15-16 Haziran 1970 İşçi direnişi

15-16 Haziran direnişinin öğrettikleri -Erkan Aydoğanoğlu/Evrensel-

Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük ve en kitlesel işçi eylemi olan 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinin üzerinden 55 yıl geçti. Ülkenin en büyük işçi direnişini yaratan mücadele deneyiminin yarattığı zengin birikim, aradan geçen süreye rağmen güncelliğini ve öğreticiliğini sürdürüyor.

1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren büyük ölçüde işçilerin iradesiyle gerçekleşen örgütlenme pratikleri ve hak mücadeleleri, işçi-sendika hareketine daha önce görülmemiş düzeyde canlılık kazandırmıştı. Devletten ve sermayeden bağımsız bir sendikal çizgiyi benimseyerek 13 Şubat 1967’de kurulan DİSK, ağırlıklı olarak özel sektörde çalışan işçileri üye yaparak kısa süre içinde işçiler arasında önemli bir çekim merkezi haline geldi.

İşçi hareketi ve sendikal mücadele, o dönem büyük fabrika ve işletmelerde çalışan örgütlü ve sınıf bilinçli işçilerin öncülüğünde yürütüldü. ’60’lı yılların sonunda gerçekleşen kitlesel işçi eylemlerinde, farklı sektörlerde yaşanan fabrika işgallerinin başarısında tamamen işçilerin iradesine dayanan mücadeleci sendikal çizgi belirleyiciydi.  

İş yeri örgütlenmesi ve fiili komiteler

1967-1970 yılları arasında gerçekleşen işçi eylemlerinin büyük bölümünde DİSK’in kurumsal ya da örgütsel etkisinden çok, tek tek fabrikalarda kurulan işçi komitelerinin ve iş yeri örgütlenmesinin belirleyici etkisi vardı. İşçi komiteleri, işçilerin temsilcilerini doğrudan seçmeleri, aşağıdan yukarıya fiili iş yeri örgütlenmeleri olarak ortaya çıkmış olmaları nedeniyle önemli bir deneyimdi. O dönem gerçekleştirilen eylemler başından sonuna bu komiteler aracılığıyla ve onların denetiminde hayata geçirilmişti. DİSK’te örgütlenen iş yerlerinde iş yeri temsilciliklerinin aktif olarak çalıştırılması, işçi eylemlerinin daha örgütlü ve daha sonuç alıcı bir içerikte hayata geçirilmesini sağladı. 

Genel olarak iş yerinde yaşanan sorunlara yönelik ortak hareket biçimleri geliştirebilmek ve toplu bir şekilde çözümler bulabilmek amacıyla kurulan komiteler, çoğunlukla sendikaların bürokratik yapılar haline gelmesi ve tabandan uzaklaşmasının yarattığı sorunlara karşı önleyici bir çözüm olarak gündeme geldi.  

Bu dönemde yapılan eylemlerin büyük bölümü DİSK’in o dönem iş yerlerini merkez alan sendikal politikalarından çok, DİSK üyesi olsun ya da olmasın, aynı iş yerinde çalışan işçilerin doğrudan yaşadığı sorunlara çözüm üretmek amacıyla oluşturdukları iş yeri komiteleri etrafında örgütlenme ve işçilerin birliğini sağlam temeller üzerinde kurmalarına dayanıyordu. Bu durum, doğal olarak DİSK’e bağlı sendikaların iş yeri örgütlülüğünü ve etkisini güçlendiren bir rol oynadı.

İşçi komiteleri, sendikanın tersine iş kolunda değil, iş yeri ölçeğinde yani üretim noktasında örgütlendikleri için, işçilerin mücadelelerine daha elverişli, daha sonuç alıcı örgütler haline geldiler. Öncelikle komitelerin karar alıcı ve yöneticileri bizzat işçilerin kendileriydi. İkinci olarak herhangi bir yasal sürece bağlı olarak hareket etmiyorlardı ve pratikte hızlı karar alma ve uygulama olanakları vardı.

Doğrudan üretim birimleri olan iş yerleri veya fabrikalarda oluşturulan fabrika ya da işçi komiteleri, o dönem işçi hareketinin en temel dayanak noktasını oluşturan fiili örgütlenme biçimleriydi. Bu komitelerin işçilerin taleplerini ve bilinç durumlarını diğer örgütlere göre daha iyi ve doğrudan yansıtması, özellikle sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemlerde, önce işçileri sonra sendikalarını harekete geçiren en önemli etkenlerden birisi oldu. 

DİSK’i kapatma planı ve kitlesel eylemler

Türk-İş’in kurulduğu tarihten itibaren hükümet yanlısı tavrını sürdürmesi, mücadeleci işçilerin DİSK’e yönelmesine neden olmuştu. Sendikalı işçilerin büyük bölümü Türk-İş’e bağlı sendikalarda örgütlü olmasına rağmen DİSK’in varlığı ve gelişimi, Türk-İş’in temsil ettiği ‘uzlaşmacı sendikacılık’ çizgisi açısından ciddi bir tehdit olarak görülüyordu.

Türk-İş yönetimi, DİSK’i tamamen etkisiz hale getirmek, Sendikalar Kanunu’nu değiştirmek amacıyla iktidarda olan Adalet Partisi (AP) ile açık iş birliği içine girdi. Asıl amacın DİSK’i kapatmak olduğu iktidar sözcüleri tarafından açıkça dile getiriliyordu. Dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk o dönem yaptığı bir konuşmada “İdeolojik akımların aleti haline gelmiş sendikalar ile tabela sendikaları bu kanun çıkar çıkmaz kendiliğinden infisah edecektir” diyerek iktidarın asıl amacını belli etmişti.

15-16 Haziran eylemlerinin temel nedeni, 1963 yılında yürürlüğe giren 274 ve 275 sayılı sendika ve toplu sözleşmelere ilişkin yasaları değiştirip DİSK’i fiilen kapatmak, işçilerin mücadeleci bir sendikal merkezde örgütlenmesinin önüne geçmekti. DİSK’in toplu sözleşme yetkisi almasını ve sendikal örgütlülüğün yayılmasını engellemek amacıyla sendikalara iş kolundaki toplam işçi sayısının üçte birini üye yapma zorunluluğu (1/3 iş kolu barajı) getiren tasarının Meclise gelmesi üzerine işçiler 15-16 Haziran 1970’de sendika seçme özgürlüklerine sahip çıkmak için sokağa çıktılar.

İstanbul ve Kocaeli’de iki gün boyunca üretim büyük ölçüde dururken, 16 Haziran’da bu iki ilde sıkıyönetim ilan edildi. Gerek 15-16 Haziran’da yapılan kitlesel eylemler, gerekse yaşanan toplumsal baskının da etkisiyle, ilgili kanun düzenlemesi daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edildi.

Sendikaların iş yeri temelinde örgütlenmesi, iş yeri merkezli çalışmanın benimsenmesi, iş yeri temsilciliklerinin ve o dönem çok sayıda fabrikada fiilen kurulan iş yeri komitelerinin mücadelenin her aşamasında aktif olarak yer alması, o dönemdeki eylem ve direnişlerin etkili ve sonuç alıcı olmasını sağladı. 15-16 Haziran direnişi, işçi sınıfının kendi iradesi ve inisiyatifiyle harekete geçtiğinde ne kadar etkili bir güç olduğunu dosta düşmana gösterdi.

15-16 Haziran’ın öğrettikleri

15-16 Haziran, farklı konfederasyonlara bağlı sendikalarda örgütlü, çeşitli iş kollarında çalışan ve farklı illerdeki işçilerin ücret dışı haklar için ortaklaşa gerçekleştirdiği ilk kitlesel eylem olması nedeniyle Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareketi içinde özel bir yere sahiptir. Bir diğer önemli özellik ise işçilerin kişisel çıkarları için değil, örgütlendikleri sendika ve konfederasyona sahip çıkmak için eylem yapmış olmalarıdır. Daha önce yaşanan işçi eylemleri, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hak talepleriyle sınırlı olarak gerçekleşirken, 15-16 Haziran direnişi bu durumu büyük ölçüde değiştirmiştir.  

15-16 Haziran öncesi yapılan tüm işçi eylemleri, dönemin koşullarının doğal sonucu olarak, sadece tek tek iş yerleriyle sınırlı olarak gelişmişti. 15-16 Haziran işçi direnişi ile birlikte farklı illerden ve farklı iş kollarından geniş bir işçi kitlesinin iş yeri sorunlarını aşan, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma yolunda ilerlediği ortak bir eylem olarak gerçekleşmesi günümüz işçi hareketi açısından da öğretici dersler içeriyor.

15-16 Haziran direnişinin işçi sınıfı mücadelesi ve sendikalar açısından günümüze kadar taşıdığı en önemli ders, sendikaların sermayeden ve onun siyasal temsilcilerinden ayrı ve bağımsız olarak örgütlenmesinin hakları ve sınıf çıkarları için birleşerek ve birlikte mücadele ederek ilerlemesinin tek çıkış yolu olduğunu göstermesidir.

15-16 Haziran direnişi ve sonrasında işçi-sendika hareketinde yaşanan gelişmeler, işçi sınıfı mücadelesinin, hedefleri ve örgütleri ile ekonomik düzeyi aşarak siyasal mücadeleye yaklaşmadıkça, ne kadar güçlü ve etkili olursa olsun, yapılan başarılı sendikal eylemlerle kazanılan hakların geçici olma riskinin her zaman var olduğunu göstermiştir.

