T-24 "Köşebaşı + Gündem" -3 Mayıs 2025-

Hariciye'nin 105. yılı -Hasan Göğüş-

Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, meslek dışından siyasi büyükelçi atamaları yetmezmiş gibi, bir de merkez teşkilatında kariyerden gelmeyenlerin genel müdür ve daire başkanı olarak görevlendirilmeye başlanması, Dışişleri’nin sıradanlaştırılmasının son halkası oldu

Hariciye'nin 105. yılı

Dün Cumhuriyeti’mizin göz bebeği kurumlarından Dışişleri Bakanlığı’nın kuruluşunun 105. yılını kutladık. Bu vesileyle çoğunluğunu emekli büyükelçilerin oluşturduğu bir grup Dışişleri mensubu Anıtkabir’i ziyaretle Ata’mıza saygılarını sundu. Ne gariptir ki, dün sayıları 50 civarında olan emekli büyükelçilere tüzel kişiliği bulunmadığı gerekçesiyle resmi törenle mozoleye çelenk koyma izni verilmedi. Oysa mesela "Kanarya Sevenler Derneği” mensupları, böyle bir talepte bulunsa, mevcut mevzuat uyarınca bu hakka sahip olacakken, yıllarca farklı coğrafyalarda bayrağımızı dalgalandıran büyükelçilere bu imkanın tanınmaması da bir başka Türkiye gerçeği olsa gerek.

Kısa bir Dışişleri tarihçesi

Aslında bugün dünyada saygın bir yeri olan ve önde gelen birkaç diplomasi ekolü arasında değerlendirilen Türk Hariciyesinin 16. yüzyıla kadar uzanan 500 yıllık köklü bir geçmişi var. Osmanlı’da, Reîsü'l-küttâb müessesesi mütevazi ölçülerde dışişleri görevlerini üstlenmiş.

Dışişleri Bakanlığı’nın kuruluşuna da temel teşkil eden, 2 Mayıs 1920 tarih ve üç sayılı, "Büyük Millet Meclisi’nin İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair Kanun” Atatürk döneminde kabul edilen ilk kanunlar arasında. Bu dönemdeki bir sayılı kanun ise küçükbaş hayvanlardan alınan vergileri 20 kuruşa yükselten 24 Nisan 1920 tarihli Ağnam vergisi kanunu. 28 Nisan’da Meclise sunulan Men-i Müskirat (sarhoşluk veren içkilerin yasaklanması) kanun tasarısının yasalaşması, görüş ayrılıkları nedeniyle 14 Eylül’ü bulmuş.

29 Nisan’da Hiyanet-i Vataniye kanunu kabul edilmiş. 2 Mayıs’taki "İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair Kanun”la sadece Hariciye değil, "Şeriyye ve Evkaf Vekaleti”, "Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaiye”"Maarif”, ”Adliye ve Mezahip”, "Müdafa-i Milliye”, "Dahiliye”, "İktisat”, "Nafia”"Maliye ve Rüsumat ve Defteri Hakani” bakanlıkları da kurulmuş.

Münhasıran dışişlerine özgü teşkilat kanunu ise, 25 Haziran 1927 tarihini taşıyor. İhale kanunundan sonra Türkiye’de en fazla değişikliğe uğrayan kanun, herhalde Dışişleri'nin teşkilat kanunu olmalı. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren her gelen Dışişleri Bakanı, teşkilat yasasına bir el atmış, hala da atmaya devam ediyor. Geriye dönüp bakıldığında, Dışişleri Bakanlığı’nın teşkilat yapısında "reform” adı altında gerçekleştirilen değişikliklerin önemli bir bölümünün maalesef pek bir işe yaramadığını hatta bir süre sonra bazılarından geri adım atıldığını görüyoruz.

1920 yılında Ankara Valiliği’nde 3-4 kişilik, küçük bir odada çalışmaya başlayan Dışişleri Bakanlığı bugün tam sekiz ayrı binada hizmet veriyor. Yılan hikayesine dönen yeni bir Dışişleri Bakanlık binası projesi nihayet kuvveden fiile geçme aşamasına ulaşmış. Şehir merkezine 25 km uzaklıktaki Bağlıca’ da inşa edilecek yeni bina tamamlandığında bütün birimleri tek bir çatı altında toplamak mümkün olacak. Yeni hizmete alınan ek binalarda memurların topluca tek bir salonda oturduğu, "açık ofis” modeli uygulanıyor. Umarım eski doğu bloğu ülkelerini, ya da ticari bankaları anımsatan bu uygulama inşa edilecek yeni binada da devam ettirilmez.

Hariciye vekaletinin ilk birimleri "siyasi işler”, "konsolosluk işleri”, "şifre ve evrak” ile "muhtelit hukuk” işleri olmuş. TBMM hükümetinin yurt dışındaki ilk büyükelçilikleri ise Bakü, Roma, Tiflis ve Moskova’da açılmış. Ankara’ya ilk diplomatik temsilci Sovyetler Birliği tarafından gönderilmiş.

Yabancı büyükelçiliklerin İstanbul’dan Ankara’ya taşınması

Osmanlı İmparatorluğu zamanında İstanbul’da Temsilciliği bulunan ülkeler büyükelçiliklerini Ankara’ya taşımamak için uzun süre direnmişler. Batılılar, dünyanın en güzel şehrinde boğaz manzaralı saraylarını bırakıp bozkırın ortasında yeni kurulmakta olan bir şehre taşınmakta ayak sürmekte pek haksız da sayılmazlar hani.

Sefaretleri İstanbul’dan Ankara’ya çekebilmek için Adnan Menderes Hükümeti döneminde 1955 yılında çıkarılan "Ecnebi Devletlere Ankara’da Sefarethane ve Konsoloshane İnşa Etmek Üzere Meccanen Arsa Tahsisi Hakkında Kanun” ile Hazine bedelsiz arsa tahsis etmiş. Bununla da yetinilmeyip üstüne üstlük Ankara’da inşa edilecek sefaret binaları için herhangi bir harç veya resim alınmayacağı, ithal edilecek inşaat malzemelerinin gümrük vergisinden muaf tutulacağına hükmedilmiş. Aralarında Yunanistan’ın da yer aldığı bugün Ankara’nın en mutena semtlerinde yerleşik büyükelçiliklerinin bir çoğu bu yöntemle en değerli arsalara konmuşlar.

Kan kaybeden Dışişleri Bakanlığı

Dışişleri Bakanlığı kuruluşundan bu yana aradan geçen 105 yıl içerisinde, özellikle de Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminden başlamak üzere sürekli kan kaybetti. Eski Başbakanlık binasındaki Başbakanın makam odasının bitişiğindeki ilk oda Dışişleri Bakanına aitti. Demek ki eski Türkiye’de başbakanlar en yakınında en fazla değer verdikleri dışişleri bakanlarını tutmak isterlermiş. Aynı şekilde Dışişleri Genel Sekreterlerinin diğer bakanlıklardaki müsteşarlardan ayrıcalıklı bir konumları vardı.1982 yılına kadar Dışişlerinde görev yapan Müsteşarlara, Genel Sekreter denilirdi. Tıpkı bakanlar gibi 51 numaralı kırmızı plakalı arabalara binen Dışişleri Genel Sekreterleri milli güvenlik kurulunun doğal üyesiydiler.

Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, meslek dışından siyasi büyükelçi atamaları yetmezmiş gibi, bir de merkez teşkilatında kariyerden gelmeyenlerin genel müdür ve daire başkanı olarak görevlendirilmeye başlanılması Dışişleri’nin sıradanlaştırılmasının son halkası oldu.

Tek dileğimiz Dışişleri Bakanlığı’nın 105 yılda kazandığı dünyadaki saygın konumu daha fazla zedelenmeden 'Türkiye Yüzyılı'nda da devam ettirebilmesi. Umarım ileride bugünleri de mumla aramak zorunda kalmayız.

                                                            /././

İBB soruşturmasında Cumhur İttifakı çatlağı: Soruşturma MHP’ye de mi yönelecek?-Tolga Şardan-

MHP Milletvekili Levent Uysal’ın araçlarının, “şüpheli mal varlığı” şeklinde hükûmete yakın yayın organlarınca kamuoyuna duyurulması Balgat’ta dikkat çekici bulunmaya başlandı. MHP Genel Merkezi’nde “soruşturma nereye yöneliyor?” sorusu koridorlarda konuşulmaya başlandı.

İBB soruşturmasında Cumhur İttifakı çatlağı: Soruşturma MHP’ye de mi yönelecek?

Fitili CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır ateşledi. Başarır, önceki gün TBMM’de Genel Kurulu’nda yaptığı açıklamada, İBB soruşturması çerçevesinde kapalı garajda bulunan değeri yüksek otomobillerin sahibi olarak MHP’li bir siyasetçiyi işaret etti.

Sonrasında kulislere, söz konusu siyasetçinin aynı zamanda Başarır’ın da hemşehrisi olan MHP Mersin Milletvekili Levent Uysal olduğu iddiası düştü.

Büyüteç’i kaleme aldığım dün öğle saatlerine kadar muhataplarından bir açıklama gelmedi.

Bunu bir köşeye alalım.

Başarır’ın MHP’li Uysal’ı işaret eden açıklamasının ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) soruşturması çerçevesinde yeni bilgiye ulaştım.

İddiaya göre, İBB’ye yönelik ikinci dalga gözaltılarda MHP’ye yakın iki şüpheli de yer aldı.

Edindiğim bilgiye göre, şüphelilerden birisi iş insanı. Diğer ise, halen görev başındaki İBB bürokratı. Hem iş insanı hem de belediye üst yöneticisinin bulundukları konum fazlasıyla önemli.

MHP Genel Merkezi’nde etkin konumda olan parti üst yönetiminden bazı isimler, söz konusu iki şüpheliyle ilgili süreci yakından takip etti.

