Emperyalizmin bir tanesi - (I +II) -Erdal Topparmak / soL-

 (I)

Her iki şartı da başarıyla yerine getirdiler, çünkü ahlaki bir kaygıları olmadan sadece hedeflerine odaklandılar. Önce kendilerini emperyalist güç İngiltere’nin himayesine soktular, sonra Yahudileri Filistin’e taşıdırlar; en sonunda da, İngilizleri bırakıp yeni patronları ABD ile anlaştılar. Her üçünde de kaybeden Avrupa Yahudileri oldu. Nasıl? Neden? Çünkü faşiştler ilk önce kendi insanlarını harcarlar.

"Britanya, kudretli Britanya, dünyayı kucaklayan özgür Britanya, bizi ve isteklerimizi anlayacaktır. Planlarımızı destekleyerek İngiliz yanlısı 5.kol ve yeni bir pazar kazanacaktır" Theodor Herzl [1900 yılında 4. Dünya Siyonist Kongresi'ndeki konuşmasından]5

ABD emperyalizmi için amaç imparatorluğunu genişletmek olduğunda, çok sayıda Amerikan askerinin yaşamını riske atmak, her zaman sağlam bahaneler bulmayı gerektirir. Örneğin, Pearl Harbour saldırısından önce SSCB ve İngiltere’nin uyarısına rağmen, ABD’nin savaşa girmek için kendi pasifik donanmasını bile bile kurban ettiği artık bilinmektedir. Vietnam Savaşı'ndan bu yana ABD askerlerinin bir bölgeye doğrudan müdahalesi, kitlesel protestoların getirdiği yüke ek olarak, harcanan insan gücü ve yükselen maliyetler nedeniyle zayıf bir seçenek halini almıştır. Bir bölgeye ABD kara birliklerinin konuşlandırılması sadece çok dikkatlice hazırlanmış yalanlarla mümkün olabilir: hedeflenen ülkede tehlike altında olan vatandaşlar, ABD'ye zarar verme potansiyeli olan yönetimler, nükleer silahlar veya “terörü destekleyenler”. Önce Irak’da, ondan 10 sene sonra Suriye’de, şimdi de İran’da nükleer/kitle imha silahları olduğu uyduruluyor. Günümüzde insansız hava araçlarıyla uzaktan kumandalı ölüm ve yıkım ekipleri oluşturmak mümkün olsa da, ihtiyaç duyulan bütünsel ölçekte bir kara savaşıysa, emperyalizm vekalet güçlere başvurmak zorunda.1

Vekalet “orduları” çeşitli biçimlerde ortaya çıktı. Ronald Reagen 80’lerde Nikaragua’nın Sandinista hükümetini devirmek amacıyla CIA-Kontra olarak bilinen Nikaragualı haydut birliklerini silahlandırdı. Aynı dönemde, Güney Afrika’daki apartheid rejimiyle işbirliği içerisinde, Angola’nın bağımsızlık mücadelesine karşı sağcı UNITA güçlerini finanse etti. Yakın zamanda, yoksul bölgelere “insani yardım” sağlama ve terör karşıtı projelere destek verme vitriniyle, ABD’li danışmanların yönetimindeki U.S. Africa Command (AFRICOM)’u kullandı. Benzer şekilde ABD ve Fransa, Kaddafi'yi katletmek için aynı haydut takımını kullanmış, devrik liderin 400 milyar dolarını paylaşmak için de birbirlerine girmişlerdi.

Vekalet savaşları nispeten yeni bir konsept olarak kabul edilse de, Siyonizm, daha kapitalizm emperyalist aşamaya varmadan önce sömürgeci zihinlerin en favori projesi haline gelmişti. Hiç bir vekil güç Siyonizm kadar emperyalizme hizmete hevesli olmadığı gibi, emperyalizmin de en favorisi hep Siyonizm oldu. Bugün de İsrail askeri güçlerinden daha değerli bir vekil yoktur. Siyonizm, emperyalizmin bir tanesidir. Bunu en temel nedeni saygın bir akademisyen tarafından şöyle tespit edilmektedir: “İsrail, Holokost'un sağladığı meşruiyetle tarihin akışı ve insanlığın ilerleyişinin tam tersi istikamette gerici bir çerçevede kuruldu. Sömürge imparatorlukları nihai olarak çökerken sömürgeci anlamda yerleşimci, fetih ve ilhak tarihte en kesin biçimde reddedilirken fetihçi ve ilhakçı, modern devletin laiklik ilkesi tüm dünyada yaygınlık kazanırken din temelli, soykırım insanlığa karşı işlenebilecek en büyük suç mertebesine yükseltilirken soykırımcıydı9. Batı emperyalizmi bu meşruiyetin arkasına saklanarak, normalde hesap vermek zorunda olduğu kamuoyu vicdanının yarattığı engeli ortadan kaldırıp ilkel sömürgecilik döneminden kalma metotları uygulama imkanı bulmuştur. Nitekim, Haziran ayındaki G7 zirvesinde “İsrail’in kirli bir iş yapıyor olması cazip mi?” sorusuna Almanya Başbakanı Merz, "kirli iş terimi için size minnettarım. Bu, İsrail’in hepimiz için yaptığı kirli bir iş3 yanıtını verdi.2, 3, 9  

Siyonizmin kökenleri

Siyonizm, daha zihinlerde ilk şekillendiği dönemde, Yahudilerin ihtiyaçları için değil, sömürgeciliğin “kirli işleri” için yaratıldı. Fransız Devrimi sonrası Napolyon'un iktidara çıkışı, Mısır'ı işgali ve Yahudileri özgürleştireceğini ilan etmesiyle birlikte, İngiliz ve Fransız emperyalizmi arasında Avrupa Yahudileri üzerinden yeni bir çatışma dönemine girildi. Napolyon, İngiltere ile ekonomik, Rusya ile olan askeri mücadelesinde Yahudileri kullanmak istemiş ve daha o dönem Filistin'i "gerçek sahiplerine" vereceğini söylemişti. Sonrasında Alman emperyalizmi de işe karışmış, Otto von Bismark, Yahudileri Berlin-Bağdat demiryolu hattı çevresine yerleştirmek istemişti.

1862’de Siyonist yazar Moses Hess, Roma ve Kudüs adlı eserinde ideolojinin teorik programını şekillendirdi. Fransa’nın girişimleriyle atalarının topraklarında Yahudi kolonilerinin kurulmasının gerekliliğini ve buna ilişkin planları detaylandırdı. Bunları elbette Fransız emperyalizminin gözetiminde özel danışmanlarla birlikte yaptı. İlgili danışmanlardan biri projelendirilen Siyonist devlet için şöyle diyordu: "….Yahudi devleti zamanla Süveyş Kanalı’ndan, Lübnan sahilleri de dahil, İzmir Limanı’na kadar genişleyecektir. Böylece Avrupa devletleri, ürünlerini satmak için de yeni bir Pazar kazanmış olacak……..Kaybedecek zamanımız yok. Avrupa medeniyetine yeni yollar ve imkanlar sağlamak üzere kadim ulusları geri çağırma vakti geldi”4Hess, hiçbir rasyonel ve bilimsel temele dayanmadan “ırksal içgüdüler” ve “saf Alman ırkı” gibi kavramları kullanmış, Almanlar ile Yahudiler arasında doğal bir antagonizma olduğunu vurgulamıştı. Daha o dönemde Almanlarla Yahudilerin bir arada yaşayamayacaklarını öne sürmüş, bunun da farklı ırklardan gelmelerinin doğal bir sonucu olduğunu ifade etmişti. Siyonizmin kurucu babalarını düşüncelerinin Nazizm için temel olduğu aşikardır.

Zengin bir bankerin oğlu olan Theodor Herzl, siyasal Siyonizmin kurucusu olarak kabul edilmektedir. “Yahudi Sorunu” kavramına çözüm olarak öne sürdüğü Yahudi devleti projesinin üst Yahudi sınıfının çıkarları için çok uygun olduğuna karar vermişti. Güney Afrika’yı sömüren Cecil Rhodes'den 1902 yılında Filistin’de bir Yahudi yerleşimi ayarlamak için nüfuzunu kullanmasını isterken Siyonist heveslerini şöyle açıklıyordu: “Sizi tarih yazmaya davet ediyoruz. Bu gülünecek veya korkulacak bir şey değil. Afrika'da değil, Küçük Asya'da; İngilizlerle değil, Yahudilerle ilgili. Önceden bilseydiniz çoktan yapmıştınız, çünkü sömürgeci bir girişim"5Herzl, Cecil Rhodes ile buluşabilmek için çok çaba sarfetti. Nüfuzunu Siyonizm lehine kullanması karşılığında büyük karlar elde edeceği vaadiyle yatırım yapması için ona yalvardı. Herzl’in bu umudu, Rhodes’in erken yaşta ölümüyle tarihe gömüldü.