O dönem fabrikalarda işçilerin önce birbirini, sonra sendikalarını nasıl örgütlediğine, sendikal bürokrasiye rağmen kendi öz örgütleri olan sendikalarına nasıl sahip çıktıklarına bakıldığında, bugün yapılması gerekenler geçmişte yaşananlardan çok da farklı değil. Bu noktada sendikalardaki her türlü bürokratik, sınıf dışı politika ve eğilimlere karşı sınıf sendikacılığı çizgisini güçlendirmek, sendikaları yeniden işçilerin birleşme ve mücadele merkezleri haline getirme ısrarını sürdürmek gerekiyor.

                                                     /././

İşçilerin tek seçeneği 15-16 Haziran’ın ve Bahar Eylemlerinin yolundan yürümek! -İhsan Çaralan/Evrensel-

Bugün 15-16 Haziran’ın, işçi sınıfımızın büyük ve görkemli eyleminin 55’inci yıl dönümü!

Ülkemiz işçi sınıfı ve emekten yana çevreleri yarım yüzyılı aşkın bir zamandan beri her yıl 15-16 Haziran günlerinde, elbette sadece 15-16 Haziranlarda değil işçi sınıfı mücadelesinde karşılaşılan her zorlukta, bir mücadeleden yeni dersler çıkarmak gerektiğinde 15-16 Haziran’dan feyzalmak ihtiyacı duydular.

Elbette 15-16 Haziran eylemi; kendisinin görkemli bir eylem olmanın ötesinde 1963 yılında Kavel işçilerinin daha grev yasası çıkmadan yaptıkları 39 gün süren grevlerinden başlayan ve sonraki 7 yıl boyunca yasal grevlerden mitinglere, protestolardan iş yavaşlatmalardan fabrika işgallerine varan işçi sınıfımızın tarih sahnesine çıkıp rüştünü ispat ettiği yılların üstünde yükselen bir eylemdir.

15-16 Haziran eylemi, iktidarın işçi sınıfının fiilen kazanılmış sendikal haklarını yok sayan ve iş kolu barajını yüzde 33 olarak belirleyerek pratikte DİSK’e bağlı sendikaları yetkisiz hale getirmeyi amaçlayan yasanın iptal edilmesiydi!

İşçiler, sendikalara yönelik yüzde 33 yetki barajına karşı yürümüştü!

Evet, 1963 yılında çıkarılan 274-275 sayılı Sendikalar Yasası ile Grev ve TİS Yasası işçilerin elini kolunu bağlayan yasalardı. Ama sendikalaşmayı ve TİS’i “Yasalar ne diyor” diye bakarak kendilerini o yasalar çerçevesinde hapsetmemişlerdi. Tersine yasalara sadece sendikacılar bakıyor ve kendilerini de aşan eylemler karşısında “Bunlar yasalara aykırı” diyerek, mücadeleyi geri çekmeye çalışıyorlardı. Ama işçiler TİS’i ve grevi kazanılmış hakları olarak görüp, yasalar ne diyor kaygısı gütmeden kullanmışlardı. Özellikle de DİSK’in kurulmasıyla işçiler kendilerini yasayla sınırlamadan “TİS ve grev bizim hakkımızdır. Yasayla da sınırlanamaz” diyen bir anlayışla, yemek boykotundan fabrikaların işgaline akıllarının erdiği her mücadele biçimini kullanarak mücadelelerinin yasalarla sınırlanmasını boşa çıkarmışlardı!

Mevcut yasaların işçileri durduramayacağını gören dönemin AP iktidarı işçi sınıfının kazanılmış sendikal haklarını yok sayıp iş kolu barajını yüzde 33 olarak belirleyerek pratikte DİSK’e bağlı sendikaları yetkisiz hale getirmeyi amaçlıyordu.

Çünkü baraj yüzde 33’e çıkarılınca Maden-İş dışındaki DİSK’e bağlı sendikalar yetkisiz hale geliyordu!

İşte DİSK ve bağlı sendikalar ve elbette üye işçiler, bu işçi düşmanı yasal düzenlemeyi iptal ettirmek için harekete geçtiler.

15-16 Haziran günleri İstanbul ve Kocaeli’nin sokakları, caddeleri, yolları, meydanları işçilerle dolup taştı!

Kadıköy Kurbağalıdere’de işçilerin yolu kesildi güvenlik güçleri işçilere ateş açtı 3 işçi hayatını kaybetti.

 15-16 Haziran yıllarındaki sorunlar bugün de büyük sorun olmaya devam ediyor

55 yıl önce sermaye ve iktidarı nasıl ki; işçilerin özgürce sendikalaşmalarını önlemek için barajlar koymuş, TİS’leri kapalı kapılar arkasında bağıtlanmasını sağlayan antidemokratik bir süreç olarak düzenlemiş, grev hakkını sadece TİS’de anlamazlığın sonucu bir hakka indirgemiş, iş güvencesini pamuk ipliğine bağlı hale getirmişse bugün de sendikalar yetki barajıyla engellenmeye grev hakkı yasaklarla sınırlanmaya çalışılırken iş güvencesi de patronun iki dudağı arasına emanet edilmiştir.

Nitekim Emek Partisi, ocak ayında başlatılan ve birçok sendikanın desteklediği, “Barajsız sendika, yasaksız grev, güvenceli iş” kampanyası kapsamında, grev ve direnişteki işçilerle, sendika yöneticileri ve uzmanlarıyla, akademisyenler ve gazetecilerle buluşarak binlerce imza toplayarak bu imzalarla birlikte Meclise sunulacak bir yasa teklifi hazırlamış bulunmaktadır. Hazırlanan teklif, destekleyen muhalefet partilerinin ortak imzasıyla, 15-16 Haziran direnişinin yıl dönümünde, Meclise sunulacak!  Emek Partisinin son girişimi açıkça göstermektedir ki 1963 yılında çıkarılan 274-275 sayılı Yasalardaki sendikaların örgütlenmesi, TİS ve grevle ilgili yasaklar bugün de sürmektedir.

O günkü sorunların bugün hâlâ devam ettiği ve elbette işçi sınıfımızın “Ben de varım” diyerek tarih sahnesine çıkıp Kavel grevinden 15-16 Haziran’a gelen 7 yıllık görkemli mücadele dönemi derslerini ileri işçi çevreleri, mücadeleci sendikacılar ve emek güçleri yarım yüzyıldan beri her yıl dönümünde ve her ihtiyaç duyduklarında yeniden yeniden gündeme alıp kuşaktan kuşağa aktarmaktadır.

Kamu işçisi için de tek seçenek!

Kamu çerçeve protokolü (KÇP) görüşmelerinin üstünden geçen üç buçuk ay sonra hükümet temsilcisi Türk Ağır Sanayi ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası (TÜHİS) 13 Haziran günü teklifini Hak-İş ve Türk-İş’e sundu.

TÜHİS’in 2025 yılının ilk 6 aylık dönemi için zam teklifi yüzde 16, yılın ikinci 6 ayında ise yüzde 8 oldu. 2026 yılı için ise ücret zammı teklifi ilk 6 ay için yüzde 7 ikinci 6 aylık dönem için ise yüzde 5 oldu!

TÜİK’in maniple enflasyonunun bile yıllık ortalamasının altında kalan ve Erdoğan-Şimşek programı için tam uyumlu bir teklif!

Bu teklif son yıllarda TİS masasına getirilmiş en düşük patron teklifi olması, sunulması için bunca aydır işçilerin ve sendikalarını oyalanması, teklifin 15-16 Haziran’ın çıkarılan derslerini konuşulduğu bir dönemde yapılması sadece işçilerin ve sendikalarının taleplerinin umursanmaması, hatta onların aşağılanması değil aynı zamanda işçilere ve sendikalarına meydan okunması anlamına da gelmektedir!

Tabii bu teklif aynı zamanda bundan sonraki kamu emekçilerinin toplu görüşmesi ve metal işçilerinin TİS’i için de bir bariyerdir!   

İktidarın teklifini açıklamasından sonra konuşan Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar, “Bu teklif bizi hayal kırıklığına uğrattı. Kabul etmemiz mümkün değil” diyerek çok düşük profilli bir tepki gösterdi.

Eğer işçiler kendi taleplerine yakın bir sonuç almak istiyorlarsa asıl olarak 15-16 Haziran ve öncesi mücadelelerden, 1989 Bahar Eylemlerinden, 3 Ocak genel grevi ve 40 bin Zonguldak maden işçisinin kış kıyamet demeden Ankara’ya doğru yola çıkan büyük yürüyüşünden, “Metal Fırtına” ve metal işçilerinin grev yasağına rağmen mücadeleye devam diyerek hareket etmesi gerekmektedir.

Konuyu herhalde önümüzdeki günlerde de tartışmaya devam edeceğiz.

                                                                /././

Çanakkale sahili Dardanel patronunun mu?-Özer Akdemir / Evrensel-

Dardanel şirketi patronu Niyazi Önen, Çanakkale Boğazı sahilinde kaçak inşaat yaptırıyor. Halkın denize girdiği alanda yapılan inşaat belediye tarafından mühürlenmesine rağmen devam ediyor.

https://video.twimg.com/amplify_video/1933824596844728320/vid/avc1/1920x1080/Qak9PTPg9o9MFoPB.mp4

Çanakkale’de halkın denize girebildiği sahillerden birisi olan Dardanos Mahallesi kıyısında Dardanel şirketinin sahibi Niyazi Önen tarafından yapıldığı ile sürülen kıyı işgali inşaatın mühürlenmesine rağmen sürüyor.