Bu noktada, iki şüphelinin suçlu olup olmadığının yargılama sonucuyla kesinleşeceğini bir kez daha belirtmekte fayda var. Zira, kimileri peşinen “suçlu” kararını vermiş olsa da evrensel hukuk hükümleri yargılama sonucunun beklenmesini emrediyor.

Savcılık talimatıyla gözaltına alınan şüpheliler arasındaki iki kişi, önce savcılık tarafından tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edildi. Ardından da tutuklanarak cezaevine gönderildiler.

MHP’nin etkin isimlerinin yakından takip etmesine karşılık, iki şüphelinin tutuklanması, partide huzursuzluk kaynağı oldu.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in başında olduğu İBB soruşturmasında iki şüphelinin tutuklanması hem de MHP Milletvekili Levent Uysal’ın araçlarının, “şüpheli mal varlığı” şeklinde hükümete yakın yayın organlarınca kamuoyuna duyurulması Balgat’ta dikkat çekici bulunmaya başlandı son üç gündür.

Hatta daha ötesinde MHP Genel Merkezi’nde “soruşturma nereye yöneliyor?” sorusunun koridorlarda konuşulmaya başlandığını söylemek yanlış olmaz.

Adliye ile polis arasında sıkıntı mı var?

Bu arada bir diğer huzursuzluk, çok seslendirilmese de Emniyet kulislerine hâkim olmaya başladı bir süredir.

Konu şu; yakın geçmişte, iç siyasete yansıması olacak büyük adli soruşturmalarda adliye ile emniyet birlikte hareket etti.

Ergenekon sürecinde de bu yöntem kullanıldı. Elbette, adli soruşturmalarda polis birimlerinin adli kolluk amiri savcılıktır. Polis, savcının talimatıyla, savcının tanıdığı inisiyatifle hareket eder. Hukuk önünde işin asıl sorumlusu adliye olmasına karşın pek çok önemli soruşturmada savcılık, polis birimleriyle birlikte yol alır.

Ancak bu sefer sürecin, iki kurum arasında sıkıntılı yürüdüğü konusunda bilgiler var emniyet kulislerinde.

Teşkilatı yönetenler bunun farkında mı bilmiyorum ancak İstanbul’da soruşturmaya dahil olan polisler arasında yaşananlardan rahatsızlık duyanların bulunduğu belirtiliyor.

Özellikle evrak düzenlenmesi ve gözaltı işlemlerindeki yöntemler konusunda İstanbul Emniyeti ile İstanbul Adliyesi arasında görüş farklılıklarının yaşandığı ve oluşan tablonun Ankara’ya kadar ulaştığı ifade ediliyor kimi kaynaklarca.

İhaleye fesat karıştırdığı iddiasıyla tutuklanan bürokrat, ihalelerde görev almamış!

İBB soruşturmasının her iki aşamasında gözaltına alınanlar arasında dikkat çekmeyen bir isim var.

Eski İstanbul Zabıta Daire Başkanı Engin Ulusoy.

Ulusoy; emekli emniyet müdürü, emniyet teşkilatında yıllarca hizmet etmiş bir bürokrat.

Ulusoy’un da emniyet teşkilatında müfettişlik yaptıktan sonra emekli olduğunu belirteyim.

Gözaltına alınma ve tutuklanma gerekçesi; suç işlemek amacıyla örgüt kurmak -yönetmek- üye olmak, rüşvet, ihaleye fesat karıştırmak, edimin ifasına fesat karıştırmak, irtikap ve nitelikli dolandırıcılık.

Ulusoy gözaltında bulunduğu sırada polise 21 sayfalık ifade verdi.

Malvarlığı şöyle yansıdı ifadesine; Kuşadası Türkmen mahallesinde üç oda bir daire, babadan kalma bir arsanın beşte bir payı ve 2012 model Clio marka otomobil. Maaşı ise 87 bin lira.

Kendisi adına biri devlet, biri özel bankada iki ayrı hesabı ve bu hesaplara ait iki kredi kartı. Bu hesaplara ait eşi ve kızında bulunan ek kartlar.

Şirket sahipliği, ortaklığı, iş yeri yok.

Hakkındaki suçlamalardan birisi, ihaleye fesat karıştırmak. Ancak kendisine sorulan yanıtta, görevi sırasında hiçbir ihaleye katılmadığını söyledi Ulusoy.

Ulusoy, kendisine sorulan belediyede görevli kişileri, kurumdaki görevi nedeniyle tanıdığını anlattı. Soruşturma kapsamında gözaltına alınan hemen tüm şüphelilere sorulan firmaları bilmediğini ve hiçbir ortaklığı bulunmadığını ifadesinde belirtti.

Yine kendisine aktarılan Sedat Kapıdağ isimli şikayetçinin anlattığı bilgilere yanıt olarak, kendisine yönelik iddiayla ilgili İçişleri Bakanlığı’nın soruşturması sonucunda sürecin hukuka uygun bulunduğunu aktardı.

Ulusoy’un hakkındaki soruşturmanın temeli, belediye iştiraki olan Kültür AŞ ve Medya AŞ üzerinden kent genelinde ihale edilen reklam panolarıyla ilgili denetimin tam olarak yapılmadığı iddiası.

İddia üzerine; Ulusoy, şu açıklamayı yaptı ifadesinde: “(…) Şirkete ait reklam panolarının zabıta tarafından usulsüz olarak çekilmesi işlemi iddiası doğru değildir. Gerçeği yansıtmamaktadır. Yapılan iş ve işlemlerin hukuka uygun olduğu müfettiş tarafından tespit edilmiştir.

Bu iddianın dışındaki konular, zabıtanın görev ve yetkisi dışındaki iş ve işlemler olup, diğer firmalara ait reklamlara göz yumulduğu iddiası ise, mevcut zabıtanın personel durumu iş ve işleyişi göz önüne alındığında, mevcut az sayıdaki personel ile müdürlükleri canla başla çalıştığı, personel sayısının çok az olması dileğiyle insan kaynakları daire başkanlığında yeni personel alınması için talepte bulunulmuş, insan kaynakları daire başkanlığına Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan talep yapmış olmasına rağmen, ya az sayıda ya da hiç verilmediği anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla iddiada ismi geçenlerden söz konusu uygulamalara müsaade edildiği değerlendirilemez. Reklam uygulamalarına yönelik izin işlemleri zabıta daire başkanlığının yetki ve sorumluluğunda değildir. (…)”

Polis sorgusunda Ulusoy’a, kendisine bağlı olan Avrupa Yakası ve Anadolu Yakası zabıta müdürleri, başında bulunduğu birimin bağlı olduğu genel sekreter yardımcısı, genel sekreterin yokluğu sırasında kendilerinden sorumlu vekil genel sekreter yardımcısıyla, İSKİ Genel Müdürü Başa ve İBB Başkanı’nın özel kalem müdürüyle neden sık telefon görüşmesi yaptığı soruldu!

Ulusoy, görev tanımı içinde bulunan söz konusu isimlerle görüşmesi olduğunu ve konusu suç teşkil eden hiçbir görüşmenin yapılmadığını söyledi.

Eski İstanbul Zabıta Daire Başkanı Engin Ulusoy

İBB istedi, bakanlık taş koydu!

Eski İBB Zabıta Dairesi Başkanı olması nedeniyle tutuklanan Ulusoy’un gerek mal varlığı ve geliri gerekse yerine getirdiği göreve yönelik tablo böyleyken, ifadesinde verdiği ilginç bir bilgi dikkat çekici.

Ulusoy, özetle, İstanbul’daki zabıta sayısının yeterli olmadığını, İBB’nin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan kadro talebinde bulunduğunu, bakanlığı ya az sayıda ya da hiç kadro vermediğini vurguladı.

Daha önceki Büyüteç’te, İçişleri Bakanlığı’nın, AKP dönemi dışında kalan takvim için İBB’ye 2022’de özel teftiş, 2024’te ise genel teftişi yaptırdığını duyurdum.

Müfettişlerin, her iki teftiş raporunda dikkat çektikleri konulardan birisi, İstanbul’daki zabıta sayısının azlığı ve hizmetin aksamasıydı.

İBB yönetimi, bakanlık müfettişlerinin tavsiye, eleştiri ve önerilerine karşılık olarak 2022 teftişi için 185 sayfalık, 2024 teftişi içinse 98 sayfalık yanıt raporu yazarak Ankara’ya gönderdi.

Yanıtlarda, zabıta sayısının eksikliğinin gerekçesi de yer aldı, doğal olarak.

Ben yazayım, siz okuyun.

İlki 2022’deki özel teftişe verilen yanıt: “(…) Belediye ve Bağlı Kuruluşları ile Mahalli İdare Birlikleri Norm Kadro İlke ve Standartlarına Dair Yönetmelik doğrultusunda belediye meclisince ihdas edilen zabıta memurluğu kadrolarına atama yapılabilmesi amacıyla İnsan Kaynakları ve Eğitim Dairesi Başkanlığından; 2020 yılı için 500 zabıta memuru, 2021 yılı için 750 zabıta memuru ve 2022 yılı için ise 750 zabıta memuru alınması talebinde bulunulmuştur.

Ancak, 2020 yılında yapılan 500 zabıta memuru alım talebi 100, 2021 yılında yapılan 750 zabıta memuru alım talebi ise, 250 olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından onaylanmış, 2022 yılı için yapılan 750 zabıta memuru alım talebine ise henüz onay verilmemiştir. 2023 yılı içinde bulgu doğrultusunda 1000 zabıta memuru alım talebi yapılacaktır. (…)”

Geçen yıl yapılan teftişe yönelik ise İBB’den şu yanıt verildi: “(…) 11.03.2024 tarihli ve E-50626539-902.02-2024.388326 sayılı yazımız ile 930 zabıta memuru personeli için atama izni talebimize, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Yerel Yönetimler Genel Müdürlüğünün 26.09.2024 tarihli ve E-48563918-900[900]-10559836 sayılı yazısı ile 315 zabıta memuru kadrosuna atama izni verilmiştir. (…)”

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, 23 Nisan İstanbul depreminin ardından yaptığı açıklamada, “siyaseti, polemiği bir tarafa koyalım, İstanbul için el ele verilim” dedi.