Herzl, Siyonizmi beyaz ırkın sömürgeci hevesleriyle tanımlarken özel sermayeye büyük vaatlerde bulunuyor, dünya medyasındaki Yahudi hegamonyasından yararlanacaklarını devamlı olarak vurguluyordu. Kendisi tam bir emperyalizm işbirlikçisiydi. Yahudi halkını Arap ayaklanmalarına karşı kullanmak üzere Sultan II. Abdülhamit’e, Süveyş Kanalı’nın bekçiliği vaadiyle de İngiliz emperyalizmine teklifler götürdü. Yaptığı tekliflerden birinde Yahudi bankerleri tarafından finanse edilecek bir şirketten bahsetmektedir: "Bu işin en hızlı ve kolay yolu şirketin büyük bankalar tarafından kurulmasıdır. Büyük finans gruplarımız aralarında anlaşarak gerekli fonları kısa sürede temin edebilir. Şirketin hissedarları elde edecekleri yüksek miktardaki kârı önceden hesaplayabileceklerdir… Muazzam kazançlar sağlayacaksınız. Bir koyup 15 alacaksınız; 1 milyar 15 milyar olacak. Arsa spekülasyonlarından elde edilecek muazzam kazançlar şirkete gidecek. Her girişimci gibi, risk alarak yatırım yapmış olanlar kazançlarını katlayacaklar”5

Herzl’in ünlü The Jewish State (Yahudi Devleti) adlı kitabının taslak halindeyken ismi neydi? An Address to the Rothschilds (Rothshildlere Hitaben). Siyonist program başından beri dünyanın siyasal elitleri ve sermayenin çıkarlarına yaranarak onlarla işbirliğini amaçladı. Bu kapsamda Herzl, Avrupa emperyalizmine şöyle seslendi: “Avrupa ülkelerinin ihracatı büyük oranda artacaktır. Zira yeni devlete göç eden Yahudiler uzun bir süre Avrupa ürünlerini ithal etmek zorunda kalacaklar".      4, 5, 6, 8

Yahudi devleti projesi kapsamında 1902 yılında Dünya Siyonist Örgütü (WZO)’nün finansmanı için Jewish Colonial Trust adlı bir şirket kuruldu. Siyonist lider Nahum Sokolov şirketin işlevini tarif ederken aslında bu "yatırımın" ne kadar kârlı olacağını açıklıyordu: "Britanya'nın barışçıl toprak ilhakları Siyonist hareketi bu girişim açısından cesaretlendirdi. Cecil Rhodes, başlangıçta sadece £1.000.000 ile yaklaşık 2.000.000 km2’lik Rodezya’yı yarattı. İngiliz Kuzey Borneo Şirketi, £800.000 sermayeyle 80.000 km2’lik alana hükmetmektedir. İngiliz Doğu Afrika Şirketi, £250.000 ile 500.000 km2’lik alana sahip oldu”7.

Siyonist proje, kendi ülkelerinin işçi sınıfıyla daha iyi bir gelecek için mücadele eden Yahudi işçilerine yabancı bir olguydu. Yahudiler, yüzyıllardan beri verdikleri mücadele sonucunda Fransız Devrimi’yle nihayet yasal olarak eşit vatandaş statüsü kazanmışlardı. İşçi ve küçük burjuva Yahudiler, tam da özgürlüklerini elde ettiklerine inandıkları bir zamanda, birden bire kapitalizmin/emperyalizmin kendilerini çölün ortasında "vadedilmiş" bir ülkeye gönderme teklifini elbette hiç düşünmeden reddettiler. İhmal edilebilir bir oran dışında, Nazi zulmü başlayıncaya kadar, ne Avrupa, ne Amerika kıtasında, ne de Osmanlı'da Yahudiler Siyonizme ilgi göstermedi. Örneğin Balfour Deklerasyonu’nun açıklandığı 1917 yılında İngiliz Yahudilerinin sadece %2’si (250.000 İngiliz Yahudisi içinden sadece 5000 kişi) İngiliz Siyonist Federasyonu üyesiydi. Benzer şekilde, Hitler iktidara gelmeden bir sene önce, 1932’de, Yahudi nüfusu 500.000 olan Almanya'da sadece bir kaç bin kişi Dünya Siyonist Örgütü’nün Almanya kolu olan ZfVD’ye üye olmuştu. Ancak, Siyonist devlet vekil güç olarak emperyalizm için o kadar cazip bir teklifti ki, bir şekilde tarih sahnesine girmeyi başardı. Bunun 2 temel nedeni vardı:

  • Henüz Osmanlı topraklarında olan Orta doğu coğrafyası için İngiliz, Fransız ve Alman emperyalizmi arasındaki rekabet.
  • Sınıf savaşlarının şiddetlenmesi ve emperyalizmin işçi hareketlerine muhalif güçleri desteklemek zorunda kalması. Bu nedenle neredeyse tüm Avrupa devletleri nesnel olarak Siyonizmle ilgilendi. Herzl, Ekim 1898'de İstanbul'da yapılan bir konferansta emperyalist Avrupalı patronlarına "Yahudileri devrimci partilerden uzaklaştıracağız”6 şeklinde sesleniyordu. 4, 5, 6

1900 yılındaki 4. Dünya Siyonist Kongresi’nde Herzl emperyalizme methiyeler düzdü: “Britanya, kudretli Britanya, dünyayı kucaklayan özgür Britanya (ve tabii ki dünyayı kucaklayan askeri gücü ve ekonomik çıkarları) bizi ve isteklerimizi anlayacaktır. Planlarımızı destekleyerek İngiliz yanlısı 5.kol ve yeni bir pazar kazanacaktır"5.

Siyonizmin emperyalizmin vekili olmaya ne kadar hevesli olduğunun en iyi örneklerinden biri Dr. Alfred Nossig oldu. Bir Siyonist lider olarak Alman emperyalizminin çıkarlarını temsil ediyordu. II.Wilhem’in desteğiyle Yahudileri Filistin dışındaki bir Osmanlı toprağına yerleştirmeyi amaçladı. Hitler'in Yahudi nefreti ise Dr. Nossig’i Yahudi katilleriyle işbirliğinden alıkoymadı, aksine dostluklarını daha da pekiştirdi. Dr. Nossig Nazilerle kafa kafaya verdi, onlarla beraber yaşlı ve muhtaç Yahudilerin nasıl kolay yoldan yok edeceklerine dair çalışmalar yürüttü. Seksen yaşına kadar yaşayan Dr. Nossig, işlediği suçları öğrenen Varşova gettosundaki Yahudiler tarafından infaz edildi.5, 7

Uganda Yahudi devleti

Aslında Siyonist klikler Orta doğu dışında Somali ve Uganda gibi bölgeleri de Yahudi devleti olarak düşünmüştü. Yerin belirlenmesinde esas etken İngiliz, Fransız ve Alman emperyalistlerinin çıkarlarını temsil eden farklı Siyonist liderlerin arasındaki mücadeleydi. İngiliz emperyalizminin temsilcisi Dr. Chaim Weizmann, hep çok soğuk veya çok sıcak bölgelerin önerildiğini, bu bölgeleri geliştirmenin on yıllar sürecek emek ve masraf gerektireceğini söyledi. Diğer bir değişle bu projeler iyi iş teklifleri değillerdi. 

20. yüzyılın başında İngiliz egemen çevreleri Uganda’nın kolonizasyonunda ısrarlıydı. İngiliz yanlısı Siyonistlerin de desteğini aldılar. 1905’de 7. Siyonist Kongresi’nde İsrail’de karar kılınınca Siyonist lider Israel Zangwill, WZO'yu bölerek Doğu Afrika fikrini geliştirmek için paralel bir organizasyon kurdu. Ancak, İngiliz egemen çevreleri yön değiştirince Zangwill de Filistin'i kabul etmek zorunda kaldı. Kurduğu paralel organizasyonu kapattı; “Filistin’e karşı çıkmak Yahudi halkına ihanettir”7 açıklamasını yaptı.

“Kutsal topraklara dönüş” bahanesi Afrika için kullanılamayacağına göre, Uganda projesinin amacı neydi? İngilizler o dönem Afrika’da meydana gelen özgürlük hareketlerinden rahatsızdı. Uganda teklifini yapan Joseph Chamberlain oldu. Bölge, İngiliz ticaret ve endüstrisini şeker ve pamukla destekleyecekti. Ayrıca, özgürlük hareketlerine müdahale için uygun bir üs olarak düşünüldü. İngiliz mandasının başladığı 1894 yılından beri bölge sorunluydu. Muanga liderliğinde 1897'de gerçekleşen ayaklanmadan beri durum gittikçe kötüleşiyordu. Çevre ülkelerde de ayaklanmalar oldu. Sudan ve Kenya'da Kikuyu köylüleri, Mau Mau10 tekrar tekrar isyan etti. Ayrıca Tanzanya, Ruanda ve Kongo'da Almanya ile rekabet söz konusuydu. Sonuç olarak İngiltere Beyaz Güney Afrikalıları bölgeye neden taşımışsa, aynı nedenle Beyaz Yahudileri de Uganda'ya göndermek istedi.4, 7

Siyonist liderler, hayallerini gerçeğe dönüştürmek için 2 temel koşulu yerine getirmeliydi:

  1. Filistin’in kolonizasyonu için lider emperyalist güçlerin (özellikle de büyük bir askeri gücün) desteğini kazanmak.
  2. Yahudilerin önemli bir kısmının kendi istekleriyle Filistin’e göç etmeye hazır olması.

Her iki şartı da başarıyla yerine getirdiler, çünkü ahlaki bir kaygıları olmadan sadece hedeflerine odaklandılar. Önce kendilerini emperyalist güç İngiltere’nin himayesine soktular, sonra Yahudileri Filistin’e taşıdırlar; en sonunda da, İngilizleri bırakıp yeni patronları ABD ile anlaştılar. Her üçünde de kaybeden Avrupa Yahudileri oldu. Nasıl? Neden? Çünkü faşiştler ilk önce kendi insanlarını harcarlar7.


1 Küresel Çete – Talat Turhan, İleri Yayınları, 1. Baskı – 2005

2 http://www.blackagendareport.com – erişim: 20.05.2025

3 https://haber.sol.org.tr/haber/g7de-savas-hesabi-israil-hepimiz-icin-kirli-isi-yapiyor-399134

4 Yahudilerin Sırtındaki Hançer: Siyonizm – Erdal Topparmak, Destek Yayınları, 1. Baskı – Haziran 2024

5 The Class Origins of Zionist Ideology – Stephan Halbrook (Tuskegee Institute, Alabama, Department of Philosophy, Collage of Arts and Sciences)

6 Zionism in the Age of Dictators, A Reappraisal – Lenni Brenner, 1983

7 Caution: Zionism – Yuri Ivanov (Moscow – Progress Publishers, 1970).

8 The Hidden History of Zionism – Ralph Schoenmann (1998 – Veritas Press, Santa Barbara)

Gelenek-164, Nevzat Evrim Önal - Emperyalist Sistemin Bütünselliğinden Bakıldığında Görülen İsrail

10 İngiliz emperyalizminin Kenya’da yaptıkları ve Mau Mau’nun 1895’ten 1950’lere kadar verdiği mücadele çok uzun bir yazının konusu olabilir. İngiltere, yaptıkları için “tazminat” ödemiş olsa da, İngiliz sömürgeciliğinin mantığını, emperyalizmin muteber şahsiyeti Winston Churchill'in söylediklerinden anlayabiliriz: "Bu kabilelerin kesinlikle cezalandırılmaları gerekir. Şu ana kadar 160 kadarını öldürdük, bizde ise her hangi bir kayıp yok……Katliam gibi görünüyor. Eğer Avam Kamarası bunu böyle kabul ederse, Doğu Afrika için bu güne kadar yaptıklarımızın hepsi tehlikeye girer. Artık bundan sonra, bu savunmasız insanları daha fazla öldürmek zorunda kalmamalıyız”. [Robert M. Maxon, 1989] – Conflict and Accomodation in Western Kenya: The Gusii and the British; Madison, NJ: Fairleigh Dickinson University Press.

