T-24 "Köşebaşı+Gündem" -23 Temmuz 2025-

“Aynı yanlışı yapıp farklı sonuç beklemek çılgınlıktır”-Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Yol yapmak, köprü yapmak, konut yapmak elbette iyi şeylerdir; ama bunları borçlanarak yaparsanız, borcunuzu ödeyecek kadar gelir üretemezseniz tekrar borçlanırsınız. Yani giderek daha ucuzlarsınız. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış, 85.33 milyon pehlivan artık çok yoruldu!

Sorular

Bir imparatorluğun sonu ne demektir? İmparatorluk nedir? Emperyalizm nedir? Bugün imparatorluk diyebileceğimiz yapı var mıdır, emperyalizmin tanımı değişti mi?

Yumuşak güç nedir, jeopolitik güç nedir? İmparatorlukla, emperyalizmle yumuşak güç bağdaşır mı?

Ölçü nedir? Nüfus mu, askeri güç mü, ekonomik güç mü, istihbarat gücü mü, coğrafi büyüklük mü? Coğrafi konum mu, doğal kaynak mı, teknolojik üstünlük mü, eğitilmiş nüfus mu, ARGE faaliyeti mi, sahip olunan patent sayısı mı? Patent kime ait, ülkeye mi araştırmacıya mı, onu işe çevirene mi?

Ölçek değişirken ölçülen küçülüyor mu?

“Ucuz ülke, pahalı ülke.” Dünün ölçekleriyle bugünü ölçmek doğru mu, mümkün mü?

Yine sorular, yazılarımda hep soruyorum; öğrenmek için sormak gerekir, çünkü eski Yunan’dan beri biliyoruz ki, bildiğimiz aslında bir şey bilmediğimizdir. Öğrenmek için de okumak, sormak, konuşmak, dinlemek gerekir. Bunları yeterince ve geniş bir açıyla yapıyor muyuz? Her an siyaset dinlemek dışında, siyasilerin Rashomon etkisini kullanarak ve/veya onu kullanarak yaptıkları polemiklerden uzaklaşıp, kendi sınırlarımızın belirlediği dünyamızın parametreleri içinde düşünüyor muyuz?

İmparatorluk, yüce bir hükümdar veya oligarşi altında birçok ayrı devlet veya bölgenin toplamı olarak tanımlanıyor. Emperyalizm, imparatorluğun kendi sınırları dışına çıkarak, askeri, kolonyal, ekonomik güç yoluyla diğer ülkeleri, o ülkelerde yaşayan insanları, ekonomik ilişkileri etki altına almak demektir. Bu, tarihte askeri güçle sağlanırken, 1945 Bretton Woods anlaşmasıyla dolara güç kazandırılmasının ardından emperyalizm ekonomi üzerinden çok geniş, küresel boyut kazanmıştır.

“Yumuşak güç” Joseph Nye’ın siyaset literatürüne ve pratiğine kazandırdığı kavram.[1] Emperyalizm sadece dolar hakimiyetiyle sınırlı kalmıyor, finansal kurumlara ek olarak eğitim, uygulama yoluyla da toplumları etkiliyor..

Dünya yalnız keşiflerle değil, yönetim tarzıyla da değişiyor

Tarihte birçok imparatorluk kuruldu, 20. Yüzyılda Britanya İmparatorluğu başta olmak üzere, Fransız, Belçika, Danimarka, İtalyan, Japon, Portekiz ve tabii uzun bir zayıflama döneminden sonra Osmanlı İmparatorluğu sona erdi. Çin hala köklerini “orta krallık”ta bulur. Osmanlı imparatorluğunun ekonomik anlamda, Belçika, Danimarka, Portekiz, Fransa örnekleri gibi, kolonileri sömürmeye dayalı bir imparatorluk olup olmadığını sorgularım. Herhalde bunun bir nedeni ülkede anlamlı ve ticaret ilişkilerinin, hammadde tedariği gerektiren endüstri yapısının bulunmamasıdır.

Avrupa’da imparatorlukların son bulması, Britanya’da 1997, (Hindistan’ın kurtulması 1947), Danimarka 1953, Belçika (Kongo 1962), Fransa (kuzey Afrika ve Pasifik) 1980, İtalya (Habeşistan), Portekiz (Angola, Brezilya ve diğerleri)1999’dur. Ülkelerin hem Pazar, hem tedarik kaynağı bakımından güvendikleri koloni ilişkilerinin sona ermesi, şirketlerin doğrudan “off-shore” yatırımları ile telafi edilmiştir.[2]

Kolonyalizm sonrası rejim: Avrupa Birliği

Koloni ilişkilerinin ortadan kalkması Avrupa ülkelerinde endüstri üretimini, üretimi paraya çevirecekleri pazarları geliştirme ihtiyacını ve yöntemlerini gündeme getirmiştir. Bir yandan Avrupa Birliği, öte yandan lojistik hizmetlerinin gelişmesi ve tabii her ülkenin kendi para politikasına bağlı olarak yönetilen para birimi konularını ele almıştır.

Bu tablonun iki önemli parçasını oluşturan İngiltere ve Fransa hemen hemen aynı nüfusa, adam başına gelir düzeyine, tarih boyunca oluşmuş önemli sermaye birikimine sahiptir ve ikisi de aşağı yukarı aynı zaman diliminde imparatorluğunu kaybetmiştir. Avrupa Birliğinin kurulmasından ve ortak para biriminin kabul edilmesinden beri 450 milyonluk bir kitle, bir yandan ABD, öte yandan uzak doğu ve özellikle Çin, Kore, bugünlerde hem üretici, hem de yatırımcı olarak pazarda varlığını arttıran Hindistan karşımıza imparatorluklar sonrası yeni bir dünya düzeni çıkartmaktadır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e

Osmanlı devleti de 20. yüzyıla girerken imparatorlukların son bulmasından payını almıştır. Daha önce değindiğimiz gibi zaten koloni sömürgeciliği değil, coğrafi büyüklük, askeri güç ve yönetim uygulamasıyla bu sıfata sahip olan Osmanlı İmparatorluğu, mucize bir önderin yönettiği kurtuluş savaşının ardından ve tüm dünya savaş ve 1929 ekonomik krizle cebelleşirken, yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmıştır. 1930’lu yıllar gerçekten yerli ve milli sanayinin, iyi yönetilen ulusal ekonominin kendisini gösterdiği dönemdir. Nitekim bu iyi yönetimin bir göstergesi savaş döneminde TL ,Dolar’a karşı değer kazanmıştır. Bu liberal ekonomi politikasının benimsendiği 1950’li yıllara kadar devam etmiştir.

Ekonomi politikası ve para politikası yanlışları Türkiye’yi ucuz ülke haline getirmiştir. Tuhaf bir şey söylediğimin farkındayım. Enflasyon, fiyatların, maliyetlerin artık ölçülemeyen boyutlara geldiği noktadayız. Nisbi fiyatlar anlamını tamamen yitirmiştir. Ülkede “her şey”in fiyatı , herkesin satın alma gücünü aşmıştır.

2025 yılı ülkede taşınmaz değerlerinin yeniden belirlendiği yıldır. Ama taşınmazların ulaştığı fiyat düzeyi, yurttaşların satın alma gücünün çok üstündedir. Geçen beş yılda yaşanan enflasyon, gerçekçi değerlendirme yapma imkanını ortadan kaldırmıştır. Herhalde bugün yurttaşın sahip olduğu konutun piyasa değerinden yola çıkarak belirlenecek değer gerçekçi olmayacaktır.

Ucuza mı gidiyoruz?

Çelişik ifadeler kullandığımın farkındayım, çünkü çelişik bir dönemde yaşıyoruz. Bir başka çelişik ifade ile yazının başlığını tekrarlayayım: "Türkiye ucuza gidiyor”, bu nasıl mümkün olabilir? Bir ülke bu kadar pahalılaşırken, nasıl olur da değeri düşer?

Çünkü ülkenin esas pazarı olan yurt içi pazar artık küresel fiyatlarla kıyaslanamayacak kadar pahalanmıştır. Bu tespite uymayan asgari ücrettir, asgari ücretli, emekli açlık düzeyinde dolaşmaktadır. 1960’lı yıllarda başımızı kurtaramadığımız enflasyon karşısında ve sabit gelirlileri, asgari ücretle çalışanları korumak için “hareketli merdiven- échelle mobile”, sistemi önerilmişti; son yıllarda hükümetin özellikle seçim döneminde uyguladığı bu sistemde, fiyatlar ne kadar yükselirse ücretler de o kadar yükselir. Yani enflasyon kendi kendisini besler.

