soL "Köşebaşı + Gündem" -7 Temmuz 2024-

 

Yapay zeka rock söylerse: Müziğin sonu mu geliyor?

İnsanın yaratıcılığına gerek kalmayacak. Makineler müziği de üretecek. Ama en tehlikelisi, üretilen müzik hiç “yeni” olamayacak.

Yapay zekânın yaşamın her alanında giderek daha etkili olması, özellikle sanatı nasıl bir geleceğin beklediği sorusunu gündemde tutuyor. Özellikle hangi sanat yapıtının yapay zekâ tarafından üretildiği, hangisinin “sahici” olduğunun ayırt edilemeyeceği noktaya gelinmesi düşüncesi, pek çok kişiye haklı olarak korku veriyor.

Son günlerde müzik çevrelerinde konuşulan bir olgu, bu tartışmaya yeni bir örnek oluşturuyor. The Velvet Sundown isimli bir rock grubu adını hızla duyurdu ve Spotify’da kısa bir süre içerisinde aylık dinleyici sayısı 1 milyona yaklaştı. Yola yeni çıkan bir grup için bu rakam son derece sıradışı. Sıradışı olan başka bir şey, bu yazının yazıldığı 5 Temmuz’a dek grubun bir ay içerisinde iki albüm birden yayınlaması oldu. Üçüncü albümlerinin de 13 Temmuz’da yayınlanacağı bilgisi verildi. Kaçınılmaz olarak, grubun ne denli yaratıcı olduğunu düşünmeden edemiyoruz.

Grubun şarkıları, 1960’larda ve 1970’lerde en iyi örnekleri verilen folk rock ile ilk kez 1980’lerde ortaya çıkan indie rock tarzlarından esinlenilmiş. Ama açık söylemek gerekirse son derece vasat, hatta vasatın altında olan bu şarkıları arka arkaya dinlemek zor. Böyle bir grubun 1970’lerde albüm yapma şansı herhalde olmazdı.

Spotify’daki profillerinde grup üyelerinin isimleri veriliyor ve grup hakkında, yapay zekâ ile yazıldığı çok muhtemel olan bir yazı yer alıyor. Ayrıca grup üyelerinin fotoğraflarını bulmak mümkün.

Oysa grubun popüler deyimle hiçbir “dijital ayak izi” yok. Ne grubu oluşturan dört insanı gören var, ne de adını duyan. Herhangi bir konserlerine ilişkin bilgi yok. Hiç röportaj vermemişler vb. Ayrıca görünen fotoğraflarının da yapay zekâ tarafından üretilmiş olduğu çok açık.

Müzikleri teknik olarak incelendiğinde de yapay zekâ kokuyor. Müziği gerçek insanların değil, yapay zekânın ürettiği anlaşılıyor.  

Kısacası, bir yapay zekâ deneyiyle karşı karşıyayız. Bu deney yalnızca yapay zekâ ile müzik üretiminden oluşmuyor. Aynı zamanda bir pazarlama yöntemi deneniyor. Zaten “piyasadaki” ilk yapay zekâ ürünü müzik değil karşımızda olan. Ama en gelişkin örneklerinden biri. Şarkıların yapısı, hatta basit gitar soloları, ortalama bir dinleyici için müziği gerçeğinden ayırt etmeyi zorlaştırıyor.

Konu ile ilgili bir şeyler yazan ya da söyleyen herkes grubun ve müziğinin yapay zekâ ürünü olduğunda hemfikir. Ama uzunca bir süre için bu konuda herhangi birinden herhangi bir açıklama gelmedi. İlk açıklama ancak bu satırlar yazılırken yapıldı. Grubun Spotify’daki profili değişti ve yayımlanan yazıda The Velvet Sundown’ın yapay zekâ tarafından bestelenen, seslendirilen ve görselleştirilen bir proje olduğu bilgisi yer aldı. Bu sentetik müziğin insan yaratıcılığının yönlendirilmesiyle ortaya çıktığı belirtildi. Bunun bir aldatmaca olmadığı, yazarlık, kimlik ve müziğin geleceği ile ilgili sınırları zorlama amaçlı bir provokasyon olduğu yazıldı.

Bu açıklama yapılana kadar grubun üzerindeki gizem perdesi özellikle yerinde tutulmuş gibi görünüyor. Yani bunun bir yapay zekâ projesi olduğu gizlenmeye çalışılmadı. Bu gizem, bir pazarlama tekniği olarak kullanıldı.

Yapılmak istenen ne?

Anılan şirketin reklâmını daha fazla yapmadan, konunun bizim ilgilendiğimiz boyutunu ele almaya çalışalım. Bir taraftan bir pazarlama tekniği, evet. Ama diğer taraftan yapay zekânın kapitalizm koşullarında, yalnızca sermayenin çıkarları doğrultusunda çalışmasının kaçınılmaz olduğunu gösteren bir örnek.

Yukarıda değindiğimiz gibi ortalama dinleyicinin müziğin gerçek ya da sahte olduğunu ayırt etme şansı pek yok. Hatta yapay zekâ “öğrendikçe” işin uzmanlarının da bu şansı pek kalmayacak. Müzik veri akışı servisleri bir vadede bunlarla dolacak. Çünkü bu tür bir yapım çok daha az maliyetli. Yapay zekâ programının doğru çalışıp anlamlı bir ürün vermesini sağlayacak çok az sayıda eleman ürünün ortaya çıkması için yeterli olacak. Stüdyoda kayıt yapılmasından müzisyenlere telif verilmesine kadar pek çok maliyet ortadan kalkacak.

İşin özü, insanın yaratıcılığına gerek kalmayacak. Makineler müziği de üretecek. Ama en tehlikelisi, üretilen müzik hiç “yeni” olamayacak. Çünkü makine, geçmişte insanın yarattığı müzik birikimini öğrenecek ve ürettiği şey de bu birikimin ötesine geçemeyecek. Gerçek anlamda yeni bir şey yaratmak ancak insana özgü olmaya devam edecek. Tıpkı yüzyıllardır müzikte çığır açan, Bach’tan Beatles’a, çok sayıda örnek gibi.

Yeni olmayan müzik pazarlanmaya devam edecek. Müzik veri akışı servisleri daha az maliyet sayesinde daha çok kâr edecek. İşin insani yönüne, sanat yönüne onlar açısından gerek kalmayacak. Zaten son yıllarda alışılan vasat, artık yapay zekâ sayesinde daha ucuz üretilecek. Ve yine büyük bir tehlike, yeni kuşaklar yapay zekânın ürettiği bu vasatı olağan karşılayacak. Onlar için bu, sıradan bir tüketim nesnesi olacak. Yeni ya da “iyi” müziğe giderek daha az gereksinim duyacaklar.

Bunun distopik bir tablo olduğu açık. Bu kadar karanlık bir gelecek beklemiyor bizi aslında. İnsan var oldukça gerçek ürüne olan gereksinim de bir şekilde devam edecek. Mesele, bunu baskın hale getirmekte.

Yapay zekânın kapitalizm koşullarında insanlığı vasatlaştırmasına karşı yapılması gereken ve mümkün olan çok şey var. Ama hızlı davranmak gerekiyor. Zira yapay zekâ hızlı öğreniyor.

                                                            ***

Sınıfsal gerçekliği anlamayanların roman sanatını anlaması mümkün değildir -Kaya Tokmakçıoğlu-

Sınıf bilinciyle yoğrulmuş, tarihsel materyalizmi yalnızca içeriğinde değil biçiminde de taşıyan bu roman, yalnızca edebi bir yapıt değil; aynı zamanda bir duruş, bir irade beyanı, bir sınıf manifestosu.

Aslı Güneş’in K24’te yayımlanan Kırmızı Buğday incelemesini okuduğumda, memleket edebiyatının en önemli örneklerinden birine nasıl bu denli yabancı ve yüzeysel bakıldığını görmekten büyük bir hicap duydum. (https://x.com/kitapkritik24/status/1940826232062357718)

Öte yandan, romanın belli bir cenah tarafından “sükût suikastına” uğratılacağına var sayarken söz konusu yazının yayımlanmasının belli açılardan iyi olduğunu düşünenlerdenim. “Kırmızı Buğday: İki Dünya Arasında Kalmış Biçim” başlıklı yazının, edebiyatı sadece biçim üzerinden değerlendirerek sınıfsal ve tarihsel gerçeklikten kopmuş, liberal klişelerle dolu, ideolojik körlükle örülmüş bir yazı olduğunu vurgulamaya çalışacağım okuyacağınız yazıda. Toplumcu gerçekçilik gibi derin bir geleneğin ve sınıf mücadelelerimizin romanı olan Kırmızı Buğday’ı anlamak için öncelikle sınıfsal gerçekliği kavramak gerektiğini, bu temel kavrayış olmadan yapılan eleştirilerin, romanın özünü anlamaktan uzak ve belli bir siyasi çarpıtma amacı taşıdığını vurgulamaya çalışacağım. 

Aslı Güneş’in yazısı, sınıf bilinci ve politik duruş sahibi bir romanı biçimcilik ve yüzeysel eleştirilerle tüketmeye çalışıyor. Kırmızı Buğday gibi toplumcu gerçekçi edebiyatın pek çok örneği, taraf olmayı ve mücadeleyi açıkça ortaya koymayı zorunlu kılar. Bu açıdan Ahmet Büke’nin ve bizlerin de herhangi bir tarafsızlık iddiası olduğunu düşünmüyorum. Aslı Güneş’in yazısı ise tam da burjuva ideolojisi olarak kavramsallaştırabileceğimiz bir maskenin arkasında, toplumcu gerçekçiliğin sert ve direngen dili karşısında çaresiz bir liberal rahatsızlığı ortaya koyuyor.

Tarihsel kesitlerin çok katmanlılığı ve sınıfsal derinlik

Aslı Güneş’in romanın tarihsel dönemlerini çok parçalı gösterdiği, odağını kaydırdığı ve bağlamın zedelendiği yönündeki eleştirisi tam anlamıyla sınıfsal tarih bilmezliğin, derin bir yüzeyselliğin ifadesi. Kırmızı Buğday, tarihsel gerçeklikleri birbirinden kopuk değil, birbirine kenetlenen ve etkileşim halinde olan karmaşık süreçler olarak gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı cepheleri ile cephe gerisindeki toprak ve emek mücadeleleri birbirinden ayrılamaz. Sınıf çatışmasının toplumsal hayatın her alanını sardığı bu dönem, romanın da organik yapısını oluşturur. Bu katmanları kavramadan "odağının kaymasından" bahsederek romanı itham etmek, sınıfsal süreçleri anlamamaktan geçer.

Öte yandan, tarihi sadece kronolojik bir ilerleme sanan anlayışlar, sınıf savaşımının dönemleri nasıl iç içe geçirdiğini kavrayamaz. Oysa Kırmızı Buğday, bir eşik romanıdır: Eski düzen dağılırken yenisinin sancıları hissedilir. Bu eşikte bir anlatı kurmak, “idealist” bir estetikten çok tarihsel doğruluğu ve politik sorumluluğu gözetir. Romanın çok katmanlı yapısı, bu gerçekliği bütün çelişkileriyle kavramaya yöneliktir. Aslı Güneş içinse bu katmanlılık, yüzeydeki anlatı akışına “odağı kaymış” deme kolaycılığıyla geçiştirilmektedir.

24 Nisan 1915’in sessizliği ve soykırım tartışması

Aslı Güneş’in, 24 Nisan 1915 ve Ermeni soykırımı tartışmasının romana dahil edilmemesini büyük bir eksiklik olarak göstermesi, edebiyatın sınırlarını ve politik edebiyatın önceliklerini anlamamaktan kaynaklanır. Kırmızı Buğday soykırım tartışması yapmak için yazılmış bir roman değildir, tıpkı Güneş’in belirttiği üzere. Romanın odaklandığı temel mesele, toprak mülkiyeti, sınıf çatışmaları ve emperyalizme karşı direniştir. Tarihin acı gerçekleri farklı düzlemlerde ve farklı eserlerde ele alınabilir. Büke’nin tercihi bu romanın politik ve sınıfsal odağını değiştirmez. 

