyük bir kazanımı olduğuna ilişkin iktidar çevrelerinin iddialarını da şaşkınlıkla izliyoruz. Bugün Türkiye’ye baktığımızda gördüğümüz, derin bir yoksulluk ve muazzam bir toplumsal eşitsizliğin hüküm sürdüğü, adalet duygusunun tamamen yok olduğu, zorbalığın ve kuralsızlığın kural haline geldiği bir ülkedir.

7. Öcalan’ın açıklamasında ima edildiğinin ve yine iktidara yakın çevrelerin sık sık ileri sürdüğünün tersine, PKK Marksist bir örgüt değildir. Milliyetçi temellerde şekillenen bu örgütün kendini feshetmesinin gündemde olduğu bir sırada iktidarın geçmişin sorumluluğunu devrimcilere ve sosyalizme atma uyanıklığına kayıtsız kalmayacağız. Liberalizmle iç içe geçmiş bir milliyetçilikle ve ABD ya da İsrail ile müttefiklikle Marksizm hiçbir biçimde bağdaşmaz.

8. Türkiye Komünist Partisi, bu ülkede ezilenlerin, yoksulların, emekçilerin kardeşliğini emperyalizme, sömürüye, holding ve tarikat düzenine karşı mücadeleyle sağlamak konusunda kararlıdır. Türk, Kürt, hangi kökenden olursa olsun, bu ülkenin zenginliklerinden mahrum bırakılmış büyük çoğunluğunun birliğine bin yıl öncesine dönük hamasi atıflarla değil, bugünün gerçekleriyle ulaşacağız."

                                                    ***

Okuyan: Çatışmanın bitmesine itiraz edilmez ama sundukları çerçevede bir tuhaflık var

Yurttaşları karşı karşıya getiren bir çatışmanın bitmesine kimsenin itiraz edemeyeceğini belirten Okuyan "Türkiye'nin dış politikasına sıkıştırılan bir çerçevede bu meselenin ele alınmasında bir tuhaflık var" dedi.

PKK Lideri Abdullah Öcalan, PKK'ye silah bırakma ve kendini feshetme çağrısında bulundu.

Öcalan'ın çağrısını değerlendiren Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, “Türkiye'de insanları ikiye bölen, yurttaşlarımızı etnik kökenleri itibariyle karşı karşıya getiren çatışmanın bitmesine kimse itiraz edemez” dedi.

Öte yandan Okuyan, Öcalan'ın çağrısında ve iktidarın daha öncesinde yaptığı açıklamalarda yer alan "bölgede iddia taşımaya" ilişkin vurgulara dikkat çekti. 

'Yurttaşları karşı karşıya getiren çatışmanın bitmesine kimse itiraz edemez'

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Öcalan'ın çağrısını değerlendirmek üzere CGTN Türk Radyo'nun canlı yayınına bağlandı.

Açıklamada şaşırtıcı bir taraf olmadığını, çünkü açıklamanın varılan anlaşma doğrultusunda yapıldığını belirten Okuyan, “Dolayısıyla bunun dışında herhangi bir şey olamazdı. Zaten izin verilmezdi” dedi. Okuyan, çağrıyla birlikte yeni bir sürecin başladığını ifade etti ve “Bundan sonra ne tür gelişmeler yaşanacağını hep beraber göreceğiz” dedi.

“Türkiye'de insanları ikiye bölen, yurttaşlarımızı etnik kökenleri itibariyle karşı karşıya getiren çatışmanın bitmesine kimse itiraz edemez” değerlendirmesinde bulunan Okuyan, “Biz Kürt siyasi hareketleri ile mesafeyi açan, AKP'ye de zaten karşı bir partiyiz. Buna rağmen diyoruz ki işin bu kısmı kesinlikle olumludur” ifadelerini kullandı.

Öte yandan sürecin arka planına bakmak gerektiğini vurgulayan Okuyan, sözlerine şöyle devam etti:

“İşte 1000 yıl öncesine referanslar veriliyor. Bu tür açıklamalarda tarihsel referanslara yer verilebilir ama bugünün gerçekliğinde bir karşılığı olduğunu düşünmüyoruz. Yani eğer 1000 yıllık bir kardeşlik varsa son 50 yılda, 100 yılda ya da 200 yılda yaşadığımız neydi?”

'Türkiye Kürtlerle anlaşırsa bölge gücü olur' dendi'

Dünyada ve bölgede önemli gelişmeler yaşandığına ve bu doğrultuda da haritaların değiştiğine dikkat çeken Okuyan, şu ifadeleri kullandı:

“İktidar diyor ki, "Uluslararası alanda son derece önemli gelişmeler olurken ve Türkiye'nin güvenliği tehlikedeyken Kürt halkını, İsrail ve ABD'ye teslim etmeyeceğim. Kürt-Türk kardeşliğini öreceğiz ve bir bölge gücü olacağız". Şimdi bu defalarca tekrar edildi iktidar partisi tarafından.

Aslında Öcalan'ın yaptığı açıklamada da bu doğrultuya uygun bir içerik var. Dendi ki, ‘Türkiye Kürtlerle anlaşırsa bölge gücü olur. Kürtlerle anlaşmazsa Türkiye'nin varlığı tehlikeye girer’.”

Okuyan, söz konusu açıklamaların, “Biz Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan insanlar olarak bu ülkede eşitlik, özgürlük, kardeşlik tesis edemedik ama bölgede bir iddia taşıyacağız” anlamına geldiğini vurguladı.

'Bu mesele bölgesel bir projeyle çözülemez'

Bölgesel bir gerekçeyle Türkiye’deki Kürt sorununun çözülemeyeceğini belirten Okuyan, “Bu mesele bölgesel bir projeyle çözülemez. Güvenlik meselesine ve Türkiye'nin dış politikasına sıkıştırılan bir çerçevede bu meselenin ele alınmasında bir tuhaflık var. Zaten Türkiye tarihinde siyaset alanının ve özgürlüklerin belki de en fazla daraltıldığı bir dönemde ‘Artık Türkiye’de demokrasi var’ denebilecek bir süreç gerçekçi ve dürüst olmaz” dedi.

Sürecin MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başladığını ve ardından Türkiye’nin katkılarıyla Suriye’de Beşar Esat yönetiminin devrildiğini hatırlatan Okuyan, “Şimdi bu rejim değişikliğinin ardından İsrail Suriye'ye yerleşiyor. Buna karşı kimsenin doğru düzgün sesi çıkmıyor. Deniyordu ki ‘İsrail bölgeyi tehdit ediyor, biz önlem almalıyız’. O önlemlerden bir tanesi Suriye'de rejim değişikliğiydi ama tam tersi sonuç verdi” dedi.

Okuyan, sözlerine “Dolayısıyla atılmakta olan adımların Türkiye'nin güvenliğine hizmet mi ediyor? Yoksa adım adım belki de bir Amerika Birleşik Devletleri İsrail planına doğru mu çekiliyoruz?” sorularını yönelterek devam etti ve “Bunu zaman içerisinde göreceğiz. Yani dolayısıyla böyle bugün yapılan açıklamayla Türk-Kürt kardeşliği tespit edildi, Türkiye bölge gücü oldu… Bunlar için çok erken” değerlendirmesinde bulundu.

‘PKK hiçbir zaman sosyalist bir örgüt olmadı’

Öcalan’ın çağrısında “PKK’nin Soğuk Savaş etkisinde kurulduğuna ve reel sosyalizmle ilişkisine” dair atıflar hakkında da konuşan Okuyan, PKK’nin hiçbir zaman sosyalist, Marksist bir örgüt olmadığını ifade etti.

Okuyan, PKK’nin her zaman milliyetçi bir örgüt olduğunu belirtti ve şöyle konuştu:

"Öcalan, eski Marksist kökenlerinden arındığına dair bir değerlendirme yaptı. Gerçeklerle bağdaşmıyor, çünkü bu örgüt başından ulusalcı çizgide bir örgüttü, Marksist bir örgüt değildi, sosyalist bir örgüt değildi. Dönemin ruhu nedeniyle bir etkileşim içerisine girdi ama Sovyetler Birliği'nin var olduğu dönemde dünyadaki aslında birçok örgüt sol jargon kullandı ve etkileşim içerisine girdi.

Türkiye'de de Kürt sorunun tartışılması sol tarafından, özellikle 1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi tarafından gündeme getirilen bir olguydu. Tabii ki bir etkileşim vardı ama bu örgütün Marksist bir örgüt olduğunu söylemek yanlış olur. Biz bunu yıllarca söyledik. Marksist örgüt sınıfsal bakar meselelere, oysa onlar milliyetçi, ulusal pencereden bakan bir örgüttür."

‘Halkların kardeşliği iyi bir şeydir’

Okuyan, çağrının olumlu sonuçlanıp sonuçlanmayacağına ilişkin soruya da cevap verdi.

“Halkların kardeşliği iyi bir şeydir. Etnik temellerde bir düşmanlığın kimseye faydası yoktur” diyen Okuyan, sözlerini şöyle noktaladı:

“Türk-Kürt kardeşliğini İslam temelinde tesis edeceğiz’ diyenler de var. Bu Türkiye'nin daha da dincileşmesi anlamına gelir. Yeni Osmanlıcı hayaller ya da bu stratejinin bir parçası olarak gündeme gelebilir.

Türkiye, ‘Biz Kürtlerle ittifak halindeyiz’ deyip bölgede başka hedefler yani bugünkü sınırların değişmesine ya da Türkiye'nin bazı ülkelerle karşı karşıya gelmesine hizmet edecek bir şeye de biz ‘Ne güzel anlaştılar’ diye alkış tutmayız.”

soL

Devrimci abide kadın! + İklim Kanunu’nda kömürün adı geçmiyor -BİRGÜN

 Devrimci abide kadın! -Nazım Alpman-

Hayatının tamamını (çocukluk ve öğrencilik yılları dışında) Türkiye devrimine adayan çok değerli büyük bir insan olan Sevim Belli’yi 27 Şubat 2025 Perşembe günü (bugün) sonsuzluğa uğurluyoruz. Belli ve yakın mücadele arkadaşlarının büyük çoğunluğu “kendilerini halkları için feda etmek” üzere yola çıkmışlardı.  Sevim Belli (Tarı) bu kuşağın en parlak temsilcilerindendi. Sosyalizme gönül verip Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) girmesi sınıfsal değil tamamen “ahlaki” sebeplerden kaynaklanıyordu. Kapitalizmin ahlaksız sömürü düzeninde emekçilerin acımasızca ezilmelerine razı olmadığı için mücadeleye girişti. Tanımadığı insanların kurtuluşu adına kendisini feda etmek erdeminin nasıl olabileceğini gösterdi, adeta şöyle dedi:

-Sosyalist, komünist olabilmek işte böyle bir şeydir!

Sevim Belli’nin yaşamı varlıklı bir aile içinde İstanbul’da başladı. Yıl 1925, Türkiye Cumhuriyeti henüz iki yaşında. Babası İsmail Hakkı Bey, emniyet teşkilatında üst düzey makamlara çıkmış bir bürokrat, annesi Rizeli ünlü armatör Rıza Beyin kızı Ayşe Kalkavan’dı. Beylerbeyi’nde Nazım Kalkavan yalısında büyüdü Sevim Belli.

1949 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirip Amerika’ya gidiyor. Uzmanlık içinse Paris’te eğitime başlıyor. Görüldüğü gibi İngilizce ve Fransızcayı son derece iyi biçimde konuşabiliyor.

Bu özel yeteneğini inanılmaz bir çalışma ile Türkiye’ye armağan ediyor. Neredeyse sol klasiklerin tamamı onun elinden geçiyor. Şu isimlere bakar mısınız? Karl Marx, Fredrich Engels, Vladimir İlyiç Lenin, Charles Darwin, George Politzer, İbn-i Haldun, Zubritski Mitropolski… Bu köşenin okurları, Sevim Belli’nin sevenleri yukarıdaki yazarların hangi kitapları yazdıklarını fazla zorlanmadan bilirler. Söz konusu kitapları okumuş bir doktor olmak bile başlı başına övgüyü hak ediyor. Ama Sevim Belli, oturmuş bir de çevirmiş!

Bırakın bir yabancı dili Türkçeyi bile doğru dürüst telaffuz edemeyen yüksek mevkilerdeki “önemli” adamların kararlarıyla bu nitelik abidesi insan 1951’de tarihe “Büyük komünist tevkifatı” adıyla geçen operasyon sonunda tutuklanıp hapse atıldı.

1957’de Türkiye solunun bir başka efsanesi olan Mihri Belli ile evlendi.

Cezası bitip de hapisten çıkınca doktorluk yapmasına izin verilmedi. Sevim Belli de çocukları Hayrettin ve Emre’yi alıp 1964’te Cezayir’e gitti. Yurda döndükten sonra düşünceleri hâlâ suçtu! 12 Mart 1971 Askeri Darbesi sırasında yeniden tutuklandı üç yıl hapishanelerde kaldı.

12 Eylül 1980 Darbesinden sonra bu sefer de eşi Mihri Belli ile Stockholm’e gitti mesleğine orada devam etti.

Sevim Belli’ye çektirilen çileler kendisi ile sınırlı kalmadı.

Küçük oğlu Emre Belli 12 Mart dönemi sırasında ilkokulu bitirmişti. Bütün zor girilen okulları kazandı. Annesi onu Galatasaray Lisesine yazdırmak için okula götürdü. Baba Mihri Belli yoktu çünkü, hakkında yakalama kararı olduğu için kaçak durumdaydı!

Lisenin müdür yardımcısı “mabat” korkusundan Emre’yi okula kaydetmek istemedi.  Babası yakalanırsa Milli Eğitim Bakanlığı bizden hesap sorar, bazı öğretmenler sağcıdır katiyen geçer not vermezler sizin çocuğunuza, arkadaşları onu döver solcu çocuğu olduğu için gibi Galatasaray Lisesinin tarihine karşı da zedeleyici ifadelerle uzaklaşmalarını sağladı. Bunun üzerine Sevim Belli çocuğunu aldı ve Saint-Joseph Lisesine kaydını yaptırdı.

Bitti mi? Hayır! Hasan Pulur ağabeyimiz 12 Mayıs 2006’da Milliyet’teki köşesinde bir gazete haberini kendine konu olarak seçmişti:

"Sakıncalı doktor, mucize yarattı. "İkinci başlık da şu: ‘Türk solunun ünlü isimleri Mihri Belli ve Sevim Belli’nin oğlu olan ve sakıncalı bulunduğu için Türkiye’de ihtisas yapamayan Dr. Emre Belli, Fransa’da bir mucizeye imza attı.’

Doğan Haber Ajansı’nın (DHA) muhabiri Saadet Oruç’un Paris’ten bildirdiğine göre Dr. Emre Belli ‘Doğuştan kalp anomalisi nedeniyle Türkiye’de ameliyat edilememiş 4 aylık bebeği ailesi Fransa’ya götürmüş, orada çocuk, kalp cerrahisi uzmanı Dr. Emre Belli tarafından ameliyat edilmiş ve yaşama dönmüş...’

Görüldüğü gibi bizim ülkede devletin “devamlılık ilkesi” katiyen intikamcı çizgisinden sapmıyor!  Emre Belli’nin de ihtisasını devletin güvenlik birimleri sakıncalı buluyor. Adam parlak bir doktor olmuş, sen hangi zekâ ile bunu sakıncalı buluyorsun? Bu soruları kimseler sormadı.

Sevim Belli bu ülkede 100 yıl insanlara faydalı olmak için elinden geleni yaptı. İyilikleriyse her dönemde “hapis cezalarıyla” ödüllendirildi!

Sevim Belli’yi gençlik yıllarımdan uzaktan tanıdım, saygı duydum. Son yıllarda ise yakınında olma şansını elde ettim, çok sevdim. Akın Birdal ile Vedat Türkali belgeseli için Cihangir’deki evinde çokça zaman geçirdik. Vedat Ağabeyin doğum günlerini Sevim Belli ile birlikte kutladık. Türkali’yi uğurlarken mezarı başında yan yanaydık. Sonra Vedat Türkali gecesinde birlikte kürsüye çıkmamız istenince sahneye ele ele yürüdük. Bu son yıllar da benim ödülüm oldu.

Türkiye’de sağ, siyaseti zenginleşme aracı olarak görürken, sosyalistler/komünistler özveri ile halkı bilinçlendirmek uğruna kendilerini feda etme sanatı olarak kabul ettiler. Bu gelenek birinci kuşak solcuların armağanı oldu sonradan gelenlere… O geleneğin ön sırasında da Sevim Belli vardı:

-Devrimci abide kadın!

(Nazım Alpman)

                                                       /././

İklim Kanunu’nda kömürün adı geçmiyor-Özgür Gürbüz-

Uzun zamandır beklenen “İklim Kanunu” en sonunda Meclis’te görüşülmeye başlandı. Komisyonlardan geçip Genel Kurul’da kabul edilirse Türkiye’nin ilk İklim Yasası olacak. Türkiye’nin iklim kriziyle mücadelesinin kurallarını koyması beklenen yasanın ambalajı güzel ama içi boş.

İklim yasasından haliyle iklimi değiştiren seragazı emisyonlarını azaltacak önlemleri belirlemesini, kurallar ve yasaklarla petrol, kömür ve gaz kaynaklı fosil yakıtlarla mücadele etmesini beklersiniz. Beklemeye devam çünkü yasanın içinde böyle bir madde yok. Emisyon azaltımı yok, kömür santrallarının kapatılması yok. İklim krizinden etkilenen dezavantajlı gruplara, olası bir adil geçiş sürecinde bu süreçten etkilenecek işçilere nasıl destek olunacağına dair somut bir düzenleme de yok. Ne var? “Yeşil büyüme” var, taslak metinde 12 ayrı yerde bahsi geçiyor. “Emisyon ticareti” var; 11 kez uzun haliyle, 54 defa da kısa adı olan “ETS” şeklinde yazılmış. Fosil yakıt (kömür, petrol ve gaz) yok ama ticaret var. Gönüllü karbon piyasaları bile metinde var ama sorunun kaynağı yok.

Doğa koruma mücadelelerinden tanıdığımız 100’e yakın kuruluş change.org üzerinden bir imza kampanyası başlattı. “İklim krizine neden olan tarım, enerji, sanayi ve madencilik politikalarında hiçbir değişiklik getirmeyen, iklim krizinin yol açtığı seller, fırtınalar, yangınlar gibi afetler için hiçbir önlem öngörmeyen, işçilerin haklarını güvence altına almayan, kadınların ve dezavantajlı grupların iklim krizi nedeniyle uğrayabileceği ayrımcılığı gözetmeyen, bir kanun gerçek bir İklim Kanunu değildir” diyorlar. Polen Ekoloji, söz konusu yasaya, “emeği ve doğayı konu dışı tutarak sömürü ve tahribatın devam etmesi için AB’nin “Yeşil Yeni Düzeni” çerçevesinde alternatif bir saha yaratmak istiyor” diyerek itiraz ediyor. Yasa hazırlanırken muhataplarına sorulmadığı ortada. Hükümet yine bildiğini okumuş.

İklim Kanunu’na bakınca, iklim sorununun doğayla ya da fosil yakıtlarla ilgili olmadığını, bir ticari mesele olduğunu bile düşünebilirsiniz. Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması ve Yeşil Taksonomi’ye girişi hazırlayan, emisyon ticareti ile de fosil yakıt üreticilerine kurtuluş reçetesi sunan bir yasadan bahsediyoruz. Emisyon ticareti itirazlara rağmen tüm dünyada kullanılan ancak karbon vergisi gibi önlemlere göre arkadan dolanmaya uygun bir mekanizma.

Basitçe tarif edersek, ETS (Emisyon Ticaret Sistemi) kapsamında enerji üretimi yapan bir şirkete o yıl atmosfere bırakabileceği seragazı emisyonu miktarını belirleyen bir kota verilecek. 100 birim diyelim. Şirket 80 birim emisyon üretirse, kullanmadığı 20 birimlik hakkını başka bir şirkete para karşılığı satabilecek. 110 birim emisyon üretirse, cezalı duruma düşmemek için 10 birim karbon kredisini başka bir yerden satın almak zorunda kalacak. Karbon kredilerinin fiyatını, ETS içinde yer alan firmaların performansı belirleyecek. Herkes kotanın üzerine çıkarsa temiz karbon kredisi bulmak için ödenecek bedel artacak. Herkes emisyonlarını azaltırsa piyasada çok sayıda temiz karbon kredisi olacağı için bu kredilerin değeri düşecek. Arz talep meselesi, borsa gibi.

Burada tuzak şu. Şirketlere kredi toplamak için çokça seçenek veriliyor. Yenilenebilir enerji santralları üretim yaparken kömürlü termik santrallara göre çok az seragazı emisyonu ürettiği için aradaki fark kadar temiz karbon kredisi kazanıp, bunları piyasada satabiliyorlar. Kömür santralı olan bir şirket de iklimi değiştiren santralını kapatmak yerine bu kredileri toplayarak işine devam edebiliyorlar.

Daha da kötüsü, fidan dikmek gibi etkisi çok tartışılan yöntemlerle bile karbon kredisi toplayabiliyorlar. Türkiye’deki enerji şirketlerinin çoğunun hem fosil yakıtla hem de yenilenebilir enerjiyle üretim yapan santralları var. Birinden alıp ötekine verebilirler. Kotaları belirleyen hükümet ipin ucunu sıkı tutmaz, kotaları bol keseden dağıtırsa aynı tas aynı hamam yola devam ederiz. Hükümetin ipin ucunu sıkı tutması da onun emisyon hedefine bağlı. Türkiye’nin ne seragazı emisyonlarını azaltma hedefi var ne de taraf olduğu Paris Anlaşması’nın bir bağlayıcılığı. Avrupa Birliği gibi emisyon ticaretinin uygulandığı yerlerde, o birlik ve ülkelerin emisyon azaltım hedefleri var. Bu hedeflere ulaşmak için ülkeler kota işini sıkı tutmak, emisyon azaltımı yapmasını istediği sektörlere buna göre kota vermek zorunda.

Türkiye’de emisyon azaltım hedefi yok. Termik santralları kapatma kararı yok. Ulaşımda petrolden kaçma politikası yok. Bunların hiçbiri yok ama yasa geçerse emisyon ticareti olacak. Bol bol ticaret yapacağız, ucuza topladığımız krediler sayesinde iklimin canına okumaya devam edeceğiz.

(Özgür Gürbüz)

                                  


Öne Çıkan Yayın

Cumhuriyet "Köşebaşı" -28/Temmuz/2025-

‘Süreç’ üzerine notlar - Ergin Yıldızoğlu- Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebi...