Emperyalizmin 'kukla halife' projesi -Sinan Meydan / Cumhuriyet

26 Kasım 1919’da, İngiliz Yüksek Komiseri A. Ryan, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan Forbes Adam’a gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “Halifenin dünyevi gücünün İngiltere’den başka herhangi bir devletin denetimine geçmesine izin vermemek İngiltere’nin başlıca politikası olmalıdır.” 

101 yıl önce, 3 Mart 1924’te, TBMM Halifeliği kaldırdı. Böylece laik cumhuriyetin, ulus devletin; ulusal egemenliğin ve ulusal birlik bütünlüğün önündeki en büyük engel ortadan kaldırıldı. 

Peki, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının iddia ettiği gibi Halifeliğin kaldırılmasını İngiltere mi istedi?

KUKLA HALİFE

I. Dünya Savaşı ve sonrasına ait İngiliz ve Amerikan belgelerine bakıldığında, emperyalist ülkelerin Türkiye’de saltanatın ve halifeliğin kaldırılması gibi bir düşüncesinin olmadığı görülüyor.

Örneğin, “ABD’nin Dış İlişkilerine İlişkin Belgeler”in 1919 yılı Paris Barış Konferansı tutanaklarına göre, 14 Mayıs 1919 Çarşamba günü, saat 16.00’da, ABD Başkanı Woodrov Wilson’un evinde İngiltere Başbakanı Lloyd George ve Fransa Başbakanı M. Clemenceau arasında yapılan bir toplantıda, Türkiye’nin parçalanması ve yönetimi konusu ele alındı. 

O toplantıda ABD Başkanı Wilson, “Anadolu’yu ikiye bölelim; Türkler güneyde yaşasınlar,” önerisinde bulununca, İngiltere Başbakanı, “Sultanın Konstantinopolis’te gözetim altında kalması gerektiğini” söyledi. ABD Başkanı, “Güney Anadolu’nun -Türkler için- ayrı bir birim olarak oluşturulması gerekir,” deyince, Fransa Başbakanı, “Türklerin başına kimin yönetici atanacağını” sordu. Bu soruya İngiltere Başbakanı, “Sultan olsun!” diye yanıt verdi. ABD Başkanı ise “Türklerin bir yönetici seçip seçemeyeceklerini” sordu. Bunun üzerine İngiltere Başbakanı, “Bunun (seçimin), onu (Türkiye’yi) cumhuriyet yapacağını” söyledi. ABD Başkanı, “Buna itirazı olmadığını!” belirtince, İngiltere Başbakanı, “Bu durumda Halife ile ilgili zorlukların ortaya çıkacağını” belirtti. Bunun üzerine Fransa Başbakanı, cumhuriyete geçilmesi ve seçim yapılması durumunda bir Fransız ve bir İtalyan’ın aday olmasının her zaman sürtüşme ve sorunlara neden olacağını belirterek, “Padişahın ailesinden bir şehzade çıkarılmasını ve Anadolu’da hüküm sürmek üzere atanmasını” önderdi. ABD Başkanı ise “Sultanın ailesinden bir üyeyi İtalyanların seçmelerini” önerdi. Fransız Başbakanı da “Güney Anadolu’nun daha sonra İtalyan mandasında bağımsız bir devlet olacağını” söyledi. Sonunda ABD Başkanı Wilson’un önerisi üzerine, Anadolu’nun siyasi olarak ikiye ayrılması ve ayrılma yönteminin ileride değerlendirilmesi prensipte kabul edildi.1 Anadolu’da Türklerin yaşayacakları bölgede kendi yöneticilerini kendilerinin seçmeleri, yani cumhuriyet yönetimine geçilmesi ise kabul edilmedi. Çünkü İngiltere ve Fransa, Türkiye’de cumhuriyet olursa ve Türkler kendi yöneticilerini seçerse, Türkleri kontrol edemeyeceklerini düşünüyorlardı. Bu nedenle Fransa Başbakanı M. Clemenceau, kolayca kontrol edebilecekleri bir şehzade atayıp Türkleri onunla kontrol etmeyi önerirken, İngiltere Başbakanı Lloyd George ise Türkiye’yi, İstanbul’da kontrol altında tutulacak sultanın-halifenin yönetmesini istemişti. Sevr Antlaşması öncesinde, emperyalizmin “kukla halife” planı buydu.2

LORD CURZON’UN “VATİKAN FORMÜLÜ”

1919-1920 yıllarında İtilaf Devletleri, bir ara Türkleri İstanbul’dan atmayı düşündüler. Bu proje kapsamında halife-sultanın durumunun ne olacağını da tartıştılar. Örneğin, Londra’da yapılan İngiliz-Fransız görüşmelerinde, Türkleri İstanbul’dan atmak gerektiğini ileri süren Lord Curzon, “Vatikan Formülü” diye bir formül geliştirerek Türkiye’nin siyasi başkentini Anadolu’ya kaydırmayı, dini başkentini ise İstanbul’da bırakmayı önerdi. Nasıl ki Papa Vatikan’da oturuyorsa Halife de İstanbul’da oturacaktı. Böylece İstanbul Vatikanlaştırılmış olacaktı. Bu İngiliz projesinin basına sızması üzerine 11 Ocak 1920’de Mustafa Kemal Paşa, 8-21 Ocak 1920’de de Anadolu’dan 117 kişi, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği’ne protesto telgrafları çekerek bu projeye karşı çıktı.3

Görüldüğü gibi İngiltere, halifeliğin kaldırılmasını değil, İstanbul’u “Müslümanların Vatikanı” yapıp halifenin orada oturmasını istiyordu. 

İNGİLTERE HALİFEYİ KORUYUP KOLLADI

26 Kasım 1919’da, İngiliz Yüksek Komiserliği’nden Ryan, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan Forbes Adam’a gönderdiği mektupta, “Halifenin dünyevi gücünün İngiltere’den başka herhangi bir devletin denetimine geçmesine izin vermemek İngiltere’nin başlıca politikası olmalıdır” diyordu.4 

Çünkü İngiliz emperyalizmi, bir meclisi değil, bir adamı (sultan-halifeyi) kontrol edip kullanmanın daha kolay olduğunu çok iyi biliyordu. Bu nedenledir ki, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ettiklerinde –teslimiyetçi ve işbirlikçi- o tek adama, sultan-halifeye dokunmadılar, hatta onu korumaya aldılar.5  Buna karşın Osmanlı Mebusan Meclisi’ni bastılar, bazı milletvekillerini tutuklayıp Malta’ya sürdüler. Padişahın, meclisi kapatıp “milli iradeye” son vermesine zemin hazırladılar. İngilizler, daha sonra da 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan TBMM’yi, dolayısıyla yine “milli iradeyi” etkisiz hale getirmek için işbirlikçi Saray Hükümeti eliyle bir iç savaş çıkardılar ve Yunan ordularını Anadolu içlerine sevk ettiler. 

SEVR’İN KUKLA SULTAN-HALİFESİ

10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’na göre İtilaf Devletleri, Osmanlı Saray Hükümetinin ve padişahın İstanbul’daki haklarına ve sıfatlarına dokunulmayacaktı. “Majeste Padişah” İstanbul’da oturmak ve İstanbul’u başkent tutmak özgürlüğüne sahipti. Fakat Osmanlı yönetimi bu antlaşmaya uymazsa ve özellikle “soy, din ve dil azınlıklarının haklarına saygı göstermezse” Müttefikler bu hükmü değiştirme hakkına sahipti. Türkiye, Müttefiklerin İstanbul konusunda verecekleri kararı kabul etmek zorundaydı. (Sevr Antlaşması, madde 36). Böylece İstanbul’da oturmasına izin verilen halife-sultan, emperyalizmin kuklası haline getiriliyordu. Ayrıca Sevr Antlaşması’nın 139. maddesinde, “Türkiye’nin, başka ülkelerdeki Müslümanlar üzerinde her çeşit egemenlik ve yargı hakkından vazgeçeceği” belirtilerek, “kukla” halife-sultanın, olası Panislamist politikasının da önüne geçilmek isteniyordu. Cahit Kayra’nın dediği gibi, İstanbul’da oturan halife, “Müttefik Devletlerin, özellikle İngilizlerin hizmetinde bir halife olarak İslam dünyasının Batılılar tarafından yönetilmesine yardımcı olacaktı.” (6)    

İNGİLTERE HALİFEYE BARINAK ARIYOR

Halife-Sultan Vahdettin, İngilizlerle “Halifelik pazarlığı” da yapmış; 25 Mart 1922’de Sadrazam Tevfik Paşa eliyle İngilizlere sunduğu bir gizli projede, Boğazlar bölgesini İngiltere’ye bırakmayı, buna karşı İngiltere’nin, “Hilafetin koruyucusu ve ortağı olduğunu” İslam dünyasına açıklamasını istemişti.(7)

Kurtuluş Savaşı kazanıldı. Emperyalizm ve yerli işbirlikçisi durumundaki Saray Hükümeti ve Sultan-Halife Vahdetin de yenildi. 