Kurum, İstanbul için hizmete yönelik İBB’nin taleplerine olumlu yanıt vererek işe başlayabilir, o zaman.

                                                                 /././

Bu karabasanın bir sonu olmayacak ve bu cehennem böylece süregidecek mi?-Tuğçe Tatari-

Bir başka ülkede sadece bir tanesi yıllarca konuşulacak, üzerine onlarca kitap yazılacak, filmler çekilecek olayları biz günaşırı yaşıyoruz! Finalinde de hakkın, adaletin asla yerini bulmadığını görüyoruz. Bu şekilde yaşamaya mecbur edilmek işkencedir!  

eia

Güneşin bir türlü doğmadığı, yazın asla gelemediği bir ülke…

Oysa ne kadar uzundur bekliyoruz değil mi?

Bu uzun bekleyişte yaşadığımız her kırılmanın da derin izleri var.

Ülke gündemi felaket.

Hatta ülke gerçek anlamda yangın yeri.

Bu yangında temiz bilgilere ulaşıp, muhakeme yeteneğimizi hakkıyla kullanmaya çalışırken -ya da çabalarken mi demeliyim- önümüze durmaksızın yeni felaketler yağıyor.

‘Yenidoğan çetesi’ davasına tahliye üzerine tahliye kararları veriliyor misal. “Nasıl olabiliyor, nasıl yapılabiliyor, bu işin ucu kimlere kadar uzanıyor ki neredeyse üstü örtülmek üzere” diye düşünüyor insan.

Bir ülkede daha korkunç kaç olay olabilir ve bu yaşananlar karşısında nasıl bir devlet tüm olanaklarıyla konuyu çözmeye adamaz kendini?

Bakın tüm bunlar, yaşadıklarımızın tamamı birer toplu işkence niteliğindedir, inanın öyle. Bizi illa gözaltına alıp dövmelerine, sevdiklerimizle, işimizle gücümüzle tehdit etmelerine gerek yok.

Bu yaşananlar, bu olaylar…

Acı veren, üzen, vicdanımızı zedeleyen, bizi kahreden, endişeye sürükleyen, korkutan olaylara tanıklık ediyoruz mütemadiyen.

Bir başka ülkede sadece bir tanesi yıllarca konuşulacak, üzerine onlarca kitap yazılacak, filmler çekilecek olayları biz günaşırı yaşıyoruz!

Finalinde de hakkın, adaletin asla yerini bulmadığını görüyoruz.

Bu şekilde yaşamaya mecbur edilmek işkencedir!

Sürekli ama sürekli sonu mutlu bitmeyen filmlerin oyuncusu veya izleyicisi olmaya mahkûm edilmişiz gibi.

Hep güçlü ve kötü adamların kazandığı, zayıf ve iyi olanların yandığı, tecavüze uğradığı, bıçaklandığı, dövüldüğü, hapsedildiği, bebeğinin para için yoğun bakıma alındığı, öldürüldüğü bir karabasan.

İnsanın bu işkence altında cinnet geçirmeden yaşamaya devam edebilmesi de sağlıklı mı bilemiyorum.

Artık hangimiz ne kadar sağlıklıyız zaten o da şüpheli!

İnsanımız da gittikçe vahşi, karanlık, acımasız, suça meyilli oldu, evet elbette inkâr edilemez bir durum bu.

Küçücük çocuklar çeteci olup cinayet işliyor sonuçta, daha ne olsun.

E bu düzenin üzerine bir de eğitimin durumu, yokluk, açlık, barınma sorununu koyunca ortaya daha farklı bir sonuç çıkmasını da beklemek olmaz zaten.

Bir şekilde debeleniyoruz ülkece, bir kurtuluş ihtimali yakalayabilmek için kıvranıyoruz.

Kıvranma hâlindeyken de yepyeni korkunçluklardan haberdar olmaya devam ediyoruz.

Misal, dokuz yaşında bedensel ve zihinsel engelli bir çocuğun zatürre nedeniyle ailesi tarafından Çam Sakura Hastanesi’ne yatırıldığı, durumunun ağırlaşması sonucu entübe edilerek yoğun bakıma alındığı, tedavisinin yedinci gününde aniden genital bir kanama tespit edildiği ve bakıldığında bu çocuğun o durumda istismara uğradığı yolunda bulgular dikkat çekiyor. Bir devlet hastanesinin yoğun bakımında tespit ediliyor bu durum, düşünebiliyor musunuz? Sağlık Bakanlığı yetkilileri ise bu konu sorulduğunda önce “çocuğun ailesinin dağınık olduğu, annenin üvey olduğu, kanamanın sondadan kaynaklı olabileceği” yönünde birtakım gözlemleri ortaya sürerek sorumluluğu aileye atfeden bir görüntü veriyor. Bakanlıktan nihayet dün gelen resmi açıklamada ise, “Hekimlerimiz tarafından muayene esnasında tespit edilen şüpheli durumla ilgili ivedi harekete geçilmiş ve incelemeci atanmıştır. Ayrıca söz konusu şüpheli durum, derhal adli makamlar ile Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü ile paylaşılmıştır” deniyor. Yoğun bakıma girdiği tespit edilen 26 kişi hakkındaki savcılık soruşturması da sürüyor.

Ve elbette, otelde çocuklar cayır cayır yandığında Turizm Bakanı istifa etmediği gibi bebekleri öldüren bir çete ortaya saçıldığında Sağlık Bakanı, yoğun bakımdaki bir çocukta istismar bulgusu ortaya çıktığında sorumlular istifa etmiyor…

İnsan ister istemez kendini “Bu karabasanın bir sonu olmayacak ve bu cehennem böylece süre mi gidecek” diye yakarırken buluyor!

                                                             /././

Çeyrek yüzyıl içinde neler oldu?-Sami Selçuk-

Günümüz çoğulcu demokrasisinin vazgeçilemez temeli, her açıdan birey özgürlüğüdür, kısaca özgürlüktür.

Yargıtay Başkanlığında üç yıl kalacak, dolayısıyla üç “yargılama yılı” konuşması yapacaktım.

Bundan yararlanarak, demokrasi ve hukuk konularındaki düşüncelerimi kamuoyuna yansıtmalıydım.

Bu yaklaşımın sonucu olarak genelden özele yürüyen ve bir bütün olması gereken bu konuşmanın birincisi, devlet düzeni üzerinde, yani bir bakıma Cumhuriyetin kurucu felsefesine, Batıda gelişen “gün ışığında demokrasi” (openair democracy, démocratie à ciel ouvert, democrazia all’aria aperta) anlayışına ağırlık veren bir konuşma olmalıydı.

Nitekim öyle de olmuş ve 1999-2000 yargılama yılını konuşmamı bundan tam çeyrek yüzyıl önce aşağıdaki dileklerle bitirmiştim.

“İşte, önümüzde dokunduğu her şeyi bilim testinden geçirerek akılcılığa dönüştürebilen ve kendisini durmadan yenileyerek kültür genlerine içselleştirdiği çağla aynı dalga boyunu yakalayabilen pırıl pırıl bir Atatürkçü görüş.”

“İşte, önümüzde ilke ve boyutları, marangozun budaksız ağaçta kayan rendesi gibi, iyi işletildiğinde, barışın, gelişmenin, açmazları aşmanın altın anahtarlarını cömertçe sunan; ancak bunların bir tanesinde bile sapma olduğunda, bağışlamayıp sürçen ve, bütün sistemi bunalıma sürükleme pahasına, çözüm anahtarlarını inanılmaz bir kıskançlıkla geri alan görkemli ve çağcıl demokrasi.”

“Nihayet işte, doğruları, yanlışları, esin kaynakları ve sorunlarıyla kara sevdamız Türkiye, bizim Türkiye’miz.”

“Tercih sizlerindir.”

“Ben, Türk halkının ‘güzeli ağlatan, çirkini söyleten’ bir halk olmadığına inanmış hukukçularından biriyim.”

“Bu yüzden sadece ondaki titreşimleri ve bilimi gözeterek doğruları dile getirmeye çalıştım, çalışıyorum. Çünkü bağımsız bir hukukçunun bu ahlaki görevi yerine getirmesi gerekirdi.”

“Ve ben bu görevi, yabancı sözcüklerle kuşatılmış, başkenti bile sokaklarına dek istilaya yeltenen ‘Türkgilizce’yle değil, vurgun olduğum, ses bayrağım ana dilim Türkçe’nin yalınlığıyla, içtenliğiyle yazıp konuşarak sizlerin, Türk halkının önünde konuşmuş ve görevimi yerine getirdiğime inanıyorum.”

“Kısaca şu anda, birey, yurttaş, hukukçu olarak ve bütün sorumluluğu üstlenerek tercihlerimi dile getirmiş bulunuyorum.”

“Özetle ben, içleri boşaltılmamış, sulandırılmamış küresel kavramlarla düşünen ve üreten; dünyanın kıyısında, köşesinde değil, odağında yer alan; tarihe maruz kalan değil, tarih yapan, çağın ruhuna denk düşen bir Türkiye istiyorum.”

“Uygar yüzlü, ışıyan Atatürk’ü ve sonluluk değil, sonsuzluk olan, 1930’lara mıhlanan değil, bilimin ışığında geleceğe gelecekler üreten Atatürkçü görüşü geri istiyorum.”