Çanakkale Boğazı’nın en güzel yerlerinden birisi olan Muhtarlık Kafe önündeki sahilde bulunan eski yapıyı, beton döküp, çelik profillerle yükselten Dardanel patronu Önen’e ne Anayasa, ne Kıyı Kanunu ne de Özel Çevre Koruma Bölgesi Kanunu işlemiyor!

‘Belediye mühürledi ancak inşaat sürüyor’

Günlerdir sahili ve hemen arkasından geçen kara yolunun bir şeridini işgal ederek yapılan inşaatla ilgili Dardanos Mahallesi’nin bağlı bulunduğu Çınarlı köyünün belediyeye şikayette bulunduğu öğrenildi. Telefonla konuştuğumuz Çınarlı Köyü Muhtarlık Azası Erdoğan Demirci inşaatın Niyazi Önen’e ait olduğunu belirterek, “Bayramdan önce çalışmalara başladılar. Biz muhtarlık olarak belediyeye şikayette bulunduk. Belediye jandarma eşliğinde geldi inşaatı mühürledi ancak inşaat hâlâ çalışmaya devam ediyor” dedi. Mühürlenmesine rağmen inşaatta farklı yapıların yapımına devam edildiğini aktaran Demirci, “Biz muhtarlığımıza düşen görevi yaparak durumu belediyeye bildirdik. Gerisi belediyenin sorumluluğunda” dedi.

Fotoğraf:Reyhan Erdem

Kumsala çelik direk ve beton merdivenler yapıldı

Öte yandan yurttaşların kaçak inşaat ve kıyı işgali ile ilgili CİMER üzerinden şikayetlerine şu ana kadar bir yanıt gelmedi. Bölgede, yurttaşların Çanakkale Boğazı’nda kalan tek kamusal dinlenme mekanının önünde devam eden inşaat faaliyeti yurttaşların şikayetlerine rağmen hız kesmeden devam ediyor. İnşaat için kumsala çelik direkler çakılırken, kaldırımdan sahile inen bir beton merdiven de yapıldı. Ayrıca inşaat süresince yapının hemen ardından geçen gidiş geliş yolun tek şeridi de işgal edilmiş durumda.

Halkın bölgede denize girdiği tek kamusal alan

İnşaatla ilgili fotoğraf ve video görüntülerini gazetemize gönderen Kazdağı Ekoloji Platformundan Emekli Öğretmen Reyhan Erdem sahildeki inşaat faaliyeti ile ilgili CİMER’e şikayet dilekçesi gönderdiğini ancak henüz bir yanıt gelmediğini söyledi. İnşaatın devam ettiği Dardanos sahillerinin Çanakkale Boğazı özel çevre koruma bölgesi sınırları içerisinde kaldığını dile getiren Erdem, “Bildiğim kadarıyla bölgeden hem Çanakkale Belediyesi hem de İl Çevre Müdürlüğü sorumlu. Buna rağmen Anayasa ve Kıyı Kanunu’na da aykırı bu inşaata ses çıkarılmıyor. Burası bölgede yaşayan on binlerce insanın denize girebileceği, tatil ve dinlenme hakkını kullanabileceği en yakın yer. Dardanos Orman Kampının hemen yanında. Orman kampı da özelleştirme sürecinde zaten” diye konuştu.

Fotoğraf:Reyhan Erdem

‘Ustalar belediyeden beton dökümü için izin aldık diyorlar’

Çınarlı köyü muhtarı ile bugün son durum hakkında konuştuğunu belirten Erdem, “Beton için belediyeden izin aldık demiş inşaatta çalışan usta. Demir direkleri de bugün kaldıracaklarmış. Demir direk hariç sahile beton dökülmesinde bir sakınca görmüyor sanırım belediye? Muğla’dan sonra en uzun kıyı uzunluğuna sahip Çanakkale’de kıyılar, sahiller kimin? Halkın mı? Sermayenin mi? Dardanel’in patronunun mu?​” diye sordu.

Özer Akdemir / Evrensel

soL "Köşebaşı + Gündem" -14 Haziran 2025-

 

Sol-Kemalistler -Aydemir Güler-

Karşı-devrimin iktidardan uzaklaştırdığı Kemalistlerin radikal Aydınlanmacılığa, tam bağımsızlıkçılığa ve sağlıklı biçimde emek eksenine sarılmaları rastlantı değildir.

Siyasette her kavram ve terim bir niyeti, yönelimi de ima eder. Sol-Kemalist sözcüğü, devrimci ve komünist harekette kullanıldığında, besbelli, kast edilen kesimle bir yakınlaşma beyanını içerir. Burada, Kemalizmin Türkiye’de bir devrim sürecini doruğa taşıyan tarihsel hareket olduğunun saptanmasının ve elbette olumlanmasının ötesinde bir pratik tutum olmalıdır. 

Elbette komünist ve devrimciler, pratik tutumla doğrudan bağlantısı kurulmamış bir nesnel “hak teslimi” ile de yetinebilirler. Tarihsel bir pozisyondur bu; devrimi daha ileriye, sosyalizme taşıma iradesini temsil eden sol, devrimci geleneği “tanımakta”, ona sahip çıkmaktadır. Ama mesele sadece bu olsa Kemalizmi kendi içinde tasnif etmeye gerek duyulmayacaktır. 

İş, tarihsel pozisyonu geçip pratik tutuma gelince devreye bir dizi, son derece karmaşık etken girer. Atatürk’ün liderliği altındaki yıllarda, Kemalizmin kendi dışındaki solla kurduğu ilişkinin niteliği bunlardan biridir. Örneğin 1925’de esasen gericiliğe karşı Takrir-i Sükûn ilan edildiğinde TKP de yeraltına geçmek zorunda kalmıştır. Hatta iktidarın uyguladığı basıncın ağırlığını kaldıramayan Parti 1927’de çatlayacak, “komünist partinin gereksiz olduğunu” savunan bir grup aydın Kemalizme iltihak edecekti… Bu koşullarda, Milli Mücadeleye, Cumhuriyet Devrimine sahip çıkmakta tereddüt etmeyen komünistlerin, güncel siyasette Kemalizme yakın durmalarını beklemek ne mümkündü, ne de öyle bir eğilim devrimi daha ileriye, sosyalizme taşıma iradesini üretebilirdi. 

Şöyle de diyebiliriz: Kemalist Devrim 1930’larda sürüyordu. Ancak komünistlerin varoluşlarını, sürmekte olan bu devrimin içinde eritmeleri, onları devrimci olmaktan çıkarırdı! 

Bunun zor bir denklem olduğu açıktır. Teorik olarak üç aşağı beş yukarı sağlıklı bir çerçeve kurulmuşsa da, buradan devrimci bir politik strateji türetilemedi. Verili iktidarın “iki yüzü” olduğunu esas almak, yani “iyi şeyler yaptığında desteklemek, olumsuzluklarına karşı çıkmak” diye burada özetleyebileceğimiz konumlanış, saçma veya yanlış değildir. Ama gerçek hayatta bir anlam taşıması, bir stratejiye evrilmesi için Partinin başta işçi sınıfı, yoksul köylüler ve aydınlar arasında dikkate alınır bir güce sahip olması gerekirdi. Aydınlar üstündeki etki yetmezdi, yetmedi. 

Kemalizmin solunun boşalmasının, daha doğrusu Kemalist merkezin solunu kendi eliyle boşaltmasının, Cumhuriyet Devriminin kimi yanlarının güdük kalmasında oynadığı rol tartışılmayı hak eden bir sorudur. Güçlü bir sol, devrimi aydınlanma, bağımsızlık ve halkçılık başlıklarında daha güçlü adımlar atması için besleyebilir, mülk sahibi sınıfların, emperyalizmle uzlaşma arayanların ve gericilerin basıncına bir karşı kuvvet oluşturabilirdi. Tarih dışı bir “keşke” bağlacına başvurmaksızın üstünde durmaya değer…

Daha sonraları, devrimi törpülemeyi veya eski düzeni restore etmeyi amaçlayan kanatlar iktidarda önem kazandıkça, TKP de “sol-Kemalist” arayışına çıkmıştır. 1940’larda ve 1960’larda, iki farklı dönemde, komünistler ve devrimciler, tarihsel mirası sahiplenmenin ötesinde, somut olarak pozitif rezonansa girecekleri, mümkünse ittifak kuracakları unsur aramışlardır. 

Bu yönelim, ana akımı artık belirleyemese de, iktidar mekanizmalarına sağlam biçimde tutunmaya devam eden Kemalizmin yeni ve devrimci bir kopuş yaşamasını öngörüyordu. Söz konusu öngörü gerçekçi çıkmadı. Sol-Kemalizm radikal bir kopuş eylemine dönüşmediği ölçüde, ona yakınlaşan devrimci ve komünistler kendilerini sağa kaymış halde buldular! 1960’ların devrimci Kemalistleri radikal bir halk hareketine değil, esas olarak devlet katında bir hesaplaşmaya yüzlerini dönmüşlerdi. 

Peki, 2020’lerde bir “déjà vu” mü yaşanmaktadır?