Albert Einstein ne demişti? “Aynı yanlışı yapıp farklı sonuç beklemek çılgınlıktır” .[3]

Biz aynı yanlışı hem ekonomi politikası düzenlerken, hem siyasi seçimlerde yapıyoruz. Kötü yöneteni tekrar seçmekte tereddüt etmiyoruz.

Yol yapmak, köprü yapmak, konut yapmak elbette iyi şeylerdir; ama bunları borçlanarak yaparsanız, borcunuzu ödeyecek kadar gelir üretemezseniz tekrar borçlanırsınız. Çılgın yanlışlıktan vazgeçmediğinizi gören kredi verenler sizi çok severler ve tabii tekrar kredi verirler. Tabii geri ödeme riskiniz arttığı için daha pahalıya, daha yüksek faizle borçlanırsınız.

Yani giderek daha ucuzlarsınız.

Yenilen pehlivan güreşe doymazmış, 85.33 milyon pehlivan artık çok yoruldu!

------------------

[1] Nye, Joseph S., The Soft Power, 2009

[2] Doğrudan dış yatırım konusu 1970’de Raymon Vernon tarafından ortaya atılmış, eski sömürgeci ülkelerin bu kez geişmekte olan ülkeleri hem tarım,hem de endüstri sektöründe nasıl sömürdükleri Stephen Hymer ve Stephen Resnik ve başka iktisatçılar tarafından 1970’li yıllardan itibaren işlenmiştir. Nihayet 1970’lerin sonlarında Birleşmiş Milletler Kalkınma ve Ticaret Örgütü teknoloji transferi konusunu ele almış, bu süreci bir sömürü aracı olarak kullanan teknoloji üreticisi ülkeleri bağlayan bir uluslararası yasa çalışmasını gündeme getirmiştir. 1987-82 yılları arasında bu çalışmalara, müzakerelere Türkiye’yi temsilen katıldım

[3] Einstein’in kullandığı kelime “insanity”.

                                                         /././

Yılın ilk altı ayına ilişkin vergi gelirleri -Murat Batı-

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Haziran ayında 275 milyar 280 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Haziran ayında 330 milyar 176 milyon TL açık vermiştir. 2024 yılı Haziran ayında 176 milyar 4 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Haziran ayında 54 milyar 501 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2025 yılı Ocak-Haziran dönemi bütçe gerçekleşmelerini 16 Temmuz Çarşamba günü yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 48,34’ü KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.

Dolaylı vergilerin payı Ocak-Haziran döneminde yüzde 63,26; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 36,74 olarak gerçekleşti.

Tahsil edilen gelir vergisinin yüzde 92,61’i stopaj yoluyla alınmış.

2025 yılı Ocak-Haziran döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 6 trilyon 579,1 milyar TL, bütçe gelirleri 5 trilyon 598,6 milyar TL ve bütçe açığı 980,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 5 trilyon 467,6 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 131 milyar TL olarak gerçekleşmiştir

Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.

2025 Haziran ayı bütçe gerçekleşmeleri

2025 yılı Haziran ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 1 trilyon 239,6 milyar TL, bütçe gelirleri 909,4 milyar TL ve bütçe açığı 330,2 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 963,9 milyar TL ve faiz dışı açık ise 54,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Haziran ayında 275 milyar 280 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Haziran ayında 330 milyar 176 milyon TL açık vermiştir. 2024 yılı Haziran ayında 176 milyar 4 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Haziran ayında 54 milyar 501 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2025 Ocak-Haziran dönemi bütçe giderleri

2025 yılı Ocak-Haziran döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 6 trilyon 579,1 milyar TL, bütçe gelirleri 5 trilyon 598,6 milyar TL ve bütçe açığı 980,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 5 trilyon 467,6 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 131 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Haziran döneminde 747 milyar 183 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı Ocak-Haziran döneminde 980 milyar 478 milyon TL açık vermiştir. 2024 yılı Ocak-Haziran döneminde 172 milyar 760 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Ocak-Haziran döneminde 130 milyar 962 milyon TL faiz dışı fazla verilmiştir.

2025 Ocak-Haziran dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Haziran dönemi itibarıyla 5 trilyon 598 milyar 580 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 4 trilyon 771 milyar 457 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 658 milyar 930 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda 2025 Ocak-Haziran dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2025 Ocak-Haziran döneminde KDV ve ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 48,44; dolaylı vergilerin payı yüzde 63,26 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 36,74 olarak gerçekleşti.

Stopaj yoluyla alınan gelir vergisinin toplam gelir vergisi içindeki payı yüzde 92,61 kadardır.

Ocak-Haziran 2025 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması

2024 yılı Ocak-Haziran döneminde bütçe gelirleri 3 trilyon 831 milyar 365 milyon TL iken 2025 yılının aynı döneminde yüzde 46,1 oranında artarak 5 trilyon 598 milyar 580 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2025 yılı Ocak-Haziran dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 48,5 oranında artarak 4 trilyon 771 milyar 457 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında Ocak-Haziran 2025 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır. 

Yukarıdaki tabloya göre 2025 Ocak-Haziran döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi yüzde 96,5 artışla gelir vergisi olmuştur. Bunun ardından BSMV yüzde 72,6 ile; kolalı gazozlardan alınan ÖTV yüzde 74,7 ile; yüzde 66,8 ile özel iletişim vergisi gelmektedir Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.

ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 38,5 oranında artmış.

                                                                     /././

Etnik ve inanç kökenli bölünmeyi resmileştirmek -Mehmet Y. Yılmaz-

Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak seçilecek kişilerin etnik ve inanç kökenlerini kim, nasıl belirleyecek? Bu durum kaçınılmaz olarak, etnik ve inanç aidiyetlerine dayalı kurumsal bir yapıyı gerekli kılacak. Bu, etnik ve inanç kökenli bölünmenin resmileşmesi demek.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin parti içindeki bir toplantıda “biri Kürt, diğeri Alevi iki Cumhurbaşkanı Yardımcısı olsun” dediği haberi yayınlandıktan sonra tartışma doğal olarak “Lübnan’a benzerlik” üzerinden gelişti.

Devlet Bahçeli de önceki gün yaptığı basın açıklamasında buna yanıt verdi:

“Türkiye’nin adım adım ilerlediği bir dönemde, iki Cumhurbaşkanı Yardımcısından birisinin Alevi, diğerinin de Kürt olabileceği değerlendirilmiştir. Bu fikri ve siyasi teklifi Lübnan’la ilişkilendirmek çarpıtma ve kasten saptırmadır!”

Bahçeli’nin sözlerinin neresinin çarpıtıldığını anlamak zor.

Kendisi de zaten aynı şeyi söylüyor: “Burada İki Cumhurbaşkanı Yardımcısından birisinin Alevi, diğerinin de Kürt olabileceği değerlendirilmiştir!”

Üstelik bunun “fikri ve siyasi bir teklif” olduğunu da vurgulayarak.

Prof. Dr. Tolga Şirin, T24’te yayımlanan dünkü yazısında “Lübnan modelinin ne olduğunu ve neden yürümediğini” tane tane, herkesin anlayabileceği açıklıkla anlatmış.

Dün okuma fırsatı bulamayanlar ve MHP lideri için yazının bağlantısı burada:  “Lübnanlaşmak” nedir? (https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sirin/lubnanlasmak-nedir,50822)

Prof. Dr. Şirin, şöyle diyor: Lübnan’daki mezhep temelli sistem, toplumu kurumsal olarak parçalamakta ve devletin asli işlevlerini felç etmekte. Mezhepçilik, modern yurttaşlık fikrini aşındırır, yolsuzluğu pekiştirir, sınıf mücadelesini böler. Azınlıkta kalanlar daha da dışlanır. Mezhepçi bir devlet gerçek anlamda bir ‘Cumhuriyet’ olamaz.”

Lübnan modeli, 1943 tarihli Ulusal Pakt isimli anlaşmaya dayanıyor. Buna göre, Cumhurbaşkanı Maruni Hristiyan, Başbakan Sünni Müslüman, Meclis Başkanı Şii Müslüman, Meclis Başkanı Yardımcısı ve Başbakan Yardımcısı Ortodoks Hristiyan, Genelkurmay Başkanı Dürzi Müslüman olacaktı.

Nobel ödüllü iktisatçılar Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un birlikte yazdıkları Dar Koridor – Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğü Geleceği isimli kitabın 84 ve 87. sayfalarında “Lübnanlaşmanın” ne olduğu ayrıntılı olarak anlatılmış.

Bu modelin nasıl bir sonuç verdiğini şöyle yazıyorlar:

“Kendi içinde bölünmüş, kolektif olarak harekete geçemeyen ve dahası siyaseti etkilemeye çalışan herkese ve her gruba karşı derinden kuşku duyan bir toplum.”

Bahçeli, “Cumhurbaşkanının iki Yardımcısından biri Kürt, diğeri Alevi olsun” önerisinin bu model ile alakalı olmadığını söylüyor.

Bal gibi de alakası var.

Yardımcı olarak seçilecek kişilerin etnik ve inanç kökenlerini kim, nasıl belirleyecek?

Bu durum kaçınılmaz olarak, etnik ve inanç aidiyetlerine dayalı kurumsal bir yapıyı gerekli kılacak.

Bu, etnik ve inanç kökenli bölünmenin resmileşmesi demek.

Aynı zamanda da DEMP Eş Genel Başkanı’nın dediği gibi “Kürt ve Alevi Cumhurbaşkanı olamaz” demek.

Bahçeli, ortaya attığı “fikri ve siyasi teklifin” Türkiye’yi “bölmeyeceğini” düşünüyor.

“Türkiye’yi, Lübnan veya benzeri bir başka ülkenin karmaşık ve kaotik istikrarsız yapısına çevirmeye gücü yetecek, buna cesaret ve teşebbüs edecek hiç kimse olamaz, olamayacaktır” diyor.

Garantisi nedir?

Lübnan’da, Irak’ta yürümeyen ve ülke içindeki ayrımcılığı sistematik hale getiren bu düzenin Türkiye’yi bölmemesinin garantisi, Bahçeli’nin “buna cesaret ve teşebbüs edecek hiç kimse olamaz, olamayacak” varsayımı mı?

Bahçeli, “102 yıllık Cumhuriyet tarihimizin tamamına etnik ve mezhep temelli bölücülüğün taciz, tahrip ve tahrikleri damga vurmuştur” da diyor.

Bahçeli bu durumu ortadan kaldırmayı istiyorsa yapması gereken şey belli:

Her yurttaşın kendisini eşit bir birey olarak hissedebileceği, kendisini ifade edebilecek bir demokrasiye geçişi zorlamak.

Bugünkü koalisyon ortağıyla bunu yapamaz, bunu da aklının bir köşesinde tutsun derim.

Yaptığı “fikri ve siyasi teklif” ile ilgili görüşlerini açıklayanları aşağılama amaçlı olarak kullandığı kelimelere gelince: Bu partide bir fikri açıklamanın, bir fikre karşı çıkmanın ya da savunmanın normal, hakaret amaçlı olmayan kelimelerle yapılabileceğini bilen kimse var mı?

Varsa metinlerini ona yazdırmasını öneririm.

Kendisinin “fikri ve siyasi teklif” yapmaya ne kadar hakkı varsa, başkalarının da beğenmedikleri fikirleri ve siyasi teklifleri eleştirmeye o kadar hakkı vardır.

“102 yıllık damgayı” silmek için yola çıkıyorsa önce bunu içine sindirmeli.

                                                           /././

Savcıların şifresiyle UYAP'a girip FETÖ dosyalarını kapatan zabıt katibine, 1190 yıl 5 ay hapis talebi

Savcıların şifresiyle UYAP'a girip FETÖ dosyalarını kapatan zabıt katibine, 1190 yıl 5 ay hapis talebi

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nca, Ankara Adliyesi'nde kendisine ve savcılara ait şifreyle Ulusal Yargı Ağı Sistemi'ne (UYAP) girerek soruşturma dosyalarını kapatan zabıt katibi A.Y. ve 15 şüpheli hakkında iddianame düzenlendi. Şüpheli A.Y'nin "silahlı terör örgütüne yardım" suçunu işlediği belirtilen iddianamede, "bilişim sistemine girme", "gizliliğin ihlali", "zincirleme şekilde resmi belgede sahtecilik", "suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme", "suçluyu kayırma" ve "rüşvet almak" suçlarından toplam 1190 yıl 5 aya kadar hapisle cezalandırılması talep edildi.

Şüpheli A.Y'nin eski eşi Z.E'nin, "A.Y'nin FETÖ firarisi avukat Muhammet Talha Bol'un telefonla bildirdiği isimler hakkındaki dosyalarda para karşılığı tedbir kararlarını kaldırdığı ve takipsizlik verilmesini sağladığı" yönündeki ihbarı üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca başlatılan soruşturma tamamlandı.

Başsavcılık aralarında zabıt katibi A.Y'nin de bulunduğu 16 şüpheli hakkında, "silahlı terör örgütüne yardım", "rüşvet almak", "zincirleme şekilde resmi belgede sahtecilik", "suçluyu kayırma", "silahlı terör örgütüne üye olma" gibi suçlardan iddianame düzenledi.

İddianamede, Cumhuriyet savcıları A.T.G, B.T, Z.E. ile zabıt katibi E.D. mağdur sıfatıyla yer aldı.

Soruşturmanın A.Y'nin boşanma aşamasında olduğu eski eşi Z.E'nin savcılığa yaptığı ihbar üzerine başlatıldığı anlatılan iddianamede, "ihbar eden şüpheli" olarak eski eş Z.E'nin beyanlarına da yer verildi.

Z.E. ifadesinde, zabıt katibi A.Y'nin FETÖ firarisi avukat Bol'un talebi üzerine bazı dosyalarda para karşılığı usulsüz işlemler yaptığını, bir defasında eşinin yaptığı işin karşılığı olan parayı kendisinin teslim aldığını söyledi.

Z.E. eski eşi ile bu usulsüz işlemlere ilişkin yaptığı konuşmaları içeren ses kaydını da savcılığa sundu.

Soruşturmayı derinleştiren Başsavcılık, geçici olarak başka bir büroda görevlendirilen katip A.Y'nin Terör Suçları Soruşturma Bürosu'nda görevde bulunduğu süre içerisinde işlem yaptığı dosyaları incelemeye alarak şüpheli görülen dosyalar yönünden bilirkişi incelemesi yaptırdı.

Yapılan incelemelerde A.Y'nin çok sayıda dosyada usulsüz işlem yaptığı, dosya numaralarını değiştirip evrak sildiği, taraf isimlerini değiştirdiği, dosyaların içini boşalttığı, bu işlemleri ise kendisinin ve birlikte çalışması nedeniyle şifrelerini bildiği savcıların UYAP oturumları üzerinden gerçekleştirdiği belirlendi.

İddianamede, dosya kapsamında tutuklu bulunan zabıt katibi şüpheli A.Y'nin ifadesine yer verildi.

A.Y. ifadesinde 2021 yılı mayıs ayına kadar görevini layıkıyla yerine getirdiğini, daha sonra maddi sıkıntılar yaşadığını, bu sebeple psikolojisinin bozulduğunu anlattı.

"Bu dosyalarda ücreti kafama göre alıyordum"

Avukat Muhammet Talha Bol'u adliyeden tanıdığını, bir dosyada bulunan malvarlığı tedbirini kaldırmak için çok fazla gelip gittiğini söyleyen A.Y, yurt dışı yapılanması dosyalarını genelde kendisinin yaptığını, bir dosyayla ilgili bir şey olduğunda savcıya durumu anlatıp gerekli işlemleri yaptığını, bu dosyanın da içeriğine baktığını, daha sonra avukat Bol ile irtibat kurarak, "Ben bu durumu çözerim bana 300 bin lira gönder" dediğini ve avukatla 220 bin liraya anlaştığını söyledi.

Bu süreçte Cumhuriyet savcısı ve hakimin yetkisinde olan ve onların yaptığı işlemlerin üstünden avukattan para aldığını dile getiren A.Y, "Bu dosyalarda ücreti kafama göre alıyordum. Beni arayıp 'bu kişi gariban' dediğinde çok düşük miktarlara karşılık karar yazıyordum. Parasız yaptığım işte oldu. Ancak avukat ile anlaşıp hesabıma para yatmayan iş olmadı." beyanında bulundu.

A.Y, FETÖ silahlı terör örgütünün yurt dışı yapılanması soruşturma dosyalarında birlikte çalıştığı Cumhuriyet savcıları B.T, Z.E. ve A.T.G'ye ait UYAP açılış şifrelerini bildiğini, ancak bilgisayar açılış şifrelerini bilmediğini, üç savcının da e-imza şifrelerinin kendisinde olduğunu, daha önce bahsettiği savcı onayına tabi yakalama kaldırma, müzekkere yazma, Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar (KYOK) onaylama gibi işlemleri savcılara ait bilgisayardan ve e-imzadan yaptığını anlatarak, "Bahsetmiş olduğum ve devamında bahsedeceğim durumlardan savcıların bilgisi ve rızası yoktur. Bu olaylardan benim üzerimden herhangi bir menfaat temin etmediler." ifadesini kullandı.

İddianamede, şüpheli A.Y'nin, görevli Cumhuriyet savcısının UYAP'ına bilgisi ve rızası dışında girerek ve elektronik imzasını kullanmak suretiyle, soruşturma dosyasının yetkisizlik kararı ile gönderilmesine dair müzekkere yazmak, savcı olmaksızın UYAP'tan iş akışı değiştirerek dosyaları imzalamak, KYOK kararı düzenleme işlemlerini görevli Cumhuriyet savcısının bilgi ve rızası dışında yapmak, birleştirme ve ayırma kararları vermek, şüpheliler hakkındaki yakalama kararlarını resen kaldırmak ve kamu adına kovuşturma yapılmasına yer olmadığına dair gerçeği yansıtmayan karar düzenlemek, gerçeğe aykırı evraklar ile fiziki dosya oluşturmak suretiyle maddi menfaat temin etme gerekçesiyle "zincirleme şekilde resmi belgede sahtecilik", "suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme", "suçluyu kayırma", "rüşvet almak" suçlarını işlediği tespitine yer verildi.

A.Y. hakkında, 1190 yıl 5 aya kadar hapis cezası istendi

Şüpheli A.Y'nin bu eylemleriyle aynı zamanda "silahlı terör örgütüne yardım" suçunu işlediği belirtilen iddianamede, "bilişim sistemine girme", "gizliliğin ihlali", "zincirleme şekilde resmi belgede sahtecilik", "suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme", "suçluyu kayırma" ve "rüşvet almak" suçlarından toplam 1190 yıl 5 aya kadar hapisle cezalandırılması talep edildi.

Ayrıca iddianamede A.Y'nin eski eşi "ihbar eden şüpheli" Z.E'nin "rüşvete aracılık etme" suçunu işlediği ancak şüpheli A.Y'nin eylemlerini ihbar etmesi ve olayın ortaya çıkmasını sağlayarak "etkin pişmanlık" gösterdiği belirtilerek, yargılamasının yapılması ve hakkında "ceza verilmesine yer olmadığı kararı" alınması istendi.

Diğer 15 şüphelinin ise "rüşvet vermek", "silahlı terör örgütüne üye olma", "gizliliğin ihlali", "resmi belgede sahtecilik suçuna zincirleme şekilde azmettirme" ve "suçluyu kayırma" suçlarından cezalandırılması talep edildi.

                                                       ***

T-24

 

Süper Lig’de transfer ekonomisinin görünen ve görünmeyen gerçekleri -Tuğrul Akşar / T24

 Ülkemizde transfer: Futbol kulüpleri için bir mutluluk yaratma aracıdır. Transfer taraftarı mutlu etme sanatıdır. Kulüp yönetimleri transferler aracılığıyla popülist politikalarını rahatlıkla uygularlar. Transferler sayesinde taraftar temel sorunlardan uzaklaşır ve yeni transferlere odaklanır. Mali gerçekleri görmez, görmek istemez. Geleceğe yönelik karamsarlıkları iyimserliğe dönüşür. Transferler kulüpte yönetim lehine bir illüzyon yaratır

tuğrul akşar

Süper Lig’de yaz dönemi transfer dönemi tüm hızıyla devam ediyor. Bu dönemde kulüplerimizde yoğun transfer hareketi gözleniyor. Kulüplerimiz dünya yıldızlarını Süper Lig’e getirmek istiyorlar. Süper Lig transferde Avrupa’nın gözdesi oldu.

Bu transfer hareketliliğini nasıl yorumlamalıyız?

Süper Lig yıllık yaklaşık 550 ila 600 Milyon Euro arasında yarattığı yıllık gelirle Avrupa’nın önemli ligleri arasında yer alıyor. Devlet destekli gelirlerin yanısıra, Süper Lig başta sponsorluk gelirleri olmak üzere bir şekilde para yaratabildiği için transfer piyasasının da gözde liglerinden birisi olabiliyor.

Şüphesiz ki, UEFA ülkesi olmamız ve Şampiyonlar Ligi’ne, Avrupa Ligi’ne takım gönderiyor olmamız buraya gelecek oyuncular için de Süper Lig’i bir cazibe merkezi yapabiliyor.

Yabancı oyuncular ve yıldızlar için süper lig çekim merkezi çünkü;

- Avrupa’ya yakın olmamızın yanısıra futbola olan ilginin yüksekliği,

- Şampiyonlar Ligi ve diğer UEFA Organizasyonlarına takım gönderebilme olanağı,

- Oyunculara ödenen yüksek ücret ve maaşlar,

- Etkin vergi denetiminin özellikle spor kulüplerinde olmaması nedeniyle kayıtdışılığın sağladığı düşük vergi avantajı...

Bu nedenle yıldız oyuncular Süper Ligi tercih ediyorlar. Her ne kadar profesyonel futbolculardan alınacak vergi oranları %40’a kadar yükseltilmiş olsa da, oyuncuyu Türkiye’ye getirebilmek için kulüp vergi yükümlülüğünün altına giriyor. Bazı finansal araçlar ve muhasebe teknikleri kullanılarak, oyuncu ücretlerinden kesilen stopajlar düşürülebiliyor. Bu da yabancı oyuncular için Türkiye’yi vergi cenneti yapıyor.

Yeri gelmişken, konuya ilişkin üç yeni örnek vermek istiyorum ki Türkiye Süper Ligi'ne oyuncular neden geliyor daha iyi anlaşılsın…

 1.Victor Osimhen, Napoli’de yıllık 12.820.000 euro para kazanıyordu ve bundan % -40 vergi ödüyordu. Eline net 7.7 milyon Euro geçmekteydi. Galatasaray’da ise bunun iki katından fazla para kazanıyor.

 2.Yine, Leroy Sane, B.Münih’te yıllık brüt 10 milyon euro almaktaydı. Galatasaray'dan yıllık 15 milyon euro kazanıyor.

 3.Beşiktaş’ın transfer ettiği Orkun Benfica’da 1.560.000 yıllık brüt ücret almaktaydı. Şimdi Beşiktaş’tan 5 milyon euro alacak.

Transfer kulüp yönetimleri için popülist sürdürülebilirlik aracı

Transferler aynı zamanda diğer taraftan kulüp yönetimlerinin geleceklerini devam ettirebilmelerine olanak sağlayan; PR’ını (Public Relation) yükselten etkili bir enstrüman.

Kulüp yönetimleri transferler sayesinde popülist politikalarını sürdürebiliyorlar. Olayın tam anlamıyla bir show business’a dönüşmüş olması, kulübün finansal yönündeki sıkıntıların taraftar tüketici nezdinde olumsuz etkilerini gizleyen bir illüzyon yaratıyor. Kulüp borç batağında olsa bile, taraftar transfer istiyor. Yönetici de kendi bekası açısından bu talebi geri çevirmiyor. O yüzden transfer futbolun en çok sevilen yüzü. Çünkü, her transfer bir heyecan ve beklenti yaratır. Bu heyecan ve beklenti ise kulüp yönetimlerinin işlerini kolaylaştırır, ömürlerini uzatır. Tabi ki, olaylar beklendiği gibi giderse. Beklendiği gibi gitmez ise bu popülist politikaların sonucu hüsrandır. Borç batağıdır.

Bu değirmenin suyu nereden geliyor?

Transfer için konuşulan rakamlar dudak uçuklatıyor. Bir oyuncu için 60-70 milyon euro konuşuluyor. Örneğin, Osimhen’i almak için Galatasaray 75 milyon euro’yu gözden çıkarttı.

Peki, kulüplerin bu transferlere verebilecekleri paraları var mı? Bu parayı nereden, nasıl buluyorlar?

Bu tamamen kulüp yönetimlerinin sihirbazlık yaptığı bir konu. Bir yandan kulüpler içindeki bulundukları finansal sıkıntılardan kurtulabilme arayışındalar. Diğer taraftan borçlanarak transfer yapıyorlar. Bir yandan birikimli zararlar öz kaynakları eritmiş, negatife döndürmüş durumdayken; kulüpler günü gelen yükümlülüklerini karşılayabilmek için harıl harıl para arayışındayken, öbür taraftan transfere saçılan yüzmilyonlarca eurolar. Bu amaçla kulüpler bir euro bulabilmek için kırk takla atıyorlar. İşte bedelli sermaye artırımına gidiyorlar. Her yerde bu harcamalarına kaynak sağlayabilecek sponsor arayışındalar.