“Düşük yoğunluklu, yozlaşmış, büyük ağabeylerin vesayetindeki icazetli demokrasiyi reddediyor, ülkem için bunun tam tersini, yani eşit bireylerden oluşmuş özgür halkın, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetimi anlamında çıtası en yüksek demokrasiyi istiyorum.”

“Demokrasinin yönettiği düşünceler ve inançlar Cumhuriyetimi geri istiyorum.”

“Hoşgörünün de ötesinde ‘öteki benim eşitim’ diyen, birbirlerine meydan okuyarak saygı duyan, berikiler ile ötekilerin hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde, kendilerinin hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı çıkma ortak bilincini, akılcı eleştiri, tartışma, sorgulama, algılama kapılarını açık tutma yeteneklerini kazanmış özgür ve demokrat insanların yaşadığı demokratik bir cumhuriyet istiyorum.”

“Yaşamın ve barışın vazgeçilemez gerekçesi olarak, dokuları örselenmemiş, kendisini dengeleyen bir doğa; kılcal damarları çoğulculukla beslenen ve kendisini geliştiren bir toplum istiyorum.”

“Çoğulculuğun doğal sonucu olarak, din ve devletin karşılıklı bağımsızlığı ilkesine yaslanan, barışçı, kırılmalara uğramamış, özürsüz ve ödünsüz laikliği istiyorum.”

“Düşünceleri, inançları yasaklamayan, yalnızca barış içinde tartıştırıp yarıştıran, adalet imbiğinden geçmiş ve insanları özgürleştiren bir hukuk; böyle bir hukukun egemenliğinde, düşünce ve inançlara eşit uzaklıkta, karar süreçlerine kattığı halkına güvenen, yansız ve meşruluğunu hukuktan alan güçlü bir devlet istiyorum.”

“Böyle bir devletin; devletlerin özgür birey ve halk için olduğu anlayışını temel alan, insanların evrensel ahlak kodu sayılan hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeyi kaygı edinen, gözeneklerine değin içselleştirdiği hukukun üstünlüğü omurgasıyla ayakta duran bir anayasa ile örgütlenmesini istiyorum.”

“Hukuku değil, devleti koruma kaygısıyla ‘Memurin Muhakematı Kanunu’ gibi yasaların destekçisi sözde anayasa metinlerinin çağcıl bir ülkede yeri olmadığını özellikle ve yüksek sesle vurguluyorum.

“Sığlaşan hukuktaki her yanlışın patlamaya hazır bir krater olduğu bilinciyle; her aileyi mahkemelere bağımlı kılan ve devleti bireyleri ile sürtüştüren çarpık hukuk uygulamasının ürettiği davalar yığınının fay hattındaki hukuk göçüğünden insanlarımızın kurtarılmasını, yazılı hukukun değiştirilmesini, ‘Dura dura bayatlayan adalet’ (B. Brecht) yüzünden umudunu mafyaya bağlayan insanlarımızın ‘makûs talih’lerinin yenilmesini istiyorum.

“Özlenen hukuku yaşama geçirmenin önkoşullarını yaratabilmek için, hukukun biricik yorumcusu ve sözcüsü olan yargılama erkinin öbür erklerden bütünüyle bağımsız olmasını, özellikle yürütmenin kuşatma harekâtını yarmasını; devleti ve demokrasiyi meşrulaştıran yargılama erkinin, gücünün yasama ve yürütme erkleriyle, güçleriyle maddi ve manevi bütün alanlarda eşit olmasını istiyorum.”

“Yargılama erkinin ivedi gereksinimlerinin kısa sürede karşılanmasını, 1966 New York Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinde (md. 14) bir insan hakkı olarak vurgulanan üst (ara) mahkemeye başvuru (istinaf) hakkının tanınmasını, böylelikle üst mahkemeleri, yargılama kolluğu, akademisi, binalarıyla halkın ve Türkiye’nin saygınlığına yaraşan yetkin bir yargılama erki istiyorum.”

“Diyeceklerim şimdilik bunlardır.”

“Gösterdiğiniz ilgi ve sabra gönül borcumu öderken, önümüzdeki yıllarda demokrasinin utkusuyla taçlanmış, baskı ve terörden arınmış, barışa kavuşmuş bir Türkiye’de ve dünyada buluşmak umuduyla sizlere şükranlarımı, saygılarımı sunarım.”

Peki, bundan sonra neler mi oldu?

Geliniz, şimdi bu dileklerden hangisinin gerçekleştiğine bir göz atalım.

Hemen baştan belirteyim ki, bu konuşmanın bana ne kazandırdığını bilemem. Ancak, kimyada çözeltilerdeki asit ve bazları ayırt etmekte kullanılan turnusol gibi, bu konuşma da, kimlerin doğru Atatürkçü anlayıştan ve günümüz demokrasisinden yana, kimlerin bunlara karşı olduğunu gün yüzüne çıkarmıştır.

Bu açıdan ilkin Atatürk’ün anlayışını yansıtan iki olaya değinmek isterim.

Bu konuda yaşanan ve Atatürk’ün demokrasi anlayışını yansıtan önemli olaylardan birincisi şudur: CHP Genel Sekreteri Recep Peker, İtalya ve Almanya gezisinden sonra toplanacak olan CHP kurultayına -ki, bu Atatürk’ün yaşamında 9.5.1935’te toplanan son kurultaydır- sunulmak üzere, İtalyan faşizminden etkilenerek yeni bir tüzük, çok ayrıntılı bir izlence (program) hazırlamıştır.

Bu parti tüzüğü, partinin eylemli Genel Başkanı Başbakan İnönü’nün görüp incelemesinden sonra Atatürk’e sunulmuştur.

İşte Atatürk, o gün, akşam yemeğine gelen konuklarını uğurladıktan sonra geceleyin hiç uyumamış, sabaha dek kitaplığında bu tüzük taslağını incelemiştir.

Bu girişime ve sakat düşüncelere çok öfkelenen Atatürk, sabahleyin gelen genel sekreterine “kim bu zorbalar?” diye sorduktan sonra, şunları söylemiştir: “Görülüyor ki, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın -ki olasılıkla, daha çok İnönü’yü amaçlamaktadır- arkadaşlar tarafından bile zerrece anlaşılmış değildir.”

Hemen ardından bu hedefi de şöyle açıklamıştır, Atatürk: “Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu ülkede padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler” (Soyak, Hasan Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul, 2004, s. 61-62).

Dikkat edilsin, lütfen. Atatürk, demokraside akla, değişik görüşlere ve inançlara asla hiçbir yasak, sınır tanımamakta, bütün inakları, dogmaları reddetmekte, attığı en büyük adımı, cumhuriyeti bile demokratik tartışmaya açmayı göze almakta, alabilmektedir.

Nitekim aynı bilinçle Atatürk, sağ iken ve de daha sonları çevirisi yapılan Benoit Mechin’in cezaevinde bulunduğu sırada yazdığı “Kurt ve Pars Mustafa Kemal” adlı kitabında yer alan bazı olumsuz olaylar ve değerlendirmeler üzerine bu kitabın basımından, yayımlanmasından vazgeçilmesi üzerine, “Ben insanüstü bir varlık değilim, bir insanım, elbette yanlışlarım, zayıf yönlerim olmuştur” diyecek ve yayımlanmasına izin verecek denli hoşgörülü ve gerçekçidir.

Gerçekten O, çocuğu gibi elinden tutup büyüttüğü, üzerine titrediği “Cumhuriyet”e karşıt görüşlere bile özgürlük isteyecek çapta ve büyüklükte “demokrasi ve özgürlük bilinci”ne sahip bir önderdir.

Ayrıca hiç unutulmamalıdır ki, Atatürk, dönemindeki bütün baskıcı, buyurgan tümelci rejimlere de karşıdır.

Bir başka olay da şudur: Fuat Köprülü’nün başkanlığında Cumhuriyetin başlarında bir “Dinde Reform Kurulu” oluşturulmuş ve bu Kurul, masada ve sandalyede namaz kılınması gibi birçok öneriyi Atatürk’e sunmuştur. Atatürk, bu önerilere çok öfkelenmiş, “Dinde reformu, demiş, dinin kendi içindeki din insanları yapabilir. Ben siyaset insanıyım. Martin Luther değilim.”

Nitekim o kurul, hemen kaldırılmıştır.

Görülüyor ki, Atatürk ideokrat, totaliter; Atatürkçü görüş, bir ideoloji, totalitarizm değildir.

Dinlere, inançlara karşı da değildir. Tam tersine dinlere, inançlara saygılıdır. Çünkü laiktir; din, inanç alanı ile bilim alanını özenle birbirinden ayırmaktadır, ayırmıştır da. Tıpkı “Ben, laboratuvarıma girerken dinimi eşikte bırakırım” diyen ve sabah laboratuvarına giderken, akşam evine dönerken tapınmak için kiliseye uğrayan on dokuzuncu yüzyılın ünlü fizyolog ve doğa bilimcisi dindar Claude Bernard (1813-1878) gibi.

Bilindiği üzere, tek kişinin yapacağı bir işi on kişi yaparsa, dokuz kişinin görünüşte işi vardır; ancak aslında dokuz kişi işsizdir.

Ekonomide buna “gizli işsizlik” denir.

Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak algılayarak, inanç ve düşünce alanına yasaklar getirmeye kalkışanlar, bunları savunanlar, zaman zaman onu bir tür totalitarizme dönüştürenler, aslında Atatürk’ü severken onu boğan “gizli Atatürk karşıtları” ya da “yüzeysel Atatürksever­ler”dir. Yani Stendhal’ın ünlü romanında Papaz Chelan’a söylettiği şu sözlerin bilinçsiz özneleridir: “İktidar koltuğundaki insanlara dalkavukluk etmeyi aklınızdan geçiriyorsanız, ruhunuzu cehenneme mahkûm etmişsiniz demektir.