Bugün solda, Cumhuriyetçi bir ittifak perspektifini buradan eleştirmek kolay değil. Baş neden, Cumhuriyetçiliği yadsıyan bir solculuğun itibarının iki paralık olmasıdır. Solda AKP yandaşlığı bir kez daha tutmayacaktır. Üstelik Kürt siyasetinin emperyalizm ve gericilikle ilişkisini mazur göstermek, yakın geçmişe göre de zorlaşmıştır. Ayrıca Bahçeli-Öcalan süreci, mimarlarının arzuladığı hızda yürümemekte, dolayısıyla gelişmeler kamuoyunu bir oldubittiyle paralize edememektedir… 

Solda, yenilgiye uğrayan Cumhuriyeti ayağa kaldırmayı öngören bir direnişe değil, yıkımın sonrasına bakmayı tercih eden, bir anlamda bugün yaşanan karşıdevrimin tamamlanmasını bekleyen bir eğilim hayli yaygındır. Lakin bu kesimler tarihten de pek güç alabilecek konumda değillerdir. ’68 kuşağına mal edilen “Kemalist mirastan kopuş”, 1970’lerde silahlı mücadele stratejilerine bağlanmıştı. Kürt hareketinin geldiği noktada bu tükendi… 

Buraya kadarı Cumhuriyetçi ittifak perspektifine saldırmayı zorlaştıran, sola dair nedenler.

Ama asıl mesele Kemalizmin bir bütün olarak iktidardan, devletten tasfiye edilmiş olmasıdır. Yeni yüzyılın ilk on yılı bu tasfiyeye gösterilen dirence sahne oldu. Sonuç yenilgidir. Şimdi değil sol veya sosyalist, “sağ-Kemalistler” bile iktidara dışsal. Örnek olsun, “tasfiyeye direnç” sırasında rol üstlenen Perinçek hareketi AKP’lileşti… 

Bugün komünist hareketin sol-Kemalistlerle buluşabilmesinin maddi zemini bu yeni durumdur. Karşı-devrimin iktidardan uzaklaştırdığı Kemalistlerin radikal Aydınlanmacılığa, tam bağımsızlıkçılığa ve sağlıklı biçimde emek eksenine sarılmaları rastlantı değildir. Unutulduğu zannedilen Doğan Avcıoğlu’nun eserlerinin popülerleşmesinin nedeni de buradadır... 

Bu yeni bir durumdur. Var olan durumu muhafaza etmek ölümdür. Cumhuriyetçiliği güncellemek için ise devrimci bir kopuş şarttır. 

                                                      /././

Cumhuriyetçilerin Birliği için notlar(I): Cumhuriyet’e sınıflar açısından bakmak -Erhan Nalçacı-

Bu köşedeki bir yazı dizisi tarihimize bakışı ortaklaştırmaya dönük mütevazi bir katkıyı amaçlıyor. Sorular sorup yanıtlamaya çalışacağız.

Geçenlerde 24-25 Mayıs tarihlerinde toplanan Cumhuriyetçiler Kurultayı örselenmiş, adaletini yitirmiş ve çok boyutlu bir çürüme içindeki ülkemiz için bir umut ışığı oldu. 

Belki çok önemli kararlar alınmadı ancak farklı kökenden gelen, farklı yöntemler ve düşünce alışkanlıklarına sahip Cumhuriyetçiler arasında ülkenin ortak geleceğine sahip çıkma ve bunun için bakış açılarını ortaklaştırma iradesini ortaya koydu.

Bu irade sadece gazeteciler, yazarlar, aydınlar, siyasiler arasında değil, toplumun büyük kesimini oluşturan Cumhuriyetçi halk tabakalarına dönük bir ortak zihin egzersizine davetti. Soru asıl olarak şuydu: Cumhuriyet neden kaybedildi ve nasıl tekrar kazanabiliriz?

Önümüzdeki dönemde bu doğrultuda irili ufaklı yüzlerce toplantı yapılacak, ülkemizin başına neyin nasıl geldiği tartışılırken gelecek için ortak irade büyütülmeye çalışılacak.

Bu köşedeki bir yazı dizisi tarihimize bakışı ortaklaştırmaya dönük mütevazi bir katkıyı amaçlıyor. Sorular sorup yanıtlamaya çalışacağız.

Soru 1: 1923 Devrimi benzersiz ve kendine özgü müydü, yoksa burjuva devrimi karakterinde miydi?

1923 Devrimi muhakkak kendine özgü birçok yan barındırıyordu ama bütün devrimler zaten kendine özgü yanları içerir. Bu özgün olma hali ile her devrim birbirinden bağımsız olaylar olarak ele alınsaydı tarih bilimi diye bir şey ortada kalmazdı. Oysa tarihçinin bir görevi eğer tek tek olayları incelemekse diğer görevi de onların ortak yanlarına dayanarak genellemeler, soyutlamalar yapmasıdır. Bu soyutlamalar olmaksızın tarih üzerinde düşünme yeteneğimiz büyük ölçüde sığlaşmış olur.

Eğer bir ülkede egemen sınıf meşruiyetini toplumsal eşitsizliği mutlaklaştıran dinden aldığını iddia ediyor, toprak mülkiyetini köylüleriyle birlikte elinde bulunduruyorsa ve devrim kentlerde toplanan ve kendisini kralın/padişahın tebaası hissetmeyen sınıflarca yapılıyorsa burjuva devrimi soyutlaması ile adlandırılıyor. 

Bir devrimin burjuva niteliğini alması için, tanrısal olarak eşitsiz olan toplum bireylerinin yasa önünde eşitliğini, yasama, yürütme ve yargının dinden bağımsızlaşmasını, feodal ayrıcalıklarla parçalanmış coğrafyada kapitalist bir ulus devlet inşasını ve soyluların değil, halkın egemenliğini programına yazmış olması gerekir.

1640 İngiliz Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi, 1871 Alman Devrimi, 1905 Rus Devrimi hep bu karakterdedir. Türkiye’de 1923 ilk burjuva devrimi değil, süreklilik ve kopuş ilişkisi içinde 1908 Devrimi'ni takip etmiştir.

1923 çok daha ileridedir 1908’e göre, çünkü çürümüş bir İmparatorluğu ayağa dikmeye çalışmak yerine Osmanlı Devleti’ni yıkarak Cumhuriyet’i kurma iradesi göstermiştir.

Ayrıca 1923 Devrimi'nin çok büyük bir avantajı vardır, İttihat ve Terakki kendisini emperyalist devletler arasında bir dengeye yerleştirirken Mustafa Kemal ve arkadaşları emperyalizme karşı sırtlarını yaslayabilecekleri 1917 Ekim Devrimi'nin desteğini arkalarına almıştır.   

İşçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi'nin desteği 1923’ün burjuva devrimi karakterini değiştirmemiştir, tarihsel bir anda emperyalist projelere ve kuşatmaya karşı geçici bir ittifak söz konusu olmuştur ancak 1923’ün ayakta kalması ve ilerici bir tarihsel rol oynamasına katkısı olmuştur bu ittifak ilişkisinin.

Soru 2: Mustafa Kemal ve arkadaşları burjuva mıydı?

Bu soru en çok kafa karıştıran sorulardan biridir. Bir de burjuvazi devrimciliğini çoktan yitirdiği ve gerici, asalak bir sınıf haline geldiği için bütün dünyada, duygusal olarak bugün burjuvalık devrimcilere yakıştırılamamaktadır. 

O dönemde reaya köylüsü olmayıp kentlerde eğitim görerek bir ücret karşılığı çalışarak feodalizmden görece bağımsızlaşmış herkes bir yerde geniş anlamıyla burjuva olarak kabul edilebilir. Örneğin, Talat Paşa posta memuruydu, Mustafa Kemal subay. Feodal bir sığınmaya dayanarak değil maaş alarak görece bağımsız bir yaşam sürüyorlardı. Örneğin, Fransız Devrimi'nin asla satın alınamayan devrimcisi Avukat Robespierre bugün anladığımız anlamda burjuva mıydı?

Yukarıdaki tartışma belki su kaldırabilir ancak asıl bakmamız gereken yer devrimcilerin nasıl bir siyasi programa bağlı olduklarıdır, onlara sınıf karakterini kazandıracak olan bu program olacaktır.

Eğer yasa önünde eşitlik istiyorsanız ve toplumsal eşitsizliğin kaynağındaki dinsel uygulamalara karşı laikseniz, soyluların egemenliğine karşı bir halk egemenliğini savunuyorsanız burjuva devrimcisisiniz demektir, eğer bunun üzerine mülkiyette eşitliği savunuyorsanız işçi sınıfı devrimcisi.

İttihat ve Terakki ve Kemalistlerin bu anlamda çok farklı siyasi atmosferlerde devinmelerine rağmen ortak bir programları olduğu söylenebilir: Bu program Türk ve Müslüman kesimlerden devlet desteği ile burjuvaziyi yaratmak diye özetlenebilir. Bu politikayı İttihat ve Terakki Osmanlı'nın içine düştüğü durumdan kurtarmak için Kemalistler bağımsız bir ulus inşası için uygulamışlardır.

Burjuvaziyi desteklemek için kurulan bankalar, ticaret kanunları, yabancı sanayi ürünlerinden yerli malı üretimini koruma, 1 Mayıs emekçi bayramının yıllarca yasaklanması, sonra Bahar Bayramı olarak kabul edilmesi... Bu köşe yazısında temel yöntem sorunlarını ele alacağız, yoksa çok veri var tarihte.

Soru 3: 1923’te Türkiye’de burjuvazi var mıydı?

Diğer çok kafa karıştıran soru ise Osmanlı'nın son döneminde burjuvazinin varlığının soruşturulmasıdır. “Yoktu” diyenler var, dolayısıyla burjuva devrimi değil, tamamen özgün, kendinde bir devrim tanımlanmak için kullanılıyor bu soru ve yok yanıtı.