(II)

Siyonizmi Yahudiler keşfetmedi. Reform ve merkantalist dönemlerde Protestanlar, Yahudileri, Katoliklere karşı kullanmak istediler.

"Bir Yahudi devleti kurmak zorundasınız. Ben de bir Siyonistim. Bunu Dr. Weizmann’a da söyledim……..Yahudi devletini kurmanıza yardım edeceğim”.   Mussolini -     (1934’te Siyonist Nahum Sokolov ile görüşmesinden)1

Yahudiler ile ilgili şüphelerimi bir bölümü için asla hissetmedim. Viyana’da nispeten popüler olan bu hareketi onların ulusal karakterini yansıtıyordu: Siyonizm. Ne yazık ki Yahudilerin sadece bir kısmı bu görüşü onaylıyor, çoğunluğu Siyonizmi reddediyordu”.  Adolf Hitler2

Siyonizmi desteklemezseniz devrim Avrupa'ya sıçrar 

Siyonizmi Yahudiler keşfetmedi. Reform ve merkantalist dönemlerde Protestanlar, Yahudileri, Katoliklere karşı kullanmak istediler. Avrupa Aydınlanması ve Sanayi Devrimi ile birlikte Napolyon, Avrupa'yı egemenliği altına alma, İngiltere ve Rusya'yı zayıflatma planları çerçevesinde Yahudilere getirdiği özgürlükleri kullanmak istedi. Napolyon’un bu konudaki başarısızlığı sonrasında İngiltere, bir dizi karmaşık emperyalist ve dini motiflerle Doğu Sorununu Yahudi sorunuyla birleştirdi. Emperyalist patronlar için Siyonizm, ancak 1. Paylaşım Savaşı’ndan sonra bir gereklilik haline geldi. Yahudilerin devrimle ilişkilendirilmesini bir fırsatçı olarak kullanan Siyonist lider Dr. Chaim Weizmann, 1917 yılında İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndaki temasları sırasında, İngiltere’nin Siyonizm’e destek vermemesi durumunda, Rusya’daki Yahudilerin Almanya ile işbirliği yapacağını ve devrimin Avrupa’ya sıçrayacağını vurgulamıştı. Bu mesaj işe yaradı. Birinci Paylaşım Savaşı’nın bitimine yakın İngiltere Balfour Deklarasyonu’nu ilan etti. 

Avrupa’nın büyük Yahudi burjuva sınıfı, Siyonist liderler ilk tekliflerini öne sürdüklerinde Siyonizm'in kendi çıkarlarına ne kadar hitap ettiğini, yapacakları devasa yatırımların ne gibi fırsatlar sağlayacağını, ne kadar kazanç getireceğini öngörememişlerdi. Ayrıca, Avrupa Kıtası’nın egemen sınıfı olarak, konumsal ayrıcalıklarını az gelişmiş bir ülke için kaybetmeyeceklerinden emin olmak istiyorlardı. Gerçek niyetlerini belli etmemek için devamlı olarak Yahudi burjuva ve orta sınıfını göç etmeye zorlamayacaklarını ve sadece isteyen Doğu Avrupa Yahudilerinin Filistin’e göç edeceğini vurguluyorlardı. 

1917 yılına gelindiğinde Rotschild Meclisi Siyonizmi tamamen destekleme kararı aldı. Bolşevik Devrimi’nin sermaye ve egemen devletlerde yarattığı korku bu süreci hızlandırdı. 1919 Paris Barış Konferası’nda Siyonist lider Dr. Weizmann, Siyonizmi “Doğu Avrupa Yahudilerinin yıkıcı enerjilerinin panzehiri”3 olarak tanımladı. Filistin’in Yahudi nüfusunun hızla 1 milyona çıkması durumunda, Süveyş Kanalı’nı mükemmel biçimde koruyacaklarını söylüyordu. Weizmann, Yahudilerin İngiliz emperyalizmi için bekçilik yapacağının reklamını yapıyor, burjuva sınıfını devrime karşı korumak için Lenin ve Troçki ile çatışmaya giriyordu. Aynı yıl Max Nordou, Londra – Royal Albert Hall’da yaptığı konuşmada “Bizden ne beklediğinizi biliyoruz. Süveyş Kanalı’nın koruyucuları olacağız. Hindistan’a giden yol üzerinde bekçilik yapacağız. Bu zorlu askeri hizmeti vermeye hazırız; ancak, bunu yapabilmemiz için bizim 'güç' olmamıza izin vermeniz gerekiyor" açıklamasını yaptı. 

Siyonist liderler, hayallerinin gerçek olması için gerekli 2 şarttan birincisini yerine getirmişlerdi: Filistin'in kolonizasyonu için lider emperyalist güçlerden birinin desteğini kazanmak. Emperyalizmin kitabını yazan ülke Siyonizme tam destek vermiş, artık Yahudi üst burjuva sınıfının hiçbir şüphesi kalmamıştı. Sonuç olarak Rotschild Meclisi, Siyonist programı tamamen destekleme kararı aldı. Siyonizm, Rotschild tarafından kendi ideolojisi gibi kabul edildi. Böylece, dünyanın en güçlü finans-kapital kliğinin uygulayabileceği tüm baskıyı hayata geçirdi. Artık Siyonist liderlerin başarması gereken tek bir adım kalmıştı; Yahudilerin önemli bir kısmının kendi istekleriyle Filistin'e göç etmeye hazır olması.456

iyonizm, Makyevalizmin en üst aşaması

Bu son adım Siyonist liderler için hepsinden zor olacak gibi görünüyordu. 1920 yılına gelindiğinde Herzl'in Siyasal Siyonizmi 40 yaşına girmişti ve Filistin Yahudi nüfusu, Dr. Weizmann’ın açıkladığı 1.000.000'luk rakamdan çok uzaktı. Bunun temel nedenlerinden biri de Bolşevik Devrimi’ydi. Filistin’e göçün esas Rusya’dan olacağı planlanmıştı. Sonuçta, sadece 120.000 Yahudi Filistin'e göç etmişti ki, bunların yarısı da sonradan Filistin'den ayrıldı. İngiltere ve Siyonist liderler ne yapsalar olmuyordu. Göç propagandası için harcanan milyonlara rağmen, 30'lu yıllara girildiğinde Filistin Yahudi nüfusu 150.000'e ancak ulaşmıştı.7

Neyse ki 1922’de faşizm peydah oldu! Musolini, Siyonist liderlerle defalarca görüştü ve işbirliği yapmayı kabul etti; hatta, Siyonist lider Nahum Sokolov ile yaptığı görüşmelerden birinde, "Ben de Siyonistim, bunu Dr. Weizmann'a da söyledim... Siyonist devleti kurmanıza yardım edeceğim"8 açıklamasını yaptı. Ancak, Siyonist lider kliği için en sevindirici olay Hitler’in Ocak 1933’de iktidara gelmesiydi. WZO’nun Almanya kolu ZfVD, 21 Haziran 1933’de Nazi partisine bir memorandum sundu, Yahudi devletinin kurulması amacıyla Siyonistlerle Naziler arasında işbirliği teklif etti. Bu teklifin belgesi 1962’de İsrail’de ortaya çıktı.910

Siyonist liderler amaçlarına ulaşmak için tüm emperyalist kliklere yanaşmaktan çekinmediler. Onlar için her yol mübahtı ve 30'lu yıllarda Nazilerle defalarca yaptıkları işbirlikleri kapsamında görüştüler. Bu işbirlikleri yazının konusu olmadığından detaya girmek gereksiz; ancak, 4 Ağustos 1933’de Siyonistlerin Rundschau adlı yayın organlarında Alman Yahudilerine çağrısı oldukça önemlidir: "Yahudiler, yeni efendilerinin emirlerini sessizce dinlemeliler; artık ırk ayrımının iyiliğimiz için olduğunun farkına varmalılar. Irk, şüphesiz çok önemli bir olgudur. Kan ve toprak (Nazi faşizminin "Blut and Boden" söyleminden alınmadır) halkların kimliklerini ve başarılarını belirler. Yahudiler, Yahudi kimliklerinin farkında olmadıkları kayıp zamanları telafi etmelidirler”.11

Esas kan donduran ihanet ise 1941 yılında Nazi yönetimine sunulan teklifti. Siyonist lider Avraham Stern’in, Ulusal Silahlı Kuvvetler Teşkilatı (NMO) ile Nazi Almanyası arasında resmi bir anlaşma için gönderdiği bu teklif "Ankara Belgesi" olarak biliniyordu; çünkü, savaş sonrasında Almanya’nın Türkiye Büyükelçiliği’nde bulundu. Belgenin içeriği şöyleydi: “Avrupa’nın Yahudi halk kitlelerinden boşaltılması, Yahudi sorununun çözümünün önkoşuludur. Bu sadece kitlelerin, tarihi sınırları içinde kurulmuş bir Yahudi ülkesine yerleştirilmeleriyle mümkün olabilir…Alman Reich devletinin ve yetkililerinin iyi niyetini kazanmış olan NMO’nun görüşleri şu şekildedir: 

  1. Avrupa’da Yeni Düzen’in kurulmasıyla Alman Reich konsepti arasında ortak çıkarlar söz konusu olabilir; bu çıkarlar, NMO bünyesinde faaliyet gösteren Yahudi halkının ulusal hedefleriyle de uyuşmaktadır.
  2. Yeni Almanya ile ulusal Yahudi hareketi arasında işbirliği mümkün olabilir.
  3. Tarihi Yahudi devletinin ulusal ve totaliter temellerde kurulması, bu devletin Alman Reich devletiyle işbirliği halinde olması, Almanya’nın Yakındoğu’daki gücünü koruyacak ve arttıracaktır. 