Dolayısıyla “1999-2000 yargılama yılı” (adli yıl) açış konuşmam, her şeyden önce kimlerin Atatürk’ü ve Atatürkçü görüşü anladığını, kimlerin anlamadığını ortaya koyan bir turnusol olmuştur, benim açımdan.

Bu konuşmadan sonra ise, şu kanıya ulaşmışımdır: Atatürk’ü ve Atatürkçü anlayışı, bir bakıma gizli Atatürk karşıtlarından kurtarmak, bilimsel yörüngesine oturtmak zorunludur.

İşte o zaman, sadece Avrupa Birliği’nin değil, bütün kapıları açan Atatürkçü görüşün tam demokrasiye geçmede gerçek bir basamak işlevini yerine getirdiği görülecektir.

Unutulmamalıdır ki, Atatürk’ün kurduğu parti, yani CHP, bir amaç değil, demokrasinin alt yapısını hazırlayan devrimleri gerçekleştirmek ve demokrasiye adım atabilmek için sadece bir araçtan ibaretti.

O kadar.

Nitekim bir yabancı bilim insanı, Prof. Maurice Duverger, bunun ayrımına çok iyi varmış, Atatürk’ün kurduğu CHP’yi, hedefi demokrasi olduğu için, başka ülkelerde görülen tek partilerden özenle ayırmış, bu tür partileri “Kemalist partiler” olarak adlandırmıştır.

Gerçekten Duverger’ye göre, bu terimle adlandırılan partilerin vaz­geçilmez amaçları, halkı geleceğin demokrasisine hazırlamaktır. Nitekim “Diktatörlük Üstüne” adlı kitabında Atatürk’ün Mussolini’ye özen­diğini söylemekle birlikte, “Siyasal Partiler” adlı kitabının “Tek Parti ve Demokrasi” bölümünde Atatürk Türkiye’sine önemli bir yer ayıran bu ünlü bilim insanı, şöyle demektedir: “Atatürk’ün önderliğindeki tek particilik, tekelciliğe dayanarak özgürlükçü demokrasiyi tıkamamıştır. Zira Mustafa Kemal, sahip olduğu güçten, tekelden sürekli rahatsızlık duymuştur. Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.’’

Kısaca Duverger’ye göre, “1923 sonrası Türk devrimiyle Türkiye, engelsiz ve sıkıntısız şekilde tek parti sisteminden plüralizme (çoklu sisteme) geçmiştir. Bugün, Ortadoğu devletlerinin en demokratik olanıdır.”

Yine Duverger’ye göre, “Basiretle uygulanan tek parti yönetimi, bugün gerçek bir demokrasinin kuruluşunu mümkün kılacak...” çalışmaları yapmıştır ve “Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; bu tekelciliğe resmî bir nitelik vermemiş, özgürlükçü demokrasiyi ortadan kaldırma isteğiyle onu hukuksal kılmaya, meşrulaştırmaya kalkışmamıştır.” (Duverger, Maurice, (Ergun Özbudun), Siyasi Partiler, Ankara, 1986, s. 360, 364).

İşte bu yüzden Batı dünyasının siyaset bilimcilerinin çoğu, 1950 seçimlerini ve iktidarın barış içinde devir-teslimini “beyaz ihtilal” olarak nitelendirmiştir.

Ancak umudumuzu yitirmeyelim.

Gerçekten her dönemde köle sanılanlar, kurtuluşu eninde sonunda başarmış, yarınların efendileri olmuşlardır.

Ne var ki, bu savaşım, her yerde her zaman kolay olmamıştır.

Çünkü Atatürk’ler yeryüzüne çok sık gelmezler.

O’nun değerini iyi bilmeliyiz.

Ayrıca şunları da hiç unutmamalıyız.

Günümüz çoğulcu demokrasisinin vazgeçilemez temeli, her açıdan birey özgürlüğüdür, kısaca özgürlüktür. Nitekim “1999-2000 yargılama yılını açış” konuşmam, daha önce de değinildiği üzere, ikinci olarak, kimlerin çağcıl demokrasinin olmazsa olmazı olan “özgürlük bilinci”ne sahip olduğunu, kimlerin olmadığını da ortaya koyan bir turnusol işlevini yerine getirmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Doğan, S., Sivil Demokrasi Çağrısı, Bir Konuşmanın Yankıları, İstanbul, 1999; Kaya, M. E., O Konuştu, Türkiye Tartıştı, Ankara, 1999; Karahasan, M., R., Başkan, İstanbul, 1999).

Bu bir.

Dayandığı Antlaşma’nın ikinci maddesine göre, Avrupa Birliği; insan özsaygısı (şeref), insan haklarına saygı, demokrasi, özgürlük, eşitlik, hukukun üstünlüğü temelleri üzerine kurulmuştur.

Bu da, iki.

Yeri gelmişken ayraç içinde belirteyim ki, o konuşma, aynı günlerde ilkin Liberte yayınları arasında basılmış, hemen akabinde, başyazarı ve kimi yazarları beni eleştirdikleri -ki, bunlardan bir kesimi daha sonraları yazılarında yanlış yaptıklarını itiraf etmişlerdir- halde Hürriyet gazetesinin eki olarak da basılıp halkımıza ulaştırılmıştır.

Çeyrek yüzyıl sonra “O konuşmadaki umutların hangisi gerçekleşmiştir?” diye sorarsınız, şu yanıtı verebilirim: Yalnızca üst mahkemelerin (istinaf) kurulması.

Çok yazık ve de çok düşündürücü!?

İzninizle aşağıdaki bilgiyle yazımı bitirmek istiyorum.

1999-2000 yargılama yılını açan bu konuşma metni, yazarının isteğiyle “Liberte Yayınları” (Ankara) arasında yayımlanmakla kalmamış, yazardan izin alınmaksızın konuşmanın yapıldığını izleyen gün, Hürriyet yayınları arasında da basılarak ve ek olarak okurlara dağıtılmıştır.

Bilindiği üzere, Alman düşünürü Theodor Adorno, Auschwitz’in bombalanması ve aynı adla Polonya’da toplama kampı kompleksi oluşturulması dolayısıyla “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak, ilkelliktir” demişti. Bence de, “12 Eylül Darbesi”nden sonra, ahlakın hukuka yansıması demek olan bir anayasadan ve böyle bir Anayasa’ya göre meşru bir düzenden söz etmek, ülkemizde artık olanaksızdır.

                                                                         /././
T-24


 

soL "Köşebaşı + Gündem" -3 Mayıs 2025-

 

İsrail Şam'ı vurdu, Suriye Sarayı hedef alındı, Türk ve İsrail jetleri karşı karşıya geldi.

Dün gecesi İsrail Hava Kuvvetleri’nin Suriye'nin başkenti Şam’a yönelik düzenlediği hava saldırısı, bölgedeki çatışmaları yeniden alevlendirdi. Saldırının ardından Türk ve İsrail savaş uçaklarının Suriye hava sahasında tehlikeli biçimde yakınlaştığı bildirildi.

İsrail Hava Kuvvetleri, 2 Mayıs 2025 gecesi Suriye'nin başkenti Şam'da bulunan Cumhurbaşkanlığı Sarayı çevresine yönelik geniş çaplı bir hava saldırısı düzenledi. Tel Aviv yönetimi, saldırının, Suriye'deki Dürzi topluluklarına yönelik artan şiddet olaylarına karşı bir "uyarı mesajı" taşıdığını belirtti. İsrail Başbakanı Netanyahu, "Suriye’de radikal unsurları destekleyen yapılar doğrudan hedefimizdir" dedi.

Suriye hükümeti ise saldırıyı sert sözlerle kınadı. 

Şam'dan yapılan açıklamada, saldırı "Devlet kurumlarına ve egemenliğine yönelik ciddi bir tırmanış" olarak nitelendirildi ve bu tür eylemlerin ülkenin istikrarını bozmayı amaçladığı vurgulandı. Ayrıca, uluslararası toplum ve Arap ülkeleri, İsrail'in bu saldırgan tutumuna karşı Suriye'nin yanında durmaya ve uluslararası hukuk ile sözleşmelere uymaya çağrıldı.

12 can kaybı iddiası

İsrail'e ait savaş uçakları, Suriye'nin başkenti Şam ile Hama, Lazkiye, Dera ve Kuneytra illerine hava saldırıları düzenledi.

AA’nın haberine göre Şam'ın Haresta ile Tel Mınin bölgelerini hedef alan İsrail uçakları, Hama, Lazkiye, Dera ve Kuneytra'daki hedeflere saldırdı. Bu kentlere düzenlenen en az 12 saldırıda can kaybına ilişkin, resmi makamlardan henüz bilgi paylaşılmadı.

İsrail uçakları dün de Şam'da Cumhurbaşkanlığı Sarayı yakınlarına saldırı düzenlemişti.

İsrail Savunma kuvvetleri: Suriye’de bir askeri alan, uçaksavar topları ve karadan havaya füze altyapısı vuruldu

İsrail ordusu, Suriye'de düzenlenen saldırılara ilişkin açıklama yaptı. Açıklamada, bir askeri alan, uçaksavarlar ve füze altyapısının hedef alındığı iddia edildi.

İsrail, saldırılarının "gerekli olduğu takdirde" devam edeceği tehdidinde bulundu.

Yapılan saldırılara ilişkin İsrail Savunma Kuvvetleri (İDF) yaptığı açıklamada Suriye'de bir askeri alanı, uçaksavar toplarını ve karadan havaya füze altyapısını vurduğunu doğruladı.

Suriye devlet televizyonu Al-Ikhbariyah, hava saldırılarının önemli maddi hasara yol açtığını ancak Cuma akşamı itibariyle teyit edilmiş bir ölüm olmadığını ve olay yerine ambulans ve sivil savunma ekiplerinin sevk edildiğini bildirdi.