Oysa felsefede “yok” kategorisi çok dikkatle kullanılmayı gerektirir. Bugünkü burjuvaziyi arıyorsanız bulamazsınız tabii ki. Ancak feodal koşullarda iki şekilde sermaye birikimi sağlanır, ya karasal ticaret yolları üzerinde, ya da ticaretin çok daha kolay olduğu liman kentlerinde. Osmanlı'da Balkanların limanı olan Selanik’te, Ege’nin limanları olan İzmir ve Ayvalık’ta, tabii ki İstanbul’da, Suriye’nin limanı olan Beyrut’ta vb. bir sermaye birikimi kaçınılmaz olarak gerçekleşmiştir. Devrimcilerin Balkanlardan ve Selanik’ten çıkması tesadüf değildir.

1919’a gelindiğinde Türkiye’de 60 kadar fabrika denilebilecek tesis olduğu belirtiliyor. Maden işletmecileri ve her boydan tüccar buna ilave edilmelidir. Burjuvazi tabii ki kuvvetli bir sınıf değildir ama burjuva devriminin öncülerinin dayanacağı kadar toplumsal bir yer tutmuştur. 1923 İktisat Kongresi’nin esas sınıfıdır örneğin.

                                                               /././

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(II): Yeni bir Cumhuriyet mi?-Erhan Nalçacı-

Günümüz Cumhuriyetçileri eğer Cumhuriyeti ayağa dikmek istiyorlarsa yurttaşlık haklarını yitirmiş ve emek gücünden başka dayanağı olmayan ülkemiz emekçi sınıf ve katmanlarına gözlerini çevirmek zorunda.

Geçen haftaki yazıda 24-25 Mayıs’ta gerçekleşen Cumhuriyet Kurultayı sonrası Cumhuriyetçilerin birliği için yaptığımız zihin egzersizlerine bıraktığımız yerden devam edelim.

Cumhuriyetçiler Kurultayı sonuçta bir hafta sonu gibi çok kısa bir zaman diliminde toplandı, ancak Kurultay öncesi farklı kesimlerin birbirlerini anlamak için yaptığı görüşmeler kapsamlı ve yoğun bir sürece yayıldı. Bundan sonra çok daha fazla yoğunlaşarak ilerleyecek.

Bu görüşmeler esnasında eğer “Yeni bir Cumhuriyet’e gereksinim var” gibi bir ifade kullanılırsa bazı dostlarımızın şiddetli bir tepki verdiği görüldü. Belki İkinci Cumhuriyetçilerin geride bıraktığı travma, belki ne kadar bozulmuş da olsa eldekini kaybetme korkusu, belki bir miktar muhafazakarlık… “Yeni bir Cumhuriyet değil, fabrika ayarlarına dönmek istiyoruz” söylemi kulaklarda kaldı.

Bu hafta geçen haftaki üç soruya bir üç soru daha ekleyerek bu konuyu irdelemeye çalışalım:

Soru 4: İkinci Cumhuriyetçiler ne yapmaya çalıştılar?

Yeni bir Cumhuriyet fikrini İkinci Cumhuriyet önerisine benzeterek dehşete kapılan dostlarımızı anlayışla karşılıyoruz, çünkü halkımız son 35 yıl içinde ağır bir ideolojik saldırı altında kaldı. Bazı akademisyen, gazeteci ve yazarlar tarafından ileri süren tezler aklını sermaye sınıfına satmış liberallerin arkalarına bir gücü aldıklarında ne kadar etkili olabileceklerini gösterdi.

İkinci Cumhuriyetçiler çok kısaca Türkiye tarihine ilişkin tezler geliştirirken tarihten sınıfsal dinamikleri el çabukluğu ile süpürmeye çalıştılar ve sınıflar üstü askeri-bürokratik merkezin tarihe yayılan bir “vesayet rejimi” yarattığını ileri sürdüler. Böyle bakınca 1908 ve 1923 Devrimleri bir devrim değil, birer darbeydiler. 1908 ve 1923 Cumhuriyet Devrimi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ile eşitleniyordu. Nerden kökenlendiği belirsiz darbeci asker ve bürokratlar dini inançlarını sürdürmek isteyen halka karşı zorla laikliği dayatıyor, toplumun gelişmesinin ve özgürlüğünün üstünde sürekli kılıç sallıyorlardı.

Bu sefil numaraya ideolojik olarak karşı koyamazsanız o zaman AKP’nin temsil ettiği “İleri Demokrasi Rejimine” razı olmak zorunda kalıyordunuz. Ayrıca eğer tarihte Osmanlıdan devrimci bir kopuş gerçekleşmediyse Osmanlı seviciliği bu alçaklar sürüsünün diğer bir ideolojik rengi olarak topluma çalınıyordu.

Hem Batı emperyalizmi hem Türkiye sermayesi tarafından desteklenen, sırf etkisini güçlendirmek için Taraf gazetesi gibi medya ortamları yaratılan bu ideolojik saldırının panzehri geçen hafta ele aldığımız Cumhuriyet’e sınıfsal yaklaşımdan geçiyor.

Burjuvazinin Hanedana ve emperyalist bağımlılığa karşı devrime ihtiyacı vardı, 1908 ve 1923 devrimcileri askeri-bürokratik bir diktatörlük için değil, Cumhuriyet’i bir devrimle kurmak için hareket etmişlerdi.

Sermaye sınıfının Cumhuriyet tarihi boyunca ihtiyaçları değişti, farklı sermaye birikim dönemleri, farklı sınıfsal korkular, farklı uluslararası bağdaşıklıklar… Muhakkak dinamik bir süreçten bahsediyoruz, Türkiye işçi sınıfının kendi karakterinde ortaya çıkışı, emperyalist dünyanın gereksinimleri ve sosyalist devletlerin stratejileri hepsi şu veya bu şekilde belirleyici oldu. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sınıfsız bir askeri-bürokratik vesayet rejiminin değil, sermaye sınıfının emekçi sınıflardan korkusu ve emperyalist düzenle bütünleşme ihtiyacından kaynaklandı. İkinci Cumhuriyetçiler sermayenin önünde ulusal düzlemde hiçbir engel bırakmamaya ve bütün kamu mallarını yağmalamaya soyunmuş bir sınıfın uşaklarıydı.

Zaten sonuçta 1923 Cumhuriyeti yıkıldı ama yerine bir başka Cumhuriyet kurulamadı. Gördüğümüz şu anda geriye sadece bir sermaye diktatörlüğü rejiminin kaldığıdır.

Soru 5: 1923 Cumhuriyeti kaybedildi mi gerçekten?

Yeniden bir Cumhuriyet inşası fikri için eldekinin kaybedilip kaybedilmediği önemli gerçekten, öte yandan zor bir yöntem sorunuyla karşı karşıya kaldığımız doğru.

Biçimsel olarak Cumhuriyet duruyor sanki. Bütün Cumhuriyetçilerin kabulü olan Lozan Anlaşması’nın tanıdığı ulusal sınırlar her ne kadar Kuzey Suriye’de olduğu gibi fiili olarak değişiklikler gösterse de korunuyor bugün. Anayasanın değiştirilmesi teklif edilemeyen maddeleri henüz duruyor. Hepimizin kritik önemde bulduğu ve Boğazlar üzerinde ulusal egemenliği garantileyen Montrö Anlaşması uygulanıyor. Bu liste uzatılabilir. 

Ancak öze bakınca 1923’ü kaybettiğimizi görüyoruz. 

Cumhuriyet’e karakterini veren Devrim Yasaları fiilen ortadan kaldırıldı. Ülke sermayeleşmiş tarikatların eline kaldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her geçen gün artan yetkileri eğitim başta olmak üzere bütün kurumlar üzerinde dini bir hegemonya yarattı. Laiklik ilkesi olmayan bir Cumhuriyet olabilir mi?

Ya yasa önünde eşitlik? Hani hanedana karşı kazanılan mücadelenin en önemli ilkesi olan yurttaşlık? Sermaye sınıfının açgözlülüğü hemen hemen bütün kamu mallarının, teknik tabirle bütün üretim araç ve nesnelerinin küçük bir azınlığın eline geçmesine neden oldu. 

Nasıl bütün ülke Padişahın mülküyse ve tüm ülke sakinleri tebaasıysa yeniden başa sardık, yeni bir aristokratik sınıf olarak tekelci sermaye ve onun tebaası olan yurttaşlığı elinden alınmış emekçi yığınlar. 

Otoriter bir rejim AKP’lilerin kişilik özelliklerinden değil, son 25 yılda yaratılan yağmaya dayalı sermaye birikim rejiminden kaynaklanıyor.

Parlamentonun bir aksesuara dönmesi, seçilenlerin çeşitli hilelerle görevlerinden alınması ve seçme/seçilme hakkının anlamsızlaşması, sendikalı olmanın fiilen yasaklanması… 

Yasama, yürütme ve yargının sermayenin elinde birleşmesi.

Dış politikanın barışçı ve diğer ülkelerde gözü olmayan Cumhuriyet ilkesinin yerine emperyalist dengelerde yayılmacılığın öne çıkması.

Yeni bir Cumhuriyet derken şu anki sermaye diktatörlüğü yerine Cumhuriyet’i kurmak kast ediliyor.

Ancak şunu dostlarımız söyleyebilir, 1923 Cumhuriyeti düzen unsurlarınca onarılabilir, yani fabrika ayarlarına dönebilir.

O zaman sınıflar üstünden tarihi bir kez daha anlamaya çalışalım.

Soru 6: Cumhuriyeti kurucu sınıf ve yıkıcı sınıf aynı mıydı?

