soL "Köşebaşı + Gündem" -10 Nisan 2025-

 

RTÜK: Genel bakış -Ali Rıza Aydın-

RTÜK de yönetemiyor, siyasal iktidarın yönetemediği gibi. Yönetmek değil, ele geçirmek, sömürmek peşindeler. Devletiyle hukukuyla aynı yolun yolcuları…

Geçen hafta “RTÜK girişi” yazısında özetle değindiğim RTÜK yasasına ilişkin Anayasa Mahkemesi iptal kararı, bu kararı aşmak için RTÜK oluşumunun Anayasaya yerleştirilme girişimi, Cumhurbaşkanının bu girişimi geri göndermesine karşın aynen kabul edilerek Anayasa değişikliğine gidilmesi üzerine  kaygı ve saptamaların yaşama geçtiği; radyo, televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmetlerinden muhalif olarak görülenlerin baskı altında tutulmasının Anayasada yer alan bir “kurul” ile dayatıldığı durumla karşı karşıyayız.

Kurul’un oluşumu, TBMM’deki seçim yöntemi, görev ve yetkileri, uygulamadaki sapmalar gibi biçimsellikler bir yana, anayasal bütünsellik dışına çıkan, uymak zorunda olduğu hak ve özgürlükleri tanımayan durumu ayrıntılarıyla incelemek elbette gerekli.

Ancak bu gereklilik içinde bulunduğumuz ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerden soyutlanarak yerine getirildiğinde kimi gerçekler perdelenmiş oluyor.

Örneğin bir ya da birkaç milletvekili transferiyle Meclisteki siyasi partilere göre üye dağılımının RTÜK üzerinden okunması elbette bir saptama. Ama bu saptamaya takılıp kalındığında siyasal kayganlığın ve kaypaklığın, genel oy hakkına ihanetin, Meclisteki birden çok siyasi partiye karşın tek siyasete yoğunlaşmanın, düzen siyasetiyle halkın nasıl kandırıldığının, emekçilerin sınıfsal savaşımlarının nasıl kırılmaya kalkışıldığının, eklenecek daha birçok konunun üstü örtülmüş oluyor. 

 Haberleşme, bilgilendirme, iletişim, haber verme ve alma… Ne denirse densin, bunlara ilişkin Anayasada, ulusal yasalarda ya da insan hakları evrensel belgelerinde yer alan hükümler ne kadar sıralanırsa sıralansın sınıfsal analiz yapıldığında, enformasyon ve iletişimde ulusal ve uluslararası güç ilişkileri değerlendirildiğinde kurallara uyan, insan hak ve özgürlüklerine özen gösteren bir RTÜK olsa dahi sorunları çözmeye yetmiyor.

Güç ilişkileri konusunda sözü değerli hocamız ve yazarımız Gamze Yücesan Özdemir’e bırakarak kimi sorularla konuyu devam edelim.

İletişim bir toplumsal denetim aracı olduğu halde üzerindeki söz ve karar sahipliği kimlerin elinde? Piyasa dediğimiz ulusal ya da uluslararası dünyada rekabet esas ise bireysel ya da toplumsal hak ve özgürlüklerin bu rekabet ortamında yeri ne? Piyasa üzerinden analiz yapmak konuyu çözmeye yetiyor mu?

Kapitalizmin, emperyalizmin egemenliğinin ve gereksinmelerinin iletişime etkisi ne? Radyo ve televizyonların ve konumuz olan RTÜK’nin ekonomi politiği ne?

Düşünceyi açıklama, yayma, basın yayın, haber verme ve alma hak ve özgürlükleri diye yazılıp söylenilenlerin, sömürücülerin egemenliği karşısında nasıl eritildiğini gösteren organizasyonlardan biri RTÜK.

Her ne kadar Mecliste gurubu bulunan siyasi partiler arasında paylaşım yapılarak demokratiklik görüntüsü verilmeye kalkışılsa da sermaye iktidarının ve siyasal iktidarın düzenleyicisi ve denetleyicisi RTÜK. Düzen içi alanda denge gibi gözüküyor ama siyasal iktidarın sözcüsü ve gözcüsü olarak çalışıyor.  Üstüne yaptırım gücüyle “zor” kullanmayı da ekliyor.

Sınıfsallığın derin olarak yaşandığı ve uzlaşmaz çelişkilerin kolayca eritildiği bir dünya enformasyon ve iletişim. Sermaye sınıfının elinde olması, kimi gazete ve televizyonların aynı patronların sahipliğinde aydınların, sanatçıların, emekçilerin yayın organı gibi piyasaya sunulması hem piyasayı elde tutmanın hem de halkı susturup uyutmanın aracı. Bu düzenin bir ayağı RTÜK.

Birçok konuda olduğu gibi RTÜK konusunda da hukuk devletine çağrı yapılırken, hukukun üstünlüğü vurgulanırken ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerin ele alındığı analizler yapılmadan bir çeşit fetişizm üzerinden hareket ediliyor. Her üretim tarzının kendi hukukunu, kurumunu yaratacağı gerçeği göz ardı ediliyor. Bu gerçek yok sayılarak yapılan hukuk çağrıları boşlukta kalıyor. Hukukun bir çeşit sahteleşmesinin ve baskı aracı olarak kullanılmasının önlenememesi de aynı boşluğun ürünü.

RTÜK de yönetemiyor, siyasal iktidarın yönetemediği gibi. Yönetmek değil, ele geçirmek, sömürmek peşindeler. Devletiyle hukukuyla aynı yolun yolcuları…

                                                      /././

Hapislikten işsizliğe gazetecilik -Atilla Özsever-

Halen 18 gazeteci cezaevinde bulunurken basın çalışanlarının diğer önemli sorunları da işsizlik, düşük ücret ve örgütsüzlük olarak sıralanabilir. Her üç gazeteciden biri, 30 bin liranın altında maaş alıyor. Basın çalışanlarının yüzde 87’si ise, örgütsüz…

Ülkemizde gazetecilerin, daha genel tanımıyla medya çalışanlarının çok ciddi sorunları bulunuyor. Bir yandan “Tek adam rejimi”nin baskıcı tutumu, gazetecilerin yazdıkları, konuştukları nedeniyle soruşturmaya uğrayıp gözaltına alınması, tutuklanması diğer yandan

Dezenformasyon Yasası, Siber Güvenlik Yasası gibi kanunlarla ifade özgürlüğünün kısıtlanıp yine hapis cezası ile karşılaşmaları önemli sorunları oluşturuyor.

Bu siyasal baskıların yanı sıra medya çalışanlarının ekonomik, sosyal sorunları da “diz boyu” denebilir. Düşük ücretler, ağır çalışma koşulları, işyeri kapanmaları, işsizlik, istihdam olanaklarının çok sınırlı olması, basın çalışanlarını tam anlamıyla bir cendere altına alıyor.

Gazetecilerin haklarının korunması için gerekli olan sendikal örgütlülüğün ise, son derece zayıf bulunması da diğer önemli bir sorun…  

18 gazeteci hapiste

Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) verilerine göre, halen 18 gazeteci ve medya çalışanı cezaevinde bulunuyor.  Son olarak; yasal bir kuruluş olan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) soruşturması kapsamında Ercüment Akdeniz, Elif Akgül ve Yıldız Tar gibi gazeteciler de 21 Şubat 2025 tarihinden itibaren bu yana cezaevinde tutuluyor.

Gazeteci İsmail Saymaz da, 12 yıl önceki Gezi olayları nedeniyle haber yaptığı gerekçesiyle 21 Mart 2025 tarihinden itibaren ev hapsinde bulunuyor. Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş, 34 gün hapiste kalıp 4 Mart 2025’te tahliye olmuştu.

Türk-İş üyesi TGS Genel Başkanı Gökhan Durmuş ve DİSK Basın-İş Genel Başkanı Turgut Dedeoğlu ile gazetecilerin sorunlarını konuştuk. TGS Başkanı Gökhan Durmuş, gazetecilerin siyasal baskılara maruz kalmalarının yanı sıra ekonomik ve sosyal anlamda da çok zor koşulları altında yaşadıklarını söyledi.

TGS Genel Başkanı Durmuş, özellikle internet gazetelerinin ekonomik nedenlerle güç duruma düşmesi nedeniyle Kasım 2024 ile Şubat 2025 ayları arasında 200’e yakın basın çalışanın işsiz kaldığını ifade etti.

İşsizlik büyük sorun

TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) gerçekleri yansıtmayan istihdam verilerine göre ülke genelindeki işsizlik oranı yüzde 9 dolayında iken basın sektöründeki işsizlik yüzde 20’leri aşıyor.

TGS verilerine göre, medya sektöründeki işsizlik oranı yüzde 24. TGS Başkanı Durmuş, internet haberciliği yapan sitelerin Google’dan elde ettikleri reklam gelirlerinde önemli ölçüde düşüşler olduğunu belirtti. Durmuş, bu konudaki gelişmeleri şöyle özetledi:

“Google’ın algoritma değişikliği yapması sonucu, internet sitelerindeki haberlerin tıklanma oranlarında çok önemli düşüşler gerçekleşti. Örneğin 8 milyonluk tıklama sayısı 800 bine kadar düştü.

Bu arada bu tür haber sitelerinin ve ulusal ya da yerel küçük ölçekli gazetelerin Basın İlan Kurumu ilanlarındaki azalma nedeniyle de gelirlerinde büyük kayıplar oldu. Keza kimi haber siteleri, proje odaklı çalıştığı için proje gelirlerindeki düşmeler de bu medya kuruluşlarının küçülmesine, işten çıkarmalara sebebiyet veriyor.”

Haber sitelerinde kapanma
TGS Genel Başkanı Gökhan Durmuş

TGS Genel Başkanı Gökhan Durmuş, önemli bir haber sitesi olan Gazete Duvar’ın da Google’ın reklamları ve Basın İlan Kurumu ilanlarındaki ciddi düşüşler nedeniyle 12 Mart 2025 tarihinde kapandığını söyledi.

TGS Başkanı Durmuş, Gazete Duvar’da çalışanların sendikalı olduğunu ve toplu sözleşme yaptıklarını belirterek işyerinin kapanması sonucu işsiz kalan 60 kişinin haklarıyla ilgili işverenle görüşmelerin sürdüğünü bildirdi.

Duvar çalışanlarının aktardığına göre, kıdem ve ihbar tazminatlarında taksitli bir ödemenin söz konusu olacağı ancak iki aylık kapanma tazminatı, izin parası gibi konularda ise sorun yaşandığını ifade edildi. Sendika yönetimi, bu sorunların da görüşüldüğünü kaydetti.

Öte yandan Şubat 2025’te kapanan kimi haber sitelerinde geçmiş maaşların ödenmediği gibi ihbar ve kıdem tazminatı alacaklarının da ödenmesinde ciddi sorunlar yaşandığı belirtiliyor.

RTÜK cezaları

Bağımsız ya da muhalif olarak ifade edilen medya kuruluşlarının da RTÜK’ün (Radyo Televizyon Üst Kurulu) büyük miktarlara ulaşan para cezalarıyla karşı karşıya olduğu ifade ediliyor.

Halk TV, Tele-1 ve Sözcü TV’ye yüksek miktarda para cezaları verildiği gibi Sözcü TV, 10 gün süreyle karartma cezası ile de karşı karşıya kaldı. Zaten zor koşullarda yaşayan bu “muhalif” televizyon kanallarının ekonomik yönden de “çökertilmesi” amaçlanıyor.

Bu arada 19 Mart 2025 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Siber Güvenlik Yasası” da gazetecilerin haber faaliyetine ciddi kısıtlama ve sansür getiriyor.

Gazeteci, yasaya göre “algı oluşturma” iddiasıyla haber kaynağından elde ettiği bilgileri bulundurduğu ve Siber Güvenlik Başkanlığı’nın talebi üzerine (haber kaynağının gizliliği ilkesi çerçevesinde) vermemesi halinde 5 yıla kadar hapis cezası ile karşı karşıya kalabilecek.

18 Ekim 2022’e yürürlüğe giren “Dezenformasyon Yasası”nda da “halka yanıltıcı bilgi ve haber veren” gazeteci 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılıyor. Görüldüğü üzere

Dezenformasyon Yasası’ndan sonra ikinci bir sansür yasası olarak Siber Güvenlik Yasası da, gazeteci açısından ceza daha da artırılarak yürürlüğe girmiş oldu.

Sendikalaşma çok zayıf

Çalışma Bakanlığı Ocak 2025 işkolu istatistiklerine göre; Basın-Yayın ve Gazetecilik İşkolunda 96 bin 711 kişi çalışıyor. Bu işkolundaki gazetecilerin ancak 12 bin 666’sı sendika üyesi. Yani basın çalışanlarının sendikalaşma oranı, yüzde 13. Gazetecilerin yüzde 87’si sendikal örgütlenmeden yoksun bulunuyor.

Bir sendikanın toplu sözleşme yapabilmesi için o işkolundaki yüzde 1 barajını ve işyerindeki yüzde 50 artı 1 barajını da geçmesi gerekiyor. Yüzde 1’lik işkolu barajını geçen sendikalar şöyle:

Türk-İş’e bağlı Basın-İş: Üye sayısı, 2.400, oranı yüzde 2.49. Yine Türk-İş üyesi TGS: Üye sayısı 1.975, oranı yüzde 2,05. DİSK Basın-İş: Üye sayısı 1.004, oranı yüzde 1,04. Hak-İş üyesi Medya-İş: Üye sayısı 7.277, oranı yüzde 7,53. Barajı geçemeyen sendikaların da ayrıca 10 üyesi var.

Türkiye genelinde yaklaşık 17 milyon çalışanın 2.5 milyonu, yani yüzde 15’i sendika üyesi. Gazetecilerin örgütlenmesi, bu oranın da altında. Keza işkolu barajı nedeniyle ülke çapında toplu sözleşmeden yararlananların oranı ise yüzde 7 dolayında bulunuyor.

TGS Başkanı Gökhan Durmuş, 2.000 civarında üyeleri bulunmasına rağmen toplu sözleşme hakkından ancak 500 gazetecinin yararlanabildiğini söyledi. Durmuş, “Öte yandan gazetecinin sınıf ve örgütlenme bilinci çok zayıf. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ile ilgili son Maltepe mitingine sendikamız üyesi üç kişiyle katıldık. Oysa İBB Medya AŞ’de 150 üye arkadaşımız çalışıyordu”.

30 bin liranın altında

DİSK Basın-İş’in son araştırmasına göre de, her üç basın çalışanından biri 30 bin TL’nin altında maaş alıyor. Açlık sınırına yakın bir düzeyde yaşamını sürdürmeye çalışan gazeteciler, özellikle büyük kentlerde kira giderlerini dahi karşılayamaz durumda bulunuyor.

DİSK Basın-İş Sendikası’nın Mart 2025 tarihli “Basın Çalışanları Taban Ücret Araştırması”, 65 farklı medya kuruluşunda çalışan 125 basın emekçisinin katılımıyla yapıldı. Araştırmada, sektördeki ağır çalışma koşullarını ve düşük ücret politikalarını gözler önüne serildi.

Rapora göre; sektördeki maaş ortalaması 39.656 TL olup bu rakam asgari ücretin (22.104 TL) iki katına dahi ulaşamıyor. Öte yandan basın çalışanlarının yalnızca yüzde 5’i yoksulluk sınırının üzerinde ücret alıyor. Şubat 2025 yılı için hesaplanan yoksulluk sınırı 75.973 TL idi.

5 yıl deneyimi olan basın emekçileri bile 33.526 TL ortalama maaş ile büyük kentlerde barınma maliyetlerini karşılamakta zorlanıyor.

İşten atılan gazeteci


DİSK Basın-İş’in Genel Başkanı 
Turgut Dedeoğlu

Son araştırmayı yapan DİSK Basın-İş’in Genel Başkanı Turgut Dedeoğlu, daha önce 40 bin lira düzeyinde aylık bir ücret alan gazetecinin işten çıkarılıp yeni bir işe girmesi halinde asgari ücret düzeyinde işe başladığını söyledi.

Basın-İş Başkanı Turgut Dedeoğlu, kimi küçük işyerlerinde ve yerel gazetelerde de asgari ücret düzeyinde maaş ödenmesine rağmen çalışanlara o ücretin dahi bir kısmının geri iadesinin istendiğini belirtti.

Basın-İş Başkanı Dedeoğlu, RTÜK cezalarıyla muhalif kanalların ve gazetecilerin faaliyetlerine giderek son verilmesine çalışıldığını, yüksek cezalar nedeniyle bu televizyon kuruluşlarının da işçi çıkarmak durumunda kaldığını ifade etti.

Turgut Dedeoğlu, gazetecilerin öncelikle “sınıf bilinci”ne sahip olması gerektiğini belirterek “Arkadaşlarımız ne yazık ki kendisini işçi olarak görmüyor. Sendikal örgütlenmeye de sıcak bakmıyor. Oysa 1961’de 212 sayılı yasayla haklar kazanılırken yazı işleri müdürleri mücadelenin başını çekmiş, muhabirlere örnek olmuşlardı. Şimdi her düzeyde bir geri gidiş var”.    

DİSK Basın-İş’in talepleri

DİSK Basın-İş Araştırması’nda gazetecilerin talepleri şöyle sıralındı:

1-Taban ücret uygulaması: Asgari ücret yerine mesleğe yeni başlayan bir basın emekçisinin kazandığı aylık ücret, asgari ücretin en az iki katı olmalı.

2- Deneyime göre ücret artışı: Her basın emekçisi, her yıl asgari ücret artışı kadar zam almalı. Ayrıca, her yıl için yüzde 3 deneyim farkı ve aynı iş yerinde geçirilen her yıl için yüzde 5 kıdem zammı uygulanmalı.

3- Toplu taşıma ücretsiz olmalı: Basın emekçilerinin kurum kartlarına, tüm şehirlerde toplu taşıma araçlarında ücretsiz geçiş hakkı tanınmalı.

4- Saha harcırahı: Sahada çalışan gazetecilere günlük en az 750 TL saha harcırahı ödenmeli.

5- Büyükşehirlerde ek destek: Büyükşehirlerde çalışan basın emekçilerine yaşam maliyetlerindeki artış göz önüne alınarak yüzde 25 büyükşehir tazminatı eklenmeli.

6- Sendikal haklar güçlendirilmeli: Basın sektöründe örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılmalı, basın emekçilerinin sendikal hakları korunmalı ve genişletilmeli.

                                                     /././

Depremzedeler aylarca karanlıkta kaldı, haber yapan gazeteci etkinlikten kovuldu: 'Elektrik sayacı 4 günde takıldı'-Özkan Öztaş-

Hatay'da TOKİ'nin yaptığı evlere aylarca elektrik bağlanmadı, konuyu haber yapan gazeteci Vali'nin müdahalesiyle toplantıdan çıkarıldı. 6 aydır çözülmeyen sayaç sorunu, haber takibiyle 4 günde çözüldü.

6 Şubat 2023 tarihli depremlerin akabinde Hatay'ın birçok ilçesinde olduğu gibi Altınözü'nde de çok sayıda bina yıkıldı. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı'nın (TOKİ) aylar süren inşaat çalışmalarının ardından "Köy Evleri Projesi" olarak duyurulan konutların teslim edilmeye başladığı duyurulmuştu. Ancak sorunlar bitmedi. Teslimi geciken konutlarda elektrik bağlantısının yapılmadığı anlaşıldı. Köylüler aylardır elektriksiz.

Haber yapan gazeteci tehdit edildi: 'Görüşmeyeceksiniz'

Konuyu kamuoyuna taşıyan kişi Hataylı gazeteci Mustafa Dilek oldu. Her gün Hatay'ın Altınözü ilçesi Kozkalesi Köy Evleri mevkiine giden Dilek, yaptığı haberlerle bölgede yaşayanların durumunu anlattı.

Gazeteci Mustafa Dilek haberleri sonrası tehdit mesajları aldı.

Köyde kendisiyle görüşen mağdurlara "Gazetecilerle görüşmeyeceksiniz" talimatı gitti.

Kozkalesi köyündeki mağduriyetin duyulması valiliğin adım atmasını sağladı ve 1 Kasım 2024 tarihinde evleri teslim edilen ve 6 aydır elektriksiz kalan depremzedelere elektrik bağlanması için gerekeli çalışmaların yapıldığı duyuruldu.

Haberi yapan gazeteciye müdahale: Vali toplantıya almadı

Gazeteci Mustafa Dilek'se valiliğin gazabından kurtulamadı. Dilek, "Kütüphaneler Haftası" etkinliğinde Vali Mustafa Masatlı tarafından alandan çıkarıldı. 

Cemil Meriç İl Halk Kütüphanesi’nde düzenlenen programa davetli olarak katılan Dilek, sosyal medyadan yaptığı paylaşımda, Vali Masatlı’nın kendisine "Sen dışarı, sen buraya giremezsin" diyerek müdahale ettiğini belirtti. Onlarca şahidin olduğu olayla ilgili konuşan Dilek, "Hatay’daki sorunları gerçeklerle aktardığım ve korkusuzca eleştirdiğim için hedef alındım. Beni kovmanız, sorunları yok saymanız anlamına gelmiyor. Bu tavır, sorunlarla yüzleşmek istemediğinizi gösteriyor" ifadelerini kullandı.

Yaşananların ardından Hatay Valiliği bir açıklama yapmazken, gazetecinin gördüğü muamele sosyal medyada tepki çekti. 

'Valilik habere yalan ya da yanlış demiyor ama gazeteciyi kovuyor'

Konuya dair soL'a konuşan Mustafa Dilek, yaptığı haberin arkasında durduğunu ve amacının sorunun çözülmesi adına kamu yararına gazetecilik olduğunu vurguladı. 

Dilek, Vali Masatlı’nın kendisini "devlet kurumlarını kötülediği" iddiasıyla hedef aldığını, oysa 6 aydır çözülmeyen elektrik sorununun 4 günlük haber takibi sonunda çözüldüğünü belirtti. 

"Dün akşam sayaç takıldı, bugün elektrik verilecek" diyen Mustafa Dilek, Büyükşehir Belediyesi'nin kendisine dönüş yapmadığını, valilik yanlısı troll hesapların sosyal medyada manipülasyon yaptığını ve hakkında "30 bin lira rüşvet istedi" gibi asılsız iddialar üretildiğini aktardı. 

"Amacım mağdurların sesi olmaktı, haberi yapmasam da sorun çözülsün yeter" diyen gazeteci, "2,5 yıldır deprem mağdurlarının evlerine elektrik bağlanmamasını görmezden gelemem. Bakın önemli bir ayrıntı var. Ben gazeteciyim ve amacım haber yapmak. Ama ne için? Kamu yararı için. Depremzedelerin faydası için. Ben günlerdir telefonlarıma bir yanıt dahi alamadım. Bir kişi çıkıp da 'Ya kusura bakmayın 4 gün sonra sayaçları takacağız' deseydi yine anlardım. Ama ortada muhatap dahi yok. Şimdi haber olunca 4 günde sayaçlar takıldı. Bunu bu insanlara reva görenlere diyecek bir şey bulamıyorum" ifadelerini kullandı. 

"Gazeteciliğin toplumsal denetim rolü yeniden tehdit olarak görülüyor" diyen Mustafa Dilek, adaletin sağlanması ve depremzedelerin sorunlarını çözmek için haberlerine devam edeceğini belirtti. 

https://twitter.com/i/status/1909304230797582404

                                                           /././

Azınlığın despotizmi, halk iradesi, yurttaşlık mücadelesi -Fatih Yaşlı-

"Bugün seçme seçilme hakkımıza, yani siyaset yapma hakkımıza yönelik seçimsizleştirme saldırısıyla, ekmeğimize ve emeğimize yönelik saldırı arasında doğrudan bir ilişki var."

Yurttaşlık Antik Yunan’dan bugüne asla basitçe aynı yurt üzerinde yaşamaktan ibaret olmadı; esas mesele seçme ve seçilme, yani siyasal yönetime katılma hakkıydı, dolayısıyla yurttaş olmak siyaset yapma hakkıyla ilgiliydi, yurttaş siyaset yapma hakkına sahip olan kişi demekti.  

Egemen sınıflar bu hakkı hep mülkiyetle ilişkilendirdiler; ancak mülk sahipleri, yani kendileri siyaset yapma hakkına sahip olabilir, ancak onlar yönetebilirdi ve bu hak hep onların tekelinde kalmalıydı; mülksüz sınıflar ise bu hakka sahip olmak için binlerce yıl boyunca mücadele ettiler ve önemli kazanımlar elde ettiler. 

Yani bugün seçme-seçilme, siyasal yönetime katılma hakkının ötesine geçip sosyal hakları da kapsayan yurttaşlığın kendisi de sınıf mücadelelerin bir neticesiydi ve halen de yurttaşlık, olmuş bitmiş, tamamlanmış bir şey değil, yurttaş olmak üzerine verilen mücadele iki taraf açısından da devam ediyor. 

Geçtiğimiz günlerde iktidar tetikçilerinden biri, TRT’nin boykotu destekleyen oyuncuları işten çıkarmasına tepki gösteren yurttaşlar için “onlar vatandaş değil azınlık, onların dediklerinin bir önemi yok” diyordu. 

Yıllarca “vesayetçiler, elitler, milli irade düşmanları vs.” diye feryat ettikten sonra İslamcıların 22 yılın sonunda memleketin en az yarısını yurttaş olarak kabul etmeme noktasına gelmeleri elbette ki ibretlik. 

İslamcılar bir tür iç sömürge muamelesi yaptıkları bu topraklarda, çoktan azınlığa düşmüş olmalarına rağmen, deliliği andıran bir güç zehirlenmesiyle karşılarındaki milyonları kolaylıkla yurttaşlığın dışına atmaya kalkışabiliyor, onların en temel siyasi hakları olan seçme seçilme hakkını gasp etmeye kalkışmada herhangi bir beis görmüyorlar. 

Türk sağı Demokrat Parti’nin 1946’daki “Yeter söz milletindir” sloganıyla girdiği seçimden beri, kendisini milletin ve milli değerlerin asli temsilcisi olarak sundu, “milli irade”nin kendisinde cisimleştiği yönündeki anlayışı da yerleştirmeyi başardı, kendilerine oy vermeyenler ise tıpkı bugün olduğu gibi milli iradenin dışındaydılar. 

Bunun gerisinde esas olarak sandıkta kazanılan başarı vardı; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi güçlerini çoğunlukçuluktan aldılar; çoğunluğun desteğinin, yani milli iradenin kendilerine her şeyi yapma hakkı verdiğine inandılar.

Ancak meselenin bir de diğer tarafı vardı. DP, üniversite gençliği sokağa çıktığında eylemleri şiddetli bir şekilde bastırdı, basına sansür getirdi, muhalefetin seçim ittifakı yapmasını zorlaştıran yasal düzenlemeler yaptı, Tahkikat Komisyonu’nu, Vatan Cephesi’ni kurdu. Yani Menderes de tıpkı bugünküler gibi halkın bir bölümünün yurttaşlık haklarını kimi zaman resmen kimi zaman fiilen gasp ederek “seçimle gitmeme”ye oynadı ve bunun neticesi olarak “seçimsiz” gönderildi.

Demirel de siyasi hayatı boyunca hep milli iradeden bahsetti ama örneğin kendisini iktidardan indirmiş olmalarına rağmen, 12 Mart darbecilerinin yaptığı ve temel ve hak özgürlükleri kısıtlayan anayasa değişikliklerine en büyük desteği verdi. 1965-80 arası başka bir “irade”, yani toplumsal uyanışın bir sonucu olan “halk iradesi” ortaya çıkarken, temel görevi o iradenin önünü kesmekti. Hayatının sonuna kadar ilericiliğin, bağımsızlığın, laikliğin karşısında, sermayenin çıkarları adına “ılımlı” diyebileceğimiz bir gericiliği temsil etti.

Özal zaten darbeciliğin tam merkezindeydi; 12 Eylül’e giderken alınan halk ve emek düşmanı 24 Ocak Kararları’nın mimarı da oydu, darbe sonrasının ekonomi yönetiminin tepesindeki isim de. Faşizan 1982 Anayasası ile hiç derdi olmadı, işkencelere, idamlara, infazlara hiç karşı çıkmadı, demokratlığı ise Hasan Cemal’lerin, Ertuğrul Özkök’lerin övgüsüne mazhar olacak şekilde şortla askeri birlik denetlemekten ibaretti. 

Ve şimdi bugün Türk sağının mirasını devralan iktidar partisi, kendisinden öncekilerin kısmen denedikleri bir şeyi tamamına erdirmeyi, seçme seçilme hakkını fiilen ortadan kaldırmayı ve böylelikle milyonların siyasal alanın dışında bırakılacakları, yani yurttaşlıktan dışlanacakları bir rejimi inşa etmeye çalışıyor.

Ancak yurttaşlığa yönelik saldırıyı sadece buraya indirgeyemeyiz; bu saldırının ekonomi-politik temelleri var ve olan biteni anlayabilmek için buraya bakmak, buraya odaklanmak gerekiyor. 

Geçtiğimiz günlerde Forbes dergisi dünya milyarderler listesini yayınladı ve bu listeye Türkiye’den 35 kişi girdi. Bu 35 kişinin toplam serveti 79,5 milyar dolar ve bu servet Türkiye’nin en yoksul yüzde 50’lik kesiminin, yani 42,5 milyon kişinin toplam servetinin neredeyse üç katına tekabül ediyor. 

Böylesine korkunç bir gelir dağılımı adaletsizliğinin yaşandığı yerde, 35 kişinin 42,5 milyon insanın üç katı servete sahip olduğu bir ülkede yurttaşlıktan bahsetmek mümkün olabilir mi peki? 

Bugün tek tek hepimiz, şirketlerin, holdinglerin, tekellerin egemenliği adına yurttaşlıktan çıkarılıp köleleştiriliyoruz. Sadece düşük ücretlerle ve çalışma koşullarıyla değil; ödediğimiz vergilerle, özelleştirmelerle, elektrik ve doğalgaz faturalarıyla da köle, parya muamelesi görüyoruz. 

Elektrik faturalarına yapılan son zamla birlikte gördük ki, cebimizden çıkan her 100 liralık elektrik bedelinin yüzde 70’i elektrik dağıtım şirketlerine gidiyor. Kamunun parasıyla kurulan elektrik santralleri, döşenen hatlar, dikilen direkler, hepsi üç kuruşa özelleştirildikten sonra şimdi bunları devralan şirketler halkı haraca kesiyor, faturalar soygun düzeninin delili olarak karşımızda duruyor. 

Antik Yunan’dan 2025 Türkiye’sine uzanan yüzlerce yılın sonunda hâlâ aynı kavgayı veriyoruz. Eğer siyaset ekmeği nasıl bölüşeceğimiz sorusuna verilen yanıtsa ve yurttaşlık da siyaset yapma hakkıysa, bugün bizden ekmeğimizin neden küçüldüğü ve o ekmeği daha adil bir şekilde nasıl bölüşeceğimiz sorularını sormamız istenmiyor.

Bugün milyonlar temel yurttaşlık hakları ellerinden alınırken, sussun, ses çıkarmasın, isyan etmesin diye 300 civarında genç birer siyasi rehine misali cezaevlerinde tutuluyor, dışarıdakilere ibret olsun diye zulme maruz bırakılıyor.  

Tam da bu nedenle, yeniden yurttaş olmaya dair bir irade, bir halk iradesi geliştirmeliyiz. Halk, pelteleşmiş bir yığın, amaçsız, hedefsiz bir kitle demek değildir. Halk, dışlandığı siyaset alanına dönmek ve o alanı kendisi lehine genişletmek istemeye dair bir oluş sürecidir. Mücadele ettikçe halk olunur, halk iradesi büyüdükçe yurttaşlık üzerine verdiğimiz kavga büyür.

Bugün seçme seçilme hakkımıza, yani siyaset yapma hakkımıza yönelik seçimsizleştirme saldırısıyla, ekmeğimize ve emeğimize yönelik saldırı arasında doğrudan bir ilişki var. Tam da bu nedenle azınlıkçı milli irade despotizminin karşısına, halk olmaya, yurttaşa olmaya dair bir iradeyle çıkmamız gerekiyor. 

Bu irade çoğunluğun çıkarlarını azınlığın karşısında, halkın çıkarlarını holdinglerin, tekellerin çıkarları karşısında savunma iradesidir, bu irade halkın ekmeğini yine halkın adil, eşit ve kardeşçe bölüşme iradesidir. Ya bu irade kazanır ya da despotizmin karanlığı daha da koyulaşarak yoluna devam eder.

                                                           /././

soL

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -10 Nisan 2025-

Devletler hep yaşlıdır devrimlerse daima genç -Mine Söğüt-

Eğitimin çerçevesini belirleyen iktidarlar, dünya genç bir devrim enerjisiyle değil köhne bir iktidar hevesiyle dönsün, gençliğin ateşi o hevesin üflediği ölümcül solukla fazla parlayamadan sönsün isterler. Ama bazen iktidarın soluğu gençliğin ateşini söndüremez aksine harlar ve tüm sinsi hesaplar boşa çıkar

Devletler hep yaşlıdır devrimlerse daima genç

Her iktidar bir gün yıkılır. Tanrısal olanlar bile.

Yerden gökyüzüne yükselmeyi bir başarı zanneden ve o sırada ayaklarının yerden kesilmesinin kendisini hangi tehlikelere sürüklediğini fark etmeyecek kadar körleşen tehlikeli muktedirler, nihayetinde yükseldikleri noktadan yere çok feci düşerler.

Eğer iktidar yukarılardan aşağıya düştüğünde siz hâlâ onun ayaklarının dibindeyseniz o düşüşün altında kalır, ezilirsiniz. Yok eğer tepesine çıkıp tepinmekteyseniz, o düşüşün neticesinde hayatınıza daha iyi bir yerden devam edersiniz.

O yüzden köhne iktidarların eteklerinde oturmak tehlikeli, tepesine binmekse güvenlidir.

Şu anda bu ülkede iktidar gençlerin üzerine basarak yükselmeye çalışırken gençlik onun tepesine biniyor. Hem de öyle böyle bir binmek değil. O yüzden devletin tepesi atıyor, bir külhanbeyi gibi naralar atarak kendisine yan bakanı içeri tıkıyor. Hızını alamayıp Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm Elvan ve babası Sami Elvan’a Cumhurbaşkanı’na hakaretten hapis cezası verebilecek kadar gözü dönebiliyor.

Çünkü bu ülke halkını ve özellikle de gençlerini nicedir hiç ama hiç sevmiyor.

Gezi Direnişi sırasında polisin attığı gaz fişeğiyle yaralanan ve 269 gün komada kalarak 45 kilodan 16 kiloya düşerek bu dünyadan ayrılan 15 yaşındaki Berkin’i hiç sevmediği gibi...

Alelacele idam ettiği 17 yaşındaki Erdal Eren’i sevmediği gibi…

Mecliste “Üç bizden, üç sizden” diye bağıran milletvekillerinin intikam hırsına kurban vererek astığı yirmili yaşların başındaki üç öğrenciyi, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı sevmediği gibi…

Günlerdir sokaklarda “Hak! Hukuk! Adalet!” diye bağıran ve arkadaşlarını hukuksuz bir şekilde içeriye atan iktidara inatla kafa tutan bugünkü gençliği de hiç sevmiyor. Onları baş tacı edebilecekken ayaklarının altına almayı tercih ediyor.

Tüm muhaliflerini tek tek hapse attığı, anayasayı hiçe saydığı, gazetecileri, öğrencileri suçlu ilan ettiği, astığı astık kestiği kestik bir iklimi normalleştirdiği bir kaos ortamında korkularını karşısındaki herkesi korkutarak bastırmaya çalışıyor; bu esnada en çok da gençleri yıldırmaya uğraşıyor.

Çünkü biliyor, onları olağan zamanlarda evcilleştirmek kolay ancak olağanüstü zamanlarda gençliğin fıtratında hep isyan var.

Yetişkinlerin tevekkülle karışık yorgunluğunun aksine henüz eksilmemiş bir enerji ve yüksek bir tahammülsüzlükle o gençler evlerine giremezler.

İktidarı yerinden edebilecek yasal haklarını kullanmakta direnmekten yılamazlar.

Ve güzel günler görmeyi hayal etmekten vazgeçemezler.

İçlerinden bazılarını hunharca içeri tıkan ve hapiste tuttuğu gençlere ibret-i alem için eziyet etmeyi bir başarı sayarak gelecekleriyle oynayan bu iktidarın niyeti, gelmiş geçmiş tüm iktidarlar gibi, varlığına tehdit olarak gördüğü gençliği zulmüyle terbiye etmek.

Terbiye, Arapça kökenli bir kelime. Hem insanlar için kullanılıyor hem de hayvanlar için. Türkçesi eğitim. O da öztürkçe bir kelimeden türetilmiş. Egit. Egit de hem hayvanlar için kullanılıyor hem insanlar için. Terbiye ve eğitimin hedefindeki gençler kelimelerin kökenlerindeki niyetlerin gölgesinde bin yıllardır düzene uyum sağlasınlar, yoldan çıkmasınlar, iktidarları sarsmasınlar, çarklara çomak sokmasınlar diye önce evlerde sonra okullarda sonra da iş yerlerinde düzenin ihtiyaçlarına göre eğitilirler.

Eğitimin çerçevesini belirleyen iktidarlar, dünya genç bir devrim enerjisiyle değil köhne bir iktidar hevesiyle dönsün, gençliğin ateşi o hevesin üflediği ölümcül solukla fazla parlayamadan sönsün isterler.

Ama bazen iktidarın soluğu gençliğin ateşini söndüremez aksine harlar ve tüm sinsi hesaplar boşa çıkar.

Neyse ki devletler hep yaşlıdır; devrimlerse daima genç.

                                                    /././

Dünya lideri -Ercan Uygur-

Kabul etmek gerekir ki, Erdoğan, dünyanın sevdiği, saydığı, örnek aldığı bir kişi değildir. Güvenilir ve kapsayıcı kabul edilmez. Bu nedenle bir lider kabul edilmez. Bu, Erdoğan’ın kişi, kişilik olarak yarattığı bir sonuç mudur? Yoksa, Türkiye’nin ülke olarak ekonomisi, tarihi ve kültürü ile katkı yaptığı bir sonuç mudur?

erdoğan trump

Son dönemde devlet veya hükümet başkanları, kısaca “liderler” hep gündemde yer alıyorlar. ABD Başkanı D. Trump bu bağlamda küresel ölçekte kararlarıyla ön sırada.

Türkiye’de ise Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan hep gündemde.

Bu yazıda amacım bazı gelişmelere bakarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “liderliğini” kısaca değerlendirmektir. Erdoğan bir lider, bir dünya lideri olabilir mi? Bu soruya kısaca yanıt verdikten sonra Trump’ın da kısa bir değerlendirmesini yapıyorum.

NATO’nun lider zirveleri

29-30 Haziran 2022’de İspanya Madrid’de NATO devlet/hükümet başkanları (liderler) zirvesi yapıldı. Zirveye, üye ülkeler yanında, üyelik başvurusu yapmış olan Finlandiya ve İsveç de katılmışı.

Ayrıca, Ukrayna dahil, üye olmayan 15 ülkenin devlet/hükümet başkanları da zirveye katılmıştı. Toplam katılım 50’ye varmıştı. Zirve’de en önemli konu, Ukrayna’yı işgal eden Rusya’ya karşı nasıl bir taktik ve strateji izleneceği idi. NATO (2022).

Bir konu da, Türkiye’nin “teröristleri destekleyen” Finlandiya ve özellikle İsveç’in üyeliklerine karşı çıkması idi. ABD, NATO’nun sınırlarını genişletmek ve Rusya’yı NATO üyeleriyle çevrelemeyi sürdürmek istediği için bu üyeliklere büyük önem veriyordu.

Öyle ki, iki ülkenin üyeliğine evet demesi karşılığında ABD’nin Türkiye’yi yeniden F-35 projesine dahil edebileceği, en azından F-16 projesine olur vereceği yorumları yapılıyordu. Türkiye’nin F-35 projesine geri dönmesi ve F-16 uçakları talebi 2022’de belirsizdi. Sonrasına aşağıda dönüyorum.

İki kuzey ülkesinin üyelik konusu nedeniyle, Türkiye 2022 zirvesinde gözlerin çevrildiği bir ülke idi. Sonuçta Finlandiya, İsveç ve Türkiye arasında protokoller imzalandı; Türkiye bu iki ülkenin üyeliğine belli koşullarda olur diyecekti.

2022 NATO zirvesine Türkiye’yi temsilen Cumhurbaşkanı Erdoğan katıldı. Erdoğan toplantı salonuna girdiğinde hemen arkasında Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu ve beyaz türbanlı tercümanı vardı. Kameralar Erdoğan’ı toplantı salonunda izlediler.

Salonda diğer ülke temsilcileri üçer-beşer toplanmış konuşuyorlardı. Videoları izlerken, Erdoğan’ın bu öbeklerden birine davet edilmesini, en azından Çavuşoğlu’nun bunlardan birine yönlendirmesini bekledim. Ama olmadı.

Sonunda Erdoğan, oturmuş kağıtlara notlar almakta olan Britanya Başbakanı, büyük büyük dedesi Türk olan B. Johnson’ı gördü. Yanına gidip arkadan sol omuzuna elini koydu.

Johnson çok şaşırdı, yerinden fırladı. “Eyvah” dedim, çünkü bir refleks ile Erdoğan’ın elini itebilirdi. Britanyalılar, bizler gibi, dokunarak iletişimde bulunmuyorlar.

Şu soruyu sordum; Erdoğan neden diğerleri ile karışıp görüşmedi? Yabancı dil bilmediği için mi? Yurt dışında çok eleştirildiği için mi? “Beni aralarına almazlar” diye düşündüğü için mi?

Şu bir gerçek; Erdoğan’ın yabancı ülke liderleriyle yakın bir ilişkisi olmadı, yok. Doğrusu Türkiye adına üzülmüştüm.

9-11 Temmuz 2004’te ABD Washington’da yapılan NATO zirvesinde bu üzüntüm daha arttı. Bu zirveyi İngiliz haber kanalı ITN geniş şekilde verdi. Bu zirvede de Erdoğan toplantı salonunu baştan sona yürüdü. Yine diğer temsilciler öbek öbek toplanmış konuşuyorlardı. NATO (2024).

Ancak Erdoğan’ı yanına davet eden, hatta selam veren olmadı. Dışişleri Bakanı bu kez H. Fidan idi, onun da bir yönlendirmesi olmadı. Tercüman yine aynı hanımefendi idi.

Bu zirvede Britanya’yı Başbakan K. Starmer temsil ediyordu. Uzak akrabamız Johnson yoktu. Erdoğan yapayalnız gidip yerine oturdu.

2024 zirvesinde Türkiye öne çıkan bir ülke olmadı. 2023 Nisan’ında Finlandiya, 2024 Mart’ında İsveç Türkiye’nin de onaylaması ile NATO’ya üye olmuşlardı. Üyelik karşılığında Finlandiya ve özellikle İsveç öne sürülen koşulları ne ölçüde sağladılar bilmiyorum.

Ancak ABD Türkiye’yi F-35 projesine geri kabul etmedi. Bir iddiaya göre Rusya’dan alınan S-400 füzelerini Ukrayna’ya vermesini istedi. Diğer bir seçenek de bunların hiç kullanılmamak üzere gömülmesi idi.

ABD, Türkiye’nin F-16 uçakları talebine de olumlu bir yanıt vermedi. Bir neden olarak bu uçakların Yunanistan’a karşı bir tehdit olması ve kullanılabilme olasılığı idi. Haberlere göre Yunanistan, Erdoğan’ın “Bir gece ansızın gelebiliriz” sözünü videolarla ABD’ye sunmuştu.

Yunanistan, antlaşmalara aykırı olarak Ege adalarını silahlandırmasını da bu söze dayanarak açıklıyordu. AB organlarında konu açıldığında açıklaması bu yönde idi. Bu olumsuz sonuçlarda elbette başka lobi ve dış ilişkiler faaliyetlerinin rolü de büyüktür.

Kabul etmek gerekir ki, Erdoğan, dünyanın sevdiği, saydığı, örnek aldığı bir kişi değildir. Güvenilir ve kapsayıcı kabul edilmez. Değişik yönlerden çok eleştiri almaktadır. Bu nedenle bir lider kabul edilmez, bir dünya lideri de olamaz.

Bu, Erdoğan’ın kişi, kişilik olarak yarattığı bir sonuç mudur? Yoksa, Türkiye’nin ülke olarak ekonomisi, tarihi ve kültürü ile katkı yaptığı bir sonuç mudur? Yoksa, kişiliğinin ve ülkenin birlikte yarattığı bir sonuç mudur?

Dışarıda çok eleştiri alan Erdoğan, içeride nasıl değerlendiriliyor? Erdoğan içeride de giderek daha çok eleştiri alıyor. Kendisi toplumun geneli tarafından kabul görmüyor.

Yukarıdaki soruya yanıt vermek üzere önce lider kimdir sorusunu ele alalım.

Lider kimdir?

Lider, bir topluluğu, bir toplumu ve örgütlerini genel olarak kabul edilmiş ve benimsenmiş belli bir hedefe, belli bir amaca götürebilen kişidir. Bu çerçevede lider bir çalışma takımı oluşturup onunla uyumlu biçimde çalışabilendir. Garretsen, Stoker, Weber (2020)

Örneğin, Mustafa Kemal Atatürk, Türk toplumunu bağımsız, eşitlikçi, adil, bilime dayalı ve refah içinde bir cumhuriyet yaratma hedefine götürmeye çalışmıştır. Önemli bir amaç, demokrasiyi de içeren “muasır medeniyet” düzeyine varmaktır. Bu hedefe ve amaca toplumun büyük ölçüde katılımını sağlamıştır.

Bu anlamda Erdoğan’ın hedefi nedir? Bu hedef genel olarak benimsenmiş, kabul edilmiş midir? Erdoğan’ın hedefi nedir, tam bilmiyoruz. Birçok değerlendirmede kendisinin dine dayalı bir idare biçimi ve toplumsal yapı oluşturmaya çalıştığı açıklanır.  

Ancak böyle bir hedefe doğru yol almayı Türk toplumu, son 23 yıldaki çaba ve çalışmalarına karşılık, büyük ölçüde reddediyor. Şunu belirteyim, Atatürkçü Düşünce Derneklerinde (ADD) İmam Hatip ve İlahiyat mezunu üyeler ve hatta başkanlar olduğu bilgisi var.

Dine dayalı bir modelin önde gideni lider, dünya lideri olamaz. Çünkü dine dayalı model hem ülke içinde hem ülke dışında kapsayıcı olamaz. Bir dinin içinde bile değişik yapılar, yorumlar vardır. Bu bağlamda değişik mezhepler, tarikatlar vardır. Bizatihi bunlar kapsayıcılığı önler.    

Erdoğan’ın ekonomi modeli ve politikaları hiç kabul görmüyor. Son üç, dört yıldır uygulanan politikalar, toplumun refah düzeyini önemli ölçüde geriletmiş durumda.

Benzer şekilde eğitim, sağlık ve geleceğe güven gerilemiş durumda. Geleceğe güven duyamayan toplumun yaşadığı ortamdan mutlu ve umutlu olması çok zordur. Önemli bir diğer gerileme demokrasi ve temel haklar konusundadır.

Öyleyse Erdoğan, yukarıdaki tanıma göre, içeride de liderlik özelliği taşımıyor.

Daha önemlisi, yaygın bir kanıya göre Erdoğan’ın tüm hamleleri toplum için değil, kendi kişisel iktidarı ve/veya dar bir grubun iktidarı içindir. Bu açıdan da Erdoğan bir “lider” özelliği taşımıyor.

Bu durumda, toplumu düşünerek ve rasyonellik adına yapılacak şey, iktidarı bırakıp liderlik yapacak başklalarına olanak vermektir.

Kısaca Trump’a da bakalım. Trump da uyguladığı politikalarla ve yaklaşımlarıyla sevilen, sayılan, örnek alınan birisi değildir. Politikaları büyük belirsizlik yaratıyor. Trump, kendi ülkesinde de, küresel düzeyde de çok eleştirilen ve karşı çıkılan bir başkandır.

Trump da bir dünya lideri değildir. ABD’li Nobel Ödüllü İktisatçılar (Haziran 2024) ve (Ekim (2024)’te Trump konusunda bildiriler yayınladılar, uyarılar yaptılar. Gelişmeler aynen uyardıkları gibi oldu, oluyor.

2025 Haziran sonunda Hollanda’da NATO “liderler” zirvesi var. Bakalım Trump NATO için ne diyecek? Yanıtı merak ediyoruz. 


Kaynaklar

Garretsen, Harry, Janka I. Stoker, Roberto A. Weber, (2020) “Economic perspectives on leadership: Concepts, causality, and context” Leadership research, The Leadership Quarterly, (31, 3).

NATO (2022). 2022 NATO Summit.

https://www.nato.int/cps/en/natohq/news_196144.htm

NATO (2024). 2024 NATO Summit.

https://www.nato.int/cps/en/natohq/226799.htm

Nobel Ödüllü İktisatçılar (Haziran 2024)

https://www.documentcloud.org/documents/24777566-nobel-letter-final/

Nobel Ödüllü İktisatçılar (Ekim 2024)

https://www.documentcloud.org/documents/25247867-23-nobel-economists-sign-letter-saying-harris-agenda-vastly-better-for-us-economy/

                                                            /././

Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Aran: Bankamızın itibar ve şöhretini hedef haline getirenlerle ilgili derhal suç duyurusunda bulunduk!

hakan aran

Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Hakan Aran, bankanın belirli bir dünya görüşüne sahip insanları, grupları finanse ettiği, kültür ve sanat faaliyetleriyle ve reklam benzeri yollarla çeşitli yerlere kaynak sağladığı iddialarını reddetti. Aran yaptığı açıklamada, "Bu tür asılsız yayınların ekonomi üzerinden tüm kesimlere vereceği zarar ortadayken, gerçeğe aykırı iddialar üzerinden yapay bir kriz yaratmak uğruna İş Bankası gibi neredeyse Cumhuriyet ile yaşıt bir kurumun fütursuzca gündeme getirilmesini kabul etmemiz, buna sessiz kalmamız mümkün değildir" ifadelerini kullandı. 

Atatürk’ün talimatıyla Cumhuriyet’in ilk ulusal bankası olarak Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yönetiminde 26 Ağustos 1924’te kurulan Türkiye İş Bankası'nın Genel Müdürü Hakan Aran, kurum hakkında öne sürülen bazı iddialar hakkında açıklama yayımladı.

“Türkiye İş Bankası'yla ilgili son günlerde ortaya atılan asılsız iddiaların artarak devam etmesi nedeniyle yeni bir açıklamaya ihtiyaç duyulmuştur” denilen açıklamada Aran, İş Bankası ile ilgili çeşitli olumsuz söylemlerle son dönemde Bankayı gündeme getirmeye yönelik yayınların Bankacılık Kanunu'na göre açıkça suç teşkil ettiğini belirtti.

Aran tarafından yapılan açıklamanın tamamı şöyle:
 
“Bu tür asılsız yayınların ekonomi üzerinden tüm kesimlere vereceği zarar ortadayken, gerçeğe aykırı iddialar üzerinden yapay bir kriz yaratmak uğruna İş Bankası gibi neredeyse Cumhuriyet ile yaşıt bir kurumun fütursuzca gündeme getirilmesini kabul etmemiz, buna sessiz kalmamız mümkün değildir. Belirli bir dünya görüşüne sahip insanları, grupları finanse ettiğimiz, kültür ve sanat faaliyetlerimizle ve reklam benzeri yollarla çeşitli yerlere kaynak sağladığımız gibi bilinçli söylemlerle suni bir algı oluşturmaya çalışan ve Bankamızı, Bankamızın itibar ve şöhretini hedef haline getirenlerle ilgili derhal suç duyurusunda bulunduğumuzu tüm kamuoyunun bilgisine sunmak isteriz.
 
Yüzüncü yılını geride bırakıp ikinci yüzyılına emin ve sağlam adımlarla giren, Türkiye'nin milli sermayesi olarak üstlendiği sorumluluğun bilincini çalışmalarıyla daima ortaya koyan, faaliyetlerini mevzuata, etik kurallara ve ticari prensiplere uygun olarak yürüten Türkiye’nin en büyük özel bankası ve marka değeri en yüksek bankası olan Türkiye İş Bankası'nın titizlikle korunması gerekmektedir. Hiç kimse, hiçbir kesim İş Bankası üzerinden, asılsız iddia ve değerlendirmelerle suni gündemler yaratmaya çalışmamalıdır. Bu çabada olan kişiler hakkında BDDK’yı da bilgilendirerek suç duyurusunda bulunmaya devam edeceğimiz bilinmelidir."

                                                     ***

Türkiye İş Bankası: Bankamız itibar ve şöhretine kasteden, yatırımcıların kararlarını etkilemeye yönelik gerçek dışı beyanlar suç teşkil ediyor!

“Yalan, yanlış veya yanıltıcı bilgi veren, söylenti çıkaran, yorum yapan ya da bunları yayan tüm ilgililer hakkında bankamızca yasal girişimlerde bulunulacak…”

                                                          ***
Dünyada toplumsal hareketler yükselişte!-MustafaDurmuş

Kitleler öfke, keder ve endişe gibi tepkiler gibi içinde bulunduğumuz ve “çok şey kaybettiğimiz ve yakında çok daha fazlasını kaybedebileceğimiz endişe verici duruma verilen çok doğal tepkileri veriyorlar
saraçhane

Son iki haftadır bizler ülkemizde milyonlarca insanın katılımıyla gerçekleşen 19 Mart’taki “sivil darbe girişimini” protesto mitinglerine ve eylemlere odaklandığımızdan ve “yerli ve milli” medyamız eylemleri haber yapmadığından, dünyanın değişik yerlerinde “haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik ve aşırı sağcı otoriterliğe karşı” benzer kitlesel eylemler yapıldığının bilgisine sahip olamadık.

Oysa son 50 yıldır dünyanın birçok ülkesinde patlak veren kitlesel demokratik protestolar giderek bir devrimci güç haline geldi.  21.Yüzyılda emperyalist-kapitalist sistemin ana üssü ABD’de gerçekleşmek üzere; “Kadın Yürüyüşü” (2017), “Siyahların Hayatları Önemli” (2020) gösterileri ve bugün 50 eyaletin tamamına yayılan 1.400'den fazla etkinlik ve yüz binlerce katılımcıyla yapılan “Ellerinizi Çekin!” protesto mitingleri (2025 Nisan), modern tarihin en cüretkâr iktidar gasplarından biri olarak adlandırılan Trump-Musk oligarşik iktidarına karşı toplumun güçlü ve birleşik bir duruşu olarak tarihe geçti.

“Çekin Ellerinizi Üzerimizden! “

ABD’deki bu mitingler dolar milyarderlerinin nüfuzuna, sosyal güvenlik ve Medicaid gibi temel programlardaki kesintilere ve marjinalleştirilmiş topluluklara yönelik saldırılara son verilmesini talep etmek üzere; işçiler, aktivistler ve sıradan Amerikalılardan oluşan geniş kapsamlı bir koalisyonu bir araya getirdi. Mesajları çok net: “Amerikalılar demokrasi ve temel haklar pahasına zenginlere öncelik veren politikalardan bıktı. “İşimizden, ekmeğimizden, sağlık hizmetlerimizden, demokrasimizden elinizi çekin!”  Bugünkü katılım sadece bir protesto değil, tabandan gelen gücün dinamik ve adalet ve eşitlik için mücadele etmeye hazır olduğunun da ilanıdır. (1)

Aslında kitlesel protesto eylemleri ABD ile sınırlı değil. 2010 yılında Kuzey Afrika’da gerçekleşen “Arap Baharı” ayaklanmaları hala hafızalarımızda. Geçtiğimiz ay Gürcistan, Macaristan, Romanya, Sırbistan ve Slovakya'da ve dün İspanya’da da halk kitleleri kemer sıkma önlemleri uygulayan otoriter yöneticilere karşı sokaklara çıktılar.

Sonuçlar karışık!

“Bu protestoların sonunda ne tür değişiklikler oldu, muktedirler mesajı aldılar mı?”  

2010’daki Kuzey Afrika ve Orta Doğu'yu kasıp kavuran ve Tunus, Libya, Mısır ve Yemen'de gerçekleşen “Arap Baharı” gibi bazı ayaklanmalar halklar açısından ağır yenilgilerle sonuçlandı. Aslında tarihe bakıldığında sonu kötü biten ayaklanma örnekleri diğerlerine göre ağırlıktadır. Örneğin 1848 Avrupa sosyal devrimlerini bir sonraki yılın karşı devrimleri izledi (Bonapartizm gibi). Yıkılan rejimlerin yerini genellikle daha baskıcı başka rejimler aldı. Ancak ünlü Amerikalı tarihçi H. Zinn’in dediği gibi: “Haksızlıklara karşı isyanın kendisi bir zaferdir.”

Nitekim, başarısız kalan ayaklanmalar bile çoğu zaman daha sonraki başarıların temelini attı. Örneğin İtalya, 1848’den sonraki 15 yıl içinde liberal bir anayasa altında birleşti. Kısaca bu protestolar, insanlar kendilerini bir yurttaşlar topluluğu olarak tanımaya başladıkça, derinden dönüştürücü olabiliyorlar. (2) Keza 2013 yazında Türkiye’de patlak veren “Gezi İsyanı” da halkların ağır bir bedel ödemesiyle sonuçlansa da bugünkü kitlesel eylemlerin de tohumlarını atmadı mı?

Ayrıca yakın tarihte zaferle sonuçlanan ayaklanmalar da söz konusu. Örnek olarak; bundan birkaç yıl önce Sri Lanka’daki yoz diktatör, ayaklanmalar yüzünden ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Geçen yıl Bangladeş Başbakanı Şeyh Hasina’nın yoz – despotik iktidarı devrildi. En son Güney Kore halkı ve parlamentosu Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol'un darbe girişimini püskürtüp, Başkanı görevden uzaklaştırdı.

Türkiye'deki mevcut protesto eylemlerinin kaderi konusunda ise net bir şeyler söylemek için henüz çok erken. Bu biraz da iktidar bloğunun nasıl reaksiyon göstereceğine ve toplumsal muhalefetin kararlılığına bağlı bir durum.

Geçen yıl dünyada 160 büyük çapta toplumsal eylem gerçekleşti!

Uluslararası bir izleme kuruluşu olan “Carnegie Protesto Takipçisi”, geçen yıl 160 büyük hükümet karşıtı protesto tespit etti. 2017 yılından bu yana ise 800’ün üzerinde dünya çapında önemli hükümet karşıtı protestonun patlak verdiği biliniyor. Bunların 283’ü ekonomik nedenlerden dolayı ortaya çıktı. 150'den fazla ülkede önemli protestolar yaşandı. Bu protestoların yüzde 18’inden fazlası üç aydan uzun sürdü. (3) İnternet ve sosyal medyanın varlığı bu protestolara katılan özellikle de gençlerin çok hızlı mobilize olmalarını sağladığından, eylemlere katılımcı sayısı giderek arttı.

Amerika’daki protestoların çoğunlukla hükümetin meşruiyetine meydan okumayı amaçlamadığı, örtülü ya da açık bir şekilde 'sivil itaatsizlik' olarak kendilerini gösterdiği ileri sürülüyor.

“Sivil Haklar Hareketi”nin oturma eylemlerinde olduğu gibi, yasaların kasten çiğnenmesini içeren en aşırı biçimlerinde bile, Sivil Haklar liderleri tarafından ifade edildiği gibi, amaç “Amerikan halkının ahlaki vicdanını uyandırmak ve böylece bazı reformların yapılmasını” sağlamaktı, iktidarı devirmek değildi. Bu bağlamda ABD’nin Thoreau’dan Martin L.King’e ve 20. Yüzyılın sonlarında yaşamış siyaset filozofu John Rawls’a kadar bir dizi parlak ‘yasal’ sivil itaatsizlik teorisyeni yetiştirmiş olması tesadüf değil”. (4)

Otoriter rejimin meşruiyetini sorgulatmak

Diğer yandan Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da meydana gelen ayaklanmalar demokrasiden uzaklaşmış olan iktidarları zayıflatmayı ya da onları devirmeyi amaçlıyordu.

Bu tür ayaklanmalar genellikle sarsıcı bir anti-demokratik eylem tarafından tetikleniyor. Örnek olarak, Türkiye'deki gösteriler demokratik muhalefetin cumhurbaşkanı adayı ve İBB Başkanı İmamoğlu ve çevresine yapılan operasyonlarla başladı. Macaristan'daki gösterileri ise “Onur Yürüyüşleri”nin yasaklanmasına yönelik adımlar tetikledi.

Ancak bu gösteriler, hileli seçimler, önde gelen muhalif siyasetçilere ve özgür medyaya yönelik baskılar, yüksek mevkilerdeki yolsuzlukların ortaya çıkması ya da yürütmenin mahkemelere veya üniversitelere müdahalesine karşı çıkmak amacıyla da yapılıyor. Göstericilerin amacının, ülkeyi yönetenleri parlamenter demokrasiye geri dönüşü sağlamaya ya da iktidarı erken seçime zorlayarak iktidarı bırakmaya zorlamak olduğu söylenebilir.

Parlamenter demokrasiye geri dönüşü amaçlayan yani bir rejim değişikliğini hedefleyen bu tür gösterilerin demokratik, barışçıl ve anayasadan kaynaklanan hakların kullanılmasına dayalı olduğu, meşru olduğu ve bu yüzden de geniş yığınlarca kabul gördüğü inkâr edilemez.

Bundan sonra ne olacak?

Türkiye’de siyasal iktidarın, uzattığı bayram tatili ile özellikle de eylemlerin itici gücünü oluşturan üniversite gençliğinin evlerine dönmesini sağlayarak gösterilerin sönümlenmesini amaçladığı söylenebilir.

Ancak bayram tatili bitti. Bu hafta üniversitelerde sınav haftası. Ama 300’ün üzerinde öğrenci hala tutuklu ve büyük bir ihtimalle birçoğu sınavlara giremeyecek. Bu durumda diğer öğrenciler ya bu durumu kabullenecekler ya da sınavları boykot edecekler.

Protestoların merkezinde yer alan CHP olağanüstü kongresini tamamladı. Yapılan açıklamalar iktidarla yaptığı bilek güreşini sonuna kadar sürdüreceği yönünde. Çünkü muhalefet açısından eylemlere son vermek, kaybetmek anlamına geliyor ki onlar da bunun bilincindeler. Meclis’in işlevsiz kaldığı bir dönemde, sokakta ve diğer demokrasi ve barış güçleriyle var olmaları gerekiyor, bu yüzden de farklı eylem biçimleriyle kitleyi hedefe ulaşana kadar hareket halinde tutmak istiyorlar.

Diğer taraftan, “bundan böyle eylemler hangi biçimlerde yürütülecek ve iktidar blokunun karşı hamlelerine karşı kitleler nasıl korunacaktır” soruları hala yanıt bekleyen temel sorular olarak ortada duruyor.

Muhalefetin artık üzerinde düşünmesi gereken asıl sorular bunlar. Örneğin; dünyanın başka ülkelerinde uygulandığı gibi, muhalefet vatandaşlara, bankalara olan kredi kartları borçlarını ve vergilerini ödememe ya da bankalardan mevduatları çekme gibi eylemlerine girişmeye ikna edebilecek mi? Veya bir haftalığına yakıt almayarak, alkollü içki ve sigara satın almayarak KDV ve ÖTV ödemekten kaçınmalarını sağlayabilecek mi?

Kitle çizgisini korumak!

Tüm toplumun duyguları, beklendiği gibi oldukça yüksek. Adeta yüksek enflasyon ve vergiler altında yoksulluk ve açlığa mahkûm edilen kitleler öfke, keder ve endişe gibi tepkiler gibi içinde bulunduğumuz ve “çok şey kaybettiğimiz ve yakında çok daha fazlasını kaybedebileceğimiz endişe verici duruma” verilen çok doğal tepkileri veriyorlar.

Ancak mücadelenin sınırları ve biçimleri değişirken, öfke başta olmak üzere, duyguların iyi yönlendirilmesi ve bu yeni aşamada nasıl harekete geçileceği konusunda dikkatli olunması gerekiyor.

Keza otoriter iktidar kendini daha agresif bir şekilde ortaya koyarken ve protestocuların karşılaşabileceği pek çok olası senaryoya tepki verirken, kitleleri daha güvende tutacak yolların da belirlenmesi gerekiyor.

Uluslararası deneyimlerden çıkartılabilecek dersler

Otoriter rejimlerle demokratik yol ve yöntemlerle mücadele etme konusunda uzman biri olarak tanınan Amerikalı S. Nakagawa, bir süredir dünyanın dört bir yanında otoriter yönetimlere karşı hayatta kalmış ve hatta onları yenmiş kitlelerin deneyimlerinden yola çıkarak bazı öneriler geliştiriyor. Nakagawa bu yöntemlerin yerel koşullara uyarlanmasını gerektiğini söylerken, iktidarın baskısı arttıkça, başkalarıyla ilişkilerimizin niteliğinin (niceliğine göre) daha önemli hale geleceğini ileri sürüyor ve topluluklar oluşturulmasını ve güvendiğimiz müttefikleri daha yakınımızda tutmayı öneriyor. Ona göre (5):

Güvenilir ve küçük ölçekli guruplar oluşturulmalı: Grup üyeliği az sayıda ve güvene dayalı olmalı, merkezi liderlikten kaçınılmalı ve otoriter rejimin gözetiminden kaçınmak için resmi olmayan iletişim kanalları ve düşük teknoloji stratejiler kullanılmalı.

Karşılıklı yardımlaşma ve topluluk desteği oluşturulmalı: Savunmasız insanlara somut destek sağlanmalı. Bunun için topluluk tarafından işletilen mutfaklar (aşevleri gibi), gıda bankaları ve ortak sebze bahçeleri oluşturulmalı. Ötekileştirilen kimlikler için evde bakım, sağlık ve ulaştırma hizmeti gibi hizmetler topluluk üyelerince ücretsiz olarak sağlanmalı.

Nakagawa, 1973’te askeri bir darbe ile iş başına gelen Pinochet’nin acımasız diktatörlüğü altındaki Şili halkının karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın gücü ile ayakta kaldığını ileri sürüyor:

“Devlet şiddeti ve ekonomik baskıyla harap olan topluluklar, güvenilir kurumlara yaslanarak, çabalarını yerelleştirerek (merkezsizleşerek) ve mücadelelerini küresel boyuta yükselterek hayatta kalmanın ve direnmenin yollarını buldular… Ademi merkeziyetçilik hayatta kalmanın anahtarıydı. Şilili ağlar, liderliği ve örgütlenmeyi taban düzeyinde dağıtarak büyük ölçekli baskılara karşı kendilerini korudular ve hareketlerinin bir anda yok edilmesini de önlediler...  Kadınların önderliğindeki ortak mutfaklar (Ollas Comunes) tüm mahalleleri beslediler… İnanç temelli gruplar, kültürel kuruluşlar ve güvenilir topluluk alanları ile ortaklık kuruldu zira bu kuruluşların yerleşik meşruiyetleri, karşılıklı yardım ağlarına koruma ve kaynak sağlayabiliyordu.  Bu kurumlarla birlikte çalışarak örgütlenme ve karşılıklı yardımlaşma için “sığınaklar” oluşturdu ve antifaşistler diktatörlüğe karşı korundu. (6)

Hukuki yardım hizmeti ve güvenlik ağları oluşturulmalı: Hukuki yardım ve güvenlik önlemleri savunmasız bireyleri zarardan veya tacizden korumalı.

Otoriter anlatılara meydan okumak için sanat ve kültürden yararlanılmalı: Sanatsal ve kültürel faaliyetlerle, çatışmayı kışkırtmadan demokratik direnişe ilham verilmeli. Demokratik değerleri yaymak için semboller, duvar resimleri veya küçük kamusal enstalasyonlar kullanılmalı. Yerel ağlar, dergiler veya çevrimiçi forumlar aracılığıyla direnç ve umut hikayeleri paylaşılarak yaygınlaştırılmalı.

Aşırı sağın güçlü olduğu kentlerde görünürlükten ziyade kalıcılığa öncelik verilmeli: Açık protestolar veya iktidara doğrudan meydan okumalar, aşırı sağın hâkim olduğu bölgelerde şiddetli tepkilere yol açabilir. Bu tür yerlerde kamuya açık direniş gösterileri yerine sessiz, uzun vadeli ilişki kurmaya odaklanılmalı. Gereksiz yere dikkat çekmeden, zaman içinde güç inşa eden yavaş ve stratejik kampanyalar hayata geçirilmeli. Kolluk kuvvetleri veya silahlı milislerle doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınılmalı. Dayanıklılık ve güven inşa eden topluluk oluşturularak bu grupların baskısı göğüslenmeli.

Esnek örgütlenmelere yönelmeli: Otoriter rejimler öngörülemezler bu nedenle de sıkı katı planlar bu rejimlerce kolayca bozulabilir. Bu yüzden yeni tehditlere veya fırsatlara göre taktikleri değiştirmeye hazır olunmalıdır. Karşılıklı yardımlaşma, savunuculuk ve şiddetsiz meydan okuma birleştirilerek geniş kapsamlı demokratik direniş stratejileri oluşturulmalı. (7)

Sonuç olarak

Otoriterlik karşıtı gruplar, antifaşistler, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma, küçük ölçekli ve daha ziyade yerelleştirilmiş örgütlenme ve demokratik değerlerin geliştirilmesine odaklanarak, kendilerini veya topluluklarını gereksiz yere tehlikeye atmadan uzun vadeli değişim için bir temel oluşturabilirler.

Bu bağlamlarda toplumsal direniş, dramatik jestlerle ilgili değildir; hayatta kalma, dayanıklılık, sebat ve başkalarıyla birlikte inşa etmenin ve derin bağlantılar kurmanın verdiği güçle ilgilidir. İlişki ağları ne kadar yoğun olursa, o kadar güçlü ve daha az izole olunur ve ne kadar güçlü ve daha az izole olunursa, o kadar yaratıcı ve etkili olunabilir.


Dipnotlar:

-https://www.facebook.com/TheOther98 (6 April 2025).

-https://blogs.lse.ac.uk/usappblog/under-trump-americans-could-turn-from-civil-protest-to-civic-revolution (3 April 2025).

-https://carnegieendowment.org/features/global-protest-tracker (6 Nisan 2025).

-https://blogs.lse.ac.uk/usappblog/under-trump-americans-could-turn-from-civil-protest-to-civic-revolution (3 April 2025).

-https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/recommendations-for-anti-authoritarian (12 November 2024).

-Lessons from Solidarity Networks in Chile for Today’s Anti-Authoritarian Organizers, https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/lessons-from-solidarity-networks (26 November 2024).

-https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/recommendations-for-anti-authoritarian (12 November 2024).

                                                                          /././

TÜSİAD Dosyası -(II) /Hepsi yandaş, hepsi iktidar işbirlikçisi: Sermaye bir bütündür ayrılamaz-Orhan Gökdemir/soL-

Fethullahçılar gitti, İsmailağacılar, İskenderpaşalılar, Menzilciler geldi. TÜSİAD da “giden ağam gelen paşam” politikasını sürdürüyor. Tarikatlar ve AKP kol kola ülkenin geleceğini karartırken seyrediyor, onay veriyor. Arada cılız itirazlar da yapıyor ki “laik-yandaş olmayan sermaye efsanesine” helal gelmesin.

Yıl 2013. Nurcu Fethullahçılar Cemaati bir sosyal medya paylaşımı yaptı. Paylaşımda “11. Türkçe Olimpiyatları Platin Sponsoru: Koç Holding. Teşekkürler” deniliyordu. O yıl düzenlenen Türkçe Olimpiyatlarına ilk kez Koç ve Doğuş grubu da sponsor olmuştu. Bu TÜSİAD’ın Fetullah Gülen açılımının işaretiydi. O yıl ana sponsor cemaatin bankası olan Bank Asya, ödül sponsoru Ülker'in sahibi Yıldız Holdingdi. AKP’nin kontrolündeki Turkcell de iletişim sponsoru olmuştu.

Bunun sırrı destekçilerindeydi. Bu cemaat etkinliğini destekleyenler Millî Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk Dil Kurumu, Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı, Atatürk Kültür Merkezi, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, çeşitli valilikler, kaymakamlıklar ve diğer resmî kurumlar, Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü Türkiye (UNESCO) olarak sıralanıyordu. Devletle bu kadar iç içe olan bir tarikata uzak kalmak olmazdı.

Bir Gülen Cemaati etkinliği olan Türkçe Olimpiyatları AKP’nin iktidar olduğu 2003 yılından itibaren düzenlenmeye başlamıştı. Tarikat artık iktidar ortağıydı. Olimpiyatlar Gülen cemaati açısından bir prestij ve meşruiyet kaynağı olurken, cemaatle beraber Türkiye sermaye sınıfının yayılmacı arzularıyla da örtüşüyor, yayılma kanallarına aracılık ediyordu.

O yıl Koç Holding ve TÜSİAD üyesi patronlar arasında kurulan tek sıcak ilişki bu değildi. Fethullah Gülen hastalanmış, patronlar da “geçmiş olsun” kuyruğuna girmişti. Tarikat atılan pası değerlendirdi, gazetelerde büyük boy ilanlar verdi, patronlara taziyeleri için teşekkür etti. İlanda adı geçen holdingler şöyle sıralanıyordu;

TÜSİAD

İSO

Koç Holding

Doğuş Holding

Eczacıbaşı

Fiba Holding

Alarko Holding

Doğan Holding

Pegasus

Akfen Holding

Torunlar GYO

Erciyas Anadolu H. (Boydak)

Çalık Holding

Çukurova Holding

Polat Grubu

Rixos Hotels

Altınbaş Holding

Erdem Holding

Hedef Alliance

Yandex Türkiye

O yıldan sonra hem TÜSİAD’la hem de derneğin taşıyıcı ailesi Koçlarla tarikat arasındaki ilişki gelişti. Bir yıl sonra, 2014 yılında, medya kuruluşlarında Gülen Cemaati ile Koç Ailesi arasında ilişkiye dair yeni haberler çıktı, Gülen Cemaati'nin Uganda’daki bir petrol rafinerisinin satışıyla ilgili Koç ailesine aracılık ettiği iddiaları ortaya saçıldı. Haberlerde Cemaatin Mustafa Koç’a Uganda anlaşmasını ve iyi ilişkileri simgelemek üzere bir ananas ve tespih gönderdiği iddia ediliyordu. Haber Fethullah Gülen ve bir yardımcısı arasında geçtiği iddia edilen bir görüşme kaydına dayandırılıyordu. Kayıtta 2013 yılında Koç Holding’e ait Tüpraş'a yapılan maliye baskını da konuşuluyor, konuyla ilgili Koç ailesinin önceden bilgilendirildiği ve ailenin de teşekkür ilettiği belirtiliyordu. Teşekkürlerin ve sponsorlukların asıl nedeni işte bu sıcak ilişkilerdi.

Türkçe Olimpiyatları'nın şampiyonları

Fethullah Gülen’in telefon görüşmelerinde; Polat Grubu Yönetim Kurulu Başkanı ve Galatasaray Spor Kulübü Eski Başkanı Adnan Polat’ın, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’u Türkçe Olimpiyatları’na sponsor olması için aradığı ifade ediliyordu. Mustafa Koç, Gülen Cemaati yetkililerine, “Memnuniyetle biz sponsor olmak istiyoruz” demişti. Gülen de 14 Ekim 2013 tarihinde yaptığı telefon görüşmesinde, Mustafa Koç’un sponsorluğunu memnuniyetle karşılıyor, “Evet iyi olmuş. Üzerlerine müfettişler salınsa bile bir şey yapamazlar” demişti.

Gülen’in, 1 Kasım 2013 tarihinde Gülen Cemaati yetkilisiyle yaptığı görüşmede başka holding patronlarının adı da zikrediliyordu. Cemaat yetkilisi patronlarla ilişkilerini şöyle anlatıyordu;

“Ali Sabancı’yla beraberdim dün Hocam. Çok Selamları var. Sağlığınızı sıhhatinizi sordu. En çok da o arayıp sordu bu süreçte. Ceyda Hanım bir mektup verdi. O da o şekilde telefonla olmayabilir dedi. Turgay Ciner Bey’e uğradık bugün. Hasan beyle bir köşe yazarının menfi yazı yazma durumu vardı. Onu öğrenmiştik. Kendisini aradık. Bizzat devreye girdi. ‘Bu gazetede aleyhinize hiçbir şey çıkamaz’ dedi. ‘Hepsi bunların hizmet müessesesi’ dedi. Büyüğümüzün (Fethullah Gülen) aleyhine de ben burada bir şey çıkartmam dedi. Öyle güzel bir görüşme geçti efendim kendisiyle.”

Bu ilişkiler ortalığa saçılınca, dönemin Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç bir röportaj vererek, Uganda’da herhangi bir rafineri ile ilgilenmediklerini iddia etti. Cemaatten gelen ananas ve tespih hediyesini ise doğruladı. “Bana ananas yollandı. Ben de aradım teşekkür ettim. Bu kadar basit. Bildiğiniz ananas yani, bu arada gayet de lezzetliydi” dedi. Tarikat ilişkisini ise şöyle gerekçelendirdi; “Ben Türk ekonomisinin neredeyse yüzde 10'unu oluşturan bir topluluğun yönetim kurulu başkanıyım. Hangi kulvardan olursa ülkemizde önemli ve etkili olan tüm isimlerle görüşebilirim ve görüşürüm. Bu da kimseyi ilgilendirmez. Bu bağlamda, ben kendisiyle görüştüm.” Mustafa Koç sözlerini “Bizim Cemaatle ya da hükümete ne gibi bir problemimiz olabilir ki?” diye bitiriyordu. Hiçbir problemleri yoktu, gül gibi geçinip gidiyorlardı.

Tarikatla holding arasındaki ilişkileri yürüten Mustafa Koç 2016’da genç yaşında öldü. Fethullah Gülen, kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç için bir taziye mesajı yayınladı. Mesajda, "Dürüstlüğü, vizyonu ve çalışkanlığıyla temayüz etmiş, genç yaşta sorumluluk devralarak iş dünyasında çok önemli başarılara imza atmış Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Mustafa Koç'a Cenab-ı Allah'tan rahmet ve mağfiret dilerim” diyordu.

Mustafa Koç ve Ali Sabancı Fethullah'a saygı duruşunda

Gülen ile müridi arasında geçen telefon görüşmesinde ülkenin en büyük iki holdingi ile tarikat arasındaki ilişkiler şöyle anlatılıyordu:

Mürit: Efendim hürmet ederim. Dün sabah Mustafa Koç beye gittim. O tespihi, zat-ı aliniz adına verdik. Çok beğendi, teşekkür etti. Hürmetlerini arz etmemizi istedi. Bu dershaneler ile duruşumuzu anlattı. Kendisi de takip etmiş. Zat-ı alinizin son Herkül'deki konuşmasını Hürriyet'teki özetini söyledim ben. Sekreterinden istedi. "Bunu muhakkak okuyayım" dedi. E sonra destekliyorlar efendim. Yardımcılarıyla beraber (Koç'un) Tanzanya ve Kenya'ya gideceğiz. Bugün de Kenya Devlet Başkanı'nın özel temsilcisi bir bakan geldi. Yarın sabah sunum yapılacak kendilerine. Çok memnundu, sıcaktı, rahattı efendim. İftar için verdiğiniz imkândan dolayı da çok teşekkür ederim dedi. Öbür konuyu da önemli değil dedi o iftar esnasında olan. Yakınlaşmamızın bedeli vesair diyorlarmış onlara gidip gelip, yardımcısı söyledi. Ama patronlar hiç bunları takmıyor dedi…

Sonra Ali Sabancı Bey geldi efendim. Onunla da uzun konuştuk. Meseleleri anlattık. O da kendisi bizzat takip etmiş bütün yazılanları. Biz biraz daha açıkladık kendisine. Haklı buluyor. "Birileri çıkıp dur demeli bunlara" (Hükümete) diyor. "Kimse bir şey diyemiyor" diyor. Onunla da bu Mustafa Bey'lerle döndükten bir hafta sonra onunla Etiyopya, Tanzanya ve Kenya'ya gideceğiz. Detaylarını konuştuk. Hürmetlerini arz etmemizi istedi kendisi.

Gülen: Teşekkür ederim. Bu toplantınız, sizin açınızdan, TUSKON açısından isabetli oldu değil mi? Yani iyi bir açılım sayılır.

Mürit: Elhamdülillah çok bereketli oldu hocam. Dualarınızın bereketi. Bugüne kadar olmadığı kadar seviyeli grup geldi dedi arkadaşlarımız. Bin 400'e yakın geldi. Uganda Devlet Başkanı'nın kardeşiyle birlikteyiz şimdi. Nazif Bey'in (Mehmet Nazif Günal) oğluyla birlikte. Onlarla orda o büyük iş kalmıştı, işte o da hallolacak.

TÜSİAD yönetim kurulu üyesi Fethullahçılıktan tutuklanıyor

Fethullahçılar 15 Temmuz 2016’da hükümeti devirmeye teşebbüs etti. Darbe girişimi başarısız olunca devletin bütün şiddeti onlara yönelmişti. Darbeye teşebbüsten tutuklananlar arasında TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi Memduh Boydak da vardı. TÜSİAD zor durumda kalmıştı. Ancak Boydak 4 Nisan’da noter kanalıyla dernekten istifa etti. Yapılan açıklamada, istifanın gerekçesi “Sayın Memduh Boydak, Yönetim Kurulu’nun toplantı ve faaliyetlerine hali hazırda iştirak edemiyor olması nedeniyle Yönetim Kurulu üyeliği görevinden istifa etmiştir” deniliyordu. İstifa TÜSİAD’ı rahatlatmıştı...

İstikbal, Bellona gibi önemli markaları bünyesinde barındıran 1 milyar dolar değerinde bir şirketin patronları arasında yer alan Boydak’ın “Fethullah Gülen Terör Örgütü’nün (FETÖ)” finansörü olduğu iddia ediliyordu.

Boydak’ın ilk gözaltısı Eylül ayında olmuştu. O gün gerçekleşen Yüksek İstişare Konseyi toplantısında Başkan Cansen Başaran Symes “Boydak ailesine çalışma arkadaşlarına, sizlerin huzurunda geçmiş olsun demek istiyorum. Gerçekten eksikliğini bugün bu salonda hissediyoruz” demiş, TÜSİAD üyelerinin yoğun destek alkışlarıyla karşılanmıştı.

TÜSİAD üyesi patronların, Koçların, Sabancıların ne tarikatlara ne AKP’ye bir itirazları var aslında. Mustafa Koç, “Bizim Cemaatle ya da hükümete ne gibi bir problemimiz olabilir ki?” derken bu sorunsuz ilişkiyi özetliyordu bir anlamda. Hatta bu AKP-Tarikat düzeni bizzat onların eseriydi. Yeni kuşak Koçlar da yeni kuşak Sabancılar da babalarından dedelerinden miras bir sınıf aklıyla hareket ediyordu. Vehbi Koç nasıl 12 Eylül darbesini alkışlarken, Kenan Evren’e “emrinize amadeyim” mektubu yazarken bir sınıf aklıyla hareket ediyorduysa, 12 Eylül’ün İslamcılığından bir AKP yaratılmasında, Fethullahçılara Türkiye ekonomisinde yer açılmasında da bir sınıf aklı vardı. Fethullahçılar darbeye kalkışarak bir yol kazasına neden olmuştu. TÜSİAD üyeleri de bu kazanın sıkıntıları yaşıyordu sadece.

Fethullahçılar gitti, İsmailağacılar, İskenderpaşalılar, Menzilciler geldi. TÜSİAD da “giden ağam gelen paşam” politikasını sürdürüyor. Tarikatlar ve AKP kol kola ülkenin geleceğini karartırken seyrediyor, onay veriyor. Arada cılız itirazlar da yapıyor ki “laik-yandaş olmayan sermaye efsanesine” helal gelmesin.

-Orhan Gökdemir/soL-

Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...