Bu gerçeklerden yola çıkarak, Alman Reich devleti tarafından yukarıda açıklanan Yahudi ulusal hedeflerinin kabul edilmesi şartıyla, hareketimiz savaşa Almanya’nın yanında katılmayı kabul eder.”12

Siyonizmin yeni patronu: ABD

Irkçı-faşist ideolojiler ilk önce kendi insanlarını harcarlar. Siyonist liderler de kendi hayalleri için Avrupa Yahudilerini sırtından bıçaklayan bir hain sürüsüydü. Amerika’nın savaşa katılmasından kısa süre sonra tüm sermaye klikleri savaştan en güçlü şekilde çıkacak olduğuna inandıkları ABD ile bir şekilde anlaşmaya çalışıyor, hiç biri Avrupa’da öldürülen Yahudileri umursamıyordu. Gaz odalarının ve ölüm kamplarının kamuoyunda bilinmesinden sonra bile ABD ve İngiltere, bu bölgelere giden demiryollarına tek bir bomba bile atmadı. 

25 Kasım 1940 tarihinde Filistin’in Hayfa Limanı’nda bir gemi havaya uçuruldu. Ellisi mürettebat ve İngiliz askeri, 206’sı yolculardan olmak üzere toplam 256 kişi hayatını kaybetti. Bu olay tarihe Patria Katliamı olarak geçti. Aslında bu basit bir patlama değil, Siyonizm’in patronluğunun İngiltere’den ABD’ye geçme sürecinin bir parçasıydı. Hayatını kaybedenlerse, kendi katillerini veya bu suçun gerçek nedenini bilmeden öldüler. Bu trajedi, ABD emperyalizmi kılavuzluğunda Siyonist liderler tarafından sinsice planlanmış ve dikkatlice uygulanmış bir olaylar zincirinin sonucunda meydana geldi.1314

Tam burada bir parantez açalım. Amerikan Yahudi kökenli para babası Jacob H. Schiff ’in adı, Bolşevik Devrimi’ni yapması için Lenin’e $20.000.000 verdiğini anlatan uydurma komplo teorilerinde geçiyordu ve Nazilerin kullandığı “Yahudi Bolşevizmi” yalanının bir parçası haline gelmişti. Oysa, Jacob H. Schiff’in gerçek hikâyesi başkaydı. Kendisi 1906 yılında, “dünya Yahudilerinin haklarını savunmak” amacıyla Amerikan Yahudi Komitesi’ni (American Jewish Committee – AJC) kurdu. Bu çok da orijinal bir fikir değildi; çünkü, daha önce Theodor Herzl tarafından WZO kurulmuştu. Ancak bu tip bir kuruluş, Jacob H. Schiff ve onunla çalışan damadı (ve aynı zamanda halefi olan) Felix Warburg için ve ABD devleti açısından oldukça yaratıcıydı. AJC, Kuhn Loeb & Co., The Lehman Brothers şirketleri ve Strauss ailesi için sermayelerini dünyanın farklı bölgelerine yatırma aracı haline geldi. Başlangıçta, kurucu patronlarının çıkarlarına uygun olarak Siyonizm’e karşıydılar; çünkü, o dönem Siyonist liderler İngiltere’den Filistin’e sermaye aktarımına aracı oluyorlardı. Daha sonra bu sermayedarlar kârlarını gözeterek Siyonist liderlerden özür dilediler.

AJC’nin farkı neydi? Siyonist liderlerin ne işine yarayacaktı? İngiliz egemen çevrelerinin hâkimiyetinde Siyonist hareket yeterli ilerleme kaydedememişti. Siyonist bütçeye akan yardımlarda düşüş vardı. Daha da önemlisi, Yahudi işçiler Siyonizm’le işbirliğini reddediyorlardı. Bu sebeple WJC, Yahudilerin karşısına Siyonizm’le değil, “dünya Yahudilerinin haklarını savunma” vitriniyle çıktı. Gerçek amacıysa, ABD sermayesi için bir köprü görevi görerek Ortadoğu’ya girişini hızlandırmaktı. Nahum Goldmann, AJC için Jacob Schiff ve Felix Warburg ile temas halindeydi. AJC, Siyonist amaçlarını gizleyecek; ancak yine Siyonizm için çalışacaktı. Böylece, Yahudiler tarafından daha kolay kabul edilebilirdi. Bunun için Goldmann ilk olarak, ABD Siyonizminin en önemli şahsiyeti Stephan Wise ile “Siyonist olmayan Dünya Siyonist Kongresi” konusunda anlaştı. Amerikan finansörlerinin bu oluşumu desteklediğini gören Wise, oluşumun bir kısım hissesinin kontrolüne verilmesi şartıyla teklifi kabul etti. Bu anlaşma, Nahum Goldmann’ı kariyerinin zirvesine taşıdı. 14 Kasım 1934’te adı Batı dünyasındaki en güçlü kişiler listesine dahil edildi. Bu sayede hem ABD sermayesi Filistin’e akacak hem de Siyonizm’e sempatisi olmadığı için maddi destekte bulunmayan Yahudilerin yardımları da kasaya girecekti.

Siyonist liderlerin ABD’ye yakınlaşması nedeniyle İngiltere, Siyonist liderlere baskı yapmaya başladı. En sonunda, 1939 Beyaz Belge (White Paper) ile Filistin’e Yahudi göçünü kısıtladı; 5 yıl içinde Filistin’e göç edecek olan Yahudi sayısına sınırlama getirdi. ABD derhal bu karara karşı çıktı.

Savaş başladıktan sonra Siyonist örgütler, Beyaz Belge’ye aykırı olarak illegal yollardan Yahudileri Filistin’e taşımaya çalıştılar. 1940 Eylül ayında Viyana, Danzig ve Prag’dan 3600 Yahudi, 3 ayrı gemiyle Filistin’e gitmek üzere yola çıktı. Gemiler yol üzerinde İngilizler tarafından yakalandı ve Hayfa Limanı’na kadar getirildi. İngiltere, yolcular içinde Filistin’e giriş izni olmayanların Mauritus’a (Hint Okyanusu’nda Madagaskar yakınlarında bir ada ülkesi) sevk edilmesine karar verdi.

25 Kasım 1940 günü, sabahın erken saatlerinden itibaren 3 gemideki Yahudi mülteciler, limanda demirli halde bulunan Patria’ya nakledilmeye başladılar. İki geminin yolcuları tamamen Patria’ya transfer edildi. Üçüncü geminin tahliyesinin başladığı sırada, SS Patria büyük bir gürültüyle infilak etti. Koskocaman gemi (2000’in üzerinde yolcu alabiliyordu) 16 dakika içinde sulara gömüldü; 1800’den fazla yolcu canını kurtarmak için suya atlarken, 256 kişi boğularak veya patlamanın etkisiyle öldü. WZO’ya bağlı Yahudi Ajansı, olayın hemen ardından gemideki mültecilerin intihar ettiğini duyurdu. Manda yönetimiyse olayın bir terör eylemi olduğunu açıkladı; ancak herhangi bir kanıt bulunamadı. Sabotajdan sağ kurtulan mültecilerin Filistin’de kalmalarına izin verildi.

Bu barbar ve haince eylemin arkasında yeni yapılanmakta olan ABD-Siyonist işbirliği vardı. Olayın Siyonist liderlere iki büyük faydası oldu. Gemiler Hayfa Limanı’nda tutulmaya başlanınca Siyonistler, Yahudilerin “anayurtlarına kavuşmamaktansa ölmeyi tercih edecekleri” propagandasını yaptılar. Olayı da intihar olarak tanımladılar. Oysa, Yahudilerin çok büyük bir kısmının Filistin’e isteyerek değil, mecburen gelmek zorunda kaldıklarını biliyorlardı. Toplu Patria katliamının Siyonizm ruhunu güçlendireceğini ve İngiliz karşıtı kamuoyu yaratacağını düşünüyorlardı.

1957 yılında, eski bir Siyonist terör örgütü üyesi olan Munya Marder, Patria’nın kendisinin yerleştirdiği bombayla patladığını itiraf etti. Geminin sadece hasar görmesini istediklerini, batırmayı amaçlamadıklarını belirtti. ABD-Siyonist ortaklığı, kendi çıkarları için, Avrupa’da Soykırım yayılmadan önce kendi soykırımını yapmıştı.

ABD yavaş yavaş başat emperyalist güç haline gelirken, ABD sermayesi AJC aracılığıyla, tüm burjuva Yahudi akımları Siyonizm içinde asimile etmeye başladı. ABD emperyalizmiyle Siyonizm arasında gittikçe artan girift ilişkilerle orantılı olarak, Filistin başta olmak üzere, Ortadoğu’ya giren Amerikan sermayesi de arttı. Buna paralel, ABD içindeki Siyonist organizasyon sayısı da hızla yükseldi.

Mayıs 1942’de New York Biltmore Otel’de toplanan Biltmore Konferansı’yla, Siyonizm’in patronluğu resmen İngiltere’den ABD’ye geçiyordu. Burada öne sürülen Siyonist prensiplere göre Yahudi-Arap çatışmasının kaçınılmaz olduğu kabul edildi; Yahudileri azınlık haline getirecek olan Beyaz Belge ve bazı Siyonistlerin öne sürdüğü iki devletli çözüm reddedildi. ABD’nin Siyonist tasarımların gerçekleştirilmesinde daha etkin rol oynayacağı konusunda fikir birliğine varıldı. Aralık 1942’de 63 senatör ve 181 Kongre üyesi, Roosevelt’e Yahudi devletini kurma çağrısı yaptı. Böylece Siyonizm, resmen ABD emperyalizminin himayesine girdi, merkez karargâhını da New York şehrine taşıdı.15161718

  • 1

    Zionism in the Age of Dictators, A Reappraisal – Lenni Brenner, 1983

  • 2

    Hitler ve Siyonizm – Kürşad Berkkan (Eftelya Kitap – Şubat 2018) 

  • 3

    Yahudilerin Sırtındaki Hançer: Siyonizm – Erdal Topparmak, Destek Yayınları, 1. Baskı – Haziran 2024

  • 4

    Caution: Zionism – Yuri Ivanov (Moscow – Progress Publishers, 1970). 