Eğer 1923’ün bir burjuva devrimi niteliğinde olduğunu kabul ettiysek ve arada burjuvazinin egemenliğini sonlandıracak bir eylem olmadıysa, o zaman devrimci ve kurucu sınıf ile karşı-devrimci ve yıkıcı sınıfın aynı sınıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Ancak zorluk burada başlıyor, hem aynı hem değil.

Her şey sürekli değişir ve devrimci olan sınıf süreç içinde gericileşiyor.

Neyse ki karşılaştırmalı tarih yardımımıza yetişiyor. Kurucu sınıfın gericileşmesi Türkiye tarihine özgü değil, burjuvazi iktidara geldiği her ülkede zaman içinde kendisi çürürken ülkesini de çürütüyor.

Bu sınıfa yaslanarak fabrika ayarları yapılamaz. Nasıl aynı nehirde iki kez yıkanılamazsa bir tarihsel süreçte iki kez aynı şekilde mücadele edilemez.

Bugün Türkiye tekelci sermayesi tüm düzen kurumları, tüm düzen partileri ve kendisine bağlı tüm sömürücü sınıflarla birlikte gericileşmiştir.

Günümüz Cumhuriyetçileri eğer Cumhuriyeti ayağa dikmek istiyorlarsa yurttaşlık haklarını yitirmiş ve emek gücünden başka dayanağı olmayan ülkemiz emekçi sınıf ve katmanlarına gözlerini çevirmek zorunda.

                                                              /././

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -13 Haziran 2025 -

Adalet Bakanı’nın yüzü kızarır mı?-Mehmet Y. Yılmaz-

Hakkında bunca süreye rağmen iddianame hazırlanmayan eski İBB Medya A.Ş. Genel Müdürü Dr. İpek Elif Atayman, küçücük bir cezaevi aracında, ani bir nakil kararıyla götürüldüğü Afyonkarahisar Kapalı Cezaevi’ne ranza verilmediği için beş gün süreyle yerde yatmış. Adalet Bakanı bu nakil kararının hangi gerekçeyle alındığını yüzü kızarmadan açıklayabilecek mi?

                           Eski İBB Medya A.Ş. Genel Müdürü Dr. İpek Elif Atayman

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimde yenemeyeceğini düşünülen bir siyasi rakibini tasfiye etmek için 19 Mart’ta gerçekleştirilen yargı darbesinde  tutuklananlardan biri de eski İBB Medya A.Ş. Genel Müdürü Dr. İpek Elif Atayman idi.

Operasyonu yürüten savcılığın Dr. Atayman’a nasıl bir suçlama yönelteceğini bilmiyoruz.

Aradan geçen bunca süreye rağmen bir iddianame yazılabilmiş değil.

Kısa sürede yazılamayacağını da şimdiden söyleyebilirim çünkü soruşturma, itirafçı yaratıp ifade alarak ilerleyebiliyor.

Hapisten çıkarma sözüne karşılık verildiği açıkça belli olan iftiracı/itirafçı ifadeleri ile de bu davanın kolayca açılabilmesi mümkün değil.

Onun için savcılığın yargılama başlayana kadar geçecek süreyi bir cezalandırma aracı olarak kullanmak istediğini de söyleyebilirim.

Dr. Atayman, savcılık henüz aksini kanıtlayamadığı için esasen suçsuz bir T.C. vatandaşı.

Suçunun, savcılığın istediği türden bir ifade vermemek olduğu anlaşılıyor.

Belli ki buna zorlamak için Dr. Atayman, ani bir karar ile Silivri’den Afyonkarahisar Kapalı Cezaevi’ne nakledilmiş.

Küçücük bir cezaevi aracında, 1 metrekarelik bir zırhlı kabinin içinde elleri bağlı olarak 7,5 saatlik bir yolculukla götürüldüğü cezaevinde kendisine ranza verilmemiş.

Bu durum kamuoyunun bilgisine gelene kadar da Dr. Atayman beş gün yerde yatmış.

Gazeteci Murat Yetkin, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’a bu durum üzerine bir şey yapmayı düşünüp düşünmediğini sordu.

Yetkin sonrasını şöyle anlatıyor:

“İlerleyen saatlerde ismini saklı tutmak isteyen bir yetkili beni aradı. Sayın Bakan bu durumdan rahatsız olmuştu. Atayman’ın bir ranzaya yerleştirildiğini, sağlık durumunun iyi olduğunu söyledi. Bakan Tunç yetkilileri daha dikkatli olmaları konusunda uyarmıştı, benzer durumdaki diğer tutukluların durumuna da bakılıyordu.”

Dr. Atayman’a yapılan bu muamele açık bir tanımla işkenceden başka bir şey değildir.

Afyon’daki cezaevi yöneticilerinin böyle davranabilmelerinin nedeni de tamamen siyasi.

“Hakkında iddianame bile yazılmamış bir tutukluya bu muamele reva görüldüğüne göre, biz de burada işkenceye devam edelim” diye düşünmüş olmalılar.

Adalet Bakanı üzülmüş ve çok kızmış gibi yapacağına, bu nakle neden gerek duyulduğunu herkesin anlayabileceği netlikte açıklasa da öğrensek iyi olur.

Dr. Atayman, Silivri Cezaevi’nde isyan mı çıkardı?

Mahkûm ve tutukluları örgütleyip tünel kazarak kaçmayı mı planladı?

Cezaevinde geliştirdiği gizli bir iletişim yöntemiyle aynı davadan yargılanacağı sanıkları yönetmeye mi kalkıştı?

Dr. Atayman’ın ailesi ve avukatları görüşebilmesini zorlaştıracak, bazı bakımlardan imkânsız hale getirecek bu nakil kararı hangi gerekçeyle alındı?

Adalet Bakanı yüzü kızarmadan bir açıklama yapabilecek mi?

* * *

Siyasal İslam ve demokrasi

Erdoğan, halk tarafından seçilmemiş AKP’li Eray Karadeniz’in koltuğa oturmasını bizzat arayarak kutluyor, orada bulunanlar alkışla buna katılıyor ve arada bol bol da dua ediliyor. Bu tablo, Türkiye’nin siyasal İslamcılarının suratlarındaki tüm boyanın döküldüğü anı gösteriyor.

Son yılların en acıklı tablolarından birini önceki akşam televizyon haberlerinde izledim.

Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı’na kurulan kumpasın ardından belediye başkanlığı koltuğuna oturtulan AKP’li Eray Karadeniz’in “kutlama görüntülerinden” söz ediyorum.

Seçimin ardından AKP ilçe yöneticileri bir odada toplaşmışlar, sevinç içindeler.

Derken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan telefonla arıyor.(https://www.dailymotion.com/video/x9l9j0o)

O anları birisi de videoya çekmiş.

Video Erdoğan’ın halk tarafından seçilmemiş belediye başkanını “seçilmesinden dolayı” kutlamasıyla başlıyor.

Erdoğan niye Eray Karadeniz’i kutluyor, anlayamadım.

Karadeniz de seçildiği için Cumhurbaşkanı’na teşekkür ediyor.

Onun da neden Erdoğan’a teşekkür ettiğini anlayamadım.

İki adresin de yanlış olmasının nedeni aynı: Kutlanması gerekenler esasen bu amaçla İstanbul’a gönderilmiş adliye mensupları.

Teşekkürün adresi İstanbul Adliyesi olmalıydı.

Halk tarafından seçilmemiş bir belediye başkanını, koltuğa oturttular diye Erdoğan bizzat telefon edip kutluyor ve o sırada orada bulunanlar da alkışla buna katılıyorlar.

Arada bol bol dua da ediliyor tabii; siyasi ahlâka sığmayan bu seçimi millete yutturmanın bir yolu olarak belli ki “dindarlık kisvesi” elverişli bir araç.

Bu tablo, Türkiye’nin siyasal İslamcılarının suratlarındaki tüm boyanın döküldüğü anı da gösteriyor.

Halkın vermediği bir yetkiyi zorla ele geçirmek bu arkadaşlar açısından sorun teşkil etmiyor.

Daha önce benzeri tabloları Fetullahçı kumpaslar sırasında da görmüştük.

Dindarlık görüntüsü, yaşanan rezilliğin örtbas edilmesi için bir örtü görevi görüyor; ne kadar işe yarıyor bilmiyorum.

Bildiğim şu: Siyasal İslamcıların gücü ele geçirdikleri her yerde, demokrasinin d’si bile yaşayamıyor.

                                                               /././

Kalp pili olanlar elektrikli arabaya binebilirler mi?-Sami Gürkahraman-

Elektrikli arabaların, uzun vadede insan sağlığına ve doğaya zararlı etkisinin olup olmadığını görmek için bir elektrikli arabanın üretiminden, kullanım dışı kaldığı ana kadar bütün evrelerinin teker teker simüle edilmesi gerekiyor.

Kalp pili olanlar elektrikli arabaya binebilirler mi?

Elektrikli araba, sıklıkla yeni bir icat veya geleceğin otomobili olarak görülse de, aslında XIX. yüzyıldan beri termal arabalarla (içten yanmalı motora sahip) arasındaki rekabeti kaybederek sessizleşmiş, ama insanın aklından hiç çıkmamıştır. Elektrikli arabanın ortaya çıkışıyla, ilk benzin pompalarının ortaya çıkışı yaklaşık aynı dönem. Bin sekiz yüz seksen bir yılında, önceki çeşitli denemelerin en gözle görünen son hali Camille Alphonse Faure’in pil teknolojisini geliştirmesiyle yaşandı ama çeşitli müellifler her denemedeki mucidi elektrikli arabanın babası olarak tanımlıyorlar ve bu benim için kafa karıştırıcı oldu. Bu yazıyı yazmak için baktığım her bir müellif, yazılarında “en önemli merhale” dedikleri için farklı mucitlerin yaptıklarını referans gösterdiler. Bilim, birikim ve birikimlerden bazılarını ayıklama ve yeniden tasarlama olduğuna göre ben de Faure’i övenleri referans aldım. Ama bu ansiklopedik bilgiyi uzatmaya gerek olmadan; isteyen bakıp bu rekabetin yeni olmadığını ve her defasında termal arabaların galip geldiğini görecektir. Sanırım bu kez termal araba paradigmasının iflasına tanık olacağız gibi görünüyor. Fakat, yine de görelim ayine-i devran ne sûret gösterecek?