İsrail'in ulusal yayın kuruluşu ise Cuma günü İsrail hükümetinin Suriye'de askeri tesisler ve yeni Suriye yönetimine bağlı yerler de dâhil olmak üzere yeni hedeflerin vurulmasını onayladığını bildirdi. Başbakan Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Israel Katz'ın yeni hedefleri onayladığı belirtti.

Türk ve İsrail jetleri aynı hava sahasında

Saldırı esnasında dikkat çeken bir başka gelişme Türk ve İsrail savaş uçaklarının Suriye hava sahasında birbirine son derece yakın mesafede uçması oldu. 

Diplomatik kaynaklara göre, iki ülkenin jetleri radar takibinde tehlikeli biçimde yakınlaştı ve bölgedeki hava trafiğinde kısa süreli alarm yaşandı. Her iki taraf da doğrudan çatışmadan kaçındı.

Bu tür senaryoları önlemek amacıyla Türkiye ve İsrail’in, Nisan 2025 başında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de ABD’nin arabuluculuğunda bir araya gelerek Suriye’de “çatışmasızlık hattı” kurulmasına yönelik teknik düzeyde görüşmeler gerçekleştirdiği biliniyor. Ancak 2 Mayıs gecesi yaşanan bu son gerginlik, söz konusu mekanizmaların henüz tam anlamıyla devreye girmediğini ya da sahada işlemekte zorlandığını ortaya koyuyor.

Gerilim tırmanıyor mu?

İsrail’in Suriye’deki yeni yönetimin kontrolündeki bazı bölgeleri hedef alması, Ankara’da rahatsızlık yarattı. 

Türkiye'nin son dönemde Suriye’de askeri üslerini tahkim ettiği ve geçici hükümetle işbirliğini artırdığı bilinirken, İsrail'in bu varlığı tehdit olarak gördüğü ve buna yönelik saldırı planları üzerinde çalıştığı biliniyor.

İki ülkenin Suriye’de dolaylı olarak karşı karşıya geldiğini, bu durumun ilerleyen günlerde bölgesel dengeler üzerinde daha büyük etkilere yol açabileceği düşüncesi de yaygınlaşıyor.

                                                    ***

Adalet aramak parayla: Yanan yerler orman alanından çıkarıldı, dava açanlara 180 bin liralık bilirkişi faturası kesildi.

Erdoğan'ın Bayraklı’da yanan yerleri ormanlık alandan çıkarması kararına itiraz eden dernekler ve yurttaşlar, mahkemenin 180 bin liralık bilirkişi ücreti faturasıyla karşı karşıya kaldı. 10 gün içerisinde ödenmesi istenen faturaya tepki geldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/adalet-aramak-parayla-yanan-yerler-orman-alanindan-cikarildi-dava-acanlara-180-bin-liralik)

                                                                   ***
İsrail’i kim yaktı?-Ogün Eratalay-
Gazze’deki katliamın sorumlusu Netanyahu, İsrail'deki yangınlar için "sabotaj" iddiasında bulundu. Netanyahu’nun itfaiye hizmetlerine ayrılması gereken kaynakları katliama aktardığı da ortaya çıktı. Türkiye'de gerici basının yangına ilişkin haberleriyse "Cihatçılardan insanlık beklenir mi" dedirtti.

Kudüs kırsalında 30 Nisan Çarşamba günü başlayan yangınlar, İsrail'in farklı yerlerine hızla yayıldı. Kurak geçen bahar dönemi ve yükselen sıcaklıklar durumu ağırlaştırırken kimi yerleşim yerleri boşaltıldı, İsrail uluslararası camiadan yardım talebinde bulundu. Kudüs-Tel Aviv arasındaki ana otoyol konumundaki Route-1 yolunda Latrun bölgesinde etkili olan yangından dolayı insanlar araçlarını bırakarak kaçmak durumunda kaldı. İsrail basınındaki haberlere göre 3 yerleşim yeri tamamen boşaltılırken, en az 13 kişi yaralandı. Yangın sırasında ölen olmadığı belirtilse de oldukça geniş bir ormanlık alanda doğal hayatın çok ağır darbe aldığı belirtiliyor.

İsrail yangın 1
Latrun bölgesindeki yangın

Tanıdık senaryo: Alınmayan önlemler

İsrail için önemli bir anma günü olan "Şehitleri Anma Günü"nde (Yom HaZikaron) başlayan yangınlara müdahale ettiklerini belirten Netanyahu hükümeti, itfaiye birliklerinin yanı sıra ordu birliklerinin de yangın söndürme faaliyetlerine katıldığını ettiğini açıkladı. Ancak gerçekler resmî açıklamaları çürütüyor. İsrail’de itfaiye hizmetlerinin bütçesinin azaltıldığı, deneyimli personel sayısının çok düşük seviyelerde olmasına rağmen önlem alınmadığı biliniyor.

Ayrıca İsrail Meteoroloji Müdürlüğü'nün şiddetli rüzgar, kuraklık ve aşırı sıcak yüzünden yaptığı kırsal bölge orman yangını uyarılara başta itfaiye teşkilatı olmak üzere, içişleri bakanlığı, polis teşkilatı ve ordu garnizon komutanlıklarının kulak asmadığı anlaşılıyor. Netanyahu hükümetinin aşırı sağcı bileşenlerinin de son dönemde hızla tehlikeli hale gelen iklim değişikliğine karşı eylem planlarını tamamen görmezden geldiği de kamuoyunun bilgisi dahilinde.

Önceki hükümet zamanında yangınla mücadele etmek üzere alınması planlanan helikopterlerin Milli Güvenlik Bakanı İtamar Ben-Gvir tarafından iptal edilerek kaynakların ordunun yapılandırılmasına ayrıldığı da ortaya çıkmış durumda.

Aşırı sağcılara bakılırsa olağan şüpheliler

Netanyahu hükümetinde önemli ağırlık taşıyan ultra-sağ dinci söylem yangınların kaynağını bulmakta geç kalmadı. Bu toplama göre yangını İsrailli Araplar çıkarmıştı. Sosyal medyada yangınlardan Hamas’ı suçlayanlar da eksik olmadı. Ancak elde edilen veriler bu açıklamaların hedef şaşırmak ve göz boyamak için ortaya atıldığını gösteriyor. Çok sayıda yangının tehlikeli olarak belirtilen bölgelerde, bahsedilen Hamas müdahalesinin mümkün olmadığı yerlerde çıkmış olmasının ötesinde itfaiye raporlarına göre bazı yangınların çıkmasında “piknikçilerin” dikkatsizliği sebep olarak gösteriliyor. Dolayısıyla bizzat Netanyahu tarafından yapılan yangın çıkartan bir sabotörün yakalandığı ve suçunu itiraf ettiği yönündeki haberlere de mesafeli yaklaşmak gerekiyor.

Yangınlar sebebiyle Netanyahu hükümeti çok ihtiyaç duyduğu milli anma törenlerini iptal etmek durumunda kaldı. Süregiden Gazze katliamı nedeniyle artık savaş pilotlarından bile tepki almaya başlayan Netanyahu, ülke içinde hâlâ Hamas ile kalıcı ateşkes yapılmamış olmasını protesto eden Gazze’de rehin olarak tutulanların yakınlarının artan eylem gücü karşısında sıkışmış durumda. Netanyahu bu sıkışıklığı aşırı-sağ eylemlerini kışkırtarak aşmaya çalışıyor.

İsrail yangın 2

Bir sebep de yanlış ağaç tercihleri mi?

Bazı yayın kuruluşları da İsrailli yerleşimciler tarafından Filistinlilerin elinden alınmış toprakların bilinçsizce hızlı bir şekilde ağaçlandırıldığını, bölgeye yabancı çam ve okaliptus ağaçlarının dikilerek olası yangınlara davetiye çıkarıldığını yazmakta. İlhak edilen toprakların geri alınmasını engellemek üzere yapılan bu alelacele uygulamaların yangınların yayılmasında belirli bir etkisi olmakla beraber genel sorunun yapısal olduğu anlaşılıyor.

Cihatçılardan insanlık beklenir mi?

manşetler


Bir son başlık da belki de yangınların Türkiye’deki bazı gazetelerde ele alınışına dair olmalı. Milli Gazete, Akit ve Yeni Şafak gibi gazeteler manşetlerinde yangını insanlık dışı lanetlerle ve "beddualarla" duyurdu. Bu yayın organları herhalde ne yapılmaması gerektiğini gösteren, gazetecilik etiği açısından iyi örnekler. Eğer insanlıktan, katliama karşı çıkan İsrailli askerlerden, her şeye rağmen Filistinlilerden yana durabilen İsraillilerden ümidi kesmeyeceksek, uzak olsun bizden böyle saçmalıklar.