Öte yandan, genel olarak liberallerin söz konusu beklentisi, edebiyatı her tarihsel olaya tanıklık etmeye zorlayan didaktik bir anlayışın ürünüdür. Halbuki roman her şeyi anlatmak zorunda değildir. Aksine, anlatmadığı şey de yazarın perspektifiyle ilgilidir, gene K24 yazarının dile getirdiği üzere. Kırmızı Buğday’ın sessizliği bir örtme değil, seçici odaklanmanın sonucudur. Güneş’in bu sessizliği ideolojik bir yönelim olarak yargılaması, sınıf merkezli okumanın yerine kimlik merkezli bir indirgemeyi koyar. Oysa burada söz konusu olan sınıfsal adaletin edebi temsiliyetidir.

Yabancı sermayenin yerel aracısı olarak Rum Kâhya Mihail figürü

Yabancı sermaye emperyalizmin Anadolu’ya girişinde çeşitli yerel işbirlikçilere ihtiyaç duydu ve duymaya devam ediyor. Bunların etnik kökeni değil, sınıfsal konumu ve çıkarları belirleyicidir. Romandaki Mihail figürü, yerel mülkiyet sahiplerinin sınıfsal çıkarlarını ve emperyalizme hizmet eden işbirlikçiliğini simgeler. Güneş’in Mihail’in Rum olması üzerinden bu temsiliyeti sorgulaması, sınıfsal analizden yoksun, etnik kimlik üzerinden yapılan yüzeysel bir eleştiridir.

Bu tür etnik hassasiyetlere dayalı “eleştiriler”, emperyalizmle mücadeleyi etnik grupların tarihsel rolüyle gölgelemeye çalışır. Mihail, Rum olduğu için değil, sınıfsal pozisyonu ve bu işlevi nedeniyle romanda yer alır. İngilizlerle ticaret yapan, memleket mülkünü gasp eden, efendisinin yerine ikame edilen bu figür, gayet bilinçli bir biçimde sermaye-devlet-işbirlikçilik üçgeninin alegorisidir. Romanı etnik temsillerin doğruluğu üzerinden yargılamak, onun asıl sınıfsal bağlamını karartmaktan başka bir işe yaramaz.

Destan dili ve ikili anlatıcı yapısı: Politik edebiyatın cesur dili

Kırmızı Buğday’da kullanılan destan dili, yalnızca sanatsal bir tercih değil; tarihsel ve sınıfsal anlatının halkın kültürüyle, sözlü gelenekle buluşmasıdır. Güneş’in bu dili “okuru yorucu” ve “müdahaleci” olarak tanımlaması, modern okuru küçümseyen ve politik edebiyatın cesaretini yargılayan dar bir bakış açısının ürünü.

Destan dili, halkın hafızasını, toplumsal belleğini ve direniş geleneklerini çağıran bir üsluptur. Bu anlatım tarzı, akademik eleştirmenin biçimsel beklentilerine değil, halkın yaşadığı tarihsel travmalara ve kolektif mücadeleye cevap verir. Sözlü anlatının ritmiyle örülen roman, köylünün tarihini köylünün diliyle anlatır. Bu dili “müdahaleci” olarak tanımlamak, edebiyatın tarafsız olması gerektiğini düşünen burjuva ideolojisinin estetik anlayışının sonucudur. Oysa taraf olmak, tarihsel materyalist perspektife sahip bir edebiyatın en onurlu duruşudur.

Politik edebiyatta estetik ayrımlar ve açık yol işaretleri

Burjuva edebiyat eleştirisi estetik ayrımları –gösterme mi, anlatma mı; tip mi, karakter mi– mutlaklaştırarak dipsiz bir çukur içinde debelenir durur. Güneş’in bu estetik kaygıları ön plana çıkararak romanı eleştirmesi, politik edebiyatın sınıfsal gerçeklik ve amaçlarına yabancı olduğunu gösterir.

Toplumcu gerçekçi edebiyatın ve Ahmet Büke’nin amacı, okuru estetik labirentlerde kaybetmek değil; ezilenlerin mücadelesini görünür kılmaktır. Açık yol işaretleri, bir tercihten öte zorunluluktur. Mücadele eden bir halk için edebiyat bir silah, bir hafıza alanıdır. Estetik ayrımlar üzerinden yürütülen bu eleştiriler, toplumsal olanı küçültme ve etkisizleştirme çabasıdır. Kırmızı Buğday, bu ayrımları liberallerin düşündüğü bağlamda ciddiye almaz çünkü estetik olanı politik olanın içinde düşünür.

Karakterler ve sınıf temsiliyeti: Sürprizlere yer yok

Kırmızı Buğday’da karakterler, mensubu oldukları sınıfın çıkarlarını ve rollerini temsil eder. Güneş’in “sürprizlere yer yok” diyerek eleştirdiği bu durum, toplumcu gerçekçi edebiyatın temel gereğidir. Karakterlerin sınıfsal işlevleri ve temsiliyeti, edebi zayıflık değil; ideolojik ve politik bir tutarlılıktır.

Bireysel derinlik arayan eleştirmenler, sınıfsal rollerin açıklığını “tek boyutluluk” olarak görür. Oysa bu açıklık, toplumcu gerçekçiliğin doğrudan anlatımına içkindir. Karakterler ne düşündükleri kadar, hangi sınıfsal çıkarı temsil ettikleriyle anlam kazanır. Bu açıdan bakıldığında roman, tipik olanın değil, tarihsel olarak belirlenmiş olanın ifadesidir. Eleştirmenin “sürpriz” beklentisi, romanın politik yönelimiyle değil, estetik fantezisiyle ilgilidir.

Geniş kadro ve karakterlerin işlevselliği

Romanın geniş kadrosu, tarihsel ve sınıfsal sürecin karmaşıklığını ve çok sesliliğini yansıtır. Bazı karakterlerin görünürlüklerinin azalması veya işlevsizleşmesi, tarihsel gerçekliğin akışkanlığını ve sınıf mücadelesinin doğasını yansıtır. Bu, bireysel psikoloji değil; kolektif sınıf bilincinin ve tarihsel sürecin estetik ifadesidir.

Büyük tarihsel dönüşümlerde bireyler değil sınıflar kalıcıdır. Karakterlerin gelip geçiciliği, tarihsel akışın ve mücadelelerin dinamizmiyle ilgilidir. Bazı karakterlerin sahneden çekilmesi, romanın anlatısal bütünlüğünü değil, tarihsel sürecin hakikatini güçlendirir. Bu yönüyle Kırmızı Buğday, bireysel roman değil; kolektif roman yazma çabasının somut bir örneğidir.

Biçimsel olarak 'ara dönem'in temsili ve Ali karakteri

Ali’nin “iki dünya arasında kalması”, henüz kurulmamış yeni toplumsal düzenin sancılarını ve belirsizliğini simgeler. Ali’nin bireysel trajedisi, kolektif tarihsel dönüşümle iç içedir.

Ali, artık ne eski efendi düzeninin ne de yeninin tam olarak içindedir. Bu eşikte durması, onun trajikliği değil, tarihsel gerçekliği gösterir. Anlatı da bu ara konumda şekillenir: Henüz doğmamış bir dünyanın diliyle, çökmekte olan bir düzenin içinden konuşur. Bu biçimsel geçiş, romanın biçim-içerik dengesinin özgün bir örneğidir. Biçimi sabit, anlatısı çizgisel olan romanlar bekleyen eleştirmen içinse bu, “kararsızlık” olarak görülmektedir. Oysa bu tam da dönemin kararsızlığıdır.

Sonuç: Liberal eleştirinin toplumcu romanı anlayamaması

Kırmızı Buğday, Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğini, sınıf çatışmalarını ve emperyalizme karşı direnişi destansı bir anlatımla önümüze koyuyor. Sınıf bilinciyle yoğrulmuş, tarihsel materyalizmi yalnızca içeriğinde değil biçiminde de taşıyan bu roman, yalnızca edebi bir yapıt değil; aynı zamanda bir duruş, bir irade beyanı, bir sınıf manifestosu.

Aslı Güneş’in kaleme aldığı yazı ise bu duruşu kavramaktan hayli uzak. Liberal klişelere yaslanan, yüzeyde gezinen ve ideolojik olarak alabildiğine bulanık bir eleştiri bu. Toplumcu gerçekçi edebiyatın doğrudan, sert ve açık sözlü anlatımını “okuru yoran” bir fazlalık gibi görmek, hem bu geleneği hem de onun tarihsel-toplumsal misyonunu hiçe saymak anlamına geliyor. Bu yaklaşım, edebiyatı içeriğinden soyutlayıp biçimsel süslemeye indirgeyen bir piyasa estetiğinin tezahüründen başka bir şey değil.

Kırmızı Buğday’a yönelik bu zorlama eleştiriler, toplumcu gerçekçiliğin karşısında duyulan çaresizliğin de dışavurumu. Çünkü bu romanın anlattığı toprak, çatışma, kolektif hafıza ve direniş; edebiyatı vitrine çevirmeye alışmışların kavrayamayacağı kadar sahici. Biz bu sahiciliğin, bu direnişin, bu hakikatin tarafındayız.

https://haber.sol.org.tr/haber/topragin-hafizasi-sinifin-romani-kirmizi-bugday-398863

                                                                  /././

NATO Yanılsamaları -Anıl Çınar-

Türkiye’nin başına gelen her kötülükte NATO’culuğun bıraktığı izler görünüyor. NATO bir düzen demek. Mafyasıyla, zenginiyle, siyasetçisi ve askeriyle bütün, kirli bir düzen…

Türkiye bir dairenin çeperinde hareket ediyor. Sanki aynı olaylar farklı bir şekilde gerçekleşmek üzere ortaya çıkıyor ve her seferinde dairenin başlangıç noktasına yeniden varılıyor.

Balkanlar, Kıbrıs, Ortadoğu, Kafkasya… 
Baskınlar, katliamlar, suikastler, darbeler…

Türkiye’nin dünyadaki yeri ile “iç düşman”larını buluşturan bu dairenin başlangıç noktasını doğru saptamak gerekiyor.

Nesillerdir bu topraklarda yaşadıklarımız, çilelerimiz ve bütün dertlerimiz elbette NATO ile başlamadı. Ama Türkiye’nin bütün çözümsüz sorunlarının kaynağında NATO’nun bulunduğu kesindir.

Türkiye’nin NATO’ya girişi “ilk günah”tır.

Tan Baskını,  6-7 Eylül ve Kıbrıs’ta terör: NATO bütün kötülüklerin anasıdır

Türkiye’nin NATO’ya üye oluşu 1952’dir. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden 1952’ye uzanan dönemeç Türkiye’nin nasıl bir belanın içerisine adım atmakta olduğunun nüvelerini sunar.

1945’te “Tan baskını olayı” gerçekleşmiştir. Türkiye - Sovyet dostluğunun bitirilmesi ve Sovyetlerin düşman bellenmesi için tezgahlanan bu baskın, sonrasında bir kural halini alacak olan “iç düşman” yaratma mekanizmasının da örneklerinden biridir: Türkiye’nin dış düşmanı komünizmdir, iç düşmanı da komünizm olacaktır.

Ancak başka bir mesele daha vardır. Türkiye’nin “uykuda” bekleyen fay hatlarının hareket etmekte olduğu anlaşılacaktır. İki partili düzene geçiş, İttihat ve Terakki geleneğinden beri varlığını koruyan, fakat Mustafa Kemal’in ağırlığı sayesinde bir süre kabuğuna çekilmek zorunda kalmış eğilimleri canlandırmıştır. İslamcılık, Turancılık, Osmanlıcılık, maceracılık…

Çünkü NATO’ya üye olmak “askeri ittifaka katılmak” demek değildir. NATO, tepesinde ABD’nin bulunduğu ve emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eden siyasi, askeri, iktisadi ve ideolojik bir yapılanmadır. ABD ve İngiltere’nin istediklerini yerine getirmek birincil önceliktir.