Çin’den Amerika ve Avrupa’ya kadar, birçok devlet ve şirket yetkilisi, –çevre konusundaki hassasiyetlere de yaslanarak-, sürücülerin tercihlerini elektrikli arabalara yöneltmeye çalışıyorlar. Halbuki bu arabaların çevresel etkileri hakkında şüpheler devam ediyor. Zaten pazarın karşı tarafındaki bazı çevrelerin, evrensel olarak onların para kazanmak dışında bir endişelerinin olmadığını -çevre konusunda gerçekten haklı olsalar bile- yaşanan bazı hadiseler nedeniyle, samimiyetlerinin sorgulamasını haklı çıkarıyorlar. Belki de buna en tipik  örneklerden birini, yüzlerce kere milyar dolarları olan Elon Musk'ın Almanya'nın Berlin yakınlarında elektrikli araba fabrikasının kurulum sürecinde, şirketinin, çevrecilere ve yerel demokratik örgütlere karşı tutumunun ve daha sonra üretim tesisinin genişletilmesi planlarının, bu işin çevre hassasiyetiyle alakalı olmadığını düşündürebilir. Her bir ağacı sahiplenmiş eylemci çevrecilerden yana karar veren mahkemeler, bu tesisin daha da büyümek için doğa katliamına engel olabildiler. Elektrikli arabaların "sıfır emisyon" sloganı sayesinde daha da moda olmaları, önemli satış nedeni olsa da, diğer bazı çevresel etkileri konusunda Green Peace’in daha az madencilik malzemesi gerektiren yeni pil teknolojisi üzerine araştırmalara fon ayrılması konusundaki uyarıları bir endişenin işareti olarak görülebilir. Elektrikli arabalarla ilgili daha geniş ölçekte devam eden tartışmalardan birini oluşturan bu çağrı, bataryaların nasıl bir çevre sorunu oluşturacağı ve ağır metal tehdidinin ne şekilde savuşturulacağıyla ilgili... Bu nedenle başlıktaki kalp pili olanlar yanında, çevre üzerinden direkt ve indirekt oluşabilecek sağlık tehditlerine değinmeden salt konu başlığına göre hareket etmek, eksiklik alameti olabilirdi.

Pil üretimleri için lityumkobalt veya nikel gibi minerallerin çıkarıldığı, zaten gelişmemiş/az gelişmiş BolivyaŞiliDemokratik Kongo Cumhuriyeti ve  Filipinler, çevresel etkilerin en fazla olduğu ülkelerdir ve bu ülkelerdeki bazı bölgelerin, daha büyük otorite savaşlarına tanık olmaları da söz konusu olabilir. Çünkü, bir elektrikli araba üretimi için şirketlerin bu minerallere ihtiyaç duyması, aynı zamanda bu bölgelerin kimler tarafından kontrol edileceği konusunu da gündeme getiriyor.

Elektrikli arabaların, uzun vadede insan sağlığına ve doğaya zararlı etkisinin olup olmadığını görmek için bir elektrikli arabanın üretimindenkullanım dışı kaldığı ana kadar bütün evrelerinin teker teker simüle edilmesi gerekiyor. Son yıllarda artan pil elektrikli araba satışlarına paralel olarak, -tıpkı cep telefonlarındaki gibi- kullanırken veya şarj ederken sağlığımız üzerine etkilerinin neler olabileceği soruları da sorulmaya başlandı. “Cep telefonunun sağlığa zararlı olduğu, uyurken yakınımızda olmaması gerektiği sürekli söylendiğine göre, pil elektrikli araçlarında da bunun söz konusu olması gerekmez mi?” Önce bir şeyi hatırlatarak düzeltmemiz ve ayrıştırmamız gerekiyor. Cep telefonları nedeniyle maruz kalınan radyasyonun son 30 yılda kanser oranlarında bir artışa neden olmadığı Amerika Birleşik Devletleri FDA (Food and Drug Administration=Gıda ve İlaç Dairesi) tarafından açık bir şekilde belirtildi. FDA, bu duyurusunda cep telefonlarından yayılan radyasyon enerjisinin, radyo frekans şeklinde olduğunu ve iyonlaştırıcı özelliği olmadığını, düşük seviyede bu enerjiye maruz kalmanın doku ısınması dışında herhangi bir olumsuz biyolojik etkisinin olmaması nedeniyle, maruz kalma ile sağlık sorunları arasında bir ilişkiden de bahsedilemeyeceğini - Avrupa’daki bağlaşıklarını da referans göstererek- belirtti. Bu arada elektrikli arabalarla ilgili sorulara verilen yanıtlar konusundaki yayınlar incelendiğinde  olumsuz sağlık etkisinden bahsedilememiş olsa da kalp elektronik cihazlarıyla ilgili endişeler mikro düzeyde devam etmektedir. 

Elektrikli arabalar da iyonlaştırıcı olmayan elektromanyetik radyasyon yayarlar. Zararlı iyonlaştırıcı radyasyonun (X-ışınları gibi) aksine, iyonlaştırıcı olmayan radyasyon; elektrik motorları, batarya ve diğer elektrik sistemleri tarafından üretilen düşük frekanslı elektromanyetik alanları içerir. Elektrikli araçlardaki manyetik alanların birçok ev aletindeki manyetik alanlarla karşılaştırılabilirdir. Almanya’da  Federal Radyasyon Koruma Ofisi (Bundesamt für Strahlenschutz)  motorlu taşıtlardaki elektromanyetik alanlar için yasal sınır değerleri olmadığını ve elektrikli araçlarla ilgili olarak mevcut araştırmaların, manyetik alanların motorların elektrik gücüne daha az, aracın çalışma durumuna ve teknik tasarımına (akünün konumu, kablolar, güç elektroniği vb) bağlı olduğunu gösterdiğini  belirtiyor.Yani bu belirlemeden tasarım hatalarından kaynaklı bazı etkilenmelerin olabileceği ihtimalini her zaman düşünmemiz gerekiyor. “Yani” ile başlayan bu paragrafın son cümlesini aklınızda tutmanızı rica ediyorum; çünkü yazının son cümlesiyle çok ilgili.

Şimdi gelelim bu daha spesifik konumuz olan kalp elektronik cihazı olanların elektrikli arabaya binebilip binemeyecekleri konusuna...

Desen: Sami Gürkahraman

Kalbin elektronik cihazları

Kalbin ileti sistemi problemini veya ölümcül ritimleri geri döndürmek için kullanılan bu elektronik cihazları anlamak için önce kalbin elektriksel alanının ne olduğunu kısaca ve anlaşılabilir şekilde anlatmaya çalışayım...

Kalbin bir elektrik şebekesi ve bir de uyarı çıkaran merkezleri vardır. Ama hepsinin rütbe olarak en üstünde sinüs düğümü yer alır. Sağlıklı bir insanda sinüs düğümü bir uyarı çıkarır ve silsile halinde bu uyarı, diğer uyarı çıkaran merkezlere uğrayıp düzenlenip kalp kasında yayılır. Bu şekilde kalp kasılır. Kalbin her bir hücresi, aynı zamanda uyarı çıkarma ve aldığı uyarıyı yayma potansiyeline de sahiptir. Yani bu uyarıların iletimiyle, kalbin kasılması ve gevşemesi sağlanır. Kalbin bu muazzam elektrik şebekesinde bazen çeşitli bozukluklar oluşabilir. Şebeke bozukluklarının her birine değinmek uzun zaman alacaktır. Bazı şebeke bozukluklarında, örneğin kalbin yeterince uyarı çıkaramadığı durumlar için kalp pili kullanılırken; kalbin ölümcül bazı ritimlerini tersine çeviren veya ani kalp durmasında devreye giren, elektroşok cihazı (defibrilatör) kullanılır. Bu cihazlar, hastanın kalbini uyaracak şekilde kablo uzantılarıyla insan vücudunda (sıklıkla göğüs bölgesinde) gövdeye yerleştirilir. Kalp pili, duruma göre bazen sürekli devrededir ve bazen de kalp atım sayısı düşünce devreye girer. Kalp elektroşok cihazı ise, hastanın hayatını tehdit eden ciddi bir ritim bozukluğu olduğunda ani bir elektrik uyarısıyla halk arasındaki tabirle “şoklama” yaparak ritmi düzeltir. Kalbe yerleştirilen bu cihazlara “kalp elektronik cihazları” diyebiliriz. Hasta, bu cihazlarla hayatını yaşamaya devam eder.

Geçen 2023 yılına kadar kalp elektronik cihaz sayısının tüm dünyada 1 milyon 430 bine çıkması bekleniyordu. Bu cihazların takılı olduğu insanların bir kısmı elektrikli araçları kullanmasalar bile, bu araçlarla bir yerden bir yere transfer olmaları söz konusu olabilir. Kalp elektronik cihazları takılı olan insanlar, bu arabaları sürerken veya bu arabaları şarj ederken kalp problemi yaşama ihtimallerini düşünüyorlar. Bu hastaların düşündükleri diğer konu da kalp elektronik cihazı taşıyanların kalp cihazlarında bozulma, ayar sorunları, yanlış algılama nedeniyle devreye girmesi söz konusu olup olamayacağı... Manyetik alan etkisiyle kalp elektronik cihazlarının yanlış algılamadan dolayı kendiliğinden aktive olması ihtimali, kulağa hoş gelen bir şey değil.

