EVRENSEL "Köşebaşı+Gündem" -23 Nisan 2025-

 Bugün 23 Nisan Abdurrahman -Evrensel Manşet-

İş cinayetinde yaşamın yitiren 742 çocuk bu yıl 23 Nisan’ı kutlayamıyor. Niğde Bor’daki plastik geri dönüşüm tesisinde çalışırken hayatını kaybeden 14 yaşındaki Abdurrahman Özkul da bunlardan biri.

14 yaşındaki Abdurrahman Özkul, Niğde Bor’daki plastik geri dönüşüm tesisinde, sigortasız ve denetimsiz koşullarda çalışırken makineye kapılarak 10 gün önce hayatını kaybetti. Abdurrahman Özkul’un dedesi Vahap Özkul, torununun “Elektrikli bisiklet almak için” çalıştığını söyledi. Amcasıyla birlikte aynı fabrikada sigortasız çalıştı. Ölümünün ardından patron “Fabrika kapalıydı, nasıl girmiş” dedi. Sanayi bölgesi başkanı olan Niğde Valisi Cahit Çelik, sessizliğini korurken, olayın ardından kamuoyuna hiçbir açıklama yapılmadı. Abdurrahman’ın ölümü, çocuk emeği ve denetimsizlikle beslenen bir sistemin ürünü. 23 Nisan’da 742 çocuk işçi eksik.

                                                       ***

Çocuk yiyen canavarlar: Abdullah bisiklet alabilmek için fabrikaya girmiş -Uğur Zengin-

Goethe’nin “Erlkönig” (Çocuk Yiyen Dev) baladında, tekinsiz bir varlık masum bir çocuğu yok etme arzusuyla betimlenir. Marx ise bu anlatıyı tersine çevirir: El koyma, biriktirme ve servet edinme hırsıyla hareket eden insanlar, adeta ‘Çocuk Yiyen Dev’e dönüşür. Sermaye, işçilerin emeğine, bedenine ve hatta hayatına el koyar. 14 yaşındaki Abdurrahman Özkul’un makineye kapılarak can verdiği fabrika, “çocuk yiyen” bu sistemin somut bir tezahürüdür.

Niğde’nin Bor ilçesindeki plastik geri dönüşüm tesisinde çalışan Abdurrahman, Niğde Valisi Cahit Çelik’in başkanlığını yaptığı Bor Organize Sanayi Bölgesi’nde, kayıtsız şekilde çalıştırılıyordu. 13 Nisan’da yaşamını yitirdi. Cinayetten bir gün sonra, OSB yönetimi Vali Çelik’in başkanlığında toplandı; kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadı.

Peki, güçlü neden zayıfı yutar? Henüz 14 yaşında olan Abdurrahman neden o fabrikadaydı?

Abdurrahman’ın işçi dedesi Vahap Özkul anlatıyor: “Elektrikli bisiklet almak istiyordu çocuk. 25-30 bin lira tutuyor. Bu yüzden girdi fabrikaya. En az 3-4 aydır çalışıyordu. Dede işçi, baba işçi, amca işçi... Abdurrahman da işçi. Yalnız değildi fabrikada, amcasıyla birlikte çalışıyordu. İkisi de sigortasızdı. Ne zaman gel derlerse geliyorlardı, ne zaman git derlerse gidiyorlardı.”

Makinenin arasına bir poşet sıkışmıştı. Abdurrahman onu almak isterken… Makineler onu yuttu.

Vahap Özkul devam ediyor: “Bizim Apo, sabah sekizde başlar, akşam beşte bırakırdı işi. Okulu kendisi bıraktı. ‘Ben okumak istemiyorum, dışarıdan okuyacağım’ dedi. Boş durmak istemedi, amcasının yanına gitti. Fabrikada can verdi. Savcı geldi, kamera kayıtlarını incelediler. Her şey açıkça görülüyor. Ama patron, ‘Fabrika kapalıydı, çocuk paletlerin yanına nasıl girdi?​’ demiş. En az 45 gündür çalışıyordu. Zaten fabrikanın iş güvenliği çok zayıftı. Daha önce başka yaralanmalar da olmuş orada.”

OSB Başkanı Vali Cahit Çelik ne aradı ne de açıklama yaptı. İktidardan kimse aramadı.

“Abdurrahman hayalinden bahseder miydi?​” diye sordum. “Hayali yoktu” dedi dede.

*

14 yaşındaki Abdurrahman Özkul’un plastik geri dönüşüm fabrikasında çalışırken hayatını kaybetmesi, sermayenin çocuk emeği ve denetimsizlikle beslenen bir canavara dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Goethe’nin baladındaki tekinsiz varlığın yerini makineler aldı. Erlkönig artık ormanlarda değil, organize sanayi bölgelerinde dolaşıyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre, son 12 yılda 742, son 10 günde ise 3 çocuk işçi hayatını kaybetti. Sorumlular sessiz. Devlet suskun. Bu ölümler, çocukları yutan sistemin acı ve somut yüzüdür. İşte 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı…

                                                     /././

Çocuklar tarikatla sanayi arasına sıkıştırıldı -Nisa Sude Demirel-

Önce hafızlık kursuna giden, 2 senenin ardından da MESEM kapsamında çalışan Yakup’un hayatı, Türkiye’de çocukların hayatlarının nasıl tarikat ve sanayi arasına sıkıştırıldığını gözler önüne seriyor.

Bugün 23 Nisan. Türkiye’de yüz binlerce çocuk bugünü çocuk işçiliğin tavan yaptığı, yoksulluğun derinleştiği, istismarın her alanda yaygınlaştığı bir ortamda karşılıyor. Her sene 23 Nisan pek çok vaade, ışıltılı reklamlara konu olurken çocukların yaşam koşulları bunların tam tersini söylüyor.

23 nisan öncesi konuştuğumuz Yakup* 10. sınıfta, İMES Süheyl Erboz Mesleki Eğitim Merkezinde bir MESEM öğrencisi. Kadosan’da kalıp ve yedek parça üreten bir iş yerinde kalıpçı olarak çalışıyor. 4 kardeşler, kendisinden büyük bir ablası ve iki kardeşi var. Kendisinden 1 yaş küçük olan kardeşi de onun gibi kalıpçı olarak çalışıyor. Yakup İstanbul’da büyümüş, ailesi Ağrılı. Çekmeköy’de oturuyorlar. Ailesini babası, Yakup ve kardeşi geçindiriyor.

Yakup’un geçirdiği 17 sene, Türkiye’de çocukların önüne konulan seçeneklerin bir özeti niteliğinde. Yakup ortaokuldan sonra iki senesini açık öğretimde okumuş, bir ‘kursta’ hafızlık eğitimi almış. Sonraki bir buçuk senesini ise MESEM’de sanayide çalışarak geçirmiş. Yani ortaokuldan sonra neredeyse okul yüzü görmemiş. 23 Nisan’daki çeşit çeşit ‘Çocuk Bayramı’ reklamları arasında, Yakup çocuk olmayı anlatıyor.

‘Aynı hapishanede gibiydim’

Ortaokulu bitirdikten sonra ailesinin de isteğiyle Sultangazi’de -yakın zamanda yine istismarla anılan- İsmailağa Cemaatinin Mahmut Efendi Medreselerine bağlı bir yurtta hafızlık eğitimi almaya başlıyor. Yaklaşık iki sene burada kalıyor. O günleri, “Aynı hapishanede gibiydim. Bir binanın içindeyim, camlardan kafanı hayatta çıkartamıyordun. Dışarı çıkmak istersen haftada bir gün birkaç saat izin var. Bakkala falan gidiyorduk, başka da aktivite yok, geri geliyorsun kursun içine” diye anlatıyor. O zaman hafızlık yaptığı için kendisine ‘Yardım etmek’ isteyenlerin verdiği harçlıkla geçiniyor, yurtta kaldığı süre boyunca çok bunaldığını anlatan Yakup, “Cebimde beş kuruş yokken gece kaçıp ta Sultangazi’den buraya, Çekmeköy’e geliyordum” diyor.  