Türkiye NATO’ya üye olmadan önce Tan Baskını ile “ben de antikomünistim” demiş, 1947 yılında IMF’ye üye olmuş ve Kore’de kan dökmüştür. 1950 yılında Kore’ye asker gönderme kararı alınır. Kore Savaşı başka bir kural daha ortaya çıkarır: NATO için sınırlarının ötesinde kan dökenin sınırlarının içerisi de kana bulanmak zorundadır. Türkiye NATO’ya girmiştir bile. Sırada NATO’nun Türkiye’ye girmesi vardır.

Bütün bunlara iki partili sisteme geçiş eşlik ederken ve Türkiye’nin iç siyaseti eski gerilimleri canlandırırken Türkiye’nin yeni düzeninin işleyiş mekanizması da belli olmuştur: Bundan böyle NATO sadece Türkiye’nin askerini değil, fay hatlarını kontrol eden güç olmaya başlamıştır.

Nitekim, 6-7 Eylül 1955’te Türkiye, tarihinin ilklerinden birine tanıklık etmiştir. Türkiye’deki NATO’cu iktidar kendi yurttaşına saldırmanın yeni bir biçimini keşfetmiştir. Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı yalanını devletin doğrudan organize ettiği terör saldırıları takip eder.

6-7 Eylül, sonrasında “Özel Harp Dairesi” olarak duyacağımız NATO aygıtının ilk örneklerindendir. Tan Baskını’nda iç düşman yaratmayı öğrenenler, 1955 yılında Türkiye’nin iç ve dış dinamiklerini birleştirmenin ilk egzersizlerini yapmaktadır.

Çünkü 6-7 Eylül saldırılarıyla gayrimüslimlerin mallarına çökülmüş; Türkçülük, Turancılık (ve İslamcılık) iktidarın siyaseti dizayn etme enstrümanları olarak kullanılmıştır. Öte yandan, 6-7 Eylül mutlak surette “Kıbrıs meselesi” için sahneye koyulmuştur.

Fakat İngiliz emperyalizminin Türkiye için Kıbrıs’ın ötesinde de planları vardır. İngiltere Ortadoğu’da Türkiye’ye piyonluk önermektedir. Bağdat Paktı ile Arap dünyası bölünecek, Ortadoğu’da İngiliz, Fransız ve İsrail düşmanlığının merkezi olan Nâsır iktidarı kuşatılacaktır. Ne var ki bu Türkiye için bir dış politika değişikliği anlamına gelmekte, komşu ülkelerle dostluk politikasının terk edilmesini zorlamakta ve bu da aynı zamanda bir iç politika konusu olmaktadır.

6-7 Eylül ile bir kilit diğer kilidi açmış, Türkiye Bağdat Paktı’na dahil olmuş, Demokrat Parti iktidarından bugüne gelinmesini sağlayan makas değişikliğinde ilk adım atılmıştır.

Kıbrıs’ta ise üslerini terk etmek istemeyen ve Kıbrıs’ın kontrolünü elinde tutmak isteyen İngiliz emperyalizmi ile adadaki Sovyet dostu iktidarı bitirmek isteyen ABD emperyalizminin çıkarları ortaklaşmış, Türk ve Yunan NATO’cularına sahneyi hazırlamak görevi düşmüştür.

“Türk gladiosu” Türkiye’de, Kıbrıs’ta ve dünyada terör estirecektir.

Dönemin “Özel Harp” başkanı Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”1 demekte ve 2010 yılında Habertürk’ten Tülay Şubatlı’ya Kıbrıs meselesi için şunları söylemektedir:

"Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp'te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs'ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela.”

Habertürk muhabirinin "Cami mi yaktınız?" sorusu üzerine "Mesela diyorum..." diye düzelterek yanıt vermek zorunda kalmıştır.

“Kıbrıs’ta sivil direnişi örgütleyen” sıfatıyla bilinen bu NATO’cu İngiliz-Amerikan çıkarları için her yerde terör estirmeyi görev edinen bir örgütün mensubuydu.

Bu kafa ile yıllar sonrasında “gerekirse Suriye’den füze attırır, türbe işgal ettiririz” diyen ve Türkiye’yi kan gölüne çeviren Yeni Osmanlıcı kafa arasında hiçbir fark yoktu.

Sadece, birkaç on yıl daha geçmesi, tarihin ilerlemesi ve çemberin tamamlanması gerekecekti.

Özel Harpçi Milletvekilleri ve NATO - TÜSİAD işbirliğinde 12 Eylül

70’li yıllarda NATO’nun Türkiye’ye hediye ettiği bu gerçek iç düşmanın Türkiye’yi nasıl kana buladığına tanık olacaktık.

90’lı yılların “arınma” atmosferine uygun biçimde bu terör yapılanmasının ne olduğuyla ilgili sayısız açıklama ortaya çıkacaktı. Bülent Ecevit de 28 Kasım 1990 tarihinde Milliyet’e verdiği röportajında şunları söyleyecekti:

“1974'teki başbakanlığım sırasında, zamanın Genelkurmay Başkanı rahmetli Orgeneral Semih Sancar başbakanlığın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için birkaç milyon istedi. Benden istenen miktar örtülü ödenekteki paranın tümüne yakındı... Genelkurmay'dan bu paranın ne amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. 'Özel Harp Dairesi için istiyoruz' yanıtı geldi. Öyle bir resmi dairenin o zamana kadar adını bile duymamıştım... 'Şimdiye kadar bu dairenin giderleri nereden karşılanıyordu' diye sordum. O zamana kadar dairenin tüm giderlerini bir gizli ödenekle ABD'nin karşıladığı; ancak artık ABD'nin bu parasal katkıyı kestiği, o nedenle Başbakanlık'ın örtülü ödeneğinden para istemek zorunda kalındığı bana bildirildi... Özel Harp Dairesi'nin nerede bulunduğunu sordum. 'Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada' yanıtını aldım... Hayrete düşmem ve kaygılanmam herhalde doğaldı... Bu dairenin işlevleri ve kuruluş biçimi hakkında bilgi istedim... Benim için bir brifing düzenlendi. Bilgi vermek üzere de rahmetli Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'la, o sırada Özel Harp Dairesi Başkanı olduğunu öğrendiğim General Kemal Yamak ve bir-iki subay katıldı.”

Halbuki Kemal Yamak “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” isimli kitabında bu yapılanmanın hiç de öyle gizli saklı değil, bayağı NATO bünyesinde kurulan ve bilinen bir şey olduğunu açık açık anlatacaktı. Hatta sadece MHP değil bütün partilerden, CHP’den de isimler var diyecekti:

“Özel Harp Dairesi’ne üye olan milletvekillerinin isimlerini bilmem. Onlar gençliklerinde örgüte alınıyor, sonra milletvekili oluyorlar. Bu da onların seçilmelerindeki isabeti gösteriyor. Kimliklerini bilmiyorum, ama sonradan milletvekili olduklarını kesin biliyorum. Zaten onların isimlerini kimse bilmez, belki örgüte alan ilk kişi bilebilir. Çünkü hepsinin kod adı var. Çalışırken biz onları kod adları ile çağırırdık. Bir de sadece CHP’de değil, tüm partilerde var.”2

Kemal Yamak kuyruğu dik tuttuğunu ispatlamak, arınıp arındırmak, ve belki de bir tür kendi kendine terapi için yazmış olabilir anılarını. NATO’culuk, kendi halkına kurşun sıkmak, eğer psikopat değilseniz, geçmişinize dair böyle bir hesap kitabı zorunlu kılıyor olmalı. Bilemeyiz… Öte yandan, NATO’da kimin borusunun öttüğünü de söylemek durumunda kalıyor:

“Özel Harp Dairesi’nin Amerika Birleşik Devletleri özel yardım fonundan her yıl alınan ve hesabı resmi bütçeye karıştırılmadan, ayrı bir muhasebede tutulan 1 milyon dolarla ilgili, yıllık görüşme zamanı gelmişti. Amerikalı geldi. Mutat konuşma ve pazarlıklar başladı. Biz ihtiyacımız olan silah ve teknik malzemeyi istiyor, o bize, ihtiyacımız olmayanı, ellerinde olanı vermeye çalışıyordu. Münakaşa uzadı, anlaşamıyorduk. Israrımız karşısında bir ara sertleşti ve ‘Para bizim değil mi? Ne istersek onu veririz. Önerdiklerimizin dışında bir şey veremeyiz’ dedi. Bunu duyar duymaz, ‘O zaman hem paranız, hem de vereceğiniz malzeme sizde kalsın’ dedim. Ayağa kalkıp ‘Toplantı bitmiştir’ diyerek görüşmeyi bitirdim. Sonucu Genelkurmay Başkanlığı’na arz etmek ve bu ihtiyacın örtülü ödenekten karşılanarak Amerikan yardımından vazgeçilmesini teklif etmek kararına vardık.”

Türkiye’deki NATO’cular uyuşturucunun zehrini alan ve ondan vazgeçemeyen müptezeller gibi kaynak arayıp bulmayı bir huy haline getirdiler. NATO’cu akademisyenler için bu ilişki “prestijli kürsüler”, medyadakiler içinse “masum fonlar” biçimindeydi. Herkesin tuttuğu silah farklıydı, ama aynı seri numarayla atış yapıyorlar, aynı sınıf için çalışıyorlardı.

70’lerin ikinci yarısında Bülent Ecevit bir alternatif olma özelliğini kaybettiğinde, yükselen solu bitirmenin ve TÜSİAD’ın tepesindeki patronları işçilerden kurtarmanın başka bir alternatifi de kalmayacaktı. Türkiye’yi ABD ve İngiltere’nin dünyaya reçete ettiği ekonomik programla buluşturmak, özelleştirmeleri iple çeken Türkiye sermaye sınıfını tatmin etmek için büyük engel işçi sınıfının siyasetteki varlığıydı. NATO’nun terör örgütünde iş başa düşmüştü.

1977 1 Mayıs’ı, 1978 Çorum ve Sivas’ı, 1980 Maraş’ı halkın direncini kırmak, enerji kaynaklarını kurutmak ve nihayetinde 12 Eylül’de memleketle olan duygusal bağını da koparıp atmak için yapıldı.

Abdi İpekçi, Bedrettin Cömert, Kemal Türkler, Doğan Öz ve sayısız diğer cinayeti de aynı terör şebekesi gerçekleştirdi. NATO’nun Türkiye’deki gizli ordusu(!) afişe olmasın, aydınından fabrika işçisine ve köylüsüne ne direnç varsa yok edilsin diye…

Demek ki NATO’ya üye olmak bırakın Türkiye’nin güvenliği sağlamayı, Türkiye’yi sonu gelmeyen iç ve dış tehlikelere açık hale getirmişti.

Türkiye’de kurulan üsleri, o üslerden kalkan uçakların Sovyetler Birliği üzerinde, Ortadoğu’da ve başka yerlerde neler yaptığını, Türkiye’yi nasıl bir savaş alanına çevirdiğine değinmiyoruz bile…

NATO babamız, döver de dinler de!

NATO zirvesinde NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, ABD Başkanı Donald Trump için söyledi: “Trump babamız”.

Sonrasında Trump'a NATO müttefiklerini “çocukları” olarak mı gördüğü sorusu sorulduğunda şu yanıtı vermişti:

"Hayır, Rutte beni seviyor. Bence beni seviyor. Eğer sevmezse size haber veririm. Geri dönerim ve onu sert şekilde eleştiririm, tamam mı? Ama bunu gerçekten sevgiyle söyledi.”

Herhalde emperyal otoriteyi daha iyi tarif eden başka bir “psikanalitik” örnek olamazdı… Çünkü gerçekten de NATO’nun işleyiş mekanizması tam olarak buydu. NATO’da kararlar “oy vererek” alınmıyordu. Söz gelimi Avrupa ülkeleri savunma harcaması yapmak istemediği durumda “baba” müdahale ediyor, tehdit ediyor ve savaş çıkarıyor, nihayetinde tuhaf bir sevgi-zor ilişkisiyle karar hasıl oluyordu.