Pil elektrikli araçlar, şarj istasyonlarıyla birlikte, kalp elektronik cihazları olan hastalar için potansiyel bir elektromanyetik girişim kaynağıdır. Yeni “yüksek güçlü” şarj istasyonları, güçlü elektromanyetik alanlar oluşturma potansiyeline sahiptir. Kalp elektronik cihazları taşıyan hastaların, bu şarj istasyon civarında bulunmaları ve ayrıca arabaların şarj edilmesi sırasında ne gibi risklerin oluşabileceğini ve güvenliklerini test etmek için bir grup araştırmacı kötü bir senaryo üzerinde çalıştılar. Bunun için gönüllü 130 kalp elektronik cihazları olan hastalar güçlü bir şarj istasyonunda, üstelik bu şarj kablosu cihaza yakın tutularak bir deney gerçekleştirdiler. Yüz otuz hastanın hiç birinde elektronik ortamda yapılan ölçümlerde bir soruna rastlanmadı. Aşağıda EP Europace dergisinin bu makalede kullandığı görselde şarj cihazının kalp elektronik cihazlara yakınlığı göze çarpıyor.

Kaynak: EP Europace dergisi

Sonuç

Kalp elektronik cihazları olan insanların bu yüksek enerjinin oluşturduğu manyetik alanda arabalarını şarj edebileceklerini ifade ediyorlar ama bir şerh düşüyorlar; “bu araçları şarj etmeniz klinik olarak bir sorun oluşturmuyor ama çok nadir olayların meydana gelmesi bizim sonuçlarımızdan hariç tutulamayacağından, şarj kablolarına yakın mesafede geçirilen süreyi en aza indirerek makul bir dikkat gösterilmesini hala tavsiye ediyoruz” diyorlar. Şimdi şu yukarıda paragraf sonundaki “yani” ile başlayan cümleyi hatırlayabiliriz... Almanya’da Federal Radyasyon Koruma Ofisi ne diyordu? Manyetik alanların motorların elektrik gücüne daha az, aracın çalışma durumuna ve teknik tasarımına daha çok bağlı olduğu” tespitini yapıyordu. Söz konusu araçların tasarımlarına bağlı olarak bu değişebilir mi? Bunu bilemeyiz. Ancak yapılan bu araştırma sonucuna göre; kalp elektronik cihazları olanların elektrikli araba kullanmaları ve şarj etmelerinde “şimdilik” bir sorun olmadığı söylenebilir. Gelecek yeni tasarımlar için yeni araştırmalara ihtiyaç duyabiliriz.


Not: Umarım ve dilerim ki, bu yazıda olduğu gibi elektrikli arabaların bütün tasarımlarında kalp elektronik cihazları olanların elektrikli araba kullanmalarında bir sorun olmasın... Bu yazıda katkıları nedeniyle sevgili Prof. Dr. Mustafa Özcan Soylu’ya teşekkür ederken, yazıda belirtilen bütün hususlar, bir sağlık tavsiyesi olmayıp, kalp doktorunuzla paylaşmanız ve/veya onlara sormanız için yazılmış sıradan bir hatırlatma yazısıdır.

                                                                              /././

Özgür Özel’e hangi aşamada övgüler düzebiliriz?-Tuğçe Tatari-

Genelde bir yeri tutarken diğerini yıkmasıyla ünlüdür CHP liderleri. Misal Atatürkçüleri tutarken özgürlükçüleri kaybederler… Bu defa pek öyle olmuyor gibi… CHP’nin kemikleşmiş imajı, erkek egemen ve kendinden başka birçok şeye düşman oluşudur, Özel benim özelimde bu algıyı yıkmaya yelteniyor… Ama ben yine de içimde dönüp duran ‘övgü’ yazısını bir süre daha yazmayacağım. Çünkü…

Ne zamandır bir Özgür Özel yazısı yazmak istiyorum ama içimden bir ses de dur bakalım biraz daha zaman geçsin, diyor.
Şimdi sen adamı göklere çıkartacaksın sonra altından bir şeyler çıkacak, işin rengi değişecek mi bilemeyeceksin, yaşamadık mı benzerlerini?
Hem bakalım böyle devam edecek mi, edebilecek mi?
Biraz daha zamana ihtiyacım var karar verebilmek için…

Özgür Özel’in CHP’nin çok daha ilerisinde açıklamaları yolun bir yerinde değişecek, değişmek zorunda kalacak mı?
Şimdi burada CHP’nin bize son yıllarda sunduğu ve büyük hayal kırıklıkları ile sonlanan ‘lider adayları’nın adını sıralayıp içinizi tekrar tekrar baymak istemem.
Fakat geride bıraktığımız o deneyimlerin bugünümüzü nasıl şekillendirdiğini de hatırlatmak isterim.
Bu şekillendirmeyi fark edip, yaşananları masum yol kazaları olarak kabullenmek de saflık olur.
Oynanmış algılarımız ve oynanmış psikolojimizle, yeniden bir oyuna gelmemek için temkinli olmaya çalışıyoruz özetle.

Mesela tam Özgür Özel’in yaptığı siyaset hakkında iyi bir yazı yazacağım, bakıyorum eskinin Kılıçdaroğlu’cuları, İnce’cileri çoktan o yazıları yazmış!
Özgür Özel’in gözyaşları bile kutsanmış!
İşte orada yine bir endişe basıyor içimi, eyvah diyorum.
Yine mi aynı filmler?
Duraksıyorum hâliyle…
Aksi gibi Özgür Özel de el arttırdıkça arttırıyor.
Ağzından çıkan sözler hayrettir ki beni de yakalıyor!
Yıllardır yaptığımız eleştirileri duymuş, sanki bizim dilimiz olmuş da konuşuyor gibi!

CHP’nin başında böyle birini en son ne zaman görmüştüm diye düşünüyorum, yani benim meşrebimi de kapsayacak görüşlere sahip bir lider adayı, şahsen ben hiç diye cevaplıyorum bu soruyu!
Yani genelde bir yeri tutarken diğerini yıkmasıyla ünlüdür CHP liderleri.
Misal Atatürkçüleri tutarken özgürlükçüleri kaybederler.
Rakibinin marjinalleştirme oyununa düşer, “aman bize şöyle böyle derler” endişesiyle yalpalar ve saçmalarlar.

Bu defa pek öyle olmuyor gibi…
CHP’nin kemikleşmiş imajı, erkek egemen ve kendinden başka birçok şeye düşman oluşudur, Özel benim özelimde bu algıyı yıkmaya yelteniyor.
Zaten algımızda ‘kemik kadro’ hissi oluşturan CHP’liler tam tersi yönde sosyal medya paylaşımlarında bulunuveriyorlar hemen.
Bunu yapıyor olmaları bir yandan iyi bir yandan kötü.

Özgür Özel için, ‘eski CHP’den ayrıştığı imajını pekiştirirken diğer yandan ‘sözünü dinlemiyorlar mı’ algısı da oluşuyor.
Bu bilerek yapılıyordur umarım, umarım siyasi bir matematiği vardır.
Aksi CHP’yi Kılıçdaroğlu sonrası hızla ilerlediği yerden gerisin geriye götürür.
Yeniden bildiğimiz CHP olmaya mahkûm eder.

Sonra hemen başka bir düşünce daha beliriveriyor aklımda, “eyvah bu adam gerçekten buysa, gerçekten pırıl pırıl bir ihtimalse, kuşkusuz indirirler o zaman, muhakkak bir aşamada yazık ederler” diyorum.
Bakın bunca senenin siyasi faturasının bizlerde bıraktığı etki tam olarak, filtresizce budur.
Kimseye güvenemeyen, güvendiğinin de yaşayabileceğine inanamayan bir toplum.
Elbette bunu iktidar tek başına başarmadı, muhalefetin de bunda katkısı büyüktü.
Şimdi belki de en büyük mücadele bu umutsuzluğu umuda çevirmek, inançsızlığı inanca, güvensizliği güvene dönüştürmekle alakalı olarak verilmekte.
Özellikle de bizler gibi kimsenin adamı, yakını, cebindeki gazetecisi olmamaya özen gösterenler için bu duyguları geri kazanmak, siyasetçileri eksiden değil sıfırdan değerlendirmeye alabilmek çok daha güç.
Yine yeniden yaşanabilecek ‘yanılmışız’ potasına düşmemek adına belki de çok daha yavaş, çok daha korkak yazıyoruz bu yazıları…
O yüzdendir ki genelin aksine, Özgür Özel’i biraz daha izlemek, biraz daha tanımak ihtiyacı duyuyoruz.

Kendisinin ‘sokaktan’ gelen, sokağı iyi bilen bir siyasetçi olması, geçmişte alanlarda birçoklarımızla dirsek temasında bulunmuş olması da bir diğer hızla ikna olma, sempati besleme sebebi olabilir, doğru ama biz ne sokaktan gelenler gördük vardıkları yerden utandıran!
O yüzden şahsen ben o içimde dönen övgü yazısını bir süre daha yazmayacağım… Hem biraz da bizim övdüğümüzün, bizim beğendiğimizin de ömrü kısa olur diye düşünerek…

                                                                 /././

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...