  • 5

    Yahudilerin Sırtındaki Hançer: Siyonizm – Erdal Topparmak, Destek Yayınları, 1. Baskı – Haziran 2024

  • 6

    Zionism in the Age of Dictators, A Reappraisal – Lenni Brenner, 1983

  • 7

    Caution: Zionism – Yuri Ivanov (Moscow – Progress Publishers, 1970). 

  • 8

    Zionism in the Age of Dictators, A Reappraisal – Lenni Brenner, 1983

  • 9

    Yahudilerin Sırtındaki Hançer: Siyonizm – Erdal Topparmak, Destek Yayınları, 1. Baskı – Haziran 2024

  • 10

    Zionism in the Age of Dictators, A Reappraisal – Lenni Brenner, 1983

  • 11

    Zionism in the Age of Dictators, A Reappraisal – Lenni Brenner, 1983

  • 12

    The Hidden History of Zionism – Ralph Schoenmann (1998 – Veritas Press, Santa Barbara)

  • 13

    Yahudilerin Sırtındaki Hançer: Siyonizm – Erdal Topparmak, Destek Yayınları, 1. Baskı – Haziran 2024

  • 14

    Caution: Zionism – Yuri Ivanov (Moscow – Progress Publishers, 1970). 

  • 15

    The Hidden History of Zionism – Ralph Schoenmann (1998 – Veritas Press, Santa Barbara)

  • 16

    Yahudilerin Sırtındaki Hançer: Siyonizm – Erdal Topparmak, Destek Yayınları, 1. Baskı – Haziran 2024

  • 17

    Caution: Zionism – Yuri Ivanov (Moscow – Progress Publishers, 1970). 

  • 18

    Diğer kaynaklar: 

    1. The Class Origins of Zionist Ideology – Stephan Halbrook (Tuskegee Institute, Alabama, Department of Philosophy, Collage of Arts and Sciences)

    2. http://www.blackagendareport.com – erişim: 20.05.2025

    3. https://haber.sol.org.tr/haber/g7de-savas-hesabi-israil-hepimiz-icin-kirli-isi-yapiyor-399134

    4. Küresel Çete – Talat Turhan, İleri Yayınları, 1. Baskı – 2005

    5. Gelenek-164, Nevzat Evrim Önal - Emperyalist Sistemin Bütünselliğinden Bakıldığında Görülen İsrail

  • Erdal Topparmak / soL

                       

            





BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -17 Temmuz 2025-

Artık Cumhur yetmiyor -Berkant Gültekin-

1 Ekim’de Bahçeli’nin DEM Parti yöneticileriyle tokalaşmasıyla başlayan ve 27 Şubat’ta Öcalan’ın örgütüne yaptığı fesih çağrısıyla ilerleyen sürecin ilk faslı, 11 Temmuz’da PKK’li bir grubun silahlarını yaktığı törenle tamamlandı.

Şimdi bir dizi sorunun cevabı aranıyor. Cevabı en merak edilen soru ise sürecin, DEM Parti’yi iktidara yakın ya da iktidarın yararına olacak bir siyasi pozisyona sürükleyip sürüklemeyeceği. Erdoğan açısından bakılırsa, onun süreci sahiplenen bir noktaya gelmesindeki en temel motivasyon kaynağı, DEM’deki olası pozisyon değişikliği.

Erdoğan 12 Temmuz günü Kızılcahamam’da yaptığı açıklamada hayli tartışılan ifadeler kullandı. Konuşmasında AKP, MHP, DEM Parti’yi “biz” olarak tanımladı ve “üçlü olarak yürümeye kararı verdiklerini” söyledi: “Şunu herkes bilsin ki artık yumrukları sıkmaya gerek yok. Musaffa edeceğiz, kucaklaşacağız, konuşacağız, birbirimize karşı adım atarak yürüyeceğiz.” İlk adım olarak Meclis’te komisyon kurulacağını ve sürecin yasal ihtiyaçlarının burada konuşulacağını belirten Erdoğan AKP, MHP ve DEM Parti’nin “süreci pişirerek geleceğe taşıyacağını” dile getirdi.

Erdoğan’ın konuşmasındaki bir diğer önemli bölüm de “Türk-Kürt-Arap” ortaklığına değindiği yerdi. Malazgirt’ten, İstanbul’un fethinden girip, Çanakkale’den, Kurtuluş Savaşı’ndan çıktı. Binbir Gece Masalları’nın Bağdat’ını bu üç halkın inşa ettiğini söyledi. “Kudüs'ü Selahaddin Eyyubi'nin komutasında Türk, Kürt, Arap fethetmiştir” dedi, “Şam, Diyarbakır, Mardin, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil, Halep, Hatay, İstanbul, Ankara bizim ortak şehrimizdir” mesajını verdi.

Şam, Kerkük, Süleymaniye, Halep… Türkiye sınırlarını aşan sözler yeni Osmanlıcı, fetihçi heveslerin yansımasıydı kuşkusuz. Türk ile Kürdün yanına Arap’ı eklemesi de büyük oranda sınır ötesine uzanma arzusunun ürünüydü. Türk-Kürt-Arap ortaklığına dair birçok şey söyledi Erdoğan ama “Cumhuriyeti birlikte kurduk” demedi. Bunun yerine, “Bugün Malazgirt ruhu, Kudüs İttifakı, İstiklal Savaşı'nın nüvesi yeniden şekilleniyor. Bugün büyük ve güçlü Türkiye’nin şafağı söküyor” dedi.

Meselenin kilit noktası da burası zaten. Erdoğan’ın, DEM Parti’ye yönelik söylemini değiştirmesi ve “Türk-Kürt” temalı sözleri bir “kardeşlik özlemi” görülmemeli. İkisi arasında ideolojik bir bağlantı var. Erdoğan, Cumhuriyet’in “laik ulus devlet” projesine tarihsel düzlemde muhalif olan iki siyasi akımı, İslamcılık ve Kürt milliyetçiliğini, güç krizine çare olması için ortak bir hedefte buluşturmaya çabalıyor. Bu nedenle ümmetçi bir vizyon ortaya koyuyor. Toplum nezdindeki cazibesini artırmak için de yayılmacı bir çizgiye işaret ediyor.

Erdoğan, anayasa değişikliğini sağlayacak ve böylece kendi iktidarını kalıcı hale getirecek ideolojik enerjiyi bu akstan üretebileceğini düşünüyor. Çünkü artık ona Cumhur İttifakı’nın siyasi çerçevesi yetmiyor. Cumhur İttifakı’nın iddiası, bir “güvenlik rejimi” inşa edip Türkiye’nin bekasını “teröre” ve “dış tehditlere” karşı güvence altına almaktı. Bu çerçeve bir süre Erdoğan’ın siyasi ömrünü uzatmış olsa da ekonomik ve sosyal çöküşün ülkeyi getirdiği yer, CHP karşısında gerileyen Erdoğan’ı farklı bir konsepte zorlamaya başladı.

Bugün Kürt hareketiyle yürütülen süreç, Bahçeli aracılığıyla, ABD ile İsrail’in Ortadoğu dizaynına Türkiye’yi entegre etme politikasının ürünü olarak devlet içindeki bir kanat tarafından geliştirildi. Bahçeli sürecin içinde Erdoğan'ı iştahlandırmak için iktidarda kalmasının yolunun buradan geçtiğini ima eden açıklamalar yaptı. Bugün gelinen aşamada Erdoğan süreci, yeni siyasi konsept arayışına eklemleme çabası içinde.

Erdoğan bu siyaseti işlerken, muhalefet blokundaki potansiyel kırılma bölgelerini görüyor ve özellikle buralara yükleniyor. Geniş muhalefet blokunun içinde, Kürt seçmenin bütününü dışlayacak bir aksiyon gelişmesini ümit ediyor. “AKP-MHP-DEM ittifakı” söylemi bir niyet beyanı olmasının ötesinde muhalefet içindeki zıtlıkları derinleştirmek amacıyla piyasaya sürülüyor.

Bununla birlikte Kürt hareketine yönelik eleştirilerin sadece Erdoğan’ın sözlerinden kaynaklanmadığını da belirtmek gerek. Hareketin ileri gelenlerinin kimi açıklamaları, DEM Parti’nin iktidar karşıtı tavrını esneteceğine dair endişeleri körükledi ve haliyle muhalif tabandan tepkiler yükseldi. Yine de Erdoğan’ın sözleri sonrası gerek Pervin Buldan’dan gelen “Bu ittifak süreç ittifakıdır” cevabı gerekse de Tülay Hatimoğulları’nın (muğlak devlet-hükümet ayrımı analizine rağmen) “Üçlü ittifak yoktur” sözleri not edilmeli.

Bugün iktidara muhalifi Kürtlerin Erdoğan’a dönük eğilimi, bütün halinde değişebilir mi? Kürt hareketinin Cumhuriyet’e dönük ideolojik eleştirileri olsa da bu doğrudan hareketin yekpare şekilde kadro, hatta seçmen düzeyinde Erdoğan’ın ümmetçi projesine ikna olacağı anlamına gelmez. DEM Parti süreçle birlikte doğrudan rejim karşıtı bir pozisyon almaktan ziyade, “rejimin anti-demokratik aşırılıklarını engelleme” iddiasını taşıyan bir muhalefete dönüşse bile Kürt seçmenin önemli bölümü, ülkeyi yoksulluğa mahkum eden bu baskıcı iktidarı değiştirme arzusundan vazgeçmeyecektir. Dolayısıyla muhalif cephe içinde, Kürtlere dönük toptancı ve kestirmeci yaklaşımlar sorgulanmalı. Aksi halde duygusal kopuş politik ayrışmaya dönüşecek, istediğini alan Erdoğan olacak.

2000’li yılların başında değiliz. Bugünkü imajıyla Erdoğan’ın “demokrasi” söylemini kullanarak –birkaç YAE’ci liberal dışında- geniş kesimleri ikna edebilmesi oldukça zor. Baskıya başvurması da zaten bundan ileri geliyor. Her şeyin ötesinde CHP, ülkenin artık birinci partisi ve sürece karşı olmadığı gibi, Kürt sorunun demokratik ilkelerle çözümü bahsinde AKP’den daha ileri bir vizyona sahip. 2025 yılındaki bir çözüm sürecini, çoğunluk desteğini arkasına almış bir CHP’yi şeytanlaştırarak başarıya ulaştırabilmek etik açıdan ve siyaseten mümkün değil.

Muhalefet, iktidarın taktik hamlelerine karşı uyanık olmalı ve geniş direniş hattını korumak için azami dikkat göstermeli. Süreç, bu evreden sonra Erdoğan’a rağmen devam edemez. Aklındaki ihtimaller gerçeğe dönüşmezse, Erdoğan derhal manevra yapmak için kolları sıvayacaktır. Ancak bu, rejim ittifakı içindeki gerilimleri büyütme de dahil ağır bir siyasi maliyet sorunuyla baş başa kalmak demek. Bırakalım da bu Erdoğan’ın sorunu olsun.

                                                           /././

İspanya’nın mucizesinden Türkiye’ye ekonomi dersleri -Güldem Atabay-

Türkiye’nin adil ve sürdürülebilir bir ekonomi modeline ihtiyacı olduğu ortada. Demokratikleşme ile büyümeyi birleştiren, istihdamı ve eşitliği artıran İspanya ekonomisi örnek bir model sunuyor. Sosyal politikalar, enerji dönüşümü ve ihracata dayalı kalkınma stratejisiyle dikkat çeken İspanya, Türkiye’ye yol gösterebilir.

AKP iktidarının ekonomi politikalarının toplum için fayda üretmediği artık geniş kesimler tarafından görülüyor. Özellikle 2021-2025 döneminde, bu politikaların Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içinde değişmesinin mümkün olmadığı daha net anlaşıldı. Türkiye’de toplumun farklı kesimlerinde oluşan ortak beklenti, iktidarın değişmesi yönünde. Bu değişimle birlikte, insanların insanca yaşayabileceği, adil ve sürdürülebilir ekonomi politikalarının uygulanması gerekiyor.

Bugünün siyasetle kilitlenmiş, dar ekonomi tartışmalarından uzaklaşıp dünyadan doğru örnekleri incelemek bu yüzden önemli. İspanya ekonomisi, bu anlamda dikkatle incelenmesi gereken bir örnek. Demokratikleşmeyle birlikte büyümeyi başaran, gelir eşitsizliğini azaltan ve güçlü bir ekonomik performans sergileyen İspanya, Türkiye için yol gösterici olabilir.

Erdoğan sonrası dönemde Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu kapsayıcı ve uzun vadeli kalkınma planlarını hazırlarken, İspanya modeli önemli bir ilham kaynağı olabilir.

O zaman buyurun...

Yıllarca Avrupa’nın en zayıf ekonomilerinden biri olarak görülen İspanya ekonomisi 2024 yılında yüzde 3,2 büyüyerek, Avro Bölgesi’nin yüzde 0,5’lik ortalamasının çok üzerinde performans gösterdi ve Avrupa’nın en hızlı büyüyen büyük ekonomisi oldu. Ekonomisi Avro Bölgesi’nin sadece onda biri kadar olsa da bölge genelindeki büyümenin yarısını tek başına sağladı. En önemlisi, bu büyüme yüzde 2,8 bütçe açığı GSMH oranına sahip ülkede kamu maliyesini zorlamadan gerçekleşti ve gelir eşitsizliğini azaltmayı da başardı. Bu başarının temelinde, ülkenin güçlü yönlerini öne çıkaran, üretkenliği artıran değişim ve turizm gibi alanlara verilen destekler yer aldı. Çevre dostu yatırımlar ve yüksek dış ticaret fazlası sayesinde iş yaratmaya odaklanan dengeli bir ekonomik model kuruldu. Artan ücretler, güçlü tüketici harcamaları, rekor turizm ve yenilenebilir enerji alanındaki liderlik İspanya’yı Avrupa’nın en büyük ekonomik başarı öyküsüne dönüştürdü.

Bu dönüşüm bir gecede gerçekleşmedi.

Bu güçlü büyümenin üç dayanağı var: istihdam, turizm ve ihracat. En önemli etken ise yeni iş imkanlarının artmasıydı. Ülkedeki sosyal demokrat hükümet 2008 krizinde uygulanan kemer sıkma politikalarının aksine pandemide farklı bir yol izledi. Yaklaşık 3,4 milyon çalışana destek olan kısa çalışma programları ve 674.000’den fazla küçük ve orta ölçekli işletmeye sağlanan kamu kredileri ile ekonomiyi ayakta tutacak bir güvenlik ağı kurdu. İspanya’nın uyguladığı ekonomi politikasında, AB kurtarma fonları yatırımları desteklemek için kullanıldı. Verimliliği artıran reformlarla birlikte kaynakları yatırıma döndürme stratejisi ekonomiyi daha rekabetçi ve kapsayıcı hale getirdi.

2021’deki kalıcı işe alımları artıran işgücü piyasası reformu ardından 2024’te 500 binden fazla yeni iş yaratıldı ve işsizlik oranı son 16 yılın en düşük seviyesine indi. Avro Bölgesi’nde ekonomik yavaşlamaya rağmen, İspanya 2024’te Fransa ve Almanya’nın toplamından daha fazla yeni iş yarattı.

Son iki yılda oluşan yeni işlerin çoğu, bilgi ve iletişim teknolojisi gibi yüksek katma değerli sektörlerden geldi. Bu sektörlerdeki istihdam, diğer sektörlere göre iki kat daha hızlı arttı. İspanya’nın uzun süredir yaşadığı “geçici işlerde çalışma” sorunu da ciddi şekilde azaldı. Bu gelişme, sosyal kapsayıcılığı artıran politikalarla birlikte yaşandı.

2018-2025 arasında asgari ücretin yüzde 61 artırılması ve “asgari hayati gelir” gibi uygulamalar, ücret eşitsizliğini önemli ölçüde düşürdü. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, İspanya artık gelişmiş ülkeler arasında en düşük ücret eşitsizliğine sahip.

İspanya’nın giderek çeşitlenen turizm sektörü geçen yıl 94 milyon ziyaretçiyle rekor kırarken sektör GSMH içinde yüzde 15,6 payıyla halen büyümenin hala en önemli itici gücü. Ancak İspanya’nın turizm dışı hizmet gelirleri 2014’te GSYH’nin yüzde 5,1’iyken 2024’te yüzde 8,8’e yükseldi. Eğitime ve beceriye yapılan yatırımlar büyüme olarak geri döndü. İspanyol ekonomisinin hedefli kaynak kullanımına dayanan yüksek vasıflı hizmet geliri elde eden planlı modernizasyonu büyümesini sürdürülebilir aşamaya taşıdı.

Turizm dışı hizmetler, İspanya’nın dış ticaret açığını kapatmada çok önemli bir rol oynuyor. Bu durum, İspanyol hizmet şirketlerinin yurt dışında daha aktif hale gelmesiyle ve bilgiye dayalı sektörlerin rekabet gücünün artmasıyla yakından ilgili. Mühendislik, danışmanlık ve AR-GE gibi alanlarda verilen hizmetler daha gelişmiş hale geldi. Bu hizmetlerin teknolojik seviyesi ve verimliliği yükseldi. Artık bu sektörlerde rekabet sadece fiyatla değil, verilen hizmetin kalitesi, yeniliği ve çalışanların bilgisiyle sağlanıyor.

Birçok hızlı büyüyen ülkenin aksine, İspanya enflasyonu kontrol altında tutmayı başardı. Hükümet sosyal konut sayısını artırırken bu tür evlere kira tavanları uyguladı. Ancak enflasyonun yüzde 2 seviyesinde olmasının en büyük nedeni ucuz enerji oldu. İspanya, son 10 yılda yenilenebilir enerjiye büyük yatırımlar yaptı. Böylece pahalı fosil yakıtlara olan bağımlılığı azaldı. Yoğun kamu ve özel sektör yatırımlarının ardından, rüzgâr ve güneş enerjisinden üretilen elektrik oranı 2019’da yüzde 20’nin biraz üzerindeyken geçen yıl yüzde 56’ya çıktı. İspanya merkez bankasına göre, enerji karışımındaki bu değişim elektrik fiyatlarının yüzde 40 oranında düşmesine, rekabet gücünün, stratejik özerkliğin ve enerji bağımsızlığının artmasını sağladı. Yenilebilir enerjiye yatırım hem işletmelere rekabet avantajı sağladı hem de vatandaşları yüksek elektrik ve doğalgaz faturalarından korudu.

İspanya, Avrupa’nın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) işleme kapasitesine sahip. Bu sayede, Almanya gibi sıfırdan LNG terminali kurmak zorunda kalan ülkelere göre daha ucuz gaz temin edebiliyor.

Bu enerji avantajı sayesinde ülkede imalat sanayi üretimi artmaya devam etti. Financial Times yatırım endeksine göre, 2018-2024 yılları arasında İspanya, üretim kapasitesini ve istihdamı en çok artıran yeşil alan projelerinde dünyanın beşinci en büyük alıcısıydı.

İSPANYA EKONOMİSİNİN HEDEFLERİ

Sosyalist Partili Sánchez hükümetine göre İspanya’nın büyümesini kapsayıcı şekilde sürdürmesinin yolu, temiz enerji ve gelişmiş üretim gibi değerli sektörlere yatırıma devam etmekten geçiyor.

İspanya, AB’deki tüm hidrojen projelerinin yüzde 20’sini yaparak yeşil hidrojen konusunda Avrupa’nın lideri konumunda. Şimdi de yenilenebilir enerji, hidrojen ve karbon yakalama teknolojilerini bir araya getiren sanayi bölgeleri kuruyor. Bu sayede Avrupa sanayisinin geleceğinde yerini sağlamlaştırıyor.

İspanya bu şekilde ilerleyerek güçlendirdiği orta sınıf, artırdığı tasarruf oranı, verimli ve ucuz üretim kapasitesi sayesinde daha fazla yatırım çekip yüksek maaşlı “iyi işler” yaratarak Avrupa’nın temiz teknoloji merkezi olmayı hedefliyor.

Tabii ki, İspanya’nın karşılaştığı bazı zorluklar da var. Örneğin, konut fiyatlarının yüksek olması, ev sahibi olmayı zorlaştırıyor. Ayrıca verimlilik artışını ilerletmek konusunda alacağı yol var. Dış ekonomik riskler de zaman zaman büyümeyi etkileyebiliyor.

Yine de İspanya planlı göç politikası eşliğinde eğitimle desteklenen beceriye dayanan işgücü piyasası, enerji alanındaki yatırımlar ve ekonomiye yapılan yeni yatırımlar sayesinde son yirmi yılda hiç olmadığı kadar güçlü bir konumda.

Eğer İspanya, konut krizini çözmeyi başarırsa ve temiz enerji ile sanayi inovasyonu gibi alanlardaki liderliğini sürdürürse, gelecek yıllarda Avrupa’nın en güçlü ekonomilerinden biri olabilir. Almanya’nın şimdiden önemli rakibi konumunda.

TÜRKİYE’YE YENİ BİR YOL

İspanya’nın son yıllarda yaşadığı ekonomik dönüşüm, Türkiye için önemli dersler barındırıyor.

Özellikle turizm dışı hizmet sektörlerinde yaşanan gelişme, İspanya’nın dış ticaret açığını dengelemesine yardımcı oldu. Türkiye de benzer şekilde, sağlık, yazılım, finansal hizmetler ve yaratıcı endüstriler gibi alanlara yatırım yaparak bu potansiyeli değerlendirebilir.

İspanya’nın yenilenebilir enerjiye yaptığı yatırımlar, enerji maliyetlerini düşürerek hem enflasyonu kontrol altına aldı hem de dışa bağımlılığı azalttı. Türkiye’nin de güneş, rüzgâr ve yeşil hidrojen gibi kaynaklara daha fazla yönelmesi, enerji ithalatını azaltarak hem fiyat istikrarına katkı sağlayabilir hem de cari açığı düşürebilir.

İstihdam tarafında Türkiye asgari gelir, hedefli sosyal destekler, beceri eğitimi, beşeri kalkınma politikalarıyla güvenceli istihdamı teşvik ederek hem işsizliği azaltabilir hem de iç talebi güçlü tutabilir.

İspanya yenilenebilir enerji, hidrojen ve karbon yakalama teknolojilerini birleştiren sanayi kümeleriyle Avrupa’da yeni nesil üretimin öncülerinden. Türkiye de benzer şekilde sanayi politikalarını planlı biçimde yeşil dönüşüme entegre ederek, teknoloji odaklı ve sürdürülebilir üretimi lojistik planlamayla teşvik edebilir.

Son söz: İspanya’nın büyüme modeli; sosyal politikalar, enerji dönüşümü, hizmet ihracatı ve istihdam odaklı yapısal reformların bütüncül şekilde uygulanmasıyla başarılı oldu. Türkiye de bu yaklaşımdan ilham alarak, krizlere dayanıklı, dengeli ve uzun vadeli büyümeyi destekleyen bir ekonomik model kurabilir.

                                                        /././

Kerbela(lar), Yezit(ler) ve Aleviler -Şükrü Aslan-

Alevi inanç geleneği içinden kimi yeni reddiyeci görüşlere konu edilmiş olsa da, yine geleneğin diliyle “12 İmam Orucu” vesilesiyle, geçtiğimiz günlerde Alevi kurum ve Cemevlerinde yoğun etkinlikler vardı. Yüzyıllardır ‘Yas’ olgusu etrafında Kerbela’yı anmak, bu kimliğin en dikkat çeken ritüellerinden biri olmuştur. Hatta pek çok Alevi coğrafyada 12 yıl boyunca sürekli/düzenli oruç tutmak, özel önemi olan bir ‘ibadet’ gibi kabul görmüştür.

Alevi toplulukların büyük çoğunluğu için bu ritüelin odağında, sanıldığı gibi İslam dünyasındaki iktidar mücadeleleri ve bunun bir biçimi olarak ‘halifeliğin kimin hakkı olduğu’ meselesi yoktur. Esasen İslam’ın kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’e ‘daha fazla’ bağlılık ifade eden göndermeler de yoktur. Bu ritüellerin merkezinde ‘yas’a konu olan ‘Ehlibeytin kırımı ve özellikle de Hz. Hüseyin’in başının Yezit tarafından kesilmesi hadisesi yer alır. Bu nedenle on iki gün boyunca en çok zikredilen isimlerden biri Hz. Hüseyin ise diğeri de Yezit’tir. Kafa kesmekle tarihe geçmiş Yezit, o günlerden beri neredeyse tüm kötülüklerin cisimleştiği bir politik figürdür.

∗∗∗

“Kafa kesme” hangi coğrafyada ve ne zaman olursa olsun, Alevi tahayyülünde daima Yezit’i ve o geleneğin iktidar olma biçimlerini hatırlatır ve anlatır. Böyle bakıldığında bir tarihsel vak’a gibi düşünülebilir. Ne var ki bu vahşi deneyim ‘tarihte kalmış’ değil, hemen her dönem devam etmiş, yaygınlaşmış ve dolayısıyla aynı zamanda güncel kalmıştır. Üstelik sadece İslam dünyasına özgü bir deneyim de değildir. Avrupa’da din kavgalarının sert şekilde yaşandığı ortaçağda kafa kesen bir alet olarak ‘giyotin’ bile icat edilmiştir. İslam dünyasında ise sık kullanılan sözcüklerinden birisinin ‘vurun kellesini’ olması tesadüfi değildir. Zamanla Avrupalıların ve Osmanlı’nın ‘kafa kesme’ deneyimleri farklı bir seyir izlemiştir. Avrupalılar “aydınlanma” ile yeni bir devrin yolunu açtıklarında, Osmanlı devleti kafa kesmeyi rutin hale getirmiştir.

Tam Fransız devrimi zamanlarında Osmanlı’nın değişik bölgelerinde devlet kararıyla kesilen kafalar, İstanbul’a getirilmiş, Topkapı Sarayı’nın girişinde sergilenmiştir. Gültekin Uçar, Burak Bektaş ve Ali Haydar Bektaş’ın yakın zamanda yayınlanan Koçgiri Tarihi adlı kitabı, bununla ilgili ilginç belgeler içermektedir. Belgelere göre 1789’da, Kürt şehirlerinden Keban’da 11 kişinin, 1798 Mayıs-Ağustos aylarında 18 aşiret liderinin ve yine 1798’de Dersim’de Şıx Hasan aşiret mensubu 37 kişinin başı kesilmiştir. Kesik başlar bozulmasın diye bal dolu meşin torbalar içinde İstanbul’a gönderilerek Topkapı Sarayı girişinde sergilenmiş; Kerbela’da yaşanan ‘Yezitlik’, Osmanlıda bir tür geleneğe dönüşmüştür.

Cumhuriyet döneminde de Yezitlik deneyimleri vardı ve hatta bunlar günlük basına bile konu olmuştu. Bir grup asker ve bir subay, ayaklarının önüne koydukları bir kesik baş ile fotoğraf vermiş ve bunu günlük gazetelere göndermişlerdi. Üstelik bu fotoğraf ve haberler ‘şakilere karşı’ bir büyük zafer söylemi içinde verilmiş ve tefrika konusu yapılmıştı. Bu yeni Yezitlik türünün en dikkat çekici özelliği ise medeniyetten en çok sözedilen bir zamanda yaşanmış olmasıydı. ‘Çağdaş medeniyeti yakalamak’ iktidar söyleminin ilk sıralarında yer almış ama yazık ki kafa kesme geleneği sonraki yıllarda da devam etmişti. Mesela 1978 yılında gerçekleştirilen Maraş katliamına dair anlatı ve raporlardan okuduğumuza göre, saldırganlar, kafa kesmek için yola çıkmışlardı.

***

Özetle yüzyıllar geçmiş, Alevilerin başını kesmeyi arzu eden Yezitler/Yezitlik halleri bitmemişti. Üstelik Alevilerin bu Yezitliklerden korunabilme dinamikleri/imkânları da olmamıştı. Bir can’a kıymayı en büyük günah addedenler, her daim kıyım tehdidi altında yaşamışlardı. Madımak ve şimdi Suriye’de Alevilere yönelik katliam bunun son örnekleridir. Kerbela’nın Aleviler için anlamı yüzyıllar önceki vak’anın sadece geçmişle değil, sürekli güncel bir olgu-tehdit olarak kalmasıyla da ilgilidir. Sanıldığı gibi Alevilerin İslam dünyasındaki iktidar kavgaları ve gerilimleriyle ilgileri olmadığı gibi, İslam dünyasını yönetme veya onun bir parçası olma gibi hedefleri de yoktur.

                                                          /././

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -16 Temmuz 2025-

Rekor birincili LGS’de MEB sessiz: Sorular yanıtsız, şaibe büyüyor -Vural Nasuhbeyoğlu-

    Bursa Mahmut Celalettin Ökten İmam Hatip Ortaokulu afişi

LGS’de ‘Rekor birinci, sızdırılan sorular’ gibi iddialar yanıt beklerken MEB veri açıklamayarak kaygıları büyütüyor. Özel okulların paylaşımları ise sınıfsal eşitsizliği gözler önüne seriyor.

Liselere Geçiş Sistemi (LGS) 2025 sınavına ilişkin soruların sızdırıldığı, şaibe iddiaları ve rekor sayıdaki birinci tartışması bitmiyor. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, sınava yönelik iddialara cevap vermek yerine hakaret ediyor. ‘Son yılların en zor sınavında rekor düzeyde 719 tam puan alan birinci nasıl çıktı? Sınav sırasında soru kitapçıklarını kim sızdırdı? 719 birinci hangi il-ilçe ve okul türleri arasında çıktı?​’ gibi sorular cevap beklerken Bakan Tekin hakaret ediyor: “Geri zekalıya anlatır gibi tane tane anlatıyoruz.” 

MEB değil dernek veri açıklıyor 

Bakan cevap vererek veri paylaşarak öğrenci, veli ve eğitimcilerin kafasındaki soruları aydınlatmayınca LGS sınavına ilişkin iddialar, sorular ve bazen de yanıltıcı bilgiler sosyal medyada dolaşmaya devam ediyor. Son olarak Bursa Mahmut Celalettin Ökten İmam Hatip Ortaokulu’ndan 36 birinci çıktığı iddiası gündemin ortasına bomba gibi düştü. Bu iddia saatler sonra yalanlandı. Hatta bu okuldan tam puan alan tek bir öğrenci bile olmadığı öğrenildi. Ama bu kaynak yine MEB değildi. MEB’in yapmadığını günler önce ÖNDER İmam Hatipliler Derneği yaparak ülke genelinde LGS’de birinci olan 63 imam hatipli olduğunu ve bu birincilerin okullarını da paylaşmıştı. Paylaşılan listede ise bu okulun adı yer almıyor. 

Şort yasak, sahte reklam serbest 

Peki tek bir imam hatip okulundan 36 birinci haberi nasıl ortaya çıktı, kim uydurdu? Bir muhalefet milletvekili iddiayı gündeme taşısa da asıl sorumlu 36 tam puan alan öğrencinin fotoğraflarını okulun adı ve okulun sosyal medya hesabından paylaşarak sahte reklam yapmaya çalışan okul yönetimi. Ve bu okul ve yönetiminin ilk skandalı da değil. Geçtiğimiz yıl Mahmut Celalettin Ökten İmam Hatip Ortaokulu müdürü Ergin Kaya Kırbıyık, 5. sınıf öğrencilerinin velilerine yönelik kullandığı “Bu okulda şort giyen öğrenciye de karışırız. Başını örtmeyen öğrenciye de karışırız” ifadeleriyle tepki çekmişti. 

Özel okullar, derin eşitsizlik 

Görsel: Bahçeşehir Koleji

Kamuoyunun ısrarlı soruları, takibi ve sıkıştırmasıyla Bakan Tekin, sadece 719 birincinin 66 il ve 544 farklı okuldan çıktığını açıklamıştı. Ama bu açıklama da tek başına oldukça yanıltıcı. Muhtemelen Bakan, okul türlerini açıklamayarak sınıfsal ayrımların da görünmez kılınmasını istiyor. Ama kamuoyunu meşgul eden tartışmaların yanında yer bulamayan eğitimdeki sınıfsal eşitsizlik LGS sonuçlarına da yansımış durumda. Kısa bir Google taraması yaptığımızda ülke genelinde çeşitli şubeleri de olan özel okullar ağının bu eşitsizlikten nasıl ‘birinci’ çıktığı görülüyor. Bahçeşehir (73), BİLFEN (49), Doğa (42) ve Konya Pema Kolejleri (7) olmak üzere 2025 LGS’deki 719 tam puan alarak birinci olan öğrencilerin 171’inin kendi okullarından mezun olduklarını duyurdu. Bu rakamlar diğerleri bir yana kamuda okuyan öğrencilerden çok daha az öğrencisi olan kolejlerin, özel okulların açıklanan LGS birincilerinin en az 5’te birine sahip olduğunu gösteriyor.

                                                                ***

Aralarında ünlü oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu'nun da bulunduğu 21 kişiye hapis talebi

Oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu'nun da aralarında bulunduğu 21 kişi hakkında, sosyal medyada yaptıkları boykot çağrıları gerekçesiyle 7 yıl 6 aya kadar hapis cezası talep edildi.

Oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu'nun da aralarında bulunduğu 21 kişi hakkında, sosyal medyada yaptıkları boykot çağrıları nedeniyle yürütülen soruşturma tamamlandı. Hazırlanan iddianamede, 7 yıl 6 aya kadar hapis cezası talep edildi.

İddianamede, 2 Nisan’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve bazı ilçe belediyelerine yönelik yürütülen operasyonların ardından sosyal medyada yapılan boykot paylaşımlarının ardından soruşturma başlatıldığı öne sürüldü.

İddianame kabul edildi

Hazırlanan iddianamede dosyada Cem Yiğit Üzümoğlu, Aslı Yirsutimur, Bekir Aslan, Berna Güneri Kutlu, Burçin Erol, Buse Vatansever, Ceren Örnek, Damla Kırali, Deniz Bulutsuz, Mehmet Erdem Cevahirefendioğlu, Muhammet Enes Özel, Ömer Çiftçi, Seren Aydın, Sertaç Doğanay, Seyda Murat Germen, Şenay Ağgez, Tunahan Mert Topuz, Uğur Yangın, Yeliz Ağdemir, Zeynep Ocak ve Zeynep Sena Altan'ın “Kişiler arasında ayrımcılık yaparak bir kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleme ve basın ve yayın yoluyla halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” iddiasıyla toplamda ayrı ayrı 2 yıl 6 aydan 7 yıl 6 aya kadar hapis cezasına çarptırılması talep edildi.

                                                               ***

Alemin gözü yaşlı…-Koray R. Yılmaz-

Orkun Kökçü Beşiktaş’a transfer oldu… son günlerin en çok konuşulan futbol olayıydı bu… ama ne derler bilirsiniz futbol asla sadece futbol değildir…

Bir yanda dünyanın önde gelen takımlarında oynamış, yüksek transfer teklifleri almış, istese dünyanın en iyi liglerinde, en başarılı takımlarında oynamaya devam edebilecek olan henüz daha 24 yaşında gencecik bir futbolcu: Orkun Kökçü. Diğer yanda çocukken duvarına posterini astığı, tezahüratlarını ezberlediği, gönlünde büyüttüğü takım: Beşiktaş. Çoğu insan için akıl almaz bir tercih. Daha fazla para, daha prestijli ligler dururken gözyaşları içinde çocukluk aşkına geri dönmek. Dahası bunu büyük bir şükran duygusu içinde yapmak…

Bu sahneyi ıskalamamak gerekiyor. Bu sahne modern dünyanın her zaman aklı araçsallaştıran, en fazlayı isteyen insan anlatısına açık bir meydan okumadır. Hepimize anlatılan bu değil midir? İnsan, çıkarını maksimize eden bir hesap makinesi gibidir. Kar-zarar durumuna bakar, duyguları bir kenara bırakır, en uygun olanı seçer. Bu anlatıda hepimiz, birer “homo economicus- iktisadi insan” oluruz. O yüzden, Orkun Kökçü gibi bir oyuncunun bu tercihi ve duygularını bu kadar açık bir şekilde ortaya koyması, akılcı dünyanın ezberine atılmış bir tokat gibi. Dahası tercih kavramı burada gerçek anlamını buluyor. Açık ki burada tercih herkesin Iphone’u tercih ettiğini düşünmesinden başka bir anlam taşıyor…  

Tam da bu nedenlerle bu hikâyeye sadece bir futbol haberi diye bakmamalıyız. Kökçü’nün Beşiktaş’a dönüşü, bize insanın sadece çıkarla, akılla, soğuk stratejiyle açıklanamayacağını hatırlatıyor. Bazen bir çocukluk hatırası, bir statta duyulan tezahürat, bir formanın kokusu milyonlarca eurodan daha baskın bir motivasyon olabiliyor. O gözyaşları, modern aklın soğuk matematiğine sızan radikal bir sıcaklığı gösteriyor bize: İnsanın derininde yatan stratejiyle açıklanamayacak olan duyguları, aidiyetleri, inatçı saflıkları...

Strateji deyince geçenlerde Taner Akçam’ın sosyal medyada çokça konuşulan yazısı geldi aklıma. Akçam yazısında “gözlemci bakış açısıyla” geri kalan zavallı, “aktör bakış açısına” sahip, kafası karışmış, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyen geniş kitleye Kürt meselesinde içine girilen süreçle CHP’ye yönelik bu baskılamanın birbirini neden dışlamadığını, bunun gerçekte Cumhur İttifakı’nın Kürt meselesine dair geliştirdiği stratejinin bir parçası olduğunu söylüyor. Ona göre Cumhur ittifakının stratejisi şöyle: “Eğer biz CHP’de ifade bulan ‘Beyaz Türk’ çoğunluğunu baskı altında tutmazsak, bunlar Kürt meselesinin çözümüne karşı çıkarlar. Bunları ama çeşitli bahanelerle ezersek, bunlar da kendilerine kitlesel destek arayışına gireceklerdir. Ve sonuçta ‘Kürt meselesinin çözümünden yanayız’ noktasına geleceklerdir.” Bu yöntemi itibariyle çok “ilginç” tespiti tartışmayacağım. Ama aynı yöntemle şöyle bir argüman da eşit derecede doğru ya da yanlış olabilir gibi geliyor bana: Eğer biz CHP’de ifade bulan ‘Beyaz Türk’ çoğunluğunu baskı altında tutmazsak, bunlar Kürt meselesinin çözümüne karşı çıkarlar. Bunları ama çeşitli bahanelerle ezersek, bunlar da kendilerine kitlesel destek arayışına gireceklerdir. Ve sonuçta ‘Kürt meselesinin çözümüne daha güçlü bir şekilde karşı çıkacak’ noktaya geleceklerdir.” Meselenin bu tür “neden olmasın” düşüncesi etrafında ele alınamayacağının “gözlemci bakış açısıyla” da açık olmasını beklemek çok şey beklememek olsa gerek.  

Ama bence daha önemli bir şey var. Ortada soğukkanlı bir akıl, hesaplı bir oyun planı olduğunu söylüyor Akçam bize. Şüphesiz vardır böyle şeyler… Oysa toplum tam da Orkun Kökçü’nün gözyaşında gördüğümüz gibi işler. İnsanlar, duygularıyla, aidiyetleriyle, incinmiş onurlarıyla hareket eder. Baskılama, strateji planlarında öngörüldüğü gibi toplumu hizaya getirmez; aksine içten içe yarılmalar, yeni kopuşlar, bazen onarılamaz kırgınlıklar biriktirir.

Bir futbolcunun gözyaşı, bir ülkenin strateji raporundan daha gerçek ve sonuç alıcı olabilir. Çünkü hepimiz, tabelaya değil tribüne bakarız. Orkun Kökçü’nün her şeyi bir kenara bırakarak bu biçimde Beşiktaş forması giymesi siyasetin en karmaşık meselelerine dair de bir şey söylüyor gibi: İnsan dediğin sadece rasyonel bir proje değildir. Duyguları vardır, hikâyeleri vardır, inatçı bir şekilde hatıralara tutunur.

Belki de bu yüzden ihtiyacımız olan şey soğukkanlı bir mühendislik aklı değil; yaraları saran, ortaklaştıran, bütünleştiren, onaran bir duygusal hakikattir.

                                                            /././

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...