Kasetler, mali ilişkiler, şantaj ve suikastler… Günün sonunda ihtiyaç olunan 1 milyonun baba elinden senin cebine girmesi gerekiyordu…

Wikileaks ve Cablegate belgelerinde sayısız örneği var. ABD’nin Türkiye’de MGK toplantılarını, Fransa’da Almanya’da İngiltere’de ve diğer ülkelerde devletin en tepesindeki isimlerin telefonlarını, yazışmalarını nasıl dinlediğinin sayısız belgesi var.

Almanya’nın Kuzey Akım boru hattının ABD şefliğinde nasıl el birliğiyle havaya uçurulduğunu, 15 Temmuz 2016’da İncirlikten havalanan uçaklara ait resmi araştırma raporlarını, NATO aparatı Fethullahçılarla  Türkiye’nin altının üstüne getirildiğini ne çabuk unutuyoruz.

Bütün bunlar hiç de bir NATO ülkesinin diğer NATO ülkesine yapacağı şeylere benzemiyor oysa ki…

Üstelik NATO’nun “askeri kanadından çıkmak” da yetmiyor bütün bunlara engel olabilmek için. NATO’nun da ülkeden defolup gitmesi gerekiyor. Fransa’nın NATO’nun 1966’da askeri kanadından çıktığını ancak bunun “içerideki NATO”yu tasfiye etmek anlamına gelemediğini görmek için tarihe dönüp ders çıkarmak gerekiyor.3

NATO geçmişte eski Nazileri en önemli pozisyonlara yerleştirdi. Uluslararası uyuşturucu trafiğinin, kiralık katil şebekesinin yönetimini organize etti. Hatta bir kere şebekeye dahil olunduğunda Papa’yı vurmak üzere yurtdışı görevine çıkmak bile mümkündü.

Türkiye ve NATO: kim kimden çıkmalı?

NATO’da ancak büyük ağabeyin sözünün geçtiğini öğrenebilmek için Türkiye’nin dairenin çemberinde yeniden ve yeniden tur atması ve başa dönmesi gerekiyordu.

Nasıl 50’li yıllarda İngiltere’nin isteğine çekinceyle bakıldığında “Türkiye’deki NATO”nun yetenekleri çekinceleri gidermenin bir enstrümanı olduysa, yakın geçmişte Irak’ta, Yugoslavya’da ve Suriye’de gerçekleşenler de çok farklı değildi.

Türkiye devletinde 90’ların başında ABD ve İsrail’in çizdiği sınırı aşmak isteyenler suikastle ortadan kaldırılırken, ABD’nin Irak saldırganlığına rezervle yaklaşanlar Çuval Olayı’yla terbiye edilip, AKP ve Fethullahçıların işbirliğiyle davalara ve hapishanelere sürülürken ABD’nin elindeki asıl güç, zorbalığından çok işte hâlâ NATO’dan çıkmayı aklından bile geçiremeyen, öyle ya da böyle NATO’ya yaranmanın bir yolunu bulabilen bir toplamın varlığıydı.

Neticede, Türk Silahlı Kuvvetleri Yugoslavya’nın bombalanmasına F-16’larını yolladı. Irak’ın işgal edilmesi, Suriye’nin çökertilmesi, İran’ın kuşatılması için üslerini seferber etti, ordusunu emperyalist planların hizmetine sundu. Çünkü NATO üyesi olmak bunu gerektiriyordu. Ama kağıt üstünde, ama işin raconu bunu gerektirdiği için…

Öncesi bir yana, geçtiğimiz on yılda Türkiye’nin iç siyaseti seçimleriyle, açılımları ve çözüm süreçleriyle ama sonuçta dünyadaki yeriyle birlikte yeniden tasarlanırken NATO’nun terör şebekesi cinayetlere, suikastlere ve hatta darbe girişimlerine devam etti. Her adımda “içeriden” birilerinin bilgi sızdırdığı, sabote ettiği, “düşmana çalıştığı” örnekler ortaya çıkıyordu.

Şimdiyse İran’a bakıp burun kıvıranlar için kötü haber. Yolun sonuna geliniyor. Kıbrıs’ta, Ege’de, Karadeniz’de ve Kafkasya’da sular ısınırken Anadolu’da da ısınmasının önünde bir engel yok. Bu fasit daireden çıkış yok.

Ama, Türkiye NATO’dan çıkmalı, bunun için NATO Türkiye’den…

Türkiye’nin başına gelen her kötülükte NATO’culuğun bıraktığı izler görünüyor. NATO bir düzen demek. Mafyasıyla, zenginiyle, siyasetçisi ve askeriyle bütün, kirli bir düzen…

Bütün bunların karşısına ancak direnci yüksek bir halkla çıkılabilir. Bunun için de öncelikle a’dan z’ye NATO’ya dair ne varsa sorgulanmaya başlanmalı ve bu direncin önüne geçen ne varsa tek tek yıkılmalıdır.

1https://www.indyturk.com/node/549271/türki̇yeden-sesler/6-7-eylül-de-bir-özel-harp-işiydi-ve-muhteşem-bir-örgütlenmeydi-öyle 

2https://www.hurriyet.com.tr/gundem/nato-gladio-istedi-reddettik-3731742 

3Daniele Ganser, NATO’nun Gizli Orduları

                                                                            /././

ABD ve Hindistan'ın Çin'e karşı kaşıdığı mesele: 'Tibet'in yeni lideri nasıl seçilecek?' -Can Kuyumcuoğlu/soL-

Tibet lideri Dalai Lama, öldükten sonra seçilecek halefi gündeme getirdi ve Çin'i hedef aldı. Çin'e karşı geleneksel yöntemlerden kopmayı göze almaya hazırlanan Dalai Lama, zaten uzun zamandır ABD ve Hindistan'ın müttefiği.

Tibet'in ruhani lideri Dalai Lama, geçtiğimiz çarşamba günü, 90. doğum günü için devam eden kutlamalar sırasında yaptığı açıklamada, Tibet Budistlerine "manevi liderlik rolünü sürdürecek bir halefi olacağını" doğruladı.

Dalai Lama, Tibet'in manevi geleneklerinin liderlerinin, sürgündeki Tibet parlamentosu ve hükümeti üyelerinin, ikisi de Hindistan'ın Dharamshala bölgesinde bulunan ve anakara Çin ve Tibet dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanından Budistlerin kendisine kurumun devam etmesi için mektup yazdıklarını söyledi. Tibet lideri, "Tüm bu talepler doğrultusunda, Dalai Lama kurumunun devam edeceğini teyit ediyorum" dedi.

Dalai Lama'nın bu açıklaması, dünyanın dört bir yanından Budist teolog ve rahiplerin, Dalai Lama'nın yaşadığı Dharamshala'daki McLeodganj kasabasında 90. doğum günü kutlamalarına katılmak üzere bir araya gelmeleri üzerine yapıldı. Sürgündeki Tibet Budistlerinin başkenti olduğu için "Küçük Lhasa" olarak da bilinen kasaba, Dalai Lama'nın başkanlık ettiği yoğun bir üç günlük dini konferansa da ev sahipliği yaptı.

Ancak bu durum yalnızca dini değil. Bir sonraki Dalai Lama'nın nasıl ve kim tarafından seçileceği derin bir jeopolitik mesele.

Yüz yıllardır Tibet'in dini yöneticileri, yeni bir Dalai Lama'yı ancak görevdeki kişinin ölümünden sonra yoğun bir arayış ve ardından gelen eğitimden sonra seçip tahta oturtuyorlar. Mevcut Dalai Lama, önümüzdeki günlerde halefinin nasıl seçilebileceği veya kim olabileceği hakkında daha fazla ayrıntı verirse, bu durum ülkenin siyasi ve dini geleneğiyle keskin bir kopuşa işaret edecek.

Dalai Lama'nın bugün söylediği ve söylemediği şeyler Washington, Yeni Delhi ve Pekin tarafından da yakından izleniyor.

1959'da Tibet'ten Hindistan'a kaçan Dalai Lama, Pekin tarafından ayrılıkçı olarak görülüyor. Pekin, geçtiğimiz çarşamba günü ruhani liderin yorumlarına karşı çıktı ve bir sonraki Dalai Lama'nın seçimi konusunda veto hakkına sahip olduğunu kaydetti.

66 yıldır ruhani lideri ağırlayan Hindistan'ın da, ülke bağımsızlığını kazandığından beri her Hindistan başbakanını tanıyan Dalai Lama kurumunun geleceğinde derin çıkarları var.

Geçtiğimiz perşembe günü Çin'e güçlü bir mesaj veren Hindistan Azınlıklar Bakanı Kiren Rijiju, bir basın toplantısında Dalai Lama dışında kimsenin bir sonraki halefi belirleyemeyeceğini öne sürdü.

Rijiju, "Dalai Lama'nın tüm takipçileri, enkarnasyonun yerleşik sözleşmeye ve Dalai Lama'nın kendi isteğine göre kararlaştırılması gerektiğini düşünüyor. Onun ve yürürlükteki sözleşmelerin dışında hiç kimse buna karar verme hakkına sahip değil" dedi.

Uzun zamandır sürgündeki Tibet hareketini Çin'in "insan hakları aşırılıklarının kanıtı" olduğunu iddia eden ABD de, bölgede "her şeyi birbirine bağlayan tutkal" olarak gördüğü Dalai Lama kurumunun devam etmesini isteyecektir.

Bir Dalai Lama nasıl seçiliyor?

Tibet Budizmi'nin ruhani lideri olarak tahta oturacak olan bir sonraki Dalai Lama'yı seçmek, yüz yıllardır süregelen geleneklere, ruhani inançlara ve ritüellere dayanan bir süreç.

Gelenekler Dalai Lama'yı Şefkat Bodhisattvası Avalokiteshvara'nın reenkarnasyonu olarak görür ve her Dalai Lama'nın bir reenkarnasyonlar silsilesi içerisinde onun halefi olduğuna inanılır.

Geleneksel olarak, Dalai Lama'nın reenkarnasyonunun aranması genellikle bir yas döneminden sonra başlar. Üst düzey lamalar (manevi liderler), ölen ruhani liderin yakılmasından çıkan dumanın yönü, öldüğünde baktığı yön ve Tibet'te kutsal kabul edilen bir göl olan Lhamo Latso'daki "kahinlerin vizyonları" gibi işaretlere dayanarak bir sonraki Dalai Lama'yı belirlemek için bir komite oluştururlar.

Potansiyel adaylar belirlendikten sonra, bu adaylar reenkarnasyon olarak kimliklerini doğrulamak için bir dizi testten geçerler. Adaylar genellikle önceki Dalai Lama'nın ölümünden hemen sonra doğan genç erkeklerdir. Bir yandan da, mevcut Dalai Lama, bir kadının bir sonraki reenkarnasyon olamayacağına dair hiçbir neden olmadığını söylemiştir.

Bir aday, seçildikten sonra, çocuk Budist felsefesi, kutsal metinler ve liderlik sorumlulukları konusunda sıkı bir eğitime başlar ve Tibet halkının hem manevi hem de tarihsel olarak siyasi lideri rolünü üstlenmeye hazırlanır.

Mevcut Dalai Lama kimdir ve nasıl seçildi?

14. ve şu anki Dalai Lama olan Tenzin Gyatso, 6 Temmuz 1935'te, şu anda Qinghai eyaletinde bulunan bir bölgede çiftçi bir ailenin çocuğu olarak Lhamo Dhondup adıyla doğdu. Henüz iki yaşındayken bir "reenkarnasyon" olarak belirlendi.

13. Dalai Lama'nın ölümünden sonra, aday belirleme ekibi, küçük selefinin, kendisinin eşyalarını "Benim, benim" ifadesiyle tanımlamasının ardından dört yıllık bir arayışı sonlandırdı. Dalai Lamaların çoğu Tibet'te doğmuş olsa da, bunlardan biri Moğolistan'da, diğeri ise bugün kuzeydoğu Hindistan'da bulunan bir bölgede bulunmuştu.

Mart 1959'da, Çin kontrolüne karşı başarısız bir Tibet ayaklanmasının ardından Dalai Lama, kılık değiştirerek Lhasa'dan kaçmış, Himalayaları at sırtında ve yaya olarak geçmiş ve sonunda o yılın 31 Mart'ında Hindistan'a ulaşmıştı. Bugün Hindistan'ın farklı bölgelerinde yaklaşık 100 bin Tibetli mülteci yaşıyor ve bu topluluk, toplumun en büyük sürgün nüfusunu oluşturuyor.

Dalai Lama'nın bu kaçışı, geleneksel Tibet yönetiminin sonunu ve Tibet'in özerklik talebine liderlik ettiği sürgün hayatının başlangıcını işaret etti.

dlm
Muhtemelen 1930'larda yapılmış, genç 14. Dalai Lama'yı (1935 doğumlu Tenzin Gyatso) tasvir eden bir tablo (Kanwal Krishna).

14. Dalai Lama halefi hakkında ne söyledi?

30 Haziran Pazartesi günü McLeodganj'da takipçileri ve rahipleriyle dolu bir kalabalığa hitap eden Dalai Lama, geleneksel kırmızı cübbesi ve sarı atkısıyla şunları söyledi: "Dalai Lama kurumu söz konusu olduğunda, bunun devam etmesi için bir yapılanma olacak."

"Dharma'ya ve duyarlı varlıklara hizmet edebildiğimi düşünüyorum ve bunu yapmaya devam etmeye kararlıyım" diye ekleyen Tibet lideri, 90 yaşında olmasına rağmen "fiziksel olarak sağlıklı ve iyi" hissettiğini söyledi.

Ruhani lider, ayrıca bir sonraki Dalai Lama'yı nerede arayacaklarına dair ipuçları da verdi. Bir reenkarnasyonun amacının "selefinin işini sürdürmek" olduğunu belirten 14. Dalai Lama, Mart 2025'te yayınlanan Voice for the Voiceless (Sessizlerin Sesi) adlı kitabında "yeni Dalai Lama özgür dünyada doğacaktır" diye yazdı.

Dalai Lama, burada kendince yeni ruhani liderin reenkarnasyonun Çin'de veya Çin kontrolündeki Tibet'te olmayacağını ima ediyor. Kendisi, daha önce de enkarnasyonunun Hindistan'da bulunabileceğini söylemişti.

Bir halefinin olmaması riski var mıydı?

14. Dalai Lama, geçmişte hiç halefi olmayabileceğini öne sürmüştü.

Tibet lideri, 2011 yılında, 90 yaşına geldiğinde diğer lamalara ve Tibet halkına danışacağını ve “Dalai Lama kurumunun devam edip etmemesi gerektiğini yeniden değerlendireceğini” ifade etmişti.

2014 yılında, Roma'da düzenlenen 14. Nobel Barış Ödülü Sahipleri Dünya Zirvesi'ne yaptığı ziyarette, o zamanlar 79 yaşında olan ruhani lider, kendisinden sonra başka bir Dalai Lama'nın tahta çıkıp çıkmayacağının ölümünden sonraki koşullara ve “Tibet halkına bağlı” olduğunu söylemişti.

Dalai Lama, BBC'ye verdiği bir röportajda, “Dalai Lama kurumu bir gün sona erecek. Bu insan yapımı kurumlar sona erecek” demiş ve şöyle devam etmişti:

Bir sonrakinin aptal bir Dalai Lama olmayacağının garantisi yok, o da kendini rezil edecek. Bu çok üzücü olurdu. Yani, yüzyıllardır süregelen bir geleneğin oldukça popüler bir Dalai Lama zamanında sona ermesi çok daha iyi.

ch
24 Ekim 1989'da Dalai Lama'nın eski ikametgahı olan Potala Sarayı yakınlarındaki bir kontrol noktasında bir Çinli asker görev yapıyor.

Çin'in bu konudaki pozisyonu ne?

Çin, Dalai Lama'nın reenkarnasyonunu onaylama yetkisinin yalnızca kendi hükümetine ait olduğunu ve bunu ulusal egemenlik ve dini düzenleme meselesi olarak ele aldığını vurguluyor. Bu pozisyon, Tibetli "yaşayan Budaların" tüm reenkarnasyonlarının devlet tarafından onaylanması ve Çin yasalarına, dini ritüellerine ve tarihi emsallere uyması gerektiğini öngören 2007 tarihli bir yasayla pekiştirildi.

Çinli yetkililer, bir sonraki Dalai Lama'nın Çin içinde doğması gerektiğini ve yabancı doğumlu veya sürgünde atanan herhangi bir halefin "gayrimeşru" olarak kabul edileceğini defalarca belirttiler.

Çin'in önerdiği sürecin temel unsurlarından biri, adayların isimlerinin 18. yüzyılda Qing Hanedanlığı'na ait bir yöntem olan altın küp sistemi. Buna göre adaylar, isimleri altın bir kaba konarak kura ile seçilir.

Geçtiğimiz Çarşamba günü, Çin Dışişleri Bakanlığı, bir sonraki Dalai Lama'nın seçimine ilişkin sert tutumunu ikiye katladı. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mao Ning bir basın brifinginde, "Dalai Lama, Panchen Lama ve diğer büyük Budist figürlerinin reenkarnasyonu altın bir testiden kura çekilerek seçilmeli ve merkezi hükümet tarafından onaylanmalıdır" dedi. Panchen Lama, Tibet Budizminin ikinci en önemli figürü.

Mao, "Çin hükümeti dini inanç özgürlüğü politikası uyguluyor, ancak dini işler ve Tibetli yaşayan Budaların reenkarnasyonunu yönetme yöntemleri konusunda düzenlemeler var" dedi.

Mevcut Dalai Lama, altın küp yöntemini desteklemiyor ve bunun "manevi nitelikten" yoksun olduğunu savunuyor.

Mart 2015'te, o zamanki Tibet Valisi Padma Choling, Dalai Lama'yı "dini ve Tibet Budizmi'ni kirletmekle" suçlamış ve Dalai Lama'nın Pekin'in karar verme hakkını gasp etmeye çalıştığını eklemişti.

Dalai Lama'nın o dönemki açıklamalarına karşılık Choling, "Eğer reenkarnasyon yok diyorsa, yok mu? İmkansız. Tibet Budizmi'nde kimse buna katılmaz" demişti.

ch
Yeni Delhi'deki Tibetliler, Dalai Lama tarafından tanınan Panchen Lama reenkarnasyonu Gedun Choekyi Nyima'nın resimlerini taşıyor ve 8 Aralık'ta Çin hükümeti tarafından bugün Tibet'te tanınan bir başka Panchen Lama'nın tahta çıkmasına karşı protestolarında Çin karşıtı sloganlar atıyor.

Çin'in geçmişte seçime el koyması

Dalai Lama, 1995'te Tibet'teki küçük bir çocuğu Panchen Lama'nın reenkarnasyonu olarak tanımıştı. Aday, Tibet'in Naqchu kasabasından bir doktor ve hemşirenin oğlu olan altı yaşındaki Gedhun Choekyi Nyima'ydı.

Kısa bir süre sonra, Çin yetkilileri çocuğu gözaltına aldı ve aileyi başka bir yere yerleştirdi. O zamandan beri nerede oldukları bilinmiyor.

Pekin, onun yerine kendi adayını atadı. Bu hareket sürgündeki Tibet Budistleri ve Tibet'teki birçok kişi tarafından büyük ölçüde reddedildi. Sürgündekiler, Çin'in seçtiği Panchen Lama'yı gayri meşru olarak görüyorlar.

dlayhin
17 Eylül 1959'da çekilen bu fotoğrafta, Hindistan Başbakanı Cevahirlal Nehru (sağda) ve Dalai Lama Budist selamlaşmasında görülüyor.

ABD ve Hindistan Çin'e karşı konuyu kaşıyor

Tibet'teki Dalai Lama seçimi, özellikle Hindistan ve ABD için jeostratejik bir mesele. İki ülkenin de Çin'e karşı bu gündemi kaşıdığı görülüyor.

Sürgündeki Tibet hükümetine ev sahipliği yapan Hindistan için Dalai Lama'nın halefi ulusal güvenlik ve Çin ile olan sıkıntılı sınır ilişkisiyle kesişiyor.

ABD'nin Tibet'e olan ilgisi de, CIA'nın 1950'lerde Dalai Lama'nın sürgününden sonra da dahil olmak üzere "Çin işgaline karşı Tibet direnişi" diye niteleyerek desteklediği Soğuk Savaş dönemine kadar uzanıyor.

Washington, bir sonraki Dalai Lama'yı seçmek de dahil olmak üzere, Tibet Budistlerinin dini özerkliğine uzun zamandır iki partili destek gösteriyor.

2015 yılında Çin, bir sonraki Dalai Lama'yı seçme yetkisini iddia ettiğinde, ABD yetkilileri bunu açıkça reddetti ve Tibet Budistlerinin tek başına karar vermesi gerektiğini ileri sürdü. En güçlü tutum, 2020 yılında Başkan Donald Trump yönetiminde Tibet Politikası ve Destek Yasası'nın (TPSA) kabul edilmesiyle geldi.

ABD son tutumuyla da, Dalai Lama'nın "kendi reenkarnasyonunu belirleme hakkını" açıkça destekledi ve sürece müdahale eden Çinli yetkililere yaptırım uygulanmasını yetkilendirdi.

Can Kuyumcuoğlu/soL


Emekçinin cebindeki iktidar çekirgesi: Memur-Sen büyüdükçe memur küçüldü -Murat Uysal / Evrensel -

Memur-Sen’in üç kağıdı

AKP öncesinde yalnızca 41 bin üyeye sahip Memur-Sen, AKP’li yıllarda 1 milyondan fazla yeni üye kaydetti. Kamuda iktidarın personel kolu gibi çalışan Memur-Sen, imzaladığı toplu sözleşmeleriyle, milyonlarca emekçi ve emekliyi, resmi enflasyonun bile altında ücret artışlarına mahkum etti. Kamu emekçileri sefaletle boğuşurken, Memur-Sen Genel Başkanının oğlu ve genel başkan yardımcısı, ortak inşaat şirketleriyle lüks villa satıyor.

Emekçinin cebindeki iktidar çekirgesi: Memur-Sen büyüdükçe memur küçüldü -Murat Uysal-

Resmî Gazete’de yayımlanan 2025 yılı verilerine göre Türkiye'de 3 milyon 16 bin 495 memurdan 2 milyon 319 bin 157’si sendika üyesi. 1 milyon 78 bin 831 üyeyle Memur-Sen en fazla üyeye sahip konfederasyon olurken, Türkiye Kamu-Sen’in 560 bin 60, KESK’in ise 166 bin 266 üyesi bulunuyor.

AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle birlikte yükselişe geçen ve iktidara yakınlığıyla bilinen Memur-Sen, 23 yılda üye sayısını yüzde 2476 oranında artırdı. Aynı dönemde KESK’in üye sayısı yüzde 36.62 oranında azaldı. Türkiye Kamu-Sen ise göreli olarak daha az kayıpla süreci geçirdi. 2002 yılında sadece 41 bin 871 üyesi bulunan Memur-Sen, 2025’te 1 milyon 78 bini aşkın üyesiyle kamu toplu sözleşmelerinde yetkili konfederasyon konumuna geldi.

Bu artış sadece bir sendikal büyümeye değil, iktidarın toplu sözleşme masasını istediği gibi şekillendirmesine de işaret ediyor. Zira kamu emekçilerinin temel ücretleri, sosyal hakları ve güvenceleri Memur-Sen’in imzasıyla geriye çekildi. Memur-Sen’in yetkili olduğu yıllarda enflasyon karşısında eriyen maaşlar, vergi dilimlerine takılan ücretler ve yok sayılan ek ödemeler memurların alım gücünü ciddi biçimde düşürdü.

2024 yılında yapılan toplu sözleşmede memurlara yapılan zam oranı ilk 6 ay için yüzde 15, ikinci 6 ay için yüzde 10 olarak belirlenmiş, bu oranlar resmi TÜİK enflasyonunun dahi gerisinde kalmıştı. Öyle ki memur maaşlarına yapılan zam yılın daha ilk aylarında enflasyona yenildi. Buna rağmen Memur-Sen, imzaladığı sözleşmeyi “tarihi kazanım” olarak duyurmuştu.

Kamu emekçileri için yeni toplu sözleşme görüşmeleri 1 Ağustos’ta başlayacak. Bu sürece de yine Memur-Sen’in “yetkili” sıfatıyla oturacak olması, milyonlarca kamu çalışanı açısından büyük bir endişe kaynağı. Zira bu tablo, yalnızca bir sendikal rekabet sorunu değil, aynı zamanda kamu emekçilerinin mücadele ve temsil hakkının gasbedilmesi anlamına geliyor.

Talep başka, imza başka: Memur-Sen’in sözleşme yüzsüzlüğü

Geçmiş dönem toplu sözleşme sürecine girilirken Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, “en az yüzde 110 zam” istediklerini açıklamıştı. Yalçın, yaptığı konuşmada, “Geçmiş dönem kayıplarının telafi edilmesi, refah payı ile alım gücünün yükseltilmesi gerekiyor” diyerek memur tabanına umut vermişti. Ancak ne olduysa masa başında oldu: Memur-Sen, hükümetin yüzde 15 + yüzde 10’luk teklifine “tarihi kazanım” diyerek imza attı.

Bu imzanın ardından memur maaşları enflasyon karşısında erirken, temel maaşlar açlık sınırının hemen üzerinde kaldı. Memurların cebine giren para yılın ilk çeyreğinde eridi, vergi dilimleriyle daha da küçüldü. Buna rağmen Memur-Sen yönetimi, sorumluluğu üstlenmek yerine TÜİK verilerine sığındı.

Yalçın aynı cümlelerle yeniden sahnede

1 Ağustos’ta başlayacak 2026-2027 yılı yeni toplu sözleşme süreci yaklaşırken, Ali Yalçın üç gün önce yine kameralar karşısındaydı. Geçmişteki tutumunu unutan Yalçın, “Kayıplar enflasyon farkıyla değil, refah payıyla telafi edilmelidir” diyerek neredeyse aynı söylemleri tekrarladı.

Açıklamasında, “Biz emekçilerin masaya güçlü oturmasını sağlıyoruz” diyen Yalçın, önceki sözleşmede masadan nasıl hükümet lehine kalktıklarını ise tek kelimeyle anmadı. Üstelik bu açıklamayı, milyonlarca kamu emekçisinin maaşlarının zam oranlarına rağmen açlık sınırına yakın seyrettiği, sosyal haklarının ise geriletildiği bir dönemde yaptı.

Memur-Sen neden kuruldu, neye dönüştü?

1995 yılında “inançlı kamu çalışanlarının” örgütlenmesini sağlamak amacıyla kurulan Memur-Sen, AKP iktidarıyla birlikte büyümesini hızlandırdı. Dindar kamu çalışanlarının haklarını savunma iddiasıyla öne çıkan konfederasyon, zamanla siyasal iktidarın memurlar üzerindeki en önemli denetim ve yönlendirme aracına dönüştü.

Ancak Memur-Sen sadece bir “yetkili sendika” değil; aynı zamanda kamu kaynaklarının aktarımına aracılık eden, iktidarın politikalarını meşrulaştıran bir mekanizma haline de geldi.

Sendika mı, rant aracı mı?

Memur-Sen’e bağlı TOKİ Memur Konut Yapı Kooperatifi üzerinden inşa edilen lüks konutlar piyasa fiyatının çok altında kooperatif üyelerine satıldı ve ardından fahiş bedellerle devredildi. Ankara’da hayata geçirilen projede kamu arazilerinin sendika aracılığıyla ranta açıldığı belgelendi. İzmir Menemen’de “sosyal konut” denilerek başlatılan projede milyonluk villalar inşa edilirken, alıcıların büyük kısmının Memur-Sen’e bağlı yapı kooperatifi üyeleri olduğu tespit edildi.

Ali Yalçın’ın oğlunun inşaat şirketi var

Bu rant ağının yalnızca kooperatiflerle sınırlı olmadığı, doğrudan şirketleşme yoluyla da sürdürüldüğü ortaya çıktı. Paraf Yatırım Gayrimenkul AŞ adlı şirketin kurucuları arasında, Memur-Sen Genel Başkan Yardımcısı ve Bayındır Memur-Sen Genel Başkanı Soner Can Tufanoğlu ile Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın’ın oğlu Yuşa Yalçın yer alıyor. Bu durum, sendikanın kamu emekçilerinin hakları bir yana gayrimenkul sektörü üzerinden ekonomik çıkarlar için de örgütlendiğini gözler önüne seriyor.

Üyelik değil, mecburiyet: Kamu emekçileri niçin Memur-Sen’de?

Kamu emekçilerinin sendikal tercihlerinin ardında örgütsel bilinçten çok, iş güvencesi ve baskı yatıyor. Görüşlerini aldığımız kamu emekçileri, Memur-Sen’e yönelimin arkasındaki temel dinamiğin korku, yönlendirme ve iktidar bağlantılı çıkar ilişkileri olduğunu söylüyor:

“Kamu emekçilerinin çoğu Memur-Sen’i güvenli liman olarak görüyor, atanmanın, işinden olmamanın, görev yerinin değişmemesinin güvencesi olarak Memur-Sen’i görüyor. İşe başlarken imzalanan evrakların içerisine Memur-Sen üyelik evrakları da yerleştiriliyor. İşe yeni başlayan memur daha sendikanın ne olduğunu bilmeden kendini Memur-Sen üyesi olarak buluyor. Böyle gökten inen üyelikler nedeniyle istifa ederse işinden olabileceğini düşünüyor.”

Bu üyelik biçiminin zorunlu hale geldiğini söyleyen emekçiler, kariyer ilişkilerinin de bu çarpık yapı içinde şekillendiğini aktarıyor:“Eğer kariyer basamaklarını tırmanmak istiyorsa Memur-Sen’e üye olmayı ya da üye olarak kalmayı önceliyor. Bugün müdür, şef, amir gibi kadroların büyük çoğunluğu Memur-Sen üyelerinden oluşturuluyor. Daha can alıcısı ise KESK üyeleri özellikle böyle kadrolara getirilmiyor.”

KESK neden üye kaybediyor?

Memur-Sen’in zorlama üyelik mekanizmasına karşılık, KESK’in yaşadığı üye kaybının da sadece baskıyla açıklanamayacağına dikkat çekiliyor:

“Burada üye muhaliftir, iktidarın yaptığı uygulamalara karşıdır. Ancak kendisinin de güvende olduğu bir sendikada olmak istiyor. Ancak bir sendika üyesine sahip çıkamadığı zaman-şimdiki tabloda da görüldüğü gibi- KESK’ten üye kaybına neden oluyor. KESK uzun zamandır bu güveni sağlayamıyor.”

Emekçiler, sendikal alandaki bölünmenin de örgütlü mücadeleyi zorlaştırdığını belirtiyor:

“Birçok bağımsız sendika oluşmaya başladı. Ne kadar çok sendika olursa memurların yan yana gelmesi de zorlaşıyor. Online sendikalarla mücadelenin önü açılmıyor. Bölünme her defasında daha da artıyor. Sağlık iş kolunda 58 sendika var.”

Memur-Sen

2002 üye sayısı: 41 bin 871
2025 üye sayısı: 1 milyon 78 bin 831
AKP’li yıllarda değişim sayısı: 1milyon 36 bin 960
Artış oranı: yüzde: 2 bin 476.7

Memur-Sen

2024 üye sayısı: 1 milyon 71 bin 632 
2025 üye sayısı: 1 milyon 78bin 831 
Artış: 7 bin 199 
Oransal değişim: yüzde 0.67

Türkiye Kamu-Sen

2002 üye sayısı: 329 bin 65
2025 üye sayısı: 560 bin 60
Artış sayısı: 230 bin 995
Artış oranı: 70.2 artış

Türkiye Kamu-Sen

2024 üye sayısı: 544 bin 226 
2025 üye sayısı: 560 bin 60 
Artış: 15 bin 834 
Oransal değişim: yüzde 2.91

KESK

2002 üye sayısı: 262 bin 348
2025 üye sayısı: 166 bin 266
Artış sayısı: -96 bin 82
Azalış oranı: yüzde 36.62

KESK

2024 üye sayısı: 167 bin 568 
2025 üye sayısı: 166 bin 266 
Azalma: 1302 
Oransal değişim:  - yüzde 0.78

Murat Uysal / Evrensel



Son savaşı işçilerle! -Özer Akdemir / Evrensel-

İngiliz kraliyet donanmasına ait HMS Bristol gemisi 3 Temmuz 2025 tarihinde söküm için Aliağa gemi söküm tesislerine yanaştı. Geminin tehlikeli madde envanteri ve asbest raporuna göre hem gemi söküm işçileri hem de gemi parçalarını alevle kesecek olan demir çelik işçileri asbest, kurşun ve diğer kimyasal maddeler tarafından zehirlenme riski altında.

İngiliz savaş gemileri Aliağa’da sökülüyor

2009-2024 arasında Aliağa’da 25 İngiliz askeri gemisi söküldü. Önümüzdeki dönemde 6 İngiliz savaş gemisinin daha Aliağa’da söküleceği belirtiliyor. Son olarak 11 Haziran’da İngiltere’den yola çıkan HMS Bristol askeri gemisi 3 Temmuz 2025 tarihinde Aliağa gemi söküm tesislerindeki Leyal Gemi Söküm Şirketinin limanına yanaştı.

HMS Bristol savaş gemisine daha yakından bakacak olursak; gemi, 1967’de inşaatına başlanıp 1973 yılında İngiliz donanmasına katılmış. 50 yıldır İngiliz donanmasına hizmet verdikten sonra 2020 yılında emekliye ayrılmış. 54.6 metre uzunluk ve 17.1 m genişliğindeki geminin söküm için satış ihalesini Leyal Gemi Söküm Şirketi kazanmış.

Leyal, Türkiye’de Avrupa Birliği (AB) onaylı 11 gemi geri dönüşüm şirketinden birisi. AB bayraklı gemilerin çevreye duyarlı ve güvenli bir şekilde geri dönüştürülmesini sağlamak amacıyla 2018 tarihinden itibaren yürürlüğe giren yönetmeliğe göre, AB bayrağı taşıyan gemiler yalnızca AB tarafından onaylanmış gemi geri dönüşüm tesislerinde sökülebiliyor. Haliyle bu sertifikaları alan firmalar AB Komisyonu tarafından işçi sağlığı, güvenliği ve çevresel koruma standartlarına uygunluk açısından denetleniyor. İşte bu denetleme raporlarına göre Leyal ve aynı firmaya ait olan Leyal Demtaş adlı iki gemi söküm firmasının adı birçok eksiklik, usulsüzlük ve çevresel sorunlarda geçiyor. Hatta bu raporlarda firmanın AB denetçilerini kandırmak için yaptığı Ali Cengiz işlerine de çabalarına da yer verilmiş.

Bu denetlemelerde ortaya konan usulsüzlükler ve çevre-sağlık sorunları bu şirketlerin ellerinden bu belgenin alınması sonucunu doğurabilecek düzeyde. Nitekim daha önce AB sertifikası verilen üç şirketin bu belgeleri sonradan ellerinden alınıyor. En son Libya’dan getirilen Slough adlı gemideki yangınla adını duyuran Şimşekler, sertifikası iptal edilen firmalardan birisi.

Gemi sökümlerindeki sorunlar birçok kez raporlandı

Çevresel sorunlar ve bunlardan kaynaklı sağlık problemleri denildiğinde Türkiye’de akla gelen birkaç yerden birisi olan Aliağa, tüm bu kirlilik yükünü taşıyacak kapasiteyi çoktan aştı. Gemi söküm tesislerinin insan ve çevre sağlığı açısından yarattığı olumsuz sonuçların en önemli nedenleri arasında şirketlerin, bakanlıkların ve diğer ilgili kişilerin üzerine düşen görevleri yerine getirmemesi sayılıyor. Bunun yanı sıra çevresel incelemelerin yapılmaması, önleyici tedbirlerin sistematik olarak uygulanmaması, söküm işlemlerinin  kurallara uygun yapılmaması, atık yönetimi ve planlamasındaki sorunlar, yanlışlar ve gerçek dışı beyanlar, iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin  alınmaması, bu hususta gerçeğe aykırı olarak gerçekleştirilen  eylemlerin ve eylemsizliklerin hepsi gerek AB denetim raporlarında gerekse Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının hazırladığı “tertemiz raporu”nda ortaya konulmuş durumda.

HMS Bristol’de 400’den fazla contada asbest var

Gemi sökümlerdeki çevre, sağlık ve hukuksal sorumlulukları araştırmak için hukukçular, meslek odası temsilcileri ve alanında uzman isimler tarafından oluşturulan bir STK olan Gemi Söküm Platformu, HMS Bristol gemisi ile ilgili bir bilgi notu paylaştı. Geminin tehlikeli madde envanteri ve asbest raporunu inceleyen platform, gemide toplamda 400’den fazla conta, yalıtım malzemesi, sızdırmazlık macunu ve elektrik panosunda asbest bulunduğunu dile getirdi. Gruptaki bazı uzmanlar 400 conta veya sızdırmazlık malzemesinin, miktar olarak büyük olsa da gemideki esas endişe kaynağı olarak kabul edilmeyebileceği görüşündeler. Bilgi notunda “Bu conta ve sızdırmazlık malzemelerinin sökülmeden doğrudan çelik fabrikalarına gönderilebileceği, (Muhtemel en uygun yöntem kabul edilebilir) ve çelik geri kazanım sürecinin bir parçası olarak bertaraf edileceği tahmin edilebilir. Ancak, esas sorun yaratabilecek olan yalıtım malzemeleri ve elektrik panelleridir” diyen bu görüşe karşı çıkanlar da var. Bu uzmanlar, “Contalar sökülürken paramparça olurlar, yekpare çıkmazlar. Kaldı ki yakma tesislerine gönderildiğinde de çıkan dumanla asbest lifleri çok büyük alanlara yayılır” diye karşı görüş açıklıyorlar.

Tablo: Geminin tehlikeli madde envanteri belgesinden


Zehirlenen işçilere ‘kurşun izni’!

Geminin raporlarını inceleyen platform üyeleri gemide asbestin dışında 283 kilogramdan fazla kurşun içeren boya tespit edildiği bilgisini paylaştı. Hem asbestli contaların hem de boyalı çeliklerin yüzde 99.9’unun doğrudan demir çelik fabrikalarına gideceğine dikkat çekilen bilgi notunda; “Esas maruziyet çeliğin alevle kesilmesi sırasında ortaya çıkacaktır. Bu işlem sırasında kurşun içeren zehirli gazlar oluşur. Eğer işçiler yeterince korunmazsa bu işçiler için kurşunun solunması ya da teması sonucunda kurşun maruziyeti oluşur. Çevre kirliliği açısından TÜBİTAK ve Ege Üniversitesinin raporlarında kurşun değerlerinin eşik seviyeyi çoktan aştığı tespit edilmiştir. Bölgede halihazırda bir kurşun kirliliği olup bunun yönetiminin yapılmadığı açıktır. Aliağa’da kan kurşunu ölçümlerinin yaygın olarak yüksek çıktığı; ancak bunun kök nedenlerini araştırmak ve önleme yönelik bir çalışma kültürü geliştirmek yerine, işçilere ‘kurşun izni’ verilmesi bilinen bir pratiktir” deniliyor.

Geminin tabanı tamamen zehirli boya ile kaplı

Gemi gövdesinin alt kısmında ise yaklaşık 263.5 kilogram TBT boya olduğu, doğrudan demir çelik tesislerine gidecek olan bu boyalı parçaların alevle kesim sırasında insanlara zarar verebileceği dile getiriliyor. Bununla birlikte kesim sırasında ortaya çıkan gaz, toz, boya parçacıkları ve çelik cürufunun çevreye yayılması ihtimalinin de endişe verici olduğu belirtiliyor. Bilgi notunda şu ifadeler dikkat çekiyor; “Leyal dahil olmak üzere Aliağa’da, su üzerinde kesim yapıldığından gemi yapısı bir kapalı tahliye sistemi olarak görülmekte ve bu sistemin söküm faaliyetleri sırasında çevreyi ve bilinen kirleticilerden çevreyi koruduğu savunulmaktadır. Oysa söküm işlemleri deniz ortamında yapıldığında kirliliğin yayılmasını tamamen önlemek imkansızdır. Bu kapsamda en iyi pratik Aliağa’daki baştan kara yöntemi değil, kuru havuzdur.”

Gemide zehir namına yok yok!

Tablo: Geminin tehlikeli madde envanteri belgesinden alınmıştır

HMS Bristol gemisinin evraklarında yapılan incelemelerde ayrıca; Klima ve soğutma sistemlerinden alınan örneklerde CFC gazları (kloroflorokarbonlar), elektrik panoları, kablo sistemleri ve aydınlatma donanımlarında PCB (poliklorlu bifeniller) bulunduğu dile getiriliyor. Bunlara ek olarak gemide bir miktar radyoaktif madde, geminin yaşı da göz önüne alındığında bir miktar PFOS (yangın söndürme kimyasalı) ve HBCDD (alev geciktirici) gibi özel işlem gerektiren maddeler de bulunduğu altı çizilen konular arasında. Tehlikeli atık envanterindeki rakamların bu tür ve yaştaki gemiler için beklenen düzeyde olduğuna dikkat çekilen bilgi notunda sonuç olarak İngiltere’nin gemiyi geri alması gerektiği belirtiliyor.

Özer Akdemir / Evrensel

Antalya Arkeoloji Müzesi'nin yıkılması kararına tepki -Yusuf Yavuz / soL -

 Antalya Arkeoloji Müzesi'nin yıkılması kararına tepki

Antalya’da Arkeoloji Müzesinin yıkılma kararına kent halkı, STK’lar ve meslek odalarından ortak tepki geldi…

Antalya Arkeoloji Müzesi’nin depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle yıkılmak istenmesine bir grup Antalyalı tepki gösterdi.

Antalya Barosu, Antalya Kent İzleme Platformu, Antalya Kültürel Miras Derneği, Akdeniz Serbest Mimarlar Derneği, Akdeniz Üniversitesi Öğretim Elemanları Derneği, Arkeologlar Derneği Antalya Şubesi, Docomo, Eğitim-İş Antalya Şubesi, Eğitim-Sen Antalya Şubesi, İnşaat Mühendisleri Odası Antalya Şubesi, Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği, Kültür Sanat Sen Antalya Şubesi ve Mülkiyeliler Birliği Antalya Şubesi temsilcilerinden oluşan Antalya Müzesi Çalışma Grubu’ndan yaklaşık 100 kişi, ellerinde taşıdıkları döviz ve pankartlarla Antalya Müzesi önünde toplandı.

Yapılan açıklamalarda ödüllü müze binasının güçlendirilerek korunması istendi. 7 Temmuz Pazartesi günü turizm sezonu ortasında ziyarete kapatılacağı belirtilen müzenin önünde saat 09’da yeniden bir araya gelecek olan Antalyalılar taleplerini bir kez daha yineleyecek.

Ödüllü müze ziyarete kapatılıyor

Antalya Müzesi’nin depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle yıkılmak istenmesine tepki gösteren Antalya Müze Çalışma Grubu, müzenin 7 Temmuz 2025 tarihinde de ziyarete kapatılacağını öğrendiklerini bildirdi.

Antalya Müze Çalışma Grubu Sözcüsü Prof. Dr. Gül Işın, burada yaptığı konuşmada müzeye, tarihi ve kültürel mirasa sahip çıktıklarını söyledi.

Türkiye'nin yarışma projesiyle inşa edilen ilk müzesi

muze

Antalyalıların müzeye sahip çıkmasını isteyen Prof. Dr Işın müzenin yıkım kararının ertelenmesini ve bilim insanları ve Antalya halkı ile tartışılmasını istedi. Prof. Dr. Işın, şunları kaydetti: “Antalya Arkeoloji Müzesi binamızın yıkımının durdurulmasını talep ediyoruz. Kültürel mirasımız olan bu değerli yapının yıkılmasını değil, korunarak restore edilmesini istiyoruz!

Kültür ve Turizm Bakanlığı, 20 Mart 2025'te müzenin yıkılacağını duyurdu. Gerekçe olarak binanın depreme dayanıksız olmasını ve artan depolama ihtiyacını gösterdiler. Ancak bu bina, sıradan bir bina değildir. Bu yapı, Türkiye’nin yarışma projesi ile inşa edilen ilk müzesidir. Bu özelliği bile tek başına, ona tarihi ve belgesel bir değer katmaktadır. Sadece Antalya için değil, Türkiye'nin mimarlık kültürü için de eşsiz bir değere sahiptir.”

Avrupa Konseyi'nde 'Yılın Müzesi' ödülü

Antalya müzesinin 1988 yılında Avrupa Konseyi tarafından ‘Yılın Müzesi’ ödülü aldığını belirten Prof. Dr. Işın, “Müzemiz, Akdeniz ve organik mimari üsluplarının seçkin bir örneğidir. Geleneksel Akdeniz mimarisinin avlulu yapısını, doğal ışık ve havalandırma unsurlarını modern bir yorumla birleştirir. Bu özgün nitelikleri sayesinde, 1988 yılında Avrupa Konseyi’nden ‘Yılın Müzesi’ özel ödülünü almıştır” dedi.

Kültürel değeri dikkate alınmadı

Antalya Arkeoloji Müzesi'nin, sadece eserlerin sergilendiği bir yer olarak tasarlanmadığına dikkat çeken Prof. Dr. Gül Işın, şöyle devam etti: “İçinde kütüphanesi, konferans salonu, amfisi ve bahçesiyle yaşayan, sosyal ve kültürel bir merkez olarak planlanmıştır. Binanın kültürel bir varlık olarak korunması için Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurduk. Talebimiz, binaya eklentiler yapıldığı gibi bir gerekçeyle reddedildi. Bu eksik ve hatalı karara karşı Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’na itiraz ettik. Yüksek Kurul’un kararı henüz açıklanmadı. Ancak tüm bu süreç devam ederken, 5 Haziran'da müzenin taşınma ve yıkım ihalesinin yapıldığını duyduk. Hatta geçtiğimiz hafta, firma yetkililerinin müze personeline taşınma takvimini anlattığını ve müzenin 7 Temmuz Pazartesi günü ziyarete kapatılacağını öğrendik. Bu durum, Yüksek Kurul’un da binanın kültürel değerini dikkate almadığı yönünde ciddi bir endişe yaratmıştır.”

'Yıkım kararı ertelensin'

Müzenin yıkılmasının asla kabul edilemez olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Işın, Kültür ve Turizm Bakanlığın'a seslenerek, yıkım kararının derhal ertelenmesini istedi. Tüm uzmanların görüşlerini paylaşacağı bir çalıştay düzenlenmesini talep eden Prof. Dr. Işın, sözlerini şöyle tamamladı: “Gelin, ortak bir akılla hareket edelim. Antalya Arkeoloji Müzesi'ni, artan depolama ihtiyaçlarını da karşılayacak şekilde, yıkarak değil, restore ederek koruyalım. Antalya halkının müzesine sahip çıkarak bu yıkımı durduracağına inanıyoruz.”

‘Yorgun Herakles yardım bekliyor'

Akdeniz Üniversitesi Öğretim Elemanları Derneği önceki dönem başkanı Prof. Dr. Hilmi Uysal da yıkılmak istenen Antalya Müzesi'nin 7 Temmuz itibariyle ziyarete kapatılacağını söyledi. "Ben yaptım, oldu anlayışı" ile bir yere varılamayacağını ifade eden Prof. Dr. Uysal, şöyle konuştu: “Antalya duy beni… İki ay sonra Antalya müzesi dümdüz yerle bir olursa şaşırma. Turizmin en hareketli olduğu Temmuz ayında müze kapatılacak. Böyle bir turizm anlayışı olamaz. 40 yıllık bir uğraş sonucu kaçırıldığı ABD’den memleketi Antalya müzesine getirilen Yorgun Herakles (Herkül) heykeli yalnız bırakılmak isteniyor. Herkül yardım istiyor. Herkül’e nasıl kıyarsınız, Ey halkım duyun bizi. Herkül yardım istiyor.”

yorgun herakles
Yorgun Herkül (Herakles) heykeli, müzenin önemli eserlerinden biri. 

Avukat Koç: Yıkımı bile hukuksuz yapılıyor

Av. Tuncay Koç ise, Antalya Müzesi'nin hukuksuz bir şekilde yıkılmak istendiğini, müzenin yıkım ve taşınma ihalesinin gizli yapıldığını öne sürdü. Koç, “Müzenin yıkımı bile hukuksuz yapılıyor. İhaleyi bile kendi içlerinde kamuoyuy ile paylaşmadan yapıyorlar. Antalya müzesi bir gecede hukuksuz yıkılmak isteniyor. Eğer bu yapı, bu müze riskli ise bunu açıklayın, kamuoyu ile paylaşın. Şeffaf olun. Bu tür uygulamalarla demokrasiden tamamen uzaklaşılıyor” dedi.

Mimarlar Odası Antalya Şubesi önceki dönem başkanlarından Recep Esengil de, “Burada yıkılmak istenen sadece arkeoloji müzesi değil, mimari bir eser yıkılmak isteniyor. Yüzlerce mimarın katıldığı proje yarışması ile yapılan bu müze uzmanlar tarafından bilim insanları tarafından tartışılmadan yıkılmak isteniyor” diye konuştu.

Müze alanına otel mi yapılacak?

antalya müzesi

Müzede 30 yıldır üniversite öğrencilerine resim ve sanat eğitimi verdiğini ve kendisinin bir müze emekçisi olduğunu belirten Gülay Eroğlu ise, hizmet verdiği süre içinde Antalya müzesinde çok değişimler gördüğünü ifade ederek, yıkılması planlanan müze alanına büyük bir otel yapılacağı yönünde söylentiler olduğunu kaydetti.

İMO Başkanı: Müze güçlendirilmeli

Müzelerin kültürel ve tarihsel gelişim açısından insanlık için çok önemli olduğunu vurgulayan İMO Antalya Şubesi Başkanı Soner Akdoğan da depreme dayanıksız olduğu için yıkılmak istenen müzenin riskli olup olmadığının açıklanmasını istedi. Akdoğan, “Mevcut Antalya müzesi güçlendirilerek yapılmalı.  Yeni yapılacak müzenin 2-2,5 milyar TL’ye mal olacağı söyleniyor. Daha düşük bir bütçe ile Antalya müzesi bilimsel açıdan güçlendirilebilir” dedi.

Akdeniz Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şükrü Erdem de, bir dönem "Antalya iş dünyası" ile daha büyük müze yapılması konusunda çalışmalar yaptığını ancak, bugün yapılmak istenen müzenin çok farklı olduğunu ifade etti. Prof. Dr. Erdem, şöyle devam etti: “Turizm görkemli binalarla yapılmaz. Turizm, kültürle, tarih ve sanatla gelişir. Müze, bir ülkenin, bir kentin kültürel kimliğidir. Milliyetçiler, ulusalcılar Antalya halkı müzesine sahip çıkmalı. Bir zamanlar iş dünyası içinde yeni ve büyük bir müze yapılması için çalıştım. Şimdi ben de kendimi suçluyorum. Çok farklı bir anlayış var.”

1922 yılında Antalya Müzesi'ni kuran Süleyman Fikri Erten’in torunu Prof. Dr. Günseli Orhon, kısa konuşmasında müzenin yapılış süreci ile ilgili bilgi verdi. Prof. Dr. Orhon, “Antalya’nın İtalyan işgali sırasında kentimizin kültürel değerleri kaçırıldı. Büyük dedem Fikri Erten, İtalyanların kaçırmak istediği tarihi eserleri Antalya’nın dağlarından katır sırtında toplayıp müze oluşturdu. (Biz yaptık, oldu) anlayışı ile bir yere varılmaz. Antalya müzesi kent belleğidir. Müzenin yıkılmak istenmesi insan öldürmekle eşdeğerdir. Tarihi eserlerimiz, onlarca uygarlığımız konteynerlere tıkılmak isteniyor" dedi.

                                                            /././

Almanlar kıskandı , Türkiye fark attı + SGK şehit polisi kalbinden vurdu -SÖZCÜ-

Almanlar kıskandı , Türkiye fark attı -Ali Gülen-

Alım gücü maaş zamları ile yükselen Almanya’da yüzde 2’lik enflasyonla fiyatlar da düşüşe geçiyor. 20 Euro ile alışveriş sepetinin doldurulduğu ülkede Türkiye’den giden ürünler daha ucuza satılıyor.

Avrupa’nın en büyük ekonomisi Almanya asgari ücret saatini 13.60 Euro’ya çıkarmaya hazırlanırken, emekli aylıklarına 1 Temmuz itibarıyla ortalama 3.74 oranında zam geldi. Yıllık enflasyonun yüzde 2 olduğu ülkede, tam prim ödeyip emekli olanların en az maaşı 2.000 Euro’ya, yine asgari ücretlinin maaşı da ortalama 2.000 Euro’ya çıkarken, çarşı- pazarda ise fiyatlar düşüyor. Türkiye’den ithal edilen birçok ürün Alman marketlerinde Türkiye’den çok daha ucuza satılırken, bir Alman vatandaşı 20 Euro’ya (939 TL) temel gıda ihtiyaçlarını satın alarak alışveriş sepetini doldurabiliyor. Sosyal medyada birçok yandaş ve trolün “Domates 20 Euro’dan satılıyor” dediği Almanya’da domatesin gerçek kilogram fiyatı 0.99 Euro’dan başlarken, Türkiye’de ise 70 TL olan bir kilogram domatesin fiyatı 1.4 Euro tutuyor.

20 EURO’YA, 20 KİLO DOMATES

Gündemdeki tartışmalar üzerine SÖZCÜ olarak çarşı pazarı dolaştık. Bir asgari ücretli veya emekli Alman, 20 Euro harcayarak  Bir kilo kiraz (3.99 Euro), bir tam tavuk (3.99 Euro), bir kilo dometes (0.99 Euro), bir kilo elma (1.99 Euro), 2.5 kilo patates (2.99 Euro), iki kilo havuç (1.29 Euro), 800 gram nohut, yarım kilo kıyma (3.79 Euro) alabiliyor.

Domatesin kilosu 0.99 Euro’dan satılırken, 20 Euro’ya 20 kilo domates alınıyor ve 20 Cent de artıyor. Almanya’da dev marketlerde yarım kilo sığır kıyma 3.79 Euro’dan (178 TL) satılırken, Türkiye’de ise paketli yarım kilo dana kıyma fiyatı 240 TL. Dana veya sığır biftek ya da rulo 12.49 Euro’luk (586 TL) fiyatlarla Alman marketlerinde tezgahta yer alırken, Türkiye’de ise bir kilogram biftek 877 TL’den satılıyor. Alman marketlerinde tüm tavuk, 3.99 (187 TL) Euro ile 4.99 (234)  arasında değişirken Türkiye’de ise kilogramı 154 TL’den satılıyor.

Meyveyi Türkiye’den daha ucuza yiyorlar

Türkiye’de yaşanan don olayları sonrasında fahiş fiyatlarla tezgahlara inen meyvede ise Türkiye Almanya’ya fiyat farkı atıyor. Türkiye’den gelen şeftali ve kayısının iki kilosu 3 Euro (140TL). Türk malı Napolyon kirazın kilosu 3.99 (188) ile 5.99(281) arasında değişiyor. Zaman geçtikçe kirazın kilosunun 3 Euro ve daha aşağı inmesi bekleniyor. Türkiye’de ise bir kilogram kiraz 500 TL’den satılırken, Almanya’daki fiyatları ikiye katlıyor. Türkiye’de 139 TL ile 2.9 Euro’ya denk gelen muzun kilosu Almanya’da 0.99 Euro. Türkiye’de 100 TL’den satılan elmanın Almanya’daki fiyatı ise 1.99 Euro (93 TL). Yine armut da 1.99 Euro’dan (93 TL) satılırken, Türkiye’de ise 250 TL’den satışta.

Aynı yoğurt markası 3’te 1’i fiyatına

Marketlere Türkiye’den, İspanya’dan veya Kuzey Afrika’dan gelen birçok ürünü Almanlar, Türkiye’den çok daha ucuza yiyebiliyor. Türkiye’de 129 TL’den satılan aynı marka yoğurt Almanya’da ise 1 Euro (46.98 TL). 800 gram nohut 1.49 Euro (70 TL), 750 gramlık sızma zeytinyağı 5.99 Euro (281.4 TL). Çeşit çeşit biraların bulunduğu Almanya’da bir bira markasının 20 şişelik kasası 9.90 Euro’ya (465 TL) satılırken, Türkiye’de ise 6’lı bir bira kasası 657 TL’den satışta. Almanya’da 70’lik Türk rakısı 13.99 (657 TL) ile 15.99 (751 TL) arasında satılıyor. 

                                                    ***

SGK şehit polisi kalbinden vurdu -Deniz Ayhan-

Polis Tekin Tuturga İdlib’de kalp kriziyle şehit oldu. Ailesine aylık bağlandı. SGK ‘Kalbi vardı’ deyip açtığı davayı kazandı, 1.5 milyon lirayı talep etti.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2020 yılında Suriye’nin İdlib şehrinde başlattığı operasyon kapsamında bölgede Özel Harekat Polisi Tekin Tuturga da görevliydi. İstirahatteyken fenalaşıp kalp krizi geçiren Tuturga’ya ilk müdahaleyi mesai arkadaşları yaptı. Görülen dava sonrası mahkeme, SGK’yı haklı buldu ve aileye ödenen aylık iptal edildi. Üstüne üstlük SGK, şehidin ailesine mahkeme sonuçlanana kadar ödenen 1,5 milyon lirayı da geri istedi. 46 yaşında vefat eden polisin üç kız çocuğu bulunuyor.  Şehidin en büyük kızı, tıp fakültesini bitirerek yeni doktor oldu, diğer iki kızı ise okuyor.

ASKERİ TÖRENLE DEFNEDİLMİŞTİ


Şehit polis Tekin Tuturga için askeri tören düzenlenmişti. Törende konuşanlar şehide  övgüler yağdırıp, üzüntülerini dile getirdiler. Aradan 5 yıl geçti, şimdi şehit bile sayılmıyor, ailesinden para isteniyor.

Aile mağdur durumda

ŞEHİDİN eşiyle görüşen CHP Manisa Milletvekili Ahmet Vehbi Bakırlıoğlu, ailenin 1,5 milyon TL’yi ödeyecek gücünün olmadığını söyledi. Konuyu SGK Başkanı Raci Kaya’ya ilettiğini ifade eden Bakırlıoğlu şöyle konuştu: “Eşi iki gözü iki çeşme ağlıyor. Ödeme gücü yok. Üç kızdan birisi doktor olarak mezun oldu. Diğer ikisi de tıp fakültesi ve fen lisesinde okuyor. Zorluklar içerisinde pırıl pırıl evlatlar yetiştiren bir aile. SGK’nın daha hassas davranması lazım.” Polis, Kilis Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı ve yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Tuturga’nın cenazesi memleketi Adana’da askeri törenle kaldırıldı. Tuturga için “Şehit Belgesi” verildi ve ailesine de aylık bağlandı. Ancak Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) daha sonra “Zaten kalp hastasıydı. Şehit sayılmaz, aylık bağlanamaz” diyerek dava açtı.

                                                    ***

(SÖZCÜ)

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...