İşin ilginç yanı her sene kulüpler önemli miktarda transfer harcaması da yapabiliyorlar. Bakın daha henüz bitmedi ama yaz dönemi transferleri nedeniyle kulüplerimizin toplam transfer bilançoları transfermarkt verilerine göre -38.4 milyon euro’ya ulaşmış durumda. Ayrıca bu tutara oyunculara ödenecek ücret ve maaşları da eklediğinizde maliyet bir anda yüz milyon euro'nun üzerine çıkıyor.

Galatasaray’ın yıllık oyuncu ücret ve maaşları toplamı 89 milyon 570 bin euro… Lero Sane ile birlikte Osimhen Galatasaray’ın toplam bordrosunun üçte birini oluşturuyor. Bugün iki oyuncuya ödenen yıllık ücret yaklaşık 4.2 milyar TL’ye ulaşıyor. Galatasaray’ın 28.02.2025 verilerine göre, bu iki oyuncuya ödenen yıllık ücret, Galatasaray’ın gelirlerinin %54’üne karşılık geliyor.

Bu paraları nereden buluyorlar diye sorduk. Yanıtlayalım:

Şimdilerde gündemde olduğu gibi bedelli sermaye artırımları yapılarak kaynak bulunmaya çalışıyor. Bu amaçla Galatasaray %150 bedelli sermaye artırımı ile 8.1 milyar TL kaynak sağlamaya çalışıyor.

Fenerbahçe %400 bedelli sermaye artırımı ile 1 milyar TL girdi hedefliyor.

Trabzonspor %581,8182 oranında bedelli sermaye artırımından gelen parayla, Felipe Augusto da Silva ile 4+1 yıllık sözleşme imzaladı. Kulüp  bedelli sermaye artışı ile hem transferi fonlamak hem de borçlarını ödemek istiyor. Trabzonspor son 1,5 yılda üç kez bedelli sermaye artırımı gerçekleştirdi. Bunlardan ilki, %150 bedelli sermaye artırımı olarak Ocak 2024’te yapıldı. Bu tarihten dokuz ay sonra bu kez kulüp ikinci bedelli sermaye artırımını %200 olarak yaptı. Üçüncü bedelli artırımının ise %585 olarak gerçekleştirdi.

Beşiktaş ise daha çok yeni %400 bedelli sermaye artırımlarına gittiler. 4.8 milyar TL gelir bekliyorlardı sadece 1.4 milyar gelir elde edebildiler. Beklenen gelire ulaşamadılar. Bu nedenle bankalar birliği konsorsiyumundaki borçlarını kapatamadılar.

Kulüpler;

- Borçlanarak kaynak yaratmaya çalışıyorlar. Ancak burada deniz tükendi. Finansal maliyetler çok yükseldi. Dört kulübün toplam borcu 50 milyar TL’ye ulaştı.

- Varlık satışı veya Gayrimenkul proje geliştirme işine odaklanıyorlar. İşte Fenerbahçe Ülker Arena’nın yanındaki araziyi TOKİ’ye vererek, proje geliştirmek istiyor. Galatasaray’ın Riva ve Florya projesi, Beşiktaş’ın dikilitaş projesi, Trabzonspor’ Emlak Konut GYO A.Ş. ile imzaladığı Akyazı projesi.

- Sponsor bularak finansal sıkıntılardan kurtulmak ve transferi fonlamak istiyorlar. Bu kapsamda Fenerbahçe Amerikan yoğurt firması ile 200 Milyon Dolarlık stat sponsorluğu anlaşması imzalamak istiyor. Galatasaray 2025-2026 sezonu için takımının forma göğüs sponsoru olarak Pasifik Holding ile anlaştı 10 milyon dolar alacak. Beşiktaş güney tribünü için gain firmasıyla anlaştı. Trabzonspor stat ismini bir firmaya kiraladı. Ama bu firmaya kayyım atandı. (Papara)

Bu kapsamda değerlendirdiğimizde, Fenerbahçe’nin Amerikan Chobani yoğurt şirketi ile stadyum isim sponsorluğu konusunda prensip anlaşmasına varması ve anılan şirketle 5 yıllık bir sözleşme karşılığında 100 milyon euro'luk bir sponsorluk anlaşması sağlaması da temelde kulübe transfere kaynak sağlamaya yönelik bir operasyondur.

Bu konuda sonuç olarak söyleyebilirim ki, günün sonunda bir muhasebe yaparsak, bilançonun açık verdiğini görürüz. Çünkü, bu gelirler maalesef bu giderleri karşılamaya yetmiyor.

Transferin futbol ekonomisine katkısı

Transferin futbol ekonomisi açısından kulüplere ve Süper Lig’e şüphesiz ki önemli katkısı bulunuyor. Logolu ürün satışları, kombine kart satışları, maç günü gelirleri, sponsorluk, reklam ve medya gelirleri transferlerle hareketleniyor ve kulübe önemli sayılabilecek sıcak para girmesine neden oluyor. Özellikle ilk hareketliliği logolu ürün satışlarında görüyoruz. Örneğin Beşiktaş son Orkun Kökçü transferi nedeniyle bir hafta içinde 100 binden fazla forma sattı.

Transferler nedeniyle kulüplerin başta tribün gelirleri, forma satış gelirleri, reklam ve medya gelirlerinde önemli artışlar yaşanabiliyor. Doğal olarak ilk etkiyi forma satışlarında görebiliyoruz. Bu bağlamda Beşiktaş kulübünden alınan bilgiye göre yıllık ortalama forma satış adedi 150 ila 200 bin arasında. Fenerbahçe ve Galatasaray da yaklaşık 300 ile 350 bin adet forma satıyor.

2023-24 rakamlarına göre forma satışlarından Galatasaray 85 milyon euro, Fenerbahçe 69 milyon euro ve Beşiktaş da 34 milyon euro para kazanmış. Bu açıdan bakıldığında kulüplerimizin forma satış gelirleri fena değil. 2023-24 verilerine göre Avrupa’da en fazla forma satan ilk 20 kulüp içinde Galatasaray 9., Fenerbahçe14., Beşiktaş da 18.sırada yer alıyor.

Transfer edilen oyuncunun tek başına performansından daha çok takım performansı olumlu olursa, transfer edilen oyuncunun ekonomik katkısı daha fazla oluyor. Bunu geçen sezon en iyi Galatasaray’da Osimhen transferinde gördük.

Diğer taraftan kulüplerin bonservis bedelleri üzerinden takım değerlerine olumlu katkısı olabiliyor. Bu da doğal olarak kulübün marka değerine önemli katkı sağlayabiliyor.

Transfer ekonomisi çift yönlü bir ekonomidir. Bu ekonominin biz daha çok alıcı tarafındayız. Altyapıdan oyuncu yetiştirip satıcı tarafında birkaç istisna dışında çok etkili olamadık. Eğer olayın satış kısmında yer alamıyorsanız, transfer ekonomisi bir süre zarar ekonomisine dönüşüyor.

Son on yılda kulüplerimiz transfer ekonomisinden zarar ettiler.

Çok sayıda transfer mi? nitelikli transfer mi?

Kulüplerimiz her yıl çok sayıda oyuncu transfer ediyor. Öyle ki, transfer edilen ve giden oyuncu sayılarında Süper Lig Avrupalı Liglerle yarışıyor. Örneğin, Fenerbahçe Başkanı Ali Koç yedi senede 107. transferini yaptı.

Geçmiş yıllarda yaptığım bir araştırmada Süper Lig’in, yaptığı her beş yabancı transferinden sadece ikisinden yararlanabildiğini gözlemledim. Yani, nicel fazlalıktan daha çok, nitel kaliteye odaklı bir transfer politikasına odaklanmalıyız.

Bu kapsamda rakam verecek olursam: 2025-26 yaz dönemi transferlerinde bugüne kadar toplam 190 oyuncu gitmiş 260 oyuncu gelmiş. Gelenlere toplamda 66 Milyon Euro ödemişiz. Gidenlerden ise sadece 33 milyon Euro kazanabilmişiz. Bu anlamda gelirlerimizin 2 katı harcama yapmışız.

Transfer ekonomisinde Süper Lig bir kaç sezon dışında son 25 yılda hep dışalımcı olmuş ve önemli transfer açıkları vermiş bir lig. Bu süreçte kıt kulüp kaynaklarının nasıl heba edilerek, kulübün mali yapısının zaafa uğratıldığına da çarpıcı bir örnek verelim.