                                                           /././

GÜNDEM -3 Mayıs 2025-

                                                                      ***

Nakşibendiliğin Müceddidiye kolu Türkiye’de vakıflaşmaya başladı: Kuruluşunu Cübbeli duyurmuştu -Aytunç Ürkmez/Cumhuriyet-

Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiye koluna bağlı İmam-ı Rabbani Hazretleri Vakfı, Vakıflar Genel Müdürlüğü onayıyla resmen kuruldu. Açılışta ‘Cübbeli Ahmet’ olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü de yer aldı. Tarikat ve cemaat vakıflarının resmiyet kazanması, hukuk ve kamu fonlarıyla ilişkileri yeniden gündemde.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce yayımlanan vakıf senediyle Nakşibendiyye tarikatına bağlı “İmam-ı Rabbani Hazretleri Vakfı” resmen kuruldu. Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiyye kolunun kurucusu olan İmamı Rabbânî adına kurulan vakfın kurucusu da İmamı Rabbânî’nin torunu ve Afganistan’ın ilk cumhurbaşkanı Sıbğatullah Müceddidi’nin oğlu İsmettullah el-Müceddidi oldu. Vakfın; 16 Eylül 2024’teki açılışına ise İsmailağa cemaatinden ayrılan ve kamuoyunda “Cübbeli Ahmet Hoca” olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü de katıldı. Tarikat ve cemaatlere bağlı vakıflar; iktidarın alan açmasıyla Türkiye’de mantar gibi türüyor. Yasadışı bu yapılar; asliye hukuk mahkemelerinin oluru ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün resmiyete kaydetmesiyle yasallık sağlıyor. Bu yöntemle birçok tarikat ve cemaat devlet ve Avrupa Birliği’nden fon sağlama ve başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere bakanlıklarla işbirliği yapabiliyor.(VAKFIN TESCİLİ 16 NİSAN’DA VERİLDİ) Bu kapsamda dün Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce Resmi Gazete’den yayımlanan vakıf senetlerine göre; Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiye koluna bağlı olan ve tarikatın kurucusu İmamı Rabbani (Ahmed Serhendi 1564-1624) adını taşıyan “İmamı Rabbani Hazretleri Vakfı” kuruldu. Vakfın tescil kararını 16 Nisan’da İstanbul Küçükçekmece 8’inci Asliye Hukuk Mahkemesi verdi. İstanbul merkezli vakfın mal varlığı ise senette 550 bin TL olarak kaydedildi. Vakfın amacı ise; “Milli ve manevi değerlere bağlı bir gençlik yetiştirilmesi, yardıma muhtaçların her türlü ihtiyaçlarının giderilmesi, bilimin ve ilimin desteklenmesi, eğitimin artırılması ve teşvik edilmesi, sanat ve kültürün geliştirilmesi” olarak açıklandı.(AÇILIŞINI CÜBBELİ AHMET DUYURDU) Vakıf kuruluşunu ise 16 Eylül 2024’te duyurdu ve yine 2024’te tescil kararı için mahkemeye başvurdu. Vakfın kuruluş duyurusuna ise kamuoyunda “Cübelli Ahmet Hoca” olarak tanınan ve İsmailağa cemaatinden ayrılan Ahmet Mahmut Ünlü de katıldı. Ünlü; aynı tarihli sosyal medya paylaşımında vakıfla ilgili şu bilgileri açıkladı: “Vakfı kuran İmâmı Rabbânî Hazretleri’mizin, İmâmı Mâsûm Hazretleri’nden gelen torunu İsmetullâh el-Müceddidî Hoca efendidir. Mecliste (kuruluş gününde toplanan grup) Abdülkadir Geylânî Hazretleri’mizin torunu ve Şâfiî fakîhi Ömer Ceylânî, Şam ulemâsından Süheybi Şâmî, Irak ulemâsından Abdünnâsır Cenâbî, Tunus ulemâsından Abdülmuiz el-Nutafî, Şam ulemâsından Abülkadir Huseyn, Cezâir ulemasından Zekeriyyâ el-Cezâirî, Müceddid Mahmûd Efendi Vakfı başkanı Muhammed Keskin Hoca efendi, Hüseyin Hilmi Işık Hocaefendinin talebelerinden Ramazan Ayvallı hocaefendi, Eski müftilerden ve Seyyidlerden Emin Arvâs Hocaefendi, Türkiyat Araştırmaları Hocası Prof. Dr. Abid Nazar Mahdum Beyefendi ve Hayder Başkanı Mehmet Kaya Beyefendi gibi daha nice kimseler hâzır bulundu.”  (İSMETULLÂH EL-MÜCEDDİDİ KİMDİR?) Vakfı kuran İsmetullâh el-Müceddidi (Vakıf senedindeki yazan şeklinde Asmat Ullah Mojaddedi); Afganistan İslam Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Sıbğatullâh el-Müceddidi’nin oğlu. Oğul Müceddidi’nin Nakşibendi tarikatının Halideye koluna bağlı İsmailağa cemaatiyle ve yakın zamanda cemaatten ayrılan Ünlü’yle yakın ilişkileri bulunuyor. Oğul Müceddidi; babasının Danimarka’da kurduğu İslam Merkezi’nin başkanlığını ve bir dönem Mısır merkezli cihatçı Müslüman Kardeşler Örgütü’ne bağlı Avrupa İslam Örgütleri Federasyonu’nun üyesi Danimarka İslam Konseyi’nin başkanlığını da yaptı.(NAKŞİBENDİYYE TARİKATI NEDİR?) Nakşibendiyye tarikatı İslamlık tarihinin en köklü ve yaygın tarikatlarından biri olup; 14’üncü yüzyılda Orta Asya’da Buhara’da kuruldu. Haber konusu Müceddidiye kolu ise 16’ıncı yüzyılda İmamı Rabbani tarafından Hindastan’da kuruldu. Müceddidiye kolunun 17’inci yüzyıldan beri Türkiye’de faaliyetleri bulunmaktadır.

                                                     ***

2. Abdülhamid'in torunu şikayet etti, RTÜK Aysever hakkında inceleme başlattı -soL-

RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, Enver Aysever’in, KRT TV'de yaptığı programda 2. Abdülhamid’le ilgili sözleri hakkında inceleme başlattıklarını duyurdu.

Şahin, X hesabından yaptığı açıklamada, “KRT ekranlarında yayınlanan bir programda, Sultan Abdülhamid-i Sani’ye yönelik kullanılan ifadelerle ilgili kamuoyunda oluşan haklı hassasiyet tarafımızca dikkatle takip edilmektedir. Konuya ilişkin Üst Kurulumuzca inceleme başlatılmış olup, ecdadımıza yapılan hakareti kabul etmemiz mümkün değildir” dedi.

Osmanoğlu da duyurdu

Osmanoğlu da dün, Şahin’den sonra yaptığı paylaşımda Enver Aysever’in II. Abdülhamid’le ilgili sözleri hakkında “hukuki süreç başlatıldığını” duyurdu. Osmanoğlu, açıklamasında şunları dedi: Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında Enver Aysever isimli şahsın, Osmanlı Hanedanı Mensuplarına ve Şahsıma yönelik hakaret içerikli sözleri, ahlaki seviyesini ve zihniyet dünyasını bir kez daha açıkça ortaya koymuştur. Devlet-i Aliyye Ocakları olarak, bu tür saygısız ve tarihi gerçeklerden uzak açıklamaları esefle kınıyor hem ilgili televizyon kanalı hem program hem de söz konusu şahıs hakkında hukuki sürecin başlatıldığını kamuoyuna bildiriyoruz.

Osmanoğlu dün Şahin'i ziyaret etti

Şahin, dün yaptığı paylaşımda Osmanoğlu’nun kendisini RTÜK binasında ziyaret ettiğini açıkladı.

Şahin, ziyaretin fotoğrafını paylaşarak, “Cennet mekân Sultan II. Abdülhamid Han’ın torunu Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu’nu Üst Kurulumuzda misafir etmekten mutluluk duyduk” ifadelerini kullandı.

Aysever'den yanıt: 'Ne yapacağınızı bildiğimden KRT'den istifa ettim, boşuna yorulmayın'

Şahin'in açıklamasına Aysever'den yanıt geldi.

Şahin'i alıntılayan Enver Aysever şunları yazdı: "Ebubekir Bey; ortada hakaret falan yok, söz konusu ironidir. Hatta Abdülhamit’e övgü bile vardır. Gösterdiğiniz hassasiyeti keşke ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk için de benzer şekilde vurgulasanız. Ayrıca sizin ne yapacağınızı bildiğim için çoktan Krt’den istifa ettim. Kendinizi yormayın."

İktidar basını hedef aldı: Aysever ne demişti?

Aysever, programda, Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu'nun "Çanakkale zaferinin asıl sahibi dedemdir" sözü hakkında konuşmuştu.

Aysever, "Mustafa Kemal bunları tam temizleyememiş. Bunlar önce memleketi sattılar. Şimdi elde don gömlek kaldı onu satıyorlar. Dedeleri Abdülhamid ödlekmiş. Mustafa Kemal olmasaydı hepiniz şimdi maymun gibi dolaşıyor olacaktınız" sözlerini kullanmıştı.

İktidara yakın basın kuruluşları, Aysever'i programın ardından hedef aldı.

                                                            ***

Duvarlara yansıyan 1 Mayıs’lar -Kavel Alpaslan / Evrensel-

Her Nisan ayında kentlerin duvarları 1 Mayıs afişleriyle dolar. Siyasi görüş fark etmeksizin, cezbedici bir yanı vardır bu afişlerin.

Her Nisan ayında kentlerin duvarları 1 Mayıs afişleriyle dolar. Siyasi görüş fark etmeksizin, cezbedici bir yanı vardır bu afişlerin. Çiğ seçim afişleri gibi insan kafalarıyla ve kravatlarla ceketlerle değil; daha farklı taleplerle daha farklı tasarımlara rastlarız. Hele bir de emek mücadelesiyle uzaktan yakından bir ilgimiz varsa duvarlar bir defileyi andırır. İçten içe ‘en güzel’ tasarımı arar gözlerimiz. Bazen sokaklar da yetmez, geçmişe gideriz. İşin en güzel yanı zamansal yolculuklara bir de mekansal boyut katınca başlar; renk renk insanlar, bilmediğimiz diller fakat benzer mesajlar, benzer kaygılar...

Tüm farklara rağmen, nerede üretilmiş olursa olsun dünyanın nasıl da kolayca hemhal olabiliyor insan? Bu yüzden dünya çapında ikonlaşan, herkesin aşina olduğu düzinelerce tasarım var. Bununla birlikte kıyıda köşede kalmış, toplumsal mücadele dinamiklerinin sadece ana arterlerini değil, aynı zamanda ara sokaklarını aydınlatan sayısız görsel var.

Ortak hislerin çekirdeğini daha iyi anlamlandırmak için dilerseniz bu fazla bilinmeyen ancak dikkat çekici bazı görseller üzerinden gidip 1 Mayıs’ın anlamını farklı dillerden okumaya çalışalım.