Yakup’a yurtta kalırken bir gününün nasıl geçtiğini soruyoruz: “Bizi yatakhanede kaldırıyorlardı sabah namazına. Aynı askerde gibiydik. Dolaplara vurarak uyandırıyorlardı. Ondan sonra sabah namazımızı kılıyorduk. Bir saat sonra falan kahvaltıya iniyorduk, ondan sonra dersler başlıyordu.” Yakup kendisinin imam veya ‘hoca’ olmak istemediğini, ama isteyen öğrencilerin ‘cemaate’ kabul edilebildiğini anlatıyor: “Eğer katılmak istiyorsan bir rüya görmen lazım. Rüya görürsen eğer ne gördüğünü kağıda yazıp hocaya veriyordun. Ben görmedim ama tespih gören oluyordu, yeşil rengini gören oluyordu...”

Yakup iki senenin sonunda yurttan çıkmak istiyor. Ailesiyle tartışıyorlar ama “Hallettik, çünkü artık insan daralıyor” diyor.

‘Ne kadar mesai yaparsam yapayım...’

Daha sonrasında Yakup İMES’te yeniden liseye yazılıyor. Önce babasının bir arkadaşının çalıştığı iş yerine giriyor. Orada sabahtan akşama kadar kalıpların üstüne lazerle yazı yazdığını, kendini ilerletemediğini anlatan Yakup, bir daha iş yeri değiştiriyor. Bu sefer girdiği iş yerinde ise başka bir sorunla karşılaşıyor: “Bu defa ben her sabah İMES’e gidiyordum, bizi alıp Tuzla’ya götürüyorlardı. Oradaki fabrikalarında çalıştırıyorlardı. Sonra oradan da çıktım mecbur.”

Şu anki iş yerinde ise 9 aydır çalışıyor. Kendisinden başka bir MESEM’li çocuk daha var, tam sayıyı bilmese de 25’e yakın kişi çalışıyorlar. Yakup çalıştığı yerden memnun olduğunu söylüyor: “İşin direkt en başlangıç noktası, manueli öğrendim. Usta kalıp toplamayı falan da öğretiyor. Ne kadar mesai yaparsam yapayım çok kötülemiyorum yerimi.” Yakup, kendisine gösterilen ‘müsamaha’ya bir örnek veriyor: “Mesela benim arkadaşım vefat etti. İş yerinde öğrenince cenazemizin olduğunu söyledim, çıkmama izin verdiler, çoğu yer yapmaz.”

‘Ustadır sonuçta...’

Yakup asgari ücret alıyor. Ücretinden ayda okula gittiği dört gün kesiliyor. Kendisi de oradaki her işçi kadar çalıştığını söylüyor. Aldığı paranın 15 binini ev geçimi için babasına veriyor, kalan 7 bini kendisine. Normalde mesai saatleri 08.00-18.00 arası: “Hiçbir zaman akşam 18.00’de çıktığımı hatırlamıyorum. En erken 21.00’de, bazen 23.00’te. Bazen daha geç saatlere kadar da sürebiliyor. Hafta sonları da çağırırlarsa çalışmak zorunda kalıyorum.” Yakup bu 23 Nisan ve 1 Mayıs’ta da izinli değil, çalışacak.

Yakup’a MESEM’lilerin en çok şikayet ettiği konulardan biri olan iş yerlerinde fiziksel şiddet, hakaret ve küfre maruz kalmayı soruyoruz: “Yani bir şeyi yapamadığım zamanlarda affedersiniz ‘mal, geri zekalı’ falan diyor. Ama ustadır sonuçta yani...” Yakup iş yerinde bir kere iş kazası geçirmiş, parmağı jet taşıyla halen izi kalacak kadar derinden kesilmiş: “Dalgınlıktandı, çok acımadı ama.”

‘Okumuyoruz ki, çalışıyoruz’

Yakup perşembe günleri okula gidiyor. Edebiyat, din kültürü, matematik ve makine dersi görüyor. Çarşamba günleri de akşam çevrim içi tarih dersi veriliyor. “Ona girmiyorum, zaten işten çıkmışız. Geçiyoruz sınavları, hoca WhatsApp grubundan sınavı atıyor ‘Bunu doldurun getirin’ diyor.”

Yakup’la okul gününün nasıl geçtiğini konuşuyoruz: “Yani teneffüslerde sigara içmeye çıkarız. Başka bir aktivitemiz yok. Derslerde de vallahi yalan olmasın genelde yatıyorum, hocalar da biraz müsaade ediyor. Çünkü çalışan insanız, nasıl ders çalışalım?​”

Yakup da pek çok MESEM’li gibi ustalık belgesini alınca kendi iş yerini kurmak istiyor. Kadosan’daki dükkan kiralarından bahsedince, “Zor da belki yol kenarında filan bir yer olur” diyor.

‘Kölelikten başka bir şey değil’

Yakup ortaokuldayken beyin cerrahı olmak istiyormuş, sorduğumuzda gülerek söylüyor. Araya hafızlık girince hem imkanı kalmamış hem de kendisi inancını kaybetmiş. Şimdi üniversite sınavını kazanabilirse yine de akşam okulunda bir bölüm okumak istiyor: “İstiyorum ama bence çok zor. Çünkü haftada bir gün okula gidiyorsun, geri kalan zamanlar çalışıyorsun. O bir gün içinde de gördüğün dersi ne zaman çalışacaksın? Ya iş oluyor, olmayınca da biraz dinlenmek istiyorsun.”

Yakup’a “Kendini öğrenci olarak mı düşünüyorsun, işçi olarak mı?​” diye soruyoruz: “İşçiyim. Kölelikten başka bir şey değil yani bu.”

23 Nisan’da pek çok vaat verilirken onun neler talep ettiğini konuşuyoruz: “Mesela önce bizim sigortanın emekliliğe yansımasını isterim, 4 yıl günde 10 saat çalışıyoruz, boşa gitmesin. Bir de normalde MESEM kapsamında çalışanlara asgari ücretin üçte birini veriyorlar ya bunun da değişmesini isterim. Çünkü sabahtan akşama kadar çalışıyoruz yani, bu kadarcık para mı?  O parayı ben alsam hayatta yetmez. Çünkü bayağı bir masrafımız var. Haftada bir gün bile olsa en azından dışarı çıkmaya hakkım var yani. O para bana hele ki şu ekonomide, şu şartlar altında nasıl yetsin?​”

*İsim çocuğun güvenliği nedeniyle değiştirilmiş ve iş yeri ismi belirtilmemiştir.

Çocuklar yoksullaştıkça okuldan kopuyor

Türkiye’de farklı kurumların verileri de çocuklarda okuldan kopuş ve yoksulluk durumunun yaygınlığını ortaya koyuyor.

*EURYDİCE’a (Avrupa Eğitim Bilgi Ağı) göre okul öncesi eğitimden yararlanan 3 yaş üstü çocukların oranı Avrupa’da yüzde 93.1 iken; Türkiye’de yüzde 48.6.

*Beslenme istatistiklerine göre Türkiye’de 0-4 yaş arasındaki 5 milyon 329 bin 448 çocuktan 90 bin 600’ünde zayıflık, 319 bin 766’sında bodurluk,

*79 bin 941’inde düşük kilo, 431 bin 685’inde fazla kilo gözlemleniyor.

*TEPAV’a göre 2023 yılı itibarıyla 0-17 yaş grubundaki çocukların 7.03 milyonu yoksul.

*Yoksulluk oranı 2022 itibarıyla 0-2 yaş arası bebeklerde yüzde 41.4, 3-14 yaş arası çocuklarda yüzde 43.8, 15-24 yaş arası gençlerde ise yüzde 29.9.

*Ekonomik sebepler dolayısıyla çocukların yüzde 32.3’ü günde en az bir kez et, tavuk veya balık tüketemiyor iken günde en az bir kez taze meyve veya sebze tüketemeyen çocukların oranıysa yüzde 10. TEPAV’ın verilerine göre çocuklarda yoksulluk oranının yüzde 34.4 olduğu Türkiye’de, çocukların yüzde 20’si yeterli gıdaya düzenli erişim sağlayamamakta ve yüzde 5.5’i yetersiz beslenme nedeniyle bodurluk sorunu yaşıyor.

*Maddi yetersizlik nedeniyle çocukların yüzde 9.2’si yeni giysi alamıyor. Düzgün iki çift ayakkabı sahibi olamayan çocukların oranıysa yüzde 11.7.

*Evden uzakta bir haftalık tatil yapamayan çocukların oranı yüzde 22.2’yken yaşına uygun kitaplara ulaşamayan çocukların oranı yüzde 16.7, evde ders çalışabileceği uygun bir yere sahip olmayan çocukların oranı yüzde 21.5.

*Çocukların yüzde 24.5’inin evde oynayabileceği oyuncakları bulunmuyor. Yüzde 41.2’si arkadaşlarını oyuna veya evde yemeğe davet edemiyor.

*Adalet Bakanlığı verilerine göre sadece 2023’te 31 bin 216 çocuk istismara uğradı. 2002-2024 yılları arasında en az 18 bin 412 kız çocuğu doğum yaptı.                 

Çocuklar çalışırken ölüyor

Bakanlığın paylaştığı son verilere göre, MESEM’de 504 bin çocuk kayıtlı. Çocukların 6 bin 630 TL’ye çalıştığı MESEM, çocuk işçiliğin devlet eliyle sürmesinin aracı haline gelmiş durumda. Çalışırken yaşamını kaybeden çocukların sayısı da gün geçtikçe artıyor. İSİG Meclisine göre 2024’te 71 çocuk iş cinayetlerinde öldü. Bu sayı, İSİG Meclisinin kaydettiği en yüksek sayı. 2025’in ilk üç buçuk ayında ise en az 29 çocuk çalışırken yaşamını yitirdi.

Tarikatların elinde yitip giden çocuklar

Menzil tarikatının en büyük gelir kaynaklarından biri olan Konya Karatay ilçesindeki Nazar Çiftliğinde kaçak olarak çalıştırılan mülteci ailenin iki küçük çocuğu 21 Aralık 2018’de traktöre bağlı yem karma makinesine kapılarak hayatlarını kaybetmişti. Ardından şüpheliler ‘Taksirle adam öldürmek’ten yargılandı ve para cezası verildi. Para cezası taksitle ödenmişti. 2023 yılına gelindiğinde ise Urfa’da Menzil Tarikatına ait medresenin bitişiğindeki ahırda 12 yaşındaki Abdulkadi Dadak, asılı olarak bulunmuştu. 2022 yılında ise TIP Öğrencisi Enes Kara, Elâzığ’da cemaat yurdunda intihar etmişti. Yine 2022 yılında Antalya’da 3 öğrenci ölü bulunmuş, öğrencilerin Menzil Tarikatının baskıları nedeniyle intihar ettiği iddia edilmişti.

                                                          /././

23 Nisan’da tarlaya çalışmaya giden çocuklar: İş güç bizi bekliyor, hayaller iptal -Volkan Pekal / Seren Elataş-

13 yaşındaki İbrahim ve Fatma, bu yıl da 23 Nisan’ı tarlada çalışarak geçirecek. Çocuklar, “23 Nisan’da gösteri yapmak isterdim. Ama okuyamadım. Çünkü hep işe geliyoruz” diye anlatıyor koşullarını.

Adana — “Ben de 23 Nisan’da gösteri yapmak isterdim. Ama okuyamadım; çünkü hep işe geliyoruz.” Bu sözler, yılın büyük bölümünü evinden uzakta mevsimlik tarım işçiliği yaptığı için eğitimden kopmuş bir çocuğa ait.

Fatma 13 yaşında. Dört yıldır, mevsimlik tarım işçisi ailesiyle birlikte Türkiye’nin çeşitli illerinde çalışıyor. Onunla Adana Karataş’a bağlı Çavuşlu civarında bir tarlada çalışırken karşılaşıyoruz. Yılın büyük bölümünü Adana, Afyon, Samsun gibi illerde tarım işçiliği ile geçiren Fatma, eğitim hakkından mahrum bırakılan binlerce çocuktan biri. “İş neredeyse biz oraya gidiyoruz” diyor, “Geçen sene okulu bıraktım. Annemle babam çıkarttı. Hep işe geliyoruz. Eskiden okuduklarımı da unutuyorum.”

“Okusaydım hemşire olmak isterdim,” diyor Fatma, “Çünkü hastaları iyileştiriyoruz.” Ama günleri sabahın erken saatlerinden akşama kadar tarlada çalışmakla geçiyor. Akşamları ise yaşadığı çadırda ev işleri onu bekliyor: “İş güç bizi bekliyor. Hayaller iptal.”

‘Bari kardeşlerim okusun’

Evde 6 kişiler. Fatma, 2 küçük kardeşinin okuduğunu, diğer 4 kişinin çalıştığını anlatıyor. Kendisinden küçük kardeşlerinin okumasını istiyor. “Biz okumadık ama kardeşlerimiz okusun,” diyor. Hayalini kurduğu hayat ise oldukça sade, “Gezmek isterdim. Bir evim olsun isterdim.”

Fotoğraf: Evrensel

Ancak gerçekler hayallerle örtüşmüyor. Ailesinde 4 kişi çalışmasına rağmen, geçinmeleri hâlâ çok zor. “İki bin lira kazansak yeterdi. O zaman çalışmak zorunda olmazdım, okuyabilirdim” diyor.

Fatma’ya 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı sorduğumuzda “Ben de diğer çocuklar gibi gösteri yapmak isterdim. Okuyor olsaydım ben de orada olacaktım” diyor. Ancak bu sene de 23 Nisan’ı bir çocuk bayramı olarak değil, iş günü olarak geçirecek.

İbrahim’in hikayesi: ‘Okul kaydım var ama…’

Urfa’dan ailesiyle birlikte mevsimlik tarım işçisi olarak yola çıkan 13 yaşındaki İbrahim, iki yıldır okula gidemiyor: “Aslında okul kaydım var, ama maddi durumumuz olmadığı için gidemiyorum.” Urfa’dan Adana’ya göç ettikten sonra okul kaydı Karataş, Tuzla’ya alınan İbrahim, sürekli yer değiştirmek zorunda kaldıkları için uyum sağlayamadığını söylüyor: “Buraya geliyoruz, arkadaşlarım yok. Maddi durumumuz da yok. Ben de bıraktım.”

Fotoğraf: Evrensel

“Beş kişi çalışıyoruz, evde annem ve dört küçük kardeşim var. Aldığım parayla kıyafet almak isterdim, bisiklet almak isterdim. Ayakkabım yırtık, ayakkabı almak isterdim” diyor İbrahim, ama tüm kazancını evin geçimine veriyor.

İbrahim 23 Nisan’ı kutlayamayacak çocuklardan biri: “Çalışmasaydım, bisiklet alıp gezerdim. Arkadaşlarımla oynamak isterdim. Ama yok. İşte öyle.”

                                                   ***

Kıbrıs’tan iktidarın kıyısına vuran karanlık ilişkiler -Yusuf Karadaş-

Saray iktidarı ile organize suç örgütleri arasındaki kirli ve karanlık ilişkilere dair iddialar bir kez daha gündemde. Binali Yıldırım’dan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a, Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dan Eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in yakınlarına kadar uzanan son iddiaların merkezinde 2022’de öldürülen Kıbrıslı yasa dışı bahis ve uyuşturucu baronu Halil Falyalı’nın kara para transferini gerçekleştiren Eski “Finans Müdürü” Cemil Önal yer alıyor. Falyalı cinayetiyle ilgili olarak Türkiye tarafından hakkında ‘kırmızı bülten’ çıkartıldıktan sonra Hollanda’da tutuklanan Önal, burada ‘itirafçı’ olup elindeki bilgi ve belgeleri Hollanda ve ABD istihbaratına vererek özel korumaya alınmıştı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel de geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın “Turpun büyüğü heybede” sözlerine gönderme yaparak “Turpun büyüğü Kıbrıs’ta” demiş iktidarın Kıbrıs’ta organize suç örgütleriyle kurduğu kirli ve karanlık ilişkilere dikkat çekmişti. İddialar karşısında iktidar cephesinin günlerce süren suskunluğuna rağmen tartışmaların önü alınamayınca Yıldırım, Soylu, Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanı İletişim Başkanlığı’ndan art arda bu iddiaların “asılsız” olduğu açıklamaları gelmişti. Ancak gerek gündeme getirilen iddialarla ilgili bilgi ve belgeler ve gerekse bu iddialara dair kasetleri almak ve iddiaların üstünü kapatmakla görevlendirilen KKTC Büyükelçisi Yasin Ekrem Serim’in görevden alınıp Erdoğan’ın en yakınındaki isimlerden biri olan ve örtülü ödenekten sorumlu danışmanı olarak bilinen Serim’in babası Maksut Serim’in de “emekli” edilmiş olması, Kıbrıs’tan iktidarın kıyısına vuran bu karanlık ilişkilerin üstünün “yalanlama” açıklamaları ile kapatılamayacağını gösteriyor.

Halil Falyalı’nın kara para transferini 2014-2021 arasında düzenleyen Cemil Önal, Bugün Kıbrıs Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ayşemden Akın ile Hollanda istihbaratının kontrolünde gerçekleştirdiği röportajında Falyalı ile Erdoğan iktidarının temsilcileri arasındaki karanlık ilişkilere dair birçok iddiayı gündeme getiriyor. Bu iddialar arasında Soylu ve Oktay’a 50 milyon dolarlık rüşvet ile Yıldırım ve Fidan’ın oğullarının aralarında yer aldığı siyasetçiler ve siyasetçi yakınlarıyla ilgili “kaset”ler öne çıkıyor. Önal’ın iddiaları arasında daha önce de Sedat Peker’in itirafları başta birçok kez gündeme getirilmiş bulunan kimi yargı mensuplarına rüşvet iddiaları da yer alıyor. Ancak Önal’ın iddialarının en çarpıcı yönünü Dışişleri Bakanı Fidan’ın Ekrem Serim’i bu iddialarla ilgili Falyalı’nın elinde olduğu söylenen 45 kaseti ele geçirmesi amacıyla KKTC Büyükelçisi olarak atadığı, Serim’in ise sadece 40 kaseti teslim ettiği ve 5 kasetin kayıp olduğu iddiası oluşturuyor.

Bu iddialarla ilgili ayrıntılar birçok haber sitesinde yer aldı, burada uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Ancak son birkaç yıldır, Peker başta, birçok kez organize suç ile iktidar arasındaki ilişkilere dair iddiaların ortalığa saçılması rastlantıyla açıklanamaz. Bu iddialar, organize suç örgütleriyle iktidar arasında, başta kara para transferi olmak üzere kirli ilişkileri açığa vurmakla kalmıyor, suç örgütlerinin bu baskı rejiminin dayanaklarından biri haline geldiğine de işaret ediyor. Zaten bu iddiaların ortalığa saçılması da suç örgütleri ve iktidar içinde onlarla iş birliğindeki klikler arası mücadelenin bir sonucu oluyor.

Cemil Önal’ın iddialarıyla ilgili şey, bu iddiaların üstünü kapatmakla görevlendirilen KKTC Büyükelçisi Ekrem Serim ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden bu yana Erdoğan’ın en yakınındaki isimlerden biri olan babası Maksut Serim’in görevlerinden alınmalarının bu iddiaların temelsiz olmadığını gösterdiğidir. Dahası bu isimlerin Erdoğan tarafından görevlerinden alınmaları, bu iddiaların nereye kadar dayandığı hakkında da fikir veriyor.

Yine bu iddiaların merkezindeki ismin itirafçı olarak elindeki bilgi-belgeleri Hollanda ve ABD istihbaratı ile paylaştıktan sonra serbest bırakılması ve kendisine koruma sağlanması; bunların, Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının “Asılsızdır” açıklamaları ya da Soylu’nun yaptığı gibi “Bu iddiaları yayanlar şerefsizdir” denilerek geçiştirilemeyeceğini ortaya koyuyor.

Öte yandan bu son dalgayı, daha önce Sedat Peker tarafından dile getirilen iddiaların bir devamı olarak da okumak gerekiyor. Peker’in 2021’de yaptığı itiraf ve ifşaat arasında Falyalı ile Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım ve Mehmet Ağar’a kadar uzanan uyuşturucu ve kara para trafiğinden Falyalı’nın elindeki “şantaj kasetleri”ne ve Kıbrıslı Gazeteci Kutlu Adalı’nın kontrgerilla tarafından katledilmesine kadar birçok iddia yer alıyordu.

Falyalı’nın 2022’de öldürülmesi, bu iddialara bağlı bir hesaplaşmanın sonucu olarak gerçekleşmişti.

Organize suç örgütleriyle arasında artık üstü örtülemez hale gelen kirli ve karanlık ilişkiler, bu kez Kıbrıs’tan iktidarın kıyısına vuruyor. Yapılan açıklamalar, bu iddialarla ilgili sorulara yanıt olamıyor. Elbette tıpkı “FETÖ’nün siyasi ayağı” tartışmalarında olduğu gibi, iktidarın bu iddiaların üstüne gitmesini beklemek hayalcilik olur. Çünkü bu iddialar ve arkasındaki karanlık ilişkiler, en tepeye kadar çıkıyor. Zaten iktidarın bugüne kadar benzer durumlarda başlattığı soruşturmalar, iddiaları araştırmak bir tarafa üstünü örtmek amacına hizmet etti.

Ancak iktidarın organize suç örgütleriyle ilişkilerine dair iddiaları yalanlaması ve üstünü örtmek istemesi, ana muhalefet partisinden bütün emek ve demokrasi güçlerine kadar, bu iddiaların üstüne gitmenin ve gerçeklerin açığa çıkartılması için ısrarlı bir mücadele yürütmenin önemini ortadan kaldırmıyor. Bugün ülkedeki baskı rejiminin dayanaklarından biri konumunda olan organize suç örgütlerinin bütün ilişkileriyle açığa çıkartılması ve bunlarla gerçek anlamda hesaplaşılması, demokratik bir ülke kurma mücadelesinin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Bu nedenle öncekilerin devamı niteliğindeki son iddialar da, sadece iktidardaki çürümenin boyutunu ortaya koymakla kalmıyor, bu çürümüş düzenden kurtulma ve demokratik bir gelecek kurma mücadelesinin hayati bir önem taşıdığını da çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.

                                                   /././

Bahçeli ne yapıyor?-Mustafa Yalçıner-

Bahçeli’nin sicili biliniyor. Sadece geçmişi değil bugünü de ortada. Daima en geriyi ve her türlü hak inkarını savunageldi. Kendisiyle ilgili beklentiyle konuşup yazanlar olumlu özelliklerini bulmaya çalıştı. Kimi “vicdan sahibi” dedi, kimi “beyefendi”, başkalarıysa farklı övgüler yaptı; ama demokrat diyen çıkmadı. “Milliyetçi demokratlar”a çağrı çıkaranlar bile onu kastetmeyip dışta tuttu. Demokrasi yandaşı olduğunu sadece kendisi iddia etti, hatta telefonda, hiçbir şey sunmadan önerdiği fesih sürecine cesaretlendirmek amacıyla Bakırhan’a “Türkiye’yi birlikte demokratikleştireceğiz” diyen de oydu.

Renkli bir kişilik olduğu doğru. Rakamlarla hiç kimsenin anlayamadığı alta-üste koymalarla oynaması bir yana ani çıkışlarıyla, örneğin geçmişte “pat” diye erken seçim önermeleriyle tanınıyor. Bir süredir öyle laflar ediyor ki, yine bu tür bir eğilim içinde olduğu tevatür ediliyor.

Tahliye ettirdiklerinden olan, tekrar Bahçeli yorumculuğu yapan, hatta sözcülerinden sayılmaya başlanan, bir ara AKP’ye eğilim gösterip cemaatin gazetesinde yazan eski ülkücü Mümtaz’er Türköne örneğin, Bahçeli’nin yeni bir “erken seçim” sürprizi yapabileceğinden söz etti. Türköne’ye bakılırsa, Bahçeli müthiş bir “hukuk” yanlısı.

Bahçeli’nin, “İmamoğlu davası ivedilikle karara bağlansın” demesi ve “Sahici delillerle birlikte diğer sair bilgi, belge ve bulguların dava dosyasına eksiksiz ilavesinin yapılması”nı istemesi; beklentiyle, delilsiz tutuklandığı ve serbest bırakılması gerektiği eleştirisi yaptığı şeklinde yorumlanmıştı. Türköne, üzerine ekleyip, “Hukuksuzluk zemininde ‘terörsüz Türkiye’nin başarılı olma ihtimali yok, Bahçeli bunun bilincinde. Onun için ‘İmamoğlu davası siyasidir, bir an önce bitirilsin’ diyor. İmamoğlu’nu ‘kent uzlaşısı’ndan yargılamak çözüm sürecini imha eder” dedi T24’te. Ona göre, “Erdoğan çözüm sürecini tırpanlayacak, Bahçeli de bunun üzerine erken seçime götürecek; çünkü hukuka dönmeden sürecin başarı şansı yok.” “Çözüm süreci” ve hukuk yönünden Erdoğan’la CHP arasında kalırsa ikincisini tercih edeceğini ve “hukuk” diyen CHP iktidarının önünü açacak erken seçimi isteyeceğini söylüyor. Bahçeli’nin “CHP’ye kayyım hem doğru değil hem de mümkün değildir” deyişinin nedeni de buymuş.

İddiası, Bahçeli’nin “çözüm süreci”ne büyük önem verdiği ve “Öcalan’la birlikte yeni bir ulus devlet inşa ettiği” içerikli!

MHP uzmanı Kemal Can da Bahçeli’ye demokratlık ve hukuk yandaşlığı payesi vermiyor, ama paralel düşünüyor. O da hem yazısında hem de İlke TV’de Bahçeli ve Erdoğan’ın farklı düşünmeseler bile “22 Ekim ve 19 Mart süreçlerinin ardından iktidarın mühendislik hamlelerinin geri teptiği”, çünkü ikisinin önceliklerinin farklı olduğunu düşünüyor. Erdoğan’ın “koltuk önceliğiyle “Bahçeli’nin başlattığı ‘süreçte’, baştan itibaren nazlı davranarak pragmatik ihtiyaçlarına yol açmaya çalıştığını”, Bahçeli’nin ise 22 Ekim’de başlattığı sürece ve ihtiyaçlarına öncelik verdiğini vurguluyor. Can’a göre de Bahçeli’nin eleştirel tutumlarının nedeni bu. O, oysa Bahçeli’nin süreç başarıya ulaştığında Erdoğan’ın kendiliğinden koltuğunda kalacağını öngördüğünü ve “adayımız Erdoğan” açıklamasının dayanağının bu olduğunu söylüyor.

İmamoğlu içeriden, Özel dışarıdan, beklentiyle Bahçeli’nin açıklamalarına hemen destek verdiler tabii.

Peki, gerçek nerede?

Cumhur İttifakı gemisinin su almakta olduğu bir gerçek. Gençler ve ilerici sol tandanslı kitleler ayaktayken CHP’li olmayanların alanı doldurduğu, son seçimde CHP’nin çok düşük oy aldığı Yozgat mitingi kitle desteğinin erimekte olduğunu işaret ediyor. Yozgat köylüsünün “Turpunan, şalgamunan devlet yönetilmez” tepkisi küçümsenemez. Bülent Arınç’ın artık açık muhalefetle diploma iptaline ve hukuk-dışı tutumlara karşı tavır alışı da öyle.

Bahçeli’nin gidişatı görüp MHP tutumunda rötuş yapma ihtiyacı duyduğu da ileri sürülebilir.

Ancak asıl olan, bilmeceli konuşmalarıyla ünlü Bahçeli’nin DEM’de yarattığı beklentinin ardından, manevralara da açık konuşmalarıyla CHP’den başlayıp aşağılara, kitlelere doğru beklenti yaratıp zevahiri kurtarma peşinde olmasıdır. Bahçeli, toplumsal muhalefeti yatıştırıp cumhur bloku ve öncelikle MHP’nin esenliğini sağlayarak iktidarın ömrünü uzatma çabasında.

                                                 /././

EVRENSEL


Faşist bir papanın ardından: Tarih affetmeyecek + İlk Cizvit Papa öldü: Francis’e Orak-Çekiçli Haç -Halk TV

Faşist bir papanın ardından: Tarih affetmeyecek -Sedat Kaya- 

Yıl 1976 idi.
Arjantin'de Amerika destekli askeri cunta iktidarı ele geçirmişti. Cuntanın başında faşist general Jorge Videla vardı. Videla'nın ilk işi, kiliseyi yanına almak oldu.
Muhalif din adamları işkenceyle, kayıpla, faili meçhulle susturuldu.
Ve bu insanlık dışı zulümde en büyük destekçisi, Cizvit Tarikatı’nın başındaki Jorge Bergoglio’ydu.

Fotoğraf: Yıl 1977. Francis Arjantinli faşist general Videla ile

Pro-faşist bir kimlikti Bergoglio.
Kilisede ve dini çevrelerde cunta karşıtı olanları yönetime birer birer ihbar eden kişi oydu.
Asıl adı Francis’ti. Onun gölgesinde geçen 7 yıl boyunca Arjantin'de 5 bin insan katledildi.

Gazeteci Horacio Verbitsky, Sessizlik (El Silencio) isimli kitabında Francis'in yaptıklarını tek tek anlattı.

Ülkenin önemli avukatlarından Myriam Bregman, onu öğrencilerin, solcuların ve işçilerin işkence, kaçırma ve öldürülme olaylarının yanı sıra iki papazın da cunta tarafından kaçırılmasına göz yummakla suçladı.

Bizdeki "Cumartesi Anneleri" gibi, Arjantin'de kayıp çocuklarını arayan Plaza de Mayo anneleri de, "Estela de la Cuadra-Halk onun ne yaptığını biliyor” diye tepkilerini dile getirdi.

Onun rolü, sadece söylenti değil, tanıklarla, belgelerle Arjantin tarihine yazıldı.

Ama kader, çoğu zaman güçlüden yana işleyen bir çarktır.
Bergoglio, yani Francis, 2013 yılında Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri, Vatikan’ın devlet başkanı oldu.
Otuz yıl boyunca dua ettiği San Pietro Bazilikası, artık onun mabediydi. Hristiyanlığın en büyük yapısı M.S. 4. yüzyılda, İmparator Constantine ve dönemin aristokratları tarafından, Aziz Petrus’un öldüğü yere diktirilmişti. Binlerce köle, kırbaçlar altında çalıştırılmıştı.
Yer yüzündeki birçok dini mabet gibi.

Bugün o bazilikanın alnında, dev harflerle şu yazı parıldıyor.

“Sen Petrus’sun, ve ben bu kayanın üzerine kilisemi kuracağım. Sana da gökler krallığının anahtarlarını vereceğim.”

Ve o kilise, yüzyıllar boyunca hep kralların, muktedirlerin, egemenlerin üstünde bir gölge, arkasında bir kale oldu.

Ajanslara haber düştü; Papa Francis ölmüş.
İnandığı Tanrı onu affetsin!
Ama tarih affetmeyecek.

                                                        /././

İlk Cizvit Papa öldü: Francis’e Orak / Çekiçli Haç -Mustafa K.Erdemol-

Katolik dünyasının 266. Papası Francis, yani Jorge Mario Bergoglio öldü. Tabii ki en kayıtsız olanların bile ilgisiz kalamayacağı bir gelişme bu. Şaka değil, Papa, 1,2 milyar mensubuyla dünyanın büyük dinlerinden biri olan Katolik Kilisesi’nin lideri sonuçta. Bir papanın seçiminin de ölümünün de sadece ruhani dünyada değil dünya siyaset sahnesinde de etkileri var elbette.

Vatikan büyük bir para imparatorluğu bir yandan da. Skandalların da merkezi olduğunu da bilmeyen yok. Papalık seçimlerinde ne oyunlar döndüğünü muhteşem Conclave filmini izlediğinde anlayabilir insan. Papa seçiminde dünya ahvaline uygunluk önemli ölçüdür. Soğuk Savaş döneminde komünist blok üyesi Polonya’dan bir kardinalin yani Karol Józef Wojtyła’nın 2. Jean Paul adıyla Papa seçilmesi de bir “tercihti” tabii ki. Sovyetlerin yıkılmasında etkili olmuştur 2. Jean Paul. Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ile İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’in uğursuz çabalarını da unutmayalım.

Arjantinli Kardinal Jorge Mario Bergoglio’nun da Francis adıyla seçilmesinde Hıristiyan dünyadaki çekişmeler de rol oynamıştır. Malum, koca bir Latin Amerika coğrafyası, Vatikan karşıtı, Hıristiyan sosyalizmi olarak adlandırılacak Kurtuluş Teolojisi anlayışının egemen olduğu bir bölgedir. Benim kuşağım Nikaragua’da faşist Somoza’ya karşı verilen savaşta ellerinde kalaşnikoflarla devrimcilerin safında savaşan rahip fotoğraflarını çok görmüştür basında.

Bölgedeki yoksulluğa, sosyal eşitsizliğe karşı “Ezilenlerin Hıristiyanlığı” olarak ortaya çıkan Kurtuluş Teolojisi’nin lideri olarak Haiti’nin eski diktatörü François Duvalier bilinirdi. Bölge Hıristiyanı, eşitsizliğin, sosyal adaletsizliğin sürmesinde Vatikan’ı da sorumlu sayar, o nedenle otoritesini kabul etmezdi.

Vatikan işte Arjantin’den Katolik bir Kardinal olan Bergoglio’yu Papa seçerek bölgeye açılmayı ummuştu.

Ama Papa Francis, pek de Vatikan’ın istediği gibi biri olmadı kanımca. Kurtuluş Teolojisi’nin sembollerine değer vermesinden anlamak mümkün bunu. Ülkesinde 1980’de faşist paramiliter güçler tarafından öldürülen Kurtuluş Teolojisi’nin liderlerinden Cizvit rahip Luis Espinal’in mezarını ziyaret etti örneğin. Dahası da var. Papa Francis’e 2015’de ziyaret ettiği Bolivya’da solcu Devlet Başkanı Evo Morales, orak çekiçli bir haç hediye etti. Komünizme sempati duyduğu bilinen rahip Espinal tarafından yapılmış bir haçtı o. Hediyeyi kabul etmekten çekinmeyen Francis’in, mezarını da ziyaret ettiği Espinal gibi Cizvit olduğunu ayrıca Papa seçilen ilk Cizvit olduğunu da bilirsek hediyenin anlamı iyice ortaya çıkar.

Hıristiyanlıkta yoksulların ayaklarını yıkamasıyla bilinen Aziz Francis’in adını alması rastlantı değildir. Kurtuluş Teolojisi’nin ritüellerine uygun bir tutumdur fakir ayağı yıkamak. Papa Francis de yıkamıştır yoksulların ayaklarını. Bu azizin adını alan ilk Papa’dır.

Önce dünyevi takıldı tabii. Dinle sıkı fıkı değildi önceleri. Buenos Aires Üniversitesi'nde kimya okudu. Ancak hastalık eğitimini yarıda kesti. Henüz 21 yaşındayken ciddi bir akciğer enfeksiyonu geçirdi. İlaç bulunamadığı için 1957 yılında cerrahlar akciğerlerinden birini aldı. İyileşti, eğitimine devam etti. Üniversiteden mezun olduktan sonra bir laboratuvarda çalıştı. 22 yaşındayken rahip olmaya karar verdi.

Cizvit rahibi olmak için eğitim almaya başladığı yıl 1958’dir. Rahipliğe hazırlanırken Arjantin ile Şili'de yaşadı. Eğitiminin bir parçası olarak üniversite öğrencilerine edebiyat, din başta olmak üzere dersler verdi. 1969 yılında Cizvit rahibi oldu.

Arjantin'de 1970'lerin sonunda yönetime el koyan ordu ülkeyi 1983'e kadar faşist yöntemlerle yönetti bilindiği gibi. Binlerce Arjantinli kaçırıldı ya da öldürüldü. Bunlar arasında hükümete karşı çalışmakla suçlanan bazı rahipler de vardı. Bu dönem ülkede Kirli Savaş diye anılır, malum. Bergoglio 1992 yılında Buenos Aires'te yardımcı piskopos oldu. Bazıları Kirli Savaş döneminde Bergoglio'nun kendisine yakın insanları korumak için yeterince çaba göstermediğini söyler. Destekçileri ise tam tersini ileri sürerler.

Tabii ki yaşamını belirleyen her zaman Cizvit felsefesiydi. Bu sade bir hayat yaşamak demek. Küçük bir apartman dairesinde yaşadı. Buenos Aires'i otobüslerle, metrolarla dolaştı. Geceleri dışarı çıkıp sokaktaki evsiz insanlarla oturdu. Onlarla paylaşmak için yiyecek getirdi. Vaazlarında yoksullara yardım etmenin önemini anlattı. Ayrıca tüm dinlerden insanlarla birlikte çalışmaktan söz etti.

2001 yılında Arjantin'deki ekonomik kriz sırasında kardinal oldu. Kilise üyelerine Vatikan'da kardinal ilan edileceği özel ayine katılmamalarını söyledi. Bunun yerine, seyahat için harcayacakları parayı yoksullara vermelerini söyledi.

2005 yılında yeni Papa'nın seçilmesine yardımcı olmak üzere Vatikan'a gitti. Bazı insanlar o dönemde Bergoglio'nun papa seçilebileceğini düşünüyordu. Onun yerine Almanya'dan Kardinal Joseph Ratzinger 16. Benedict adıyla Papa seçildi. Ancak 2013 yılının başlarında beklenmedik bir şey oldu. Papa 16. Benedict artık kiliseye liderlik edemeyeceğine karar verdi. Yaşlanmanın etkilerinin rolünü yerine getirmesini engellediğine inanıyordu. Bu şaşırtıcı bir durumdu. Papalar genellikle ölümlerine kadar kiliseye liderlik ederler çünkü. 16. Benedict’in yerine Bergoglio seçildi. Artık Papa Francis’ti.

17 Aralık 1936'da Buenos Aires'te doğan Papa Francis bin yıldan uzun bir süredir Avrupa'dan gelmeyen ilk papaydı. Aynı zamanda Latin Amerika'dan gelen ilk papaydı. Ayrıca sade beyaz giysiler giyen ilk papaydı. İbrahim'in doğum yeri olan Arap Yarımadası ile Irak'ı ziyaret eden ilk papaydı.

Bunlar onu “ilklerin” sahibi yapıyor. Ama daha radikal adımlar attı. LGBTQ+ meselelerine ilişkin değişen görüşler sergilemiş, Katolik doktrinini korurken, sivil birlikteliklere destek, transların kilise faaliyetlerine katılımına izin verilmesi de dahil olmak üzere politika değişiklikleri, kamuoyu açıklamaları yoluyla artan bir kabul göstermiştir.

“Ben kimim ki yargılayayım?” cümlesi meşhurdur. 2013 yılında Vatikan'da eşcinsel olduğu iddia edilen bir monsenyör hakkında sorulan bir soruya verdiği yanıtta sormuştur bu soruyu. Onun döneminde Vatikan önemli politika değişiklikleri yaparak trans bireylerin vaftiz edilmesine, vaftiz ebeveyni olarak hizmet etmesine, nikâh şahitliği yapmasına izin verdi. Kilise aynı zamanda eşcinsel kutsamaları da onayladı.

Papa Francis kilisenin kürtaja karşı olduğunu yineledi ancak daha pastoral bir yaklaşım benimsedi. Kürtajın yanı sıra ötenaziyi de günümüzün 'kullan-at kültürünün' kanıtı olarak tanımladı.

Francis, Katolik Kilisesi içinde kadınların rollerini genişletme konusunda önemli adımlar attı. Geleneksel olarak kardinallere ayrılmış olan Vatikan dini emirler ofisi başkanlığına bir İtalyan rahibeyi, Vatikan Şehir Devleti idaresi başkanlığına da bir başka rahibeyi atadı. Bir Fransız rahibe de Vatikan Piskoposlar Sinodu'nda oy hakkına sahip müsteşar olarak görevlendirildi.

Yapabildikleri bunlardı. Adım adım da olsa değişen, gelişen, moderniteye meydan okumada zayıflayan bir dini kurumun en ilginç figürlerindendi.

Huzur içinde uyusun Papa Cenapları.

                                                    /././

halk TV


BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -22 Nisan 2025-

Doların hegemonyası sona mı eriyor?-Hayri Kozanoğlu-

Trump’ın agresif ticaret hamleleri, güvenli liman ezberlerini bozarak doların konumunu ilk kez ciddi biçimde tehdit ediyor. Rezerv para statüsü ilk kez bu açıklıkla sorgulanıyor. Doların değer kaybı, küresel güç dengelerinin değiştiğinin de işareti.

Dünya ekonomisi karıştığında, risk algısı yükseldiğinde “güvenli liman” diye paranın sığındığı belli adresler vardı. Bunlar altın, Japon Yeni, İsviçre Frangı, en başta da haliyle ABD Doları’ydı. 2007-08 Küresel Finansal Kriz gibi Amerika merkezli bir sarsıntıda, Covid pandemisinde bile bu kural değişmemişti. Ancak Trump’ın 2 Nisan’ı kurtuluş günü ilan edip, gümrük vergilerini dayatmasıyla birlikte beklenen olmadı. Paranın diğer alışılmış adresleri yine kıymete binerken, dolar değer yitirmeye devam etti. Bu arada Alman hazine tahvillerinin de cazibesi arttı; söz konusu gelişme avronun dolar karşısında değerlenmesine katkıda bulundu.

Üstelik ABD’de hisse senedi piyasaları da inişe geçmişken, borsaların ilk alternatifinin ABD 10 yıllık tahvilleri olması beklenirken, bu varlıkların da fiyatı düşmeye, verdikleri faiz (getirileri) artmaya başladı. Bu olgu da dolara güvenin azalmasının, Amerikan varlıklarından toplu çıkışın bir belirtisi kabul edildi. Her ne kadar borsalardaki keskin değer kaybı, kredili işlem yapanları devlet tahvilleri dahil diğer varlıklarını satarak teminatlarını kapatmaya yöneltmiş olsa da, 36 trilyon dolarlık bu piyasadan genel bir uzaklaşma eğilimi belirgindi.

KÜRESEL SERMAYENİN YAYINLARI TARTIŞIYOR

Doların rezerv para olarak sallandığı tartışmasına, finans kapitalin etkili yayın organı Financial Times’ın bu yargıya onay veren uzun bir makaleyle katılması da dikkat çekti. (Is the world losing faith in the almighty US dollar? - F.Times 17.04.2025). Bu metinde 1971’de dönemin başkanı Richard Nixon’un doların altın bağlantısını keserek 1944’te yürürlüğe giren Bretton Woods Anlaşması’nı sona erdirdiği kavşakta, aynı zamanda tüm ithalata yüzde 10 gümrük vergisi de koyduğu hatırlatılıyor.

Nixon şokunun dalgalı kur rejimlerinin önünü açtığı, hızlı kredi genişlemesini sağlayarak ve küresel sermaye akışlarını teşvik ederek beklenenin tam aksine dolara yönelimi güçlendirdiği hatırlatılıyor. Gelgelelim Trump şokuyla tam aksi yönde bir eğilimin gözlendiğinin, dolardan kaçışın tetiklendiğinin altı çiziliyor.

Burada iki soruya cevap bulmanın önemine değiniliyor. Birincisi, doların bu gerileyişi nereye kadar gidebilir? Yabancılar şu anda ellerinde 19 trilyon dolarlık ABD hisse senedi, 7 trilyon dolarlık Hazine kağıdı ve 5 trilyon dolarlık şirket tahvili bulunduruyorlar. Bu portföylerde sınırlı bir kısıntının bile doları daha fazla baskı altına sokma olasılığı var.

İkincisi, bu değer kaybı sürerse doların küresel ekonomide ve finans sistemindeki biricik rezerv para olma özelliği erozyona uğrar mı? Burada bazı etkili analist ve yatırımcıların Trump şokunun doların yüzyıla yaklaşan egemenliğinin sona erebileceği yolunda görüşleri aktarılıyor.

Birtakım muhalif yayın organlarında veya akademik dergilerde doların geleceğini masaya yatırmak farklı, bire bir parayı yönetenlerin bu konudaki tutumları farklı bir anlam taşır. Çünkü ikinci grubun sadece akıl yürütmekle kalmayıp, fiili olarak portföy boşaltarak dolarsızlaşma sürecini hızlandırmaları olanaklı.

Yıllardır Nixon döneminin Hazine Bakanı John Connaly’nin Roma’daki G-10 toplantısındaki, “Dolar bizim paramız, sizin sorununuz” sözü hatırlatılır. Ama bu kez doların ABD’nin de sorunu olma riski büyük.

TİCARİ İŞLEMLERDE AĞIRLIĞI SÜRÜYOR

Halihazırda dünyadaki döviz işlemlerinin yüzde 88’inin bir ayağında dolar bulunuyor. İhracat faturalarının yüzde 54’ü dolar cinsinden. Dış borçların yüzde 60’ı ve uluslararası tahvil ihraçlarının yüzde 70’i dolar üzerinden gerçekleşiyor.

Ortalıkta 2 trilyon dolarlık banknot dolaşıyor. Bunun yarısından fazlası yabancıların cebinde veya kasasında konuşlanmış durumda. Şöyle basit bir hesap yapmak olanaklı: yüzde 2,5 enflasyon üzerinden küçük bir hesaplamayla, doların satın alma gücünün kaybından ABD Merkez Bankası 50 milyar dolar kar elde ediyor. Buna literatürde senyoraj geliri deniyor.

Genel olarak doların rezerv para statüsü, ona olan talebi artırarak değerli kalmasını sağlıyor. Bu ithal ürünlerin tüketici açısından daha ucuza alınmasına olanak tanıyor. Arzının bolluğu dolar faizlerini normalden aşağı çekiyor, böylelikle hem hazine düşük maliyetle ve alabildiğine borçlanabiliyor, hem de ortalama yurttaşın ipotekli konut, kredi kartı faizleri göreceli düşük belirleniyor.

Ekonomi yazınında Belçikalı akademisyen Robert Triffin’in adıyla anılan Triffin İkilemi diye bir kavram var: ABD dolarının rezerv para konumunu sürdürmesi için uluslararası piyasalarda yeterli arzının bulunması gerekiyor. Bunun gerçekleşmesi de ancak, Amerikan ekonomisinin sürekli cari açık vermesiyle, döviz gelirlerinin döviz harcamalarının altında kalmasıyla olanaklı. İkilem oluşturması da şuradan kaynaklanıyor; hem cari açığı paranıza güveni sarsmayacak bir düzeyde tutmalısınız, hem de belli bir cari açık vererek küresel likiditeyi sağlamalısınız.

MAR-A-LAGO ANLAŞMASI

Bu konu Trump’ın Harvard Üniversitesi’nde, ekonomi doktoralı danışmanı Steve Miran’ın da gündeminde. Miran işte bu durumun tüm ülkelerin ABD’ye karşı ticaret fazlası vermesini sağladığını, son tahlilde imalat sanayini baltaladığını düşünüyor. Bu soruna bir çare bulmak gerektiğini savunuyor.

Miran’ın kafasından geçen, ticaret ortaklarını paralarının değerini düşürmeye zorlayarak, ABD imalat sanayisine rekabet gücü kazandırmak. Bu plan ilk orada konuşulduğu için Trump’ın malikanesinin bulunduğu yerin adıyla Mar-a-Lago Anlaşması diye anılıyor.

Burada 1985 yılında Japonya, Almanya, Birleşik Krallık ve Fransa ile yapılan Plaza Anlaşması’na öykünülüyor. ABD söz konusu ülkeleri paralarını devalüe etmeye zorlamış, böylece dış ticaret açığını kapamayı ummuştu. ABD’nin söz edilen süreçte açıkları kapanmadı ama, bu operasyonda parasının piyasa değerini düşürmek için dolar varlıklarını elden çıkaran Japonya’da ekonomi Yene boğuldu. Etkileri bugün bile devam eden borsa ve emlak borsası şişkinlikleri ortaya çıktı. Balonların patlamasıyla uzun süreli bir durgunluk baş gösterdi.

40 yıl sonra, hele Trump’ın müttefik ülkelere gümrük vergisi sopasını salladığı bir konjonktürde, bu tarz bir uzlaşmanın sağlanması olanaksız görünüyor.

Aslında Trump’ın göreve gelmesiyle yaptığı açıklamalar ve yürürlüğe soktuğu uygulamalar sonucu dolar avroya karşı %12 civarında değer yitirdi. Bu pratikte ABD’nin dış açıkları için gümrük vergilerinden daha etkili bir gelişme. Çünkü ithal mallarını avro cinsinden bu oranda pahalılaştırırken, ihracatı aynı ölçüde ucuzlatıyor. Halbuki gümrük vergisi eğer misilleme yapılmazsa, sadece ithalatı caydırıcı bir etki yapıyor.

MESELE ÇİN’İN YÜKSELİŞİ

Peki o zaman ABD’nin kronik dış açıklarının nedeni nedir? Gümrük vergileriyle bu sorun çözülebilir mi? İsterseniz bu noktada sözü Marksist iktisatçı Michael Roberts’a bırakalım: Kapitalizm koşullarında ekonomiler arasında, verimli üreticinin daha az verimliyi açık vermek zorunda bırakmasından değil, ama kapitalizm eşitsiz ve birleşik gelişmeye dayalı bir sistem olduğundan, bu ortamda düşük maliyetli ulusal ekonomiler uluslararası ticarette daha az etkin olanlara üstünlük sağladığı için, dış ticaret ve sermaye hesabı dengesizlikleri ortaya çıkar.

Amerikalı kapitalistleri kaygılandıran da fazla veren ülkelerin onları dolar basmaya zorlaması değildir. Çin’in üretkenlik ve teknolojide ABD ile arayı kapatması ve onun ekonomik egemenliğini tehdit etmesidir. (Tariffs, Triffin and the dollar 14.04.2025 Michael Roberts blog)

ABD, doların 1944 sonrası rezerv para niteliği kazandığı dönemde dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücüne sahip ülkeydi ve serbest ticaretin önde gelen savunucusuydu. Bugün ABD bu ilkelerinden vazgeçti, buna bağlı olarak ideolojik anlamda da inandırıcılığını yitirdi. Gelgelelim henüz dolar egemenliğine kafa tutacak nitelikte bir güç de ortaya çıkmadı.

Çin zaten sermaye kontrolleri uyguladığı ve Yuan tam konvertibl olmadığı için doların yerini almaya aday değil. AB’ye gelince, onlar da kendi kronik sorunlarını yaşıyor, ortak bir sermaye piyasaları da yok. Genelde durgunluk sorunlarıyla boğuştukları, durumu dış fazla vererek aşmaya çalıştıkları için küresel ekonomiye yeterli likidite verme olanakları da bulunmuyor. İsviçre, Avustralya gibi görece küçük ekonomilerde bu boşluğu dolduracak potansiyele sahip değiller.

Bu nedenlerle kısa dönemde doların tahtına kurulacak bir alternatif görünmüyor. Ancak dünya nasıl jeopolitik fay hatları üzerinden çok kutuplu, parçalanmış bir manzara sergiliyorsa; bunun iz düşümünü döviz piyasasında da görmek beklenebilir. Yani farklı paraların öne çıktığı çoklu egemenlik bölgeleri, alternatif ödeme sistemleri...

                                                            /././

Erdoğan ile Bahçeli siyaset dışına düşerse -Yaşar Aydın-

Bahçeli’nin sağlık durumu ve Erdoğan’ın adaylık sorunu, iki lider sonrası döneme dair krizi de büyütüyor. Bahçeli, rejimi kalıcı hâle getirmek için hamle yaparken, Erdoğan sürece temkinli yaklaşıyor. Ancak asıl mesele Erdoğan ya da Bahçeli’nin kimliği değil; sistemin kendisi.

Geçen hafta paylaşılan bir kamuoyu araştırması, ilginç bir sonuç ortaya çıkarsa da yeterince tartışılmadı. Araştırma şirketi, katılımcılara “Erdoğan seçimde aday olmazsa…” sorusunu sordu.

Araştırmanın sonucuna göre Erdoğan’ın olmadığı bir seçimde AKP’nin oyu yüzde 13’lere kadar geriliyor. Aslında herkesin bildiği ama dillendirmediği bir durumu, yani AKP’nin ancak Erdoğan’la anlamlı olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlattı.

Bu soru, seçim yaklaştıkça çok daha fazla dillendirilmeye başlanacaktır. Şu anki durumda Erdoğan ikinci dönemini yaşadığı için bir daha aday olamıyor. Başta ekonomi ve dış politika olmak üzere her gelişmenin erken seçimi biraz daha ötelediğini düşünürsek, Erdoğan’sız bir seçim o kadar da uzak değil. AKP’li vekillerin; Erdoğan’la girilecek ve kaybedilecek bir erken seçimi mi, yoksa Erdoğan’sız girilecek ve geleceğe dair bir umudun taşınacağı normal seçimi mi tercih edeceğini bugünden söylemek çok kolay değil.

Aslında benzer bir durum MHP için de geçerli. MHP, resmi kuruluş tarihi olan Şubat 1969’dan bu yana sadece iki başkanla yönetildi. Devlet Bahçeli, 1997 yılından bu yana başkanlık koltuğunda. Bahçeli’nin son yıllarda yaşadığı sağlık sorunlarının, siyasete aktif katılım konusunda belli başlı sorunlar yarattığı görülüyor. MHP’nin Bahçeli’yle mi devam edeceği, yoksa yine Bahçeli’nin işaret ettiği yeni bir isimle mi süreceği önümüzdeki günlerin önemli sorularından biri olacak.

MİLENYUMUN İKİ AKTÖRÜ

İkinci yüzyılın ilk on beş yılını kavga, sonraki on yılını ise ortaklıkla geçiren Erdoğan ve Bahçeli, hiç kuşku yok ki geçen 25 yılın Türkiye’deki en önemli siyasal figürleri oldu. Daha net ifade etmek gerekirse, ülkenin içinde bulunduğu durumun bizatihi sorumlusu.

Siyaset, hatta ülkenin yönetim şekli bu iki isim üzerine inşa edildi. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, bu iki isim üzerine dikilen bir elbiseden başka bir şey değil.

İktidar cenahında yaşanan krizlerin bir nedeni de bu isimlerin olmadığı bir döneme dair ciddi bir hazırlığın yapılmamış olması. Türköne’den Ahmet Hakan’a kadar birçok ismin geçiş taktiği önermesinin arkasında da bu var. Sadece isim değil, neyi savunacakları bile muamma.

İSLAMCI MI, TÜRKÇÜ MÜ?

AKP-MHP ortaklığı neredeyse 10 yılını doldurdu. Bu süreçte birçok konuda fikirler yakınlaştı. Hatta yüzde 10’luk bir geçişken seçmen kitlesi bile oluştu. Bununla birlikte AKP’nin İslamcılığını besleyen İsrail ve Batı karşıtlığında; MHP’nin milliyetçiliğini ayakta tutan Kürt sorununda yaşananlar, önümüzdeki günler için net konuşmayı engelliyor.

İki figürün temsil ettiği İslamcılık ve Türkçülük, yine bu iki ismin döneminde erozyona uğradı. Bu nedenle geleceğe dair birden fazla yolun açılması muhtemel.

CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÛMET SİSTEMİ Mİ, PARLAMENTER SİSTEM Mİ?

İktidar blokunun ana hamuru ve birlikteliklerin hukuki temsiliyeti, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi olarak tanımlanabilir. İki ismin siyam ikizine dönüşmesinin ardında yatan da kuvvetler rejiminin varlığı.

Tek adam rejimi, bugüne kadar Erdoğan ve Bahçeli için dikilmiş bir elbise gibi durdu. Bu rejimin en büyük şansı bu iki ismin uyumu gibi görünse de, bugün yaşanan krizin de nedenlerinden biri aslında.

İttifakın parçası olan tüm kesimler ve bireylerin kafasında “onlardan sonra ne olacak” sorusu var ve bu durum, uzun erimli bir plan yapmanın önünde engel olarak duruyor.

BAHÇELİ ÇARK MI ETTİ?

Son günlerde yandaş isimlerden gelmeye başlayan “ara formül” ya da “böyle giderse Bahçeli erken seçime gider” çıkışlarının arkasında da bu gerilim yatıyor. Siyaseten ömrünü tamamladığı görülen Erdoğan rejimiyle ülkede hiçbir kesimin uzun vadeli bir şansı olmadığını, yandaş kalemlerin satır aralarında okuyabiliyoruz.

Hatta bazı yazarlar, Bahçeli’nin korumasında daha net cümlelerle bu görüşü ifade edebiliyor.

Bugün “aralarında ayrılık var” tartışmasına yol açan meselenin temel bir yaklaşımdan öte, taktiksel olduğunu söylemekte fayda var. Bahçeli, rejimin devamı için 1 Ekim’de başlattığı süreci önemli buluyor ve bu konuda ısrarcı.

Böyle bir süreçten kazanarak çıkma ihtimalinden emin olmayan Erdoğan ise daha temkinli duruyor.

Bahçeli, kendilerinden sonra devam edecek bir sürecin inşası ve rejimin kalıcı hâle gelmesi için adım atarken; Erdoğan kendi merkezinden meseleye yaklaşıyor.

Türkiye’nin içinde bulunduğu gerilimin adı esas olarak “Erdoğan ve Bahçeli’nin dönemi bitti, sonrası nasıl olacak?” krizidir.

Halk iradesiyle mi değişecek ve yeni bir düzen mi kurulacak, yoksa rejim buna bir çözüm mü bulacak?

Şu anda rejim çözüm bulamadığı için muhalefete saldırmakla uğraşıyor.

Oysa belli ki halk için sorun sadece isimler değil, sistemin kendisi.

Halkın meselesi, tek adam rejimiyle.

                                                              /././

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...