Sevgili dostum Müslüm Gülhan'ın "Beşiktaş'ta boşa giden 25 Yıl"[1] başlıklı makalesinde de belirttiği üzere; Beşiktaş,  2000-2025 arası 307 transfer gerçekleştirmiş; bu transferlere toplamda bonservis + maaş tutarı olmak üzere  871 milyon 405 Bin Euro harcamıştır. Buna karşın, 154 Milyon 860 Bin Euro transfer geliri elde eden kulüp sonuç olarak, 716 milyon 545 Bin euro transfer zararı yapmış.  Yani, 2000-25 arası dönemde yıllık ortalama 28 milyon 661 Bin euro Beşiktaş transfer zararı yapmış. Oluşan bu zararlar ise bir süre sonra kulübün mali dengesini yitirmesine ve sportif performansının düşmesine neden olmuş.

Transfer Bilançosunda Açık Veriyor, Zarar Ediyoruz

Transfer bilançosu açısından bakıldığında, külliyen zarar eden bir tablo ile karşı karşıyayız. Olaya sadece bonservis bedeli olarak bakmayın. Kulüplerimizin çok önemli tutarda yıllık bordro yükümlülükleri bulunuyor.

Transferde başarıyı değerlendirebilecek en önemli kriterler sportif ve mali performanstır. Her ikisi açısından da zarardayız. Bu açıdan yaklaşıldığında transfer ekonomisinde net zarar eden bir ülkeyiz.

Bu bizi iki yönden etkiliyor.

Kulüplerimizin bir yandan mali dengeleri bozuluyor, borçlanmaları artıyor. Diğer taraftan gelen yabancı oyuncular nedeniyle yerli oyuncunun süre alması azalıyor ve alt yapı zamanla kısırlaşmaya başlıyor.

Bu kadar transfere rağmen Avrupa’da neden başarı gelmiyor?

Süper Lig’de yapılan onlarca transfere ve harcanan yüz milyonlara rağmen bir türlü sportif başarı Avrupa’da gelmiyor.

Kulüplerimiz o zaman bu transferlere neden bu kadar para harcıyorlar? Bu bir bilinçli politika mı?

Bu sorulara yanıt vermek zorundayız…

Öncelikle belirtelim ki, kulüplerimiz transfer ekonomisinin gelir üreten değil, gider yaratan tarafında kendilerini konumlandıran bir politika izliyorlar. Böyle olunca da, kulüp bilançosu bir süre sonra açık vermeye; gelirler giderleri karşılayamamaya başlıyor. Bunun kaçınılmaz sonucu ise borçlanmak oluyor. Bu nedenle Süper Lig’de transfer ekonomisi borca dayalı bir büyüme modeliyle hareket ediyor. Ne var ki, bu durum sürdürülebilir olmadığından kulüplerin mali yapıları zamanla bozuluyor ve bir süre sonra da borç batağına saplanmalarına neden oluyor. Artan borçlanma ise kulüplerin önemli miktarda finansman giderine katlanmalarını beraberinde getiriyor. Artan borçluluk ve yükselen finansal giderler, süreç içinde kulüplerin zararlarını artırıp sportif rekabet yeteneklerini olumsuz etkilemeye başlıyor. Onların mali yapılarını dış şoklara dayanıksız, krizlere karşı korunaksız ve sürdürülemez bir yapıya dönüştürüyor. Sürekli borçlanarak, fayda yaratmak, yani sportif başarıya ulaşmak sürdürülebilir olmadığı için de kulüpler sadece içeride, yani, Süper Lig’de rekabet edebilmek için bu maliyetli kadrolara katlanmak durumunda kalıyorlar. İçeride rekabet kalitesinin düşmesi, bir süre sonra Süper Lig’in oyun kalitesini aşağıya çekiyor.  Süper Lig’de düşük yoğunluklu rekabete alışmış olan kulüpler, Avrupalı rakipleriyle karşılaştıklarında ise bunun yıkıcı etkisini elenerek yaşıyorlar.

Tüm bunların nedeni ise: Türk Kulüp futbolunda kurumsal yönetim ve yönetişimin egemen bir model haline getirilememiş olması, kulüp denetimlerinin sıkı ve yeterince yapılmaması, futbol otoritesinin yani federasyonun buna sessiz kalması, rekabetçi dengenin bozularak, büyükler ve özellikle İstanbul takımları lehine haksız rekabete dönüşmesi; altyapıya gereken önemin verilmemesi ve sürekli borca dayalı ithalatçı bir stratejiyle transfer politikalarına devam edilmesi, Türk futbolunun yapısal sorunlarını çözebilecek yeterlikte yönetim kadrolarına sahip bulunmaması, yetersiz kulüp yapılarının siyasetin güdümünde popülist uygulamalarına devam diyor olmaları, futbol üst yapısında yer alan yönetsel anlayışın, kulüp bekasından daha çok kendi bekalarının doğrultusunda kulüpleri yönetiyor olması, gelecek on yılları planlama yerine günü kurtarmaya yönelik palyatif nitelikli popülist uygulamaların genel bir politika haline dönüştürülmesi, Türk futbol kulüplerinin Avrupa’da neden başarılı olamadıklarını gözler önüne seren yetersizlikler ve olumsuzluklar olarak karşımıza çıkıyor. Bu yanlış ve miyopik futbol politikaları kulüplerimizin istikrarlı ve sürdürülebilir bir mali yapıya ulaşıp sportif performans koyabilmelerinin önünü kesmektedir. Bizim artık hem sahada, hem de saha dışında ekonomik ve finansal olarak başarılı olabilmemiz için kökten değişikliklere gitmemizi bir tarihsel zorunluluk olarak önümüze koyuyor.

Futbolumuzun hem sahada hem de kasada kazanabilmesi için yapısal değişim ve dönüşümlerin ivedilikle hayata geçirilmesi, bugün Türk futbolunun en önemli sorunudur.

Transfer taraftardan daha çok yönetime yarar sağlıyor

Öncelikle belirtelim ki transferler her zaman bir heyecan ve beklenti yaratır. Bundan en çok yöneticiler yararlanır. Çünkü, transfer politikasıyla hem heyecan hem de geleceğe ilişkin mutlu beklentiler yaratılır. Bu anlamda ülkemizde transfer: Futbol kulüpleri için bir mutluluk yaratma aracıdır. Transfer taraftarı mutlu etme sanatıdır. Kulüp yönetimleri transferler aracılığıyla popülist politikalarını rahatlıkla uygularlar.

Transferler sayesinde taraftar temel sorunlardan uzaklaşır ve yeni transferlere odaklanır. Mali gerçekleri görmez, görmek istemez. Geleceğe yönelik karamsarlıkları iyimserliğe dönüşür. Kulübün üzerinden kara bulutlar belirli bir süre dağılır. Transferler kulüpte yönetim lehine bir illüzyon yaratır. Bu da kulüp yönetimlerinin bekaları, yani kendi sürdürülebilirlikleri bakımından önemlidir. Kulübün finansal sürdürülebilirliği ise bu aşamada yönetim ve taraftar açısından önemli değildir.

Diğer taraftan transferler bir takım muhasebe tekniklerinin de yardımıyla, kulüplere operasyonel hareket kolaylığı ve esnekliği sağlar. Kayıtdışılık olanaklarını geliştirir. Kulüpler bu sayede bol bol transfer yaparlar.

Tuğrul Akşar / T24

[1] Müslüm Gülhan, "Beşiktaş'ta Boşa Giden 25 Yıl"

Eski Türkiye’ye göçtüm, küçük bir Yunan Adası’nda...-Ayşe Acar /Göç Hikayeleri -T24



Ben zaten göçmüştüm bu ülkeden... Şimdi bir daha göçtüm. Mavi Ege’me, Yeşil Defne’me, binlerce yıllık zeytin ağaçlarının bilgeliğine, evime, özüme, çocukluğuma, hasretini çektiğim eski Türkiye’me göçtüm. Küçük bir Yunan Adası’nda...

ayş acar

Bu yazı, Bodrum’un karşı kıyısındaki Yunan Adaları’ndan birinde geçiriyorum. Yeşil Defne’m ve Mavi Ege’m (bilmeyenler için çocuklarım) henüz yanımda değil, ama ben ruhumu Ege Denizi’nin mavisiyle, Defne ağaçlarının yeşiliyle ve zeytin ağaçlarının binlerce yıllık bilgeliğiyle iyileştiriyorum. Bulunduğum yer çocukluğumun Bodrum’una benziyor. Mavi panjurlu küçük beyaz evler, evlerin damından sarkan pembe begonviller, dar sokaklar, her birinin sahibini tanıdığımız, çocuklarıyla sek sek oynadığımız aile lokantaları... Aynı çocukluğumdaki gibi çakıl taşlarının üstüne seriyorum havlumu. Taş sırtımı ısıtıyor, kaslarımı gevşetiyor olabildiğince... Denizin, rüzgarın ve cırcır böceklerinin sesi kulağımda çok tanıdık ama çoktan unutulmuş bir melodi seslendiriyor. Dinlemeye doyamıyorum. Yüzümde belli belirsiz munzur bir gülümseme oluşuyor. Hatırlıyorum; o da çocukluğumdan...