TBMM, Atatürk’ün isteği ile 1 Kasım 1922’de saltanatla halifeliği birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdı. 

İngiltere, o günlerde halifeye bir “barınak” ayarlayarak onu kullanmayı düşünüyordu. Örneğin, İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Ronald Lindsay, 6 Kasım 1922 tarihli bir raporda şöyle diyordu: “Fırsattan yararlanarak padişaha Kıbrıs’ta siyasi barınak önermek veya ona görevinden istifa etmemesini telkin ederek İslam ülkelerinin gözünde saygınlığımızı yükseltme olanağını incelemekte yarar olabilir. Halifenin, İngiltere tarafından Türkiye’deki ulusçulara ve cumhuriyetçilere karşı korunması Hindistan ve öteki İslam ülkelerinde pek etkili olabilir.” İngiltere Dış İşleri Bakanlığı Müsteşarı Crowe, bu öneriyi şöyle yorumluyordu: “Padişaha siyasi barınak verme önerisi dikkatle incelenmelidir. Ona barınak olarak Hindistan’ı önerebiliriz; ama bu denli bir öneri Hindistan’da halifeye karşı bir soğukluk yaratabilir.” Bu konuya kafa yoran Lord Curzon da “Padişaha siyasi barınak veririm; ana bu nerede verilebilir? Lütfen bu konuyu tartışınız,” diyordu.8

Görüldüğü gibi İngiliz yetkililer, halifeliğin kaldırılmasını değil, halifeye siyasi barınak vererek onu kontrol edip kullanmayı düşünüyordu.

HALİFE İNGİLİZLERE SIĞINDI

Halife Vahdettin, 17 Kasım 1922 İngiliz Malaya zırhlısına binip ülkeden kaçtı. İngiltere yukarıdaki düşüncelerle Halife Vahdettin’e yardım etti. Ertesi gün TBMM, Vahdettin’in halifelik sıfatını kaldırıp onun yerine Osmanlı ailesinden Abdülmecit Efendi’yi yeni halife seçti. 

Ancak İngilizlere sığınıp ülkeden kaçan Vahdettin, hâlâ “halife” sıfatını kullanıyordu. Vahdettin, Hicaz Kralı Hüseyin’in davetini kabul ederek 15 Ocak 1924’te Hicaz’a gitti. Fakat Hicaz’da Araplar kendisini halife olarak tanımadılar. İngiltere, artık hiçbir işe yaramayacağını gördüğü Vahdettin’i “istenmeyen adam” ilan etti. Vahdettin’in, İtalya’nın San Remo kentinde oturmasına izin verildi. İngiltere, halife olmak isteyen Hicaz Kralı Şerif Hüseyin’le ilgilenmeye başladı.

İngiltere’nin halifelik entrikalarını yakından takip eden Mustafa Kemal (Atatürk), sorunu kökten çözmek için halifeliği tamamen kaldırma zamanının geldiğine karar verdi. O günlerde İngilizler ise Mustafa Kemal’in halifeliği kaldıracağını değil, “Halifeliği Vatikanlaştıracağını” düşünüyordu.(9) Ancak 3 Mart 1924’te TBMM, halifeliği tamamen kaldırdı. Halifeliğin kaldırılması İngiltere’de bazı çevrelerde şaşkınlık ve kızgınlık yarattı. Örneğin, İngiliz gazetesi Daily Telegraph, halifeliği kaldıran Türkiye’ye ateş püskürdü.(10) 

Bu arada Türkiye’nin Lozan’da İngilizlerle bir gizli antlaşma yaptığı ve Halifeliği bu nedenle kaldırdığı iddiası tamamen uydurmadır. (11)

ATATÜRK EMPERYALİST PLANI BOZDU

Emperyalist ülkelerin çıkarları, Türkiye’nin bağımsızlığını, çağdaşlaşmasını ve demokratikleşmesini değil, daha bağımlı olmasını gerektiriyordu. Bunun için de Türkiye’de dinsel hukukun ve kontrol altında bir sultan-halifenin varlığı, emperyalizmin zararına değil, yararınaydı. Çünkü bu sayede Türkiye’de çok hukuklu sistem ve adli kapitülasyonlar devam edecek, böylece İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar… Türkiye’deki eski ayrıcalıklarını koruyup yeni ayrıcalıklar elde edecekti. Ayrıca “kukla halife” sayesinde Türkiye’deki ve sömürgelerindeki Müslümanları kontrol etmeyi deneyeceklerdi. İşte Mustafa Kemal (Atatürk) ve arkadaşları (Kemalistler), önce Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak, sonra Lozan’da tam bağımsızlık elde ederek, sonra da üzerine sultan-halife gölgesi düşmeyen çağdaş, laik bir cumhuriyet kurarak bu emperyalist planı bozdular.

Sinan Meydan / Cumhuriyet     

KAYNAKLAR-DİPNOTLAR

1.Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, Volume V, Document 66, https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1919Parisv05/d66 , (Son erişim, 2 Mart 2025)

2. Sinan Meydan, Lozan: Onurlu Barış, İstanbul, 2024, s. 339-340. 

3. Bilal N. Şimşir, Atatürk ve Cumhuriyet, İstanbul, 2006, s.62, 66-70

4. Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, Ankara, 2007, s. 79.

5. Sonyel,  s. 61; Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, C.1, 2.bas, İstanbul, 1992, s. 414, 157.

6. Cahit Kayra, Sevr Dosyası, Nasıl Yapıldı Nasıl Yırtıldı?, İstanbul, 2004, s.86.

7. Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleri İle Sakarya’dan İzmir’e, İstanbul, 1972, s. 388-390. 

8. FO. 371/7910/E, 12293; Sonyel, Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Milli Mücadele, s.198.

9. Bilal N. Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk, Ankara, 1999, s.115-125.

10. Şimşir, s. 136-137.

11. Meydan, s. 338-339.

SÖZCÜ "Gündem" -5 Mart 2025-

Bakan Ersoy'un eşinin paylaşımına tepki yağıyor: Yarım saatte bir ücret alınmasını savundu

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un eşi Pervin Ersoy'un bir paylaşımı daha tepki çekti. Pervin Ersoy kafelerde yarım saatte bir ücret alınması uygulamasını savundu. Daha önce de sosyal medya paylaşımları nedeniyle eleştirilerin odağında olan Pervin Ersoy bir sayfanın  "Kafelerde taksimetre uygulaması başlatıldı. İlk siparişten sonra yeni sipariş vermeyen müşterilere her yarım saatte bir kişi başı 50 TL ekstra ücret yazılacak" iddiasını "Bu haber doğru ise çok isabetli karar olmuş. Bütün gün masa işgal edip gelen insana yer vermeyen saygısızlara iyi olur." notuyla paylaştı.

                                                  ***

Bakanlıktan AKP reklamı -Deniz Ayhan-

“Onlar Konuşur AK Parti Yapar” başlığıyla yayınlanan Bakanlık haberinde, “Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) tarafından dar gelirli aileler için yapılacak olan sosyal konutların inşası devam ediyor. Ankara’nın Sincan ilçesinde 18 etap olarak planlanan sosyal konutların 11 etabı tamamlandı. Evlerine taşınan vatandaşların görüntülerini paylaşan Bakan Kurum, ‘23 yıldır böyle… Onlar konuşur, AK Parti yapar’ dedi” ifadesi yer aldı.(https://www.sozcu.com.tr/bakanliktan-akp-reklami-p147448)                                              ***

Cumhuriyet kazanımı 80 yıllık fabrika kapanıyor -Evren DEMİRDAŞ-

Elazığ’da, üzüm üretimini geliştirmek ve çiftçiye destek olmak amacıyla devletin 1944’te kurduğu, 2004’te ise AKP tarafından özelleştirilen şarap fabrikasının yıl sonuna kadar kapanacağı öğrenildi.(https://www.sozcu.com.tr/cumhuriyet-kazanimi-80-yillik-fabrika-kapaniyor-p147451)

                                                                  ***

AKP yüzyılı: Kuyruklar aldı başını gidiyor

AKP yüzyılında ucuz et kuyrukları sürüyor. Ekonomik zorluklar nedeniyle ete hasret kalan halka bu kez Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB), el uzattı. Başkent Marketlerde ve Mobil Market araçları önünde uzun kuyruklar oluştu.Ankara Büyükşehir Belediyesi, Ramazan ayında uygun fiyatlı et satışına başladı. Başkentlilerin sağlıklı, kaliteli ve hijyenik koşullarda uygun fiyatlı ve yerli gıdaya ulaşması amacıyla hizmet veren Başkent Marketlerde ve Mobil Market aracıyla Ramazan ayı sonuna kadar sürecek olan uygun fiyatlı et satışı uygulaması ilkgününde yoğun ilgi gördü.(5 BİN 433 KİLOGRAM KIRMIZI ET SATILDI)  Vatandaşların  yüzde yüz yerli besi hayvanlarından elde edilen sağlıklı, kaliteli ve hijyenik et ürünlerine ulaşmasını kolaylaştıran uygulamanın ilk gününde; 2 bin 304 kilogram kıyma, 2 bin 151 kilogram kuşbaşı, 635 kilogram sucuk ve 343 kilogram yemeklik/haşlamalık et olmak üzere toplam 5 bin 433 kilogram kırmızı et satışı gerçekleştirildi.(KUŞBAŞI 499, KIYMA 419) Ramazan ayı boyunca sürecek olacak uygulama kapsamında, kıyma kilogramı 419 TL, kuşbaşı 499 TL, yemeklik/ haşlamalık et 419 TL ve dana sucuk 499 TL’den satışa sunuldu. Tavuk ürünlerinde de kampanyalı fiyatlar uygulanıyor.

                                             ***
Bakan Memişoğlu'ndan halka tavsiye: Midenizi tam doldurmayın

Halkın büyük bölümünün ekonomik zorluk çektiği şu günlerde Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu'ndan halka dikkat çeken bir tavsiye geldi. Dünya Obezite Günü nedeniyle Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu, açıklamada bulundu. Toplumun yüzde 60'nın kilolu olduğunu ifade eden Memişoğlu, şu ifadeleri kullandı;("HAREKET EDİN, MİDENİZİ TAM DOLDURMAYIN") *Halkın yüzde 25 ise aşırı kilolu. Kalbiniz daha büyük bir alana hizmet etmek durumunda. Ayak bileğiniz, dizleriniz, eklemleriniz daha büyük bir yapıya hizmet etmek durumunda.  *Böbreğiniz daha çok çalışmak durumunda, karaciğeriniz daha çok yağ yakma durumunda. Her şeyinizi siz israf ediyorsunuz esasında kilonuz varsa. Akciğeriniz nefes alamıyor, iki adım atıyorsunuz nefes nefese kalıyorsunuz. *Birçok sağlık sorunu fazla kiloyla bağlantılı. Kilo vermenin iki temel yolu var. Hareket edeceksiniz, midenizi tam doldurmayacaksınız.

                                                   ***
(SÖZCÜ)

Vatikan’da dönen dinsel entrikalar ve Papa’ların sırları -Atilla Dorsay / T24

Filmin zirvesi bu: tüm dinlerin ayni biçimde ve benzer ölçüde merhamete, adalete, hoşgörüye, insancıl değerlere önem vermesini tavsiye etme gereği... Orada, pek ‘mümin’ olmasanız da, şapka diyorsunuz!..


KONSEY

X  X  X  

(Conclave)

Yönetmen: Edward Berger
Senaryo: Peter Straughan
Görüntü: Stephane Fontaine
Müzik: Volker Bertelmann
Oyuncular: Ralph Fiennes, Lucian Msamati, Stanley Tucci, John Lithgow, Bruno Novelli, Thomas Loibl, İsabella Rossellini, Rony Kramer

ABD-İtalya yapımı, 2025


Evet, Oscar’lar da verildi. Ve bendeniz Emilia Perez dışında tüm filmleri gördüğüm için, rahatça yargılayabildim. Bence tek bir işim kaldı: son birkaç günde gördüğüm Konsey filmini de yazmak... Film tek bir ödül aldı: Uyarlama Senaryo. Her neyse, biz objektif kalarak filme bakalım. Hemen söyleyeyim. Bu konuda çok eleştiriler okudum. Hatta tümüyle zıt... Çok sevenler de var; neredeyse alay edenler de... Ben ortalarda bir yerdeyim. Özellikle belli bir noktadan sonra hayli etkilendiğimi belirterek...

Yine bir noktayı belirteyim. Filme tümüyle girmeden... Biliyorsunuz, şu günlerde 88 yaşındaki papa Francis ağır bir hastalık geçiriyor. Vatican’dan gelen haberler hiç iç açıcı değil... Şöyle deniyor: “Papa Francis'in sağlık durumu stabil olsa da hayati tehlike devam ediyor.” Ne diyelim, Tanrı onu kutsayıp kurtarsın!...

Artık filme gelelim... Filmin adındaki Conclave- Konsey, bir papa öldüğünde yenisini seçmek için kardinallerin olabildiğince toplanması anlamına geliyor. Yani tam 108 din adamının!.. Belli kurallar, belli rakamlar var: erişilmesi veya aşılması gereken... Ve bu günler-haftalar sürebiliyor. Din gibi eski deyimiyle mukaddes, çağdaş adıyla kutsal bir kurumun gerçek anlamda entrikalara konu olmasına hayret etmemek mümkün değil... İslam’da veya diğer inançlarda bu kadarı var mıydı, hiç oldu mu? Doğrusu bilemiyorum...

 Elbette kimi adaylar daha hırslı. Örneğin Kardinal Lawrence...Ama bunu belli etmemesi gerekiyor. Bu rolde tam formunda bir Ralph Fiennes olduğunu hemen belirteyim. Ama örneğin kardinal Bellini şöyle diyor: “Her kardinal bunu ister. Her biri kendi varlığına inanır; yeteneklerini savunur. Ama kolay değil, oraya gelmek!” Sonra onca din adamının hemen herbirinini öylesine farklı düşünmesi ve seçim için kendine göre nedenler icat etmesi de tuhaf. Taa Afganistan’dan gelmiş biri dahil!.. Çekimler için Vatikan kapılarını açamadığından, filme göre yaratılan dekorlar da olağanüstü.

Bir de dil sorunu var. Evrensel dinlerin tarihinde  hep olduğu gibi.... Elbette burası Roma, yani İtalya... Ama ayni eşitlik düşüncesiyle, herbir mensubu kendi dilini konuşabiliyor. Böylece İtalyanca, İngilizce veya Fransızca başta gidiyor. Irk olarak, siyahiler de var. Ama finale doğru, o zamana dek ağzını pek açmayan biri öylesine doğru ve yüreğe dokunan sözler ediyor ki.. .Belki filmin zirvesi bu: tüm dinlerin ayni biçimde ve benzer ölçüde merhamete, adalete, hoşgörüye, insancıl değerlere önem vermesini tavsiye etme gereği... Orada, pek ‘mümin’ olmasanız da, şapka diyorsunuz!..

Konsey’in hikayesi İngiliz yazarı Robert Harris’in 2016’da yayınlanan kitabından alınmış. Yazar tarihsel olduğu kadar, gerilim içeren romanlarıyla da biliniyor. Yine İngiliz yazarı, Tinker Tailor Soldier Spy- Köstebek, Frank, The Snowman- Kar Adamı gibi romanlarıyla tanınmış Peter Straughan senaryosunu yazmış. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı filmiyle Oscar alan Alman Edward Berger ise yönetmenliğinde başarılı. Başta Ralph Fiennes olmak üzere Stanley Tucci, John Lithgow, Lucian Msamati, Carlos Diehz. Bruno Novelli ve de Isabella Rossellini  gibi sanatçıları da birbiriyle aşık atıyor.

Ben özellikle İsabella’dan çok etkilendim. Sadece filmin baş (ya da tek) kadın rolünde olduğu için değil... Ama 1952 doğumlu oyuncu sinemada çok önemli bir yer tutmuştu. Çünkü annesi İngrid Bergman, babası ise Roberto Rossellini idi. İlki benim sinemadaki İsveç kökenli baş idolüm; bunca yıldır en sevdiğim kadın starım... Ve bu yılın Oscar’larında, yardımcı kadın oyuncu dalında aday olan (ama alamayan) kızı... Baba Rossellini ise Neo-Realismo/ Yeni Gerçekçilik denen akımın en önemli temsilcisi. Ve onları Hollywood’dan Cinecitta’ya (Roma) bir araya getiren kader... Şöyle ki, tam 1950 yılında Hollywood’dan İtalya’ya gelip Stromboli adlı filmi Rossellini’nin yönetmenliği altında çeviren Bergman, bu ilişki ve sonundaki çocukla sinema alemini çalkalamıştı. O çocuğun da İsabella olduğunu tahmin edebilirsiniz!...

Kısacası, filmde onu izlerken tüm bunları hatırlamak, beni ayrıca etkiledi. Genel standartlarla olduğu kadar, özel nedenlerle de… İşte böyle...

Atilla Dorsay / T24

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -3 Mart 2025-

TÜİK şubat ayı enflasyon verilerini açıkladı: Yıllık yüzde 39,05; aylık yüzde 2,27

Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre şubatta yıllık enflasyon yüzde 39,05, aylık bazda yüzde 2,27 arttı. İTO verilerine göre ise yıllık enflasyon yüzde 45,35 aylık enflasyon ise yüzde 3,19 idi.

Türkiye İstatistik Kurumu şubat ayı enflasyon verilerini açıkladı. Tüketici Fiyat Endeksi'ndeki (TÜFE) değişim 2025 yılı Şubat ayında bir önceki aya göre yüzde 2,27, bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 7,42, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 39,05 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 53,83 olarak gerçekleşti.

Bir önceki yılın aynı ayına göre artışın en yüksek olduğu ana grup yüzde 94,90 ile eğitim oldu. Ana harcama gruplarındaki en yüksek ikinci artış ise yüzde 70,81 ile konut oldu. Bir önceki yılın aynı ayına göre en az artış gösteren ana grup giyim ve ayakkabıdaki artış bile yüzde 20,84 oldu.

143 mal ve hizmetten 113'ünün fiyatı arttı

Endekste kapsanan 143 temel başlıktan 2025 yılı Şubat ayı itibarıyla, 25 temel başlığın endeksinde düşüş gerçekleşirken, 5 temel başlığın endeksinde değişim olmadı. 113 temel başlığın endeksinde ise artış gerçekleşti.

Şimşek: Politikalarımızı kararlılıkla uygulayacağız

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, X hesabı üzerinden yaptığı açıklamada enflasyon hedefleri doğrultusunda programa bağlı kararlı duruşa devam edeceklerini belirtti.

Şimşek, “Maliye ve gelirler politikaları ile beklentilerdeki iyileşme sayesinde enflasyondaki istikrarlı düşüşün devam etmesini bekliyoruz” ifadeleriyle ücretlerde baskılama ve yüksek vergiler politikalarına devam mesajı verdi.

İTO: Yıllık enflasyon yüzde 45,35

İstanbul Ticaret Odası (İTO) ise şubatta İstanbul Tüketici Fiyat Endeksi’nin aylık bazda yüzde 3.19 arttığını; yıllık enflasyon oranının ise yüzde 45,35 olarak hesaplandığını duyurmuştu.

İşlenmemiş gıda ürünleri, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç TÜFE'deki değişim, 2025 yılı Şubat ayında bir önceki aya göre yüzde 2,32, bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 7,91, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 39,47 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 53,40 olarak gerçekleşti.

                                                  ***

Enerji şirketlerine 1 milyar lira teşvik: Kolin, Cengiz, Limak, Sabancı...

TEİAŞ, 2025 ocak ayı için elektrik üretim tesislerine 1 milyar 50 milyon TL kapasite teşviki dağıttı. Koloğlu Holding 122.9 milyon TL ile tek santralden en büyük payı aldı.

Türkiye Elektrik İletim AŞ (TEİAŞ), Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bünyesinde gerçekleştirdiği kapasite mekanizması kapsamında, 2025 yılı ocak ayı için üretim tesislerine ödenecek teşvik tutarlarını açıkladı. Söz konusu teşvikler, elektrik üretim tesislerinin üretim yapmadığı, üretime hazır tuttuğu kapasite gerekçesiyle ödeniyor. Bu kapsamda, ocak ayında 32 şirkete toplam 1 milyar 50 milyon TL tutarında teşvik dağıtıldı.

Teşviklerden en büyük payı, kamu ihaleleriyle sıkça gündeme gelen Koloğlu (Kolin) Holdinge ait Hidro-Gen Enerji İthalat İhracat Dağıtım ve Ticaret AŞ aldı. Şirket, 122.9 milyon TL tutarında teşvik desteği elde etti.

İktidardan aldığı kamu ihaleleriyle sık sık gündeme gelen ENKA İnşaat’a ait Gebze ve İzmir’de bulunan doğal gaz santrallerine teşvik verildi. ENKA, Gebze’deki doğal gaz santrali için 82.6 milyon lira ve İzmir’deki doğal gaz santrali için 77.5 milyon lira teşvik aldı. Şirkete sadece ocak ayında verilen toplam teşvik tutarı ise 160.1 milyon lira oldu.

Limak Holdinge ait Hamitabat Elektrik Üretim ve Ticaret AŞ’ye verilen teşvik tutarı ise 61.3 milyon lirayı buldu. Limak, ocak ayında en çok teşvik alan üçüncü holding oldu.

Yüzde 20.43’ü Akkök Holdinge ve yüzde 37.3’ü Çekya sermayesine ait olan Akenerji’ye verilen teşvik tutarı ise 45.5 milyon lira oldu.

Sabancı Holdinge ait EnerjiSa’nın Bandırma santrali için verilen teşvik tutarı ise 45 milyon lira oldu. Sabancı bu tutarla ocak ayında en çok teşvik alan 5. şirket oldu.

Kapasite mekanizması kapsamında ödenen teşviklerin dağıtımı ve büyük şirketlere aktarılması, kamuoyunda tartışma konusu olmaya devam ediyor. Özellikle belirli holdingler sıkça kamu ihaleleri alıyor ve teşviklerden büyük paylar elde ediyor.

                                                              ***

Hukukçu Orhan Gazi Ertekin: AKP'nin yargı tarihi, yargılayarak savaşma tarihidir-Dilan Temiz-

Hukukçu Orhan Gazi Ertekin, iktidarın muhalefete karşı silah gibi kullanmasını “Geldiğimiz noktada, AKP'nin yargı tarihi de yargılayarak savaşma şeklinde ifade edilebiliriz" diye değerlendirdi.

Araştırmacı Yazar ve Hukukçu Orhan Gazi Ertekin, iktidarın son dönemde yargıyı muhalefete karşı tamamen bir silah gibi kullanmasını “Geldiğimiz noktada, AKP'nin yargı tarihi de yargılayarak savaşma şeklinde ifade edilebilir” diye değerlendirdi.

AKP'nin yargıyla ilişkisinin 4 döneme ayrılabileceğini kaydeden “İlki 2002’den 2007’ye kadarki süreç, ikincisi 2007- 2013, 2013’ten 2016’ya ve 2016 sonrası süreç. Bunların genel özelliklerine bakarsak, son 22 yılın aslında politik savaşın yargı yoluyla yürütüldüğü bir hatta ilerliyor. Normalde yargıyı yaratan şey ilk şey güçler savaşıydı. Şimdi savaşarak yargılamanın yerini yargılayarak savaşma aldı. Geldiğimiz noktada, AKP'nin yargı tarihi de yargılayarak savaşma şeklinde ifade edilebilir” diye konuştu.

"Ergenekon’la başladı"

Bunun esas olarak 2007’den itibaren tam da Ergenekon davaları üzerinden başladığını anlatan Ertekin, ittifaklarla ayakta durabilen AKP’nin devleti yönetme ve yargı alanında da ittifaklardan yararlandığını söyledi. Ertekin, “İlk dönem yani cemaatin hakim olduğu süreç açısından bütün operasyonların kutsallaştırılmasına özel bir önem gösterildiğini söyleyebiliriz. 15 Temmuz sonraki süreçte hukuki teknik ve hukuki işçilik artık tamamen dışlanmış durumda. Onun yerine sadece devlet merkezine yakınlık, uzaklık, devlet merkezinin politik çıkarlarına uygunluk ve uygunsuzluk ceza hukukunun temel ölçeğine dönüşmüş durumda. Cemaat döneminde ceza hukuku, kendi tekniği, mantığı içerisinde siyasi çıkarlar örgütlüyordu ve teknik anlamlı, hukuk disiplini anlamlı bir alandı. Ama son geldiğimiz süreçler açısından hukuki teknik, hukuki düzey, hukukun özel diline dair hassasiyet artık tamamen yok olmuş durumda.”

"Kitlesel linç alanına dönüştü"

Siyasi yargılama süreçlerinde sosyal medya ve birçok aracın kullanıldığına dikkat çeken Ertekin, “Kitlesel linç alanına dönüşmüş durumda ve kitlesel seslerle sosyal medya sesleriyle iş yapar hale gelmiş durumda. Geçmişte örneğin kitlenin bu derece bir karşılığı yoktu. Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu ve ilk derece mahkemeler arasındaki ilişkiden doğan bir yargı faaliyeti vardı. Son derece anti demokratikti, onda bir sorun yok. Şimdiki de aynı derecede anti demokratik ama bizim bunu anlaşılmaz bulmamızı sağlayan şey geçmişten farklı olması. Geçmişteki süreçten farklı biçimde inşa edilmesi” dedi.

"Saraya uzanan üç ayaklı yargı faaliyeti"

“Bugün bir sosyal medyada başlatılan herhangi bir süreç doğrudan doğruya yargı merkezlerinde karşılık bulur” diyen Ertekin şöyle özetledi: “Oradan saraya uzanan bir başka şeyle beraber üç ayaklı yeni bir yargı faaliyeti doğmuş durumdadır. Bunu anlamak gerekir, buna uygun bir biçimde de daha demokratik, farklı hukuki mücadele yollarını devreye sokmak gerekir.”

"İmamoğlu yargıyla yarışmak zorunda bırakılıyor"

Ayrıca İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, İstanbul Üniversitesi'ne İstanbul Büyükkşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun diploması için yazdığı yazıyı değerlendiren Ertekin, “Yargının seçimde bir aktör olduğunu gösteren, seçim sürecinde İmamoğlu'nun yargıyla yarışmak zorunda bırakılması anlamına geliyor. İmamoğlu’nun seçim süreci içerisinde politik varlığı, iddiası kaçınılmaz olarak yargıda karşılanıyor ve yargıda kendi muhatabını ve yaşam iddiasını buluyor” dedi.

                                                      ***

Külebi’nin kamyonları Torbalı’dan ne taşıyor?-Özer Akdemir-

“Kamyonlar kavun taşır ve ben boyna onu düşünürdüm” -Cahit Külebi

İzmir-Aydın otobanından Torbalı çıkışına sapılınca geniş bir daire çizilerek biraz önce terk ettiğiniz otobana paralel giden dar bir asfalt yola çıkarsınız. Taa Kartaldağı’yna kadar göz alabildiğine dümdüz uzanan Torbalı Ovası’nda otobanla yan yana epeyce bir süre gider bu yol. Hep tarlaların içerisinden geçersiniz yol boyunca. Öğleye doğru açık, bulutsuz, serince bir şubat güneşi doğudan, tam karşınızdan gözünüzün içine içine vurur.

Torbalı ilçe merkezine 7 km uzaklıktaki eski bir yerleşim yeri olan Yeniköy’de, Sultan 2. Abdülhamit’in yaptırdığı çeşmenin önünde muhtarlarla görüştük. Yöredeki birbirine komşu beş köyün muhtarı da vardı. Tarihi çeşme, camii ve bahçesinde asırlık mantar meşeleri bulunan 2. Abdülhamit’in yaptırdığı medresenin yanındaki küçük meydanda yaptık çekimlerimizi.

1879 yılında yaptırılan medrese, 1950-1968 yılları arasında Metropolis Antik Kenti kazıları sırasında kazı evi, 1968 yılından sonra ise bir süre ilkokul olarak kullanılmış. Taş işçiliğindeki ustalığın ilk bakışta belli olduğu bu tarihi yapı, gerekli bakımları ve restorasyonu yapıldığı için günümüze kadar sapasağlam bir şekilde gelmiş.

Yeniköy, taş devrinden Geç Antik Çağ’a, Helenistik Dönem’den Roma İmparatorluğuna, Aydınoğulları hakimiyetinden Osmanlı hanedanlığına kadar yerleşim yeri olarak kullanılan binlerce yıllık bir antik kent. Tiyatrosu, stoası, akropolisi, hamamları ile gelmiş geçmiş birçok uygarlığın yurdu olmuş bu önemli antik kent, günümüzde Yeniköy ile Özbey köyleri arasında, bir tepenin yamaçlarında bulunmakta. Henüz belki de onda biri bile gün yüzüne çıkarılmamış olan antik kentin geniş bir hinterlandı olduğu biliniyor.

İşte bu antik kente kuş uçuşu 1.5 kilometre ötede açılmak istenen kireç taşı ocağına karşı yöre halkının haklı itirazlarını çekmek için gelmiştik Yeniköy’e. Abdülhamit Çeşmesi’nin önünde köy muhtarları neden bu madene karşı olduklarını anlattılar uzun uzun.

Metropolis’i yok saymak!

Yeniköy Muhtarı Mehmet Soykan “Burası sadece tarımla geçinen bir köy değil. Burada binlerce yıllık bir tarih var. Bu tarih geçmişten bize miras. Onu korumak zorundayız. Metropolis’i yok sayarak bu işe kalkışmak tarihimizi yok saymaktır” derken, Özbey Köyü Muhtarı Şemsettin Kanza ise zaten etraflarında yıllardır işletilen taş ve mermer ocakları bulunduğunu söylüyordu. “Bunların zararlarını zaten yaşıyoruz yıllardır. Sularımız bu taş ocaklarında patlatılan dinamitler nedeniyle iyice derine kaçtı. Zaten kuraklık var. DSİ yeni kuyu açmamıza izin vermezken, şimdi bir de kireç taşı ocağı çıktı başımıza” diyordu. Torbalı Ovası’nın Türkiye’de yaz kış her mevsim her türlü sebzenin yetiştirildiği, çok verimli bir tarım ovası olduğunun söyleyen Kanza, “Yakın illerin bütün sebzesi yaz kış bizden gidiyor. Uçakla biber gönderdik Avrupa’ya. Taş ocağı zeytin tarlası ile sınır. Yazın tozdan zeytin ağaçlarını göremezsin. Devletin ektiği çam fıstık ağaçları da zarar görüyor” dedi. Köylülerin artık canlarının burnuna geldiğini ve muhtarlar olarak onları zor tuttuklarını söyleyen Kanza, “İki seçenek var ya biz olacağız ya bu taş ocakları. Buna karar verecekler. Biz halkın sesiyiz. Bu sese kulak vermezlerse olacak her şeyden de sorumlu olurlar” sözleriyle tepkinin büyüklüğüne işaret ediyordu.

Sağlık Köyü Muhtarı Mehmet Bulut taş ve mermer ocaklarının yol açtığı tozlar nedeniyle ürünlerinin eskisi gibi yetişmediğinden dert yanarken, Ahmetli Köyü Muhtarı Hasan Kaplan ise “Benim temiz havam, suyum, gıdam olmazsa nasıl yaşayacağım? Özbey’den Ahmetli’ye kadar 8 kilometrenin her kilometresinde taş ocağı var. Yeter yahu, bu kadar da olmaz!” diye isyan ediyordu.

Sebze cennetinde kamyonlar sebze değil taş taşıyorlar

Muhtarlar Derneği Başkanı Ata Tekin Doğan’ın “Üç dört şirket sahibinin kazancı mı önemli yoksa buradan geçimini sağlayan binler, buradan karnını doyuran on binlerce yurttaş mı?​” sorusu yıllardır ülkemizin her köşesindeki bu türden çevre ve sağlık sorunlarına yol açan projeler için de yanıtı aranan bir soruydu.

Kaplancık Mahallesi Muhtarı Turan Aykır’ın diğer muhtarların söylediklerine yaptığı ilave bizim gelirken o dar yolda zırt pırt karşımızdan gelen kamyonlarla ilgiliydi. “Yıl 13 ay olsa 13 ay boyunca meyve üretebileceğimiz verimlilikte bir ovanın her yerine taş ocağı açmak istiyorlar. Bu taş ocaklarının yüzlerce kamyonu ayrı bir tehlike bizler için. Yola çıktılar mı gaz kesmek bilmiyorlar. Geniş kasalarında taş ve mermerleri yükleyerek giden bu kamyonlar bu mevsimde sebzelerle kasalarını doldurup kent pazarlarına taşımalıydılar.”

                                                     ***

Torbalı geç de olsa uyandı artık

Bu çekimlerden birkaç gün sonra, yeniden yolu Yeniköy’e düşürdük. Bu sefer Belçikalı şirketin açmak istediği kireç taşı ocağı ile ilgili Yeniköy’de bir kahvede yapılacak olan halkı bilgilendirme toplantısının haberi ve çekimleri için Yeniköy’e doğru yola çıkmıştık. Dar asfalt yolda karşımıza köylülerin dert yandığı maden kamyonları çıktı sık sık. Oysa Cahit Külebi’nin kavun taşıyan kamyonları anlattığı şiirinde olduğu gibi bu mevsimde marul, maydanoz, karnabahar taşımalıydı kamyonlar ve biz boyuna sebze taşıyan bu kamyonların arasından kendimize yol bulmalıydık!

Kamyonlar artık taş taşıyor Torbalı Ovası’nda. Vızır vızır, gaz kesmeden, burası dünyanın en güzel tarım cennetlerinden birisi demeden, Metropolis Antik Kenti’ni, Abdülhamit Köşkü’nü, tarihi çeşmeyi, İspanya kralının padişaha armağanı olan mantar meşelerini bilmeden, taş taşıyorlar...

ÇED toplantısında şirketin sunum yapmasına izin vermedi köylüler. “Neyi anlatacaksınız, zaten yıllardır iç içe yaşıyoruz bu taş ocakları ile. Ne kadar zarar verdiğini biz size anlatalım!” dediler. “En çok zorumuza giden de 271 sayfalık ÇED dosyasında Metropolis Antik Kenti’nin adının dahi geçmemesi oldu!” dedi Muhtar Mehmet Şaşmaz, şirketin sunumunu istemediklerini söylerken. “Torbalı geç de olsa uyandı artık. Taş ocağıyla değil, tarım, turizm, tarihle anılmak istiyoruz” dedi ve diğer muhtarlarla birlikte çıktı kahveden. Tüm köylüler de onlarla birlikte çıktı.

                                                             /././

(Evrensel)


soL "Köşebaşı+Gündem" -3 Mart 2025-

PKK Marksist bir örgüt müydü?-Anıl Çınar-

Ulusal kurtuluşçuluk, adı üzerinde, her zaman “ulusçuluğu” en tepeye yerleştirir. Bu, işçi sınıfının iktidarının değil ulusal bir bakış açısının merkeze koyulduğu PKK için de geçerlidir.

Teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmıştır. 1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır.

Öcalan çağrısının tefsiriyle işimiz yok. Yukarıdaki satırların ilettiği mesaj gayet açık. Hatta bu mesajı en özlü şekilde ifade edenlerden biri de Altan Tan oldu:  

Öcalan, ‘Bizim sosyalist, Marksist, arkaik (bu benim tabirim tabii) ideolojimizin, dünya değerlendirmemizin dönemi geçti. Doğruydu, yanlıştı, o gün öyle yola çıktık ama bunun miadı, geçerliliği, son kullanma tarihi 35 sene evvel bitti’ diyor. Bu çok önemli.1

Altan Tan, o geleneğin sağını temsil edenlerden bir olarak son derece uyanıktı ama yalnız değildi. İsimleri tek tek saymaya gerek yok, içinde iktidara yakın isimlerin de olduğu bir toplam bu işe iştahla saldırdı: “PKK Marksist ve sosyalist bir örgüt” idi, geçmişte olup bitenler işte bu ideolojinin ve Sovyetler Birliği’nde cisimleşen sosyalizmin günahıydı.

Oysa ki PKK ne 1974-78 aralığındaki ilk hamlelerinde ne 1984’ün Eruh’unda ne 1995’teki 5. Kongresinde bayrağındaki orak çekici kaldırdığında ne 1999 sonrasında anarşist Bookchin’in fikir babalığında “demokratik konfederalizm”i benimsediğinde ne 2010’larda “demokratik özerklik” tartışılırken ne de bugün bütün bu geçmişin yükü “eski sosyalist günlere” atılırken Marksist bir örgüttü.

PKK daha en başından beri, hatta Öcalan’ın 78’de kaleme aldığı şekliyle önce “ulusal kurtuluşçu” bir hareketti.

“Reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisi” denilen şey son derece doğruydu ancak tam tersi açıdan. PKK hiçbir zaman marksist-sosyalist bir örgüt olmamıştı. Ancak, “benzerleri” gibi, o dönemde ulusal kurtuluş programıyla yola çıkan örgütlerin kaçamayacağı, daha doğrusu “kaçırmak istemeyeceği” bir meşruiyet alanında filizlenmişti. Sovyetler Birliği’nin varlığıydı bu alanı yaratan.

Zaten zamansal olarak da mükemmel bir biçimde örtüşüyordu. Nitekim Sovyetler Birliği’nin yokluğunda bu ideolojik kılıfa sığınmanın bir anlamı kalmayacaktı: PKK, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne çok yakın bir dönemeçte kurulmuştu, sosyalizm zırhının 90’ların ilk yarısında atılması da çok uzun sürmemişti.

Aslında bu mesele 70’lerin çok öncesinde başlamıştı…

20. yüzyıla bir sosyalist devrim damgasını vurmuştu. Dünya 1918-1925 ve 1939-1970 aralıklarında iki kez yeniden şekillenmişti. Ulusal demokratik hareketlerin yerleştiği düzlem sosyalizmin dünyadaki bu atılımlarıyla çok yakından ilgiliydi. “Ulusal sorun” bu şekillenmenin ürünüydü.

Öte yandan bütün bu gelişmeler ihtiyatın elden kolayca bırakılabileceği gelişmelerdi.

Öncelikle, 1917 ile 2. Dünya Savaşı arasındaki dönemeçte Avrupa bir pat alanıydı. Sosyalizm Avrupa’da ilerleyememekte ancak Sovyet Rusya da geri püskürtülememekteydi. Bu dönem Sovyetler’in Güneyinden sıkıştırılması dönemeci oldu.

Türkiye, İran, Hindistan, Afganistan, Çin… Bütün bu ülkelerdeki demokratik süreçler Sovyetler’in yumuşak karnına yüklenme ile Sovyetlerin başta İngilizler olmak üzere eski emperyalizmin sömürgeciliğine darbe vurma çekişmesinin ürünüdür.

Bu bir realitedir ancak bütün bu olan bitenlerde sapla samanı ayırmak kimilerince zorlaşmıştır.

Ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalizme evrilebileceği düşüncesi bir alan açmış ve bu alanı en geç ve en geniş biçimde değerlendiren ya da istismar eden örneklerden biri PKK olmuştu.

Yani ulusal sorunlara ulusal çözüm arama stratejisini “sosyalizm” ve hatta “Marksizm” olarak pazarlama olanağı ortaya çıkmıştır.

Oysa ki Marksizmin alametifarikası sosyalist devrimden başka bir şey değildir. Marksizm daha kuruluşundan beri, onu diğer bütün akımlardan ayıran bir şeyi odağına yerleştirmiştir: Marksizm bir işçi sınıfı sosyalizmidir, bilimsel sosyalizmdir ve Marksizm devlet iktidarını ele geçirmenin, kapitalizmi yıkmanın ve sosyalizmi kurmanın teorisidir.

Dolayısıyla Marksizm kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlar toplamına hiyerarşik biçimde yaklaşır, kendisine bağlar ve indirgeyicidir. O hiyerarşinin tepesinde de sosyalist devrim bulunur.

Ulusal kurtuluşçuluğun sosyalizan tonlar taşıması ise pragmatiktir. Ulusal kurtuluşçuluk, adı üzerinde, her zaman “ulusçuluğu” en tepeye yerleştirir. Bu, işçi sınıfının iktidarının değil ulusal bir bakış açısının merkeze koyulduğu PKK için de geçerlidir. Dolayısıyla ne şekilde telaffuz edilirse edilsin, söz konusu program özünde milliyetçi bir perspektife sahiptir.

Üstelik bunu yıllar öncesinde Öcalan’ın kendisi de defalarca söylemiştir. "Ben, Kürt halkının kurtuluşunu, yükselişini, başka yol görmediğim için, sosyalizme yöneldim”2 derken de bunu anlatmaktadır.

Bu bahiste, uzunca bir dönem, ulusal kurtuluşun neden sosyalist devrimin önünde gerçekleşmesi gereken bir adım olduğunu işitip duruyorduk. Şimdi bu kılıfın da bir işe yaramadığının günah çıkarırcasına anlatıldığı bir dönemeci yaşıyoruz.

Ama geçmişin sorumluluğunu devrimcilere ve sosyalizme atma uyanıklığına karşı şerbetliyiz. Liberalizmle iç içe geçmiş bir milliyetçilikle, ABD ya da İsrail ile müttefiklikle Marksizmin hiçbir alakası olmadığını, gerektiğinde daha yüksek sesle söylemesini biliriz.

1.Independent Türkçe, 1 Mart 2025,  https://www.indyturk.com/node/754600/türki̇yeden-sesler/öcalanın-açıklaması

2.Yalçın Küçük, Kürt Bahçesinde Sözleşi, Başak Yayınları, s.55, 1993.

                                                        /././

Batı cephesinde kimi yeni şeyler -Engin Solakoğlu-

Avrupa’da açık açık Fransa, Almanya, B. Britanya, Türkiye ve (geriye kaldığı kadarıyla) Ukrayna’nın oluşturacağı bir askeri işbirliği/ittifak girişiminin mümkün olup olamayacağı tartışılıyor.

Asimetri hayatın farklı alanlarında kullanılan bir sözcük. Biz bunu dış politikada daha çok güç dengesizliğine işaret etmek için kullanıyoruz. İki devlet arasında kurulan ilişki bir tarafın diğerine kıyasla katbekat daha güçlü olması halinde asimetrik diye tanımlanıyor.

Bu hafta iki ülke veya liderleri arasındaki asimetrik ilişkinin nelere yol açabileceğini hep birlikte izledik. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski destek almak için gittiği Beyaz Saray’da milyarların önünde azarlandı. O görüntüleri izlerken üzüldüğümü itiraf etmem gerek.

Üzülmemin iki sebebi vardı. Birincisi sanırım eski bir diplomat olmamdan kaynaklanıyor. Benim öğrendiğim diplomasi, aradaki ilişkinin niteliği ne olursa olsun, taraflar arasında asgari bir nezaketin korunmasını öngörürdü. Ya da en azından kamuya açık alanda belirli bir seviyenin tutturulması beklenirdi. Trump-Zelenski-Vance triosunun milyarlar önünde sergiledikleri manzara bu yüzden şoke ediciydi. Demek ki o devrin geride kaldığını ve yeni bir barbarlık çağının başladığını kabullenmek durumundayız. İkinci sebep ise Ukrayna-Rusya savaşında Zelenski’yi failden ziyade maşa olarak görmem. O fırçayı başından beri savaşın sürmesi için elinden geleni ardına koymayan Britanya’nın başbakanlarından biri veya Biden-Harris-Blinken üçlüsü yeseydi hiç üzülmezdim. Hele kamuflaj ceketli Alman Dışişleri Bakanı Baerbock o odadan sopayla kovalansa manzara tadından yenmez hale gelirdi.

Şaka bir yana, ABD ve Batı sermayesinin gazıyla ülkesinin beşerî ve maddi kaynaklarını anlamsız bir savaşla tüketmeye kalkışan Zelenski’nin kameralar karşısında içine düşürüldüğü  durum ibret vericiydi. Ancak daha da ibret verici olan, Beyaz Saray’ın kapısından kovulan Ukraynalı liderin, bacadan girebilmek için yaptığı özür açıklamasıydı. Olayın yaşandığı dakikaların hemen ardından “liberal” düzenin siyasetçi ve akıl hocaları sosyal medyadan tavsiye yağdırmaya başlamışlardı esasen.  Bu ekip Zelenski’ye “aman alttan al, ABD’ye şükran borçlu olduğunu söyle, sen yoksan çok eksiğiz de” önerilerini sıralamışlardı. Ukraynalı lider de birkaç saat içinde bu tavsiyeleri harfiyen uygulayan bir açıklama yaptı. Bu son hareket Trump’ın fikrini değiştirir mi bilinmez ama liderlik yeteneği kendi ülkesinde sorgulanan Zelenski’nin şimdiden savaş ve yıkımla özdeşleşmiş siyasi kariyeri açısından parlak sonuçlar doğurmayacağı kesin.

Zelenski’nin başına gelenleri özetleyen kimi atasözleri ve deyimlerimiz mevcut ancak düşene bir kez daha vurmayalım en iyisi. Burada görmemiz gereken nokta siyasi liderlerin başka ülkelerin iradelerine değil, sadece kendi halklarına güvenerek adım atmaları gerektiğidir sanırım.

ABD’nin bu yeni döneminde eskiden farklı birçok unsur mevcut. Bunlardan bir tanesi ırkçı ve faşist milyarder Elon Musk’ın belirleyici statüsü hiç kuşkusuz. Bunu daha önce yazdığım için üzerinde çok durmayacağım.

İkinci farklılık ise Başkan Yardımcısı Vance’in üstlendiği rolle ilgili. ABD siyasetini yakından izleyenler bilirler. Başkan Yardımcılığı pozisyonu ABD’de bir tür yedek oyunculuk görevidir. Başkan sağ olduğu sürece, Başkan Yardımcısı’nın işlevi bir nevi hayır işlerinde boy göstermekle sınırlıdır. Başkan Yardımcısı, çok gerekmedikçe içerikli diplomatik temaslarda bulunmaz, siyasi deklarasyonlar yapmaz. Deyim yerindeyse “elini” pek göstermez. En fazla, K. Harris örneğinde gördüğümüz gibi, Başkanın yeniden aday olamayacağı beklenmedik bir durumda hazır aday olarak sahaya sürülür.

Oysa Vance’in son bir buçuk aydır verdiği görüntü çok değişik. Münih Konferansı'na katılıp Avrupalı liderleri sigaya çekmesinden tutun, Trump’ın görüşmelerine doğrudan katılmasına ve Zelenski görüşmesinde tanık olduğumuz gibi doğrudan söze karışmasına kadar bir dizi alışılmadık davranış sergiliyor. Bunun ardında yatan sebebin ne olacağına dair kafa yormakta yarar var. Aklıma ilk gelen olasılık Trump’ın akli denge veya bir başka sebeple çok da uzak olmayan bir gelecekte devreden çıkma ihtimalinin ABD’yi yönetenlerce ciddiye alındığı. Bunu izleyip göreceğiz.

Kavganın aktörlerinden biraz uzaklaşıp içeriğine dönersek, Avrupa’da üç yaklaşımın çarpıştığını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi ne yapıp edip ABD’yi Ukrayna gemisinde tutmak için uğraşanlar. İngiltere, Hollanda gibi ülkeler ve NATO elbette bunların başında geliyorlar. Zelenski’ye “boyun eğ ve yağcılığa devam et” diyenler de bunlar. Bu takım bence gerçekçi davranıyor. ABD’siz bu işin yürümeyeceğinin farkında. “Er Zelenski”yi bir şekilde kurtarıp savaş yolunda devam etmek istiyor. İkinci grubun başını Fransa çekiyor. Fırsattan istifade Avrupa’yı görece özerk bir askeri/siyasi güç haline getirebilmenin derdindeler. Almanya’nın yeni Hıristiyan Demokrat Başbakanı Merz’in ilk açıklamaları da bu görüşe yakın olduğunu gösteriyor. Üçüncü grup ise Trump öncesinde de Ukrayna-Rusya savaşının yükünden kurtulmak gerektiğini düşünürken şimdi bu yöndeki cesareti daha artan Macaristan ve Slovakya. ABD’nin Ukrayna’da savaşı bitirme yönündeki tutumu sürerse bu grubun safları daha da kalabalıklaşabilir.

İkinci yaklaşımı biraz açalım. Zira Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Fransa bu opsiyonu daha cazip kılmak için sahip olduğu nükleer güç kartını da oynamaktan çekinmiyor. Paris, nükleer gücünü bütün Avrupa’yı koruyabilecek, hatta Ukrayna’ya da güvence sağlayabilecek şekilde masaya koyabileceğini ileri sürüyor. Bu ne derece gerçekçi? Rakibin/düşmanın Rusya olduğu noktasından hareket edersek salt Fransa’nın nükleer silah kapasitesi caydırıcı olmaktan uzak. Bununla birlikte B. Britanya’nın da bu toplama eklemlenmesi caydırıcılığı artırabilir. Burada bir parantez açalım. B. Britanya AB’den çıktıktan sonra iki ülke arasında pek çok siyasi ve ticari gerilim yaşandı ama Paris ve Londra arasındaki askeri işbirliği hiç hız kesmedi. Nitekim al yanaklı Başbakan Starmer, daha bugün Fransa’yla “Avrupa’da güvenliği artırmak amacı taşıyan” bir plan üzerinde çalıştıklarını duyurdu. Parantezi kapatalım.

Bu ikinci grubun kullanmak istediği kartlardan biri de Türkiye’yle askeri yakınlaşma.  Bu gruba yön verenler, büyük ihtimalle, Türkiye’nin insan gücünün ötesinde artık dikkate alınması gereken bir silah sanayiine sahip olduğu düşüncesinden hareket ediyorlar.

Uzun yıllardır çeşitli platformlarda Türkiye’yle itişen Fransa şimdilerde askeri işbirliğini geliştirme yolları arıyor. Son olarak Türkiye’ye havadan havaya “Meteor” füzeleri satışı gündeme geldi. Hatta Yunanistan bunu şiddetle protesto etti ve Fransa’dan satışı iptal etmesini istedi. Macron ise bunu reddetti. Trieste Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler hocalığı yapan İtalyan Profesör F. Donelli Fransa’nın kararının Ukrayna meselesinde yaşanan gelişmelerle ilgisi bulunduğunu ileri sürüyor. Donelli, Ukrayna krizinden sonra, Türkiye’nin Avrupalılar tarafından “en faydalı olabilecek” müttefik olarak görüldüğünü de belirtiyor. İtalyan akademisyenin telaffuz ettiği “fayda” kavramının Türkiye halkı açısından savaş ve daha çok yoksulluk anlamına geldiğini bilmek için ise Uluslararası İlişkiler profesörü olmak gerekmiyor hiç kuşkusuz.

Bu kısmı toparlarsak, Avrupa’da açık açık Fransa, Almanya, B. Britanya, Türkiye ve (geriye kaldığı kadarıyla) Ukrayna’nın oluşturacağı bir askeri işbirliği/ittifak girişiminin mümkün olup olamayacağı tartışılıyor. Diğer ülkeleri bir kenara bırakıp kendi kümesimize odaklanalım. Akepe Türkiyesi bu topa girebilir mi? Daha da önemlisi, girdikten sonra sakatlanmadan çıkabilir mi? Ankara, ABD ile Suriye bağlantılı ve PKK, YPG, PYD, SDG gibi üç harfli sorunlarını, B. Britanya’nın da yardımıyla çözerse eli böylesi bir ittifakta yer alacak ölçüde rahatlar mı? Soruya kesin yanıt vermek güç olsa da en azından deneyebileceğini düşünebiliriz. Kaldı ki, iktidar ömrünü uzatmayı hayati önemde gören yapılar için süreç sonuçtan kıymetlidir. 

Diğer yandan, yukarıda üç başlık altında özetlemeye çalıştığım bölünmüşlük manzarası ikinci yaklaşımın başarı şansının çok yüksek olmadığını gösteriyor. Avrupa’nın ABD ile bir süre pazarlık etme gücü var ama pazarlığı Fransa ve Almanya’nın istediği ölçüde avantajlı bir sonuçla kapatma ihtimali yok. ABD şayet Ukrayna savaşının sona ermesi gerektiğine karar verirse Rusya bugüne dek ele geçirmiş olduğu toprakları cebine koyar gider. Sonuçta Ukrayna ile ABD arasındaki ölçüde olmasa da Avrupa ve ABD arasında da bir güç asimetrisi mevcuttur.

Yine de bu denklemde unutulmaması gereken unsur ABD’nin kesin kararının henüz alınmamış olduğu ve Trump/Vance/Musk üçlüsünün, ABD içinden gelecek baskılar sebebiyle fikir değiştirme olasılığının bulunduğudur.

                                                        /././

Hanım hanımcık Ülker Abla -Ayşe Süzük-

Avazım çıktığı kadar “Biz başka bir âlem isteriz!” diye haykırasım var. Çünkü bitmiyorlar, çünkü üstüme üstüme geliyorlar iskambil kâğıtlarından askerler gibi. Öldürmeye, incitmeye, parçalamaya çalışıyorlar. 

Üstümde bir kötümserlik var. Yaygın grip ya da soğuk algınlığından mustarip olmam nedeniyle olabilir. Yazı, hayat ve hastalık derdi uyutmadı gece beni, belki ateşin etkisiyle hayaller sözlere, planlar kısıtlılıklara karıştı, öyle mi yapsam, böyle mi yapsam döngüsü üstüme üstüme gelip beni hem heyecanlandırdı hem de huzursuzlandırdı. Böyle ateşlendiğim zamanlarda çok eskiye, çocukluğuma giderim. Bir anı hiç peşimi bırakmaz. İlkokul zamanları, üç ya da dördüncü sınıf olmalıyım. Hastalanmışım, öğretmen de eve göndermiş. O zamanlar, biz dünyalılar okullarımızdan eve yürüyerek gelirdik. Annem babam kendi okullarında… Ben başka okulda, bizimle aynı okula gelirsen yüzlenirsin, şımarırsın hesabı, bu yüzden… Uzatmayayım, kapıyı açan anneannemi görünce ağlamaya başladım çok fenayım, öleceğim herhalde diye. Anısı güzel anneannem, öyle kolay ölünmeyeceğine ikna etti ve beni yatırdı hâliyle. Ateşten üstüme üstüme gelen iskambil kâğıtları bir türlü rahat bırakmadı ama beni. Fazla doz kitap okuyan çocuklarda olduğu gibi kâbuslarıma Alice karışmış demek. 

İşte hasta olan her insan gibi küser huylu, kırılgan bir hâlde benim eski iskambilleri hatırlayarak ve bolca öyle mi olsun böyle mi olsun diye aynı döngüde çember çizip dururken Ülker Abla’nın1 sığındığı hastane koridorları karıştı bu kez de işin içine. Sonuçta bu kaçıp kovalamaca dehlizlerinde uyku tutmayan bir gecenin ardından gözlerim gölgelenmiş, benzim sararmış ve nikbinlik ziyadesiyle avuçlarımın içinden uçup bambaşka bir evrene gitmiş olabilir.

Zelenskiy, Büyük Birader’den azar yemiş (yaranmak ve yamalanmaya çalışmak zor zanaat ne de olsa, düşmanıma bile dilemem), Türkiye çok önemli bir dönemeçten geçiyormuş (geçmediği bir dönem var mı?) Sivas Katliamı katilleri bırakılmış (ciğerimiz yanıyor, insanlık suçu olmasına rağmen zamanaşımı dediler), MESEM’de yolsuzluk soruşturmasından 20 kişi tutuklanmış (of kaç öğrenciyi yediler?), işçiler yine derdest edilmiş haklarını aradıkları için (suskunluk). Ben çok sıkıldım. Bu ve benzeri bir dolu haber denizinde boğulurken avazım çıktığı kadar “Biz başka bir âlem isteriz!” diye haykırasım var. Çünkü bitmiyorlar, çünkü üstüme üstüme geliyorlar iskambil kâğıtlarından askerler gibi. Öldürmeye, incitmeye, parçalamaya çalışıyorlar. 

Tam haberlere bakmayı bırakacakken bir yazı göz kırptı, işte o! Kar Yağması Bizi Neden Heyecanlandırır? İşte, insanın içini titreten, gülümseten, iyicilliğini besleyen, en yakınındakine sarılmak isteği ve sessizce ağlama hissi uyandıran bir yazı. Yazıya eşlik eden gülümseyen insan yüzleri, sade, yalın, tertemiz ve o âna adanmış… “Biz bu işi yaparız” duygusu geldi işte, atla deveyle değil a dostlar, bir gülümsemeyle, kar sevincine karışan mizahla, çocukça ağız dolusu şeker gibi neşeyle…

Durdum, insan tuhaf bir varlık diye düşünüyorum bu kez de. Umudu örmesi, iyi hissetmesi ne kadar da kolay aslında… Bir kartopuna, bir kardan adama, bir havuca, bir çift kömür parçasına, kitabi yapacaksak da bir atkı ve bir bereye bakıyor hepi topu…

Ülker Abla nasılsa atkıyı, hadi bir de bereyi örer mesela diye düşünüyorum. Bu büyülü gerçekliğe roman kahramanları da karışıyor. Kar temizliyor her şeyi. Karabasanı çamaşır sularıyla siliyor Ülker Abla. (Abla dediğime bakmayın muhtemelen benden küçüktür. Elimde kafa kâğıdı yok ama küçüktür, küçüktür. Abla demesi kendine bir bekâret kemeri kuşansın diye bu erkek egemen düzende. Öyle ya kadın kısmısı abla olunca, yaşlanınca, cinselliğini perdeleyince, nene olunca, yaşlanınca, “kuruduğu” varsayılınca pek öyle ilişilmiyor kendisine ve dahi saygı görmeyi hak ediyor tekinsizlik ormanındaki zebanilerden.). Baştan aşağıya gerçek, baştan aşağıya ironik, baştan aşağıya keskin, açtığı kapılarla, davet ettiği dehlizlerle, bakmaya zorladığı kibrimizle, Froyd’a Lakan’a ve aslında hepimize acı bir nanik yapan Ülker Abla. Ben bu 8 Mart’ı sana armağan etmek istiyorum müsaaden olursa.  Kar sevincine benzer bir ince, iğreti bir gülümseme ile kalbimi sıkıştıran bir yas arasında bırakarak beni evire çevire dövdüğünden ötürü belki. Usanmak yok diyeyim kendime sonra da şu sözü iliştireyim, dalga geçme Ülken Abla ama:

Aydın ülkesinin ve dünyanın sistemini kuşbakışı görebilecek biçimde bilinçlidir. Toplumun nereden gelip nereye gittiğini görür ve süreci etkilemeyi ve toplumu dönüştürmeyi doğal sayar.

“Dayanmanın yarısı delirmek…” ise beri gel örgü örelim. Beri gel tüm dünyayı temizleyelim. Beri gel bu 8 Mart’ta dünyayı yerinden oynatalım. Kadınlar birlik olsa…

1.Seray Şahiner, Ülker Abla, Everest Yayınları.

                                                                         /././

Niğde’de maden işçileri direnişte: Taşeron firma 150 işçiyi işten çıkarıyor-Özkan Öztaş-

Niğde Ulukışla’da taşeron firma 150 madenciyi işten çıkardı, işçiler şantiye girişini kapatarak direnişe geçti: 'Haklarımızı sonuna kadar savunacağız!'(https://haber.sol.org.tr/haber/nigdede-maden-iscileri-direniste-taseron-firma-150-isciyi-isten-cikariyor-396492)

                                                                 ***
(soL)

                         

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...