Önceler ve sonralar

Karikatür olarak tasarlanan ancak zamanla postere dönüşen bir örnekle başlamak üzere Hollanda’ya, 1900 yılına gidiyoruz. De Arbeid yani Emek isimli bir dergide yayınlanan görüntü, ortadan ikiye ayrılmış iki pencereden oluşuyor:

Önceleri 1 Mayıs” ifadelerinin yer aldığı üst resimde patronun sefa sürdüğü malikanesine ricacı olarak gelen, güçsüz işçiler görülüyor. Aşağıda, “Gelecekteki 1 Mayıs” yazan görselde ise işler değişiyor: Patronun kapısına dayanan, işçiler resmediliyor. Uşaklarının omuzlarına çıkan patron ise dehşet içerisinde kapısına yığılan kitleyi seyrediyor. Kapıyı tutan kalaslar ise kırıldı kırılacak.

Fotoğraf: 1 Mayıs afişi

Bugünden bakınca ‘doğrudan bir anlatımın tercih edildiği, tasarımın pek de yaratıcı olmadığı’ düşünülebilir. Her şeyden önce incelediğimiz tasarımın 125 yıl öncesine ait olduğunu unutmamalıyız. Bununla birlikte tasarımı asıl dikkat çekici kılan üç ayrı detay var. Birincisi, uşakların da kompozisyonun önemli bir bileşeni olarak resmediliyor oluşu. Burjuvazi ve proletaryanın karşı karşıya geldiği sınıf mücadelesinin iki temel tarafı var belki ancak sadece iki aktörü yok; patronlar ve işçiler kadar işbirlikçiler de bu savaşta kendine bir rol buluyor. De Arbeid da bize bunu hatırlatıyor. Bir diğer dikkat çekici ayrıntı da geçmişin yenilgilerini kader olarak görmeyip, geleceği mücadeleci ruh ile açıklıyor oluşu.

Tüm bunlar belki basit görünebilir. Ancak epey zaman önce resmedilmiş bu posteri bugün duvarlarda görsek şaşırır mıyız? Bir emekçinin gözü bugün bu postere takılsa, kendisi “Peh, pek de doğrudan anlatım tercih edilmiş” mi der? Yoksa 125 yıldır kendi yaşamında milim değişmeyen aynı emek-sermaye çelişkisini mi görür? Posterin üçüncü dikkat çekici yanı bu olsa gerek.

Kırbaçlara veda

1 Mayıs görsellerinden bahsederken Sovyetler Birliği’ne uğramazsak olmaz. Ne de olsa bugün bildiğimiz nice 1 Mayıs görseli doğrudan ya da dolaylı olarak Sovyet tasarımlarından ilham alıyor. Hâlâ 1 Mayıs dediğimizde aklımıza bu görseller geliyor. Fakat Sovyetler’deki üretilen posterleri tek bir başlık olarak değerlendirmek doğru olmaz; zira gerek biçimsel üslup olarak gerekse içerdiği mesajlarda her dönem farklı tasarımların ortaya çıktığını net bir şekilde görüyoruz.

Çiçeği burnunda Ekim Devrimi’nin yaşadığı ilk 1 Mayıs’larda yapılan tasarımlar bu açıdan dikkat çekici. Burada Letonyalı sanatçı Aleksandr Apsit’in eserlerine rastlıyoruz. Karşı devrimci güçlerin Ekim Devrimi’ni boğmak üzere başlattığı saldırı, ülkeyi uzun bir süre boyunca ‘iç savaş’ dönemine sürüklerken, 1 Mayıs’larda da uzun bir süre boyunca bu gündem merkezde kalır. Apsit de bu bakış açısıyla 1919 yılı için çeşitli tasarımlar hazırlar.

Fotoğraf: 1 Mayıs afişi

İçlerinden biri az önce sözünü ettiğimiz Hollanda örneği ile söylemsel benzerlikler içeriyor. 1 Mayıs’ı kutlayan bu eserde pek çok ayrıntı var. Kompozisyonun merkezinde Fransız Devrimi’nin Eugène Delacroix imzalı La Liberté Guidant Le Peuple (Özgürlük Halka Rehberlik Ediyor – 1830) isimli o meşhur tablosunu andıran bir sahne yer alıyor. Tabii bu sefer proletarya baş rolde. Kızıl bayraklarda sosyalizm müjdelenirken Beyaz Orduların generali ‘Aleksandr Kolçak’a Ölüm’ talebi ön plana çıkıyor (bu ‘talep’ ertesi yıl gerçekleşecektir).

Farklı renklerden kadın-erkek, genç-yaşlı emekçilerin ayakları altında ancien-regime’in kalıntıları yer alıyor. Eski düzenin sembolü olan sütun, üzerine dolanan ‘sermaye’ yazılı yılanla birlikte devrilmiş, Çar’ın tacı ve diğer hakimiyet sembolleri etrafa saçılmıştır. Kılımış zincir ve kırbaş tutan üniformalı birinin ezilmiş bedeni de sütunun altında kanlar içerisindedir.

Merkezdeki görüntünün sağında ve solunda ise soluk renkli iki küçük pencere görüyoruz. Üzerlerinde ‘önce’ ve ‘şimdi’ yazan bu iki görüntüyü, merkeze bağlayan kimi semboller var. Örneğin geçmişin aktarıldığı mini-tabloda yerdeki kırbacın daha önce kimin elinde nasıl kullanıldığını görüyoruz. Emekçileri zor kullanarak baskı altında tutan rejimin at üzerindeki Kozak askerleri kamçılarını halkın üzerinde şaklatıyor. ‘Şimdi’ye yüzümüzü çevrince kızıl bayrakların altında toplanan çocukların ve emekçilerin 1 Mayıs yürüyüşüne şahitlik ediyoruz. Hollanda’daki örneğin aksine burada ‘gelecek’ yerine ‘şimdi’ kullanılıyor. Bunun da nedeni son derece basit, Ekim Devrimi artık beklenen o geleceğe doğru cüretkar bir adım atılmış ve henüz ham da olsa devrimin ilk meyvelerinin olgunlaşmaya başladığı görülmüştür.

Biçimsel devrim

İncelediğimiz iki örneğin de biçimsel olarak geleneksel yanları var. Fakat Ekim Devrimi’nden sonra içerik kadar biçim de devrimci bir şekilde ele alındığı çarpıcı örnekler var. Sanatı da devrimci bir dille okuyup geçmişe meydan okuyan isimlerin ilk akla gelenlerinden biri şüphesiz Vladimir Mayakovski. Her ne kadar kendisi şairlikle ön plana çıkmış olsa da resim ve görsel sanatlarda da son derece etkileyici eserler verir (Yeni e’nin 82. sayısında ‘Mayakovski'nin Domuzcuğu: Burjuva İmgesinin Yolculuğu’ başlığı ile detaylarını konuşmuştuk.

Devrimden sonra Rusya Telgraf Ajansı’nın Sanat Bölümü’nde (ROSTA) çalışan Şair, aslında bu bölümün tüm işini yürütür. Karikatürleri andıran bir üslupla ROSTA Pencereleri adı verilen bir çalışma ortaya çıkar. ‘Pencerelerde’ yer alan çizimler ve dizeler ile Devrimin gerçeğini anlatır. ROSTA Pencereleri yeni bir şiirsel üslup ve yeni bir pankart üslubu yaratır: yalınlık, özlük, hiçbir söz dolambaçlığı ve kıvırtmanın bulunmadığı en üst düzeyde bir kolay anlaşılırlık.

Mayakovski’nin ROSTA’da İvan Malyutin ile birlikte 1920 yılında tasarladığı 1 Mayıs posteri, bu tarzı özetler nitelikte. Basit çizgüler ve az sayıdaki renk ile yapılan tasarımda konstrüktivist özelliklerin ağır bastığı net bir şekilde görüyor.

Fotoğraf: 1 Mayıs afişi

Resmedilen işçi ya da arka planda ölçülerin uyumsuzluğu da geleneksel sanat anlayışının reddini açık bir şekilde ortaya koyuyor. Altında yazan “Nerede iş varsa, oraya git! 1 Mayıs Emek Günü” sözleri, tasarımın konstrüktivist biçimine uygun bir şekilde sosyalist inşa sürecine atıfta bulunuyor.

“Tarihi avucumuzun içine alalım”

Görsellerin dili yoktur, en fazla birkaç kelime, en olmadı bir iki cümle. Fakat asıl büyüsü biçimsel boyutta değil, verdiği mesajın mekansal ve zamansal evrenselliğindedir. Nerede ve ne zaman bir duvara asılmış olursa olsun 1 Mayıs posterlerinin meali kolayca anlaşılabiliyor. Pek çaba harcamadan o coşkuyu hissetmemizin nedeni anlatımın doğrudan ya da dolaylı oluşu değil; tüm dünyaya ait bir kavganın bilinçli-bilinçsiz neferi olmak, insanın zihninde zamansız ve mekansız fikirleri mümkün kılıyor.

Sözün özü, emek mücadelesi öyle mors alfabesiyle telgraf göndermek gibi mazide kalmış münzevi bir eşya değil. Şu ya da bu ülkeye/bölgeye/kültüre de ait değil. Ne zaman ki o Hollanda’da 125 yıl önce yapılan karikatürün anlattığı hikaye bize Romalıların yatarak yemek yemesi gibi abes gelecek, o zaman diyeceğiz ki bir yol almışız. 

Son sözü ABD’de 1980’lerde duvarlara asılmış bir postere bırakalım:

Tarihi avucumuzun içine alalım

Fotoğraf: 1 Mayıs afişi




Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -7 Temmuz 2025 -

CHP'li 61 vekilin dokunulmazlığıyla ilgili tezkere Meclis'te CHP’nin 135 milletvekilinin 61’i hakkında 240 adet yasama dokunulmazlığ...