Etrafıma şöyle bir bakıyorum. Plajlar özelleştirilmemiş, herkes her yerden denize girebiliyor. Çoğu yerde şezlong yok, tesis yok, servis yok, o veya bu “beach”den gelen ve birbirine karışan bir müzik kirliliği yok. Yani şurayı bir Türk'e verecektin, denizin üstüne dikecekti iskeleyi, gündüzleri şezlong şemsiye başına 4000 TL giriş parasını kesecekti, üstüne 2000 TL'ye lahmacunu çakacaktı, akşamına denize neon ışığı yansıtıp rakı balık servisi yapacaktı, gece de masaları kaldırıp mekanı bara çevirecekti dım-tıs dım-tıs!

Enayi bu Yunanlılar, pratik zekaları yok

İçimden “Yok vallahi, enayi bu Yunanlılar. Pratik zekâları yok,” derken, gülmem geliyor. Aman iyi ki yok pratik zekâları... Ya olsaydı ne olacaktı? Sadece plajlar değil, bütün ada kimliğini kaybedecek; kremalı kurabiye görünümündeki mavi beyaz evlerin yerini üç katlı apartmanlar alacaktı. Bak, Bodrum’da turizmciler kan ağlıyormuş, işletmelerde yüzde 45’e varan iş kaybı yaşanıyormuş, iç pazarda yüzde 20 daralma varmış, özellikle butik oteller ve bağımsız işletmeler sezonu zararla kapatıyormuş. Üzülüyorum elbette. Türkiye’de turizm sektöründe yaşananlar, enflasyonun sebebi gibi gösterilse de, aslında sonucu. Türkiye’de döviz kuru baskılanırken enflasyon yükseliyor, bu da turizm işletmelerinin maliyetlerini artırıyor, fiyatlar, kiralar her anlamda uçuyor. Hepimiz kaybediyoruz. Kaptan gemiyi son hızla bir bilinmeyene sürüklediği için gemi her yerinden su alıyor ve yavaş yavaş batıyor. Koca bir halk da içinde...

Eleni bana kendimi misafir değil, evimde hissettiriyor

Evimin yanındaki kafede çalışan Eleni, tüm güler yüzüyle sade Yunan kahvemi kumsala getiriyor. Servis ederken de bana göz kırparak “Ayşe, şekersiz Türk kahveni getirdim,” diyor. Çünkü bana kendimi misafir değil, evimde hissettirmek istiyor. Oysa kendi ülkemde kendimi misafir olarak bile hissetmiyorum artık; daha ziyade kazıklanacak müşteri gibi hissediyorum. Dört kişi bir meyhaneye gidiyoruz, hemen hemen aynı şeyleri yiyip, içiyoruz.  Kimi yerde toplam 5000 TL hesap ödüyoruz, kimi yerde 10,000 TL, kimi yerde daha da fazla. Kime göre, neye göre? Sonra millet niye Yunan Adaları’nda tatil yapıyor? Mesafe yakın, Euro ile tatilleri daha ucuza geliyor, çok daha kaliteli hizmet alıyorlar, bu hayat pahalılığında yurt dışına çıkma duygusu yaşıyorlar, yeni yerler görebiliyorlar da ondan.

Ben bu yeni Türkiye’den duygusal olarak kopmuşum

Kendi ülkemde kendimi misafir olarak bile hissedemediğim gerçeği kalbimi kırıyor. Ve o anda fark ediyorum ki, ben bu yıl itibariyle yazları da göç etmeye başlamışım. Sekiz yıldır yazlarımı Türkiye’de geçirerek hasret giderirken, bu yaz Türkiye’de bile değilim. Ben bu yeni Türkiye’den duygusal olarak kopmuşum artık. Sade bir Yunan Adası’na göç ederek aslında güzel, çıkarsız, abartısız, rantsız, insanların yüzünün güldüğü, birbirine saldırmak için fırsat kollamadığı, misafirperver, bir fincan kahvenin 40 yıllık hatırı olduğu Eski Türkiye’ye göç ediyorum.

Burada zaman çok yavaş akıyor

Ne kadardır buradayım bilmiyorum. Burada zaman çok yavaş akıyor. Çocukluğumdaki gibi... Uzaktan kumdan kale yapan, birbirlerini kuma gömen, denize bombalama atlayan, denizde yüzmekten tenleri tuzlanan, saçları kumlanan, güneşin altında ciltleri kavrulan çocukların sesleri geliyor. Ne garip buradaki çocuklar saatlerce telefona bakmak yerine hala bizim çocukluğumuzdaki oyunları oynuyorlar. İskelenin ucuna yürüyor, ben de çocuk coşkumla kendimi bombalama suya bırakıyorum.

Mavi suyu ikiye yararak uzun kulaçlar atıyorum. Sağımdan nefes aldığımda adayı, kumsalı, zeytin ağaçlarını, gösterişsiz mavi panjurlu beyaz kurabiye evleri görüyorum. Solumdan nefes aldığımda ise karşımda Türkiye’yi... Trafik buradan gözüküyor, çirkin yapılaşma da... Gözüm zeytin ağaçlarını arıyor... Ah canım zeytin ağaçları... Sağımda zeytin ağaçlarının korunduğu, doğal gölgelik yaptığı ülke, solumda üç dört gün evvel zeytinliklerin madenciliğe açılması ile ilgili yasa tasarısının meclisten geçtiği ülke...

Sağımda zeytin ağaçları, solumda beton yığını

Aklıma Aydın’ın Çini köyünden, yeni maden yasasını protesto etmek için TBMM’ye gelen ve “Köylü kızı Zeynepim ben. Benim başka ünvanım yok” diye konuşan, “Köyüm o kadar güzel ki. Ama 10 yıl öncesinde bir şirket geldi ve köyümün masalsı güzelliğini yerle bir etti. O çam ağaçlarının yerini kumdan dağlar aldı. O dere yataklarını molozlar sardı. Artık derelerden su akmıyor. Artık çamlar kuruyor, hayvanlar ölüyor, meralarımız kalmadı” diye ağlayan Zeynep geliyor. Sağımda zeytin ağaçları, solumda beton yığını... Zeynep’in zihnimde tekrarlanan sözleri, benim de gözlerimden yaş getiriyor; yaşlar denize karışıyor.

Kim takar zeytinliği, kuşu, böceği... Çocuk katilleri ceza almazken...

Zeytinlikler sadece zeytin ağaçlarından ibaret değildir üstelik; kuşlar, böcekler ve diğer canlıların da yuvasıdır, erozyonla mücadele eder, karbon yutar. Madencilik faaliyetleri hepimizin bildiği gibi insan sağlığını tehdit eder, havayı, suyu, çevreyi kirletir, ekosistemi tahrip eder, toprak yapısını geri döndürülemez biçimde değiştirebilir. Zeytin ağaçları taşınabilirmiş. Eşya mı bu kardeşim, taşındığı her yerde can bulsun, aynı verimi versin.

Ama kime konuşuyorum. Bak Mattia Ahmet’in annesi Yasemin Minguzzi, altı aydır süren davadan sonuç alamadığı için oturma eylemi başlattı iki gün önce. Feryat figan “Biz daha neyi bekliyoruz, ya neyi?” diye isyan ediyor geciken adalete. Çocuklarını kadın cinayetlerine ve trafik terörüne kurban veren anneler tek tek Yasemin Minguzzi’nin yanına ekleniyor. Kulağımdan cırcır böceklerinin sesi siliniyor, anne ağıtları yürek yakan bir melodi olarak çalmaya başlıyor. Ah kalbim... Bu ülkede bıçaklanarak katledilen 14 yaşındaki çocuğun katilleri altı aydır ceza almıyor, kim takar Allah aşkınıza zeytinliği, dere yataklarını, nehirleri, gölleri, kuşları, böcekleri... Kim takar, kim takar!

Bir kez daha göçtüm bu ülkeden

Sağımda zeytin ağaçları, solumda yorgun adalet, solumda yüzü gülmeyen, birbirine saldırmak için fırsat kollayan insanlar, solumda rant, solumda doğa katilleri, çocuk katilleri... Ben zaten göçmüştüm bu ülkeden... Şimdi bir daha göçtüm. Sağıma göçtüm. Mavi Ege’me, Yeşil Defne’me, binlerce yıllık zeytin ağaçlarının bilgeliğine, evime, özüme, çocukluğuma, hasretini çektiğim eski Türkiye’me göçtüm. Küçük bir Yunan Adası’nda...

Ayşe Acar /Göç Hikayeleri -T24

 

soL "Köşebaşı + Gündem" -23 Temmuz 2025-

Komisyona niçin katılmamalı?-Oğuz Oyan-

Emperyalizmin güdümünde ve dinci-milliyetçi-despotik Cumhuriyet karşıtlarının gölgesinde girişilecek bir “çözüm süreci” ve anayasa değişikliği gündemi, Türkiye’nin Cumhuriyetçi damarına cepheden saldırı anlamındadır.

Başlığı, “CHP niçin Çözüm/Süreç Komisyonuna katılmamalı” şeklinde daraltmak da mümkündü. Ama bize göre CHP’yi aşan bir durum var. Gerçi olayın merkezinde gene de CHP olduğu için oradan da devam edebiliriz. Sıralamayla gidelim.

Birincisi, daha önce de ifade etmiştik, "AKP ile Anayasa yapılmaz" çizgisi ile anayasa değişikliğinden başka bir yere götürmeyeceği belli olan “Süreç Komisyonuna” temsilci göndermek çelişkili tutumlardır. Üstelik, sıradan seçmenin de hemen farkına varabileceği açık çelişkilerden olduğu için bunun açıklamasını yapmak, kendi tabanını ikna etmek pek mümkün değildir. O halde, CHP’nin daha ilkeli, daha özgüvenli, daha az orta-yolcu, yüzü daha çok emekçi kitlelere dönük bir siyaset çizgisine çekilmesi gerekir. Her tarafı, her sınıfı idare edecek bir siyaset hattının ilk firesi samimiyet kaybı olur ve buradan başarı devşirilmesi zordur. Siyasi dengelerin, oy kaygılarının her şeyin önüne konulması, sonuçta aleyhe çalışır.

İkincisi, "çözüm yeri Meclistir önerisinin sahibi CHP’dir ve biz sözümüzü tutarız" yaklaşımı da CHP açısından artık hükümsüzdür. Hükümsüzdür, çünkü bu önerinin ilk yapıldığı 2011’den bu yana iç ve dış siyasi ortam iyice değişmiş olduğu gibi, bu önerinin ima ettiği "şeffaf bir siyasi tartışmaya zemin oluşturacak demokratik bir çözüm komisyonu kurma" imkânları tamamen tükenmiştir. Kaldı ki, taraflar arasında kararlar önceden alınmış, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla en azından 1 Ekim 2024’ten itibaren sürecin yol haritası belirlenmiş, iktidarın kontrolünde kurulacak bir komisyonun ortaya bağımsız bir irade koyması kanalları baştan tıkanmıştır. Demek ki, oluşturulmak isten komisyonun bir “oldubittileri onaylama Masası”ndan başka bir işlevi olmayacaktır. Dolayısıyla Mecliste komisyon kurulması önerisine bağlı kalmak anlamsızlaşmıştır.

Üçüncüsü, “Süreç”, Suriye’de oluşturulan yeni paylaşımın gölgesinde, emperyalizmin ve siyonizmin akıl hocalığında, bunların bölgede oluşturdukları yeni hegemonya alanları ve güç dengeleri üzerinde ilerlemektedir. Emperyalizm, siyasal/kültürel dönüştürme projelerini en iyi “etnik-milliyetçi” ve “pro-amerikan dinci” siyasetler eliyle yürürlüğe koyar. Cumhur İttifakı bileşenlerinin, etnik/dini/mezhepsel kökenler üzerinden yapılandırılan ve dünyanın en kötü/en başarısız devlet biçimlerinden birini oluşturan yapay Lübnan modelini çağrıştıran herzeler yumurtlamaları, ulus-devlet oluşumu yerine ümmetçiliğe ve Osmanlı millet sistemine vurgu yapmaları tam da emperyalizmin Ortadoğu’daki alan temizliğine uygundur. Buna karşılık, bağımsız Cumhuriyet fikrine ve ülkenin toprak bütünlüğüne yönelik yeni bir yıkım projesidir. Burada iktidar bileşenlerine ve Kürtçü bir siyasi harekete yer olabilir ama CHP’ye yer olamaz.

Dördüncüsü, “Süreç”, Cumhuriyet karşıtlığı, Lozan ve Cumhuriyetin 1924 Anayasası karşıtlığı üzerinden ilerleme eğilimdedir. Bu konuda tarafların açık beyanları bulunmaktadır. Herhangi bir “Cumhuriyetçi” siyasi oluşumun, kendisini tamamen inkâr etmeden, bu “Süreç”e katkı vermesi düşünülemez. CHP gibi Cumhuriyetin kuruluş değerleriyle ve kendi parti tüzük ve program ilkelerinin bir bölümüyle bağlarını “zayıflatmış” bir partinin bile, Cumhuriyetin kurucu partisi kimliğini tamamen gözardı ederek, Cumhuriyet ve Lozan karşıtlığı ekseninde ittifak kuran böyle bir komisyona üye verme kararını sonuna kadar savunması/sürdürmesi beklenemez. CHP burada yer alırsa, kendi kimliğiyle bütün köprüleri atmış ve tarihine açıkça yabancılaşmış olacaktır. Bu, CHP’nin varlığına bir tehdit olacaktır. Buradan tekrar birinci şıkka dönebiliriz: En baştan kendi konumunu net olarak belirlemek, ilkeli siyasetin gereğidir.

Beşincisi, bir DEM Parti eş-genel başkanının “CHP Komisyona katılırsa belki İmamoğlu dışarıda olacaktır” denklemini kurması, aslında CHP’ye Komisyona katılmasını iktidarla pazarlık konusu yapmasını telkin eden bir “gayrı-etik teklif” kıvamındadır. Bu durumda kurulacak pazarlığın konusu, AKP liderinin siyasi ömrünü uzatacak Anayasa değişikliklerine boyun eğmekten başka ne olabilir acaba? Siyasi etik bakımından pek uygunsuz olan böyle bir önerinin yapılabilmiş olması bile, Kürt siyasi hareketinin kendi davası için olmadık “ikna” yöntemlerini düşünebildiğini göstermektedir. Bu durum da CHP açısından ek bir “kabul edilemezlik çizgisi” oluşturmaktadır.

Altıncısı, Kürt siyasi hareketi açısından dahi, eğer Türkiye’nin geleceğinde demokratik bir siyasi hareket olarak anılmak istiyorsa, AKP-MHP’nin kurduğu yeni-despotik düzene ilave bir destek sütunu oluşturacak bir sürece katılmamak düşer. Bunun boşuna bir öneri olduğu düşünülebilir ama bu görüşte olan azımsanmayacak sayıda Kürt kökenli Cumhuriyetçi ve sosyalist yurttaşımız olduğu gerçeğini yok mu sayacağız? Üstelik bu kitlenin bir bölümü CHP ve sosyalist/komünist partilerde yer alırken bir bölümünün de DEM içinde temsil edildiğini de unutmadan. Nitekim DEM Parti'nin kendi solunu ikna etmek için CHP’li belediyeler üzerinde yoğunlaşan faşizan baskılara ses yükseltmek zorunda kaldığını görebiliyoruz.

Demek ki, CHP yönetiminin, Cumhuriyetle birlikte geride bırakılan din-mezhep-etnik ayrımcılıklara karşı yurttaşların eşitliğini (Anayasa m. 10, vs.); milletin ve ülkenin bütünlüğünü, bölünmezliğini, bağımsızlığını (AY, m.5) savunan Cumhuriyetçi bir anlayışa sahip çıkması bugün her zamankinden daha da önemlidir.

Anayasa değişikliği

Anayasa tartışmalarındaki tuzaklardan biri, ilk dört maddeyi değiştirmemeyi bir lütuf gibi sunmak oluşturmaktadır. Elbette pazarlığı yukardan başlatmak için üçlü ittifakın geniş paketinde ilk dört madde de yer alabilir; ama sonunda CHP gibi partilerin ve Cumhuriyetçilerin hassasiyetlerini gözetmek için bundan vazgeçiliverir! 

Meseleyi şöyle kavramak doğru olacaktır: AKP’nin 2017 Anayasası, Cumhuriyet öncesinden beri gelen anayasacılık birikimini berhava etmiş ve İkinci Cumhuriyetin anayasasını yapmıştır. Üstelik AKP bununla da yetinmemiş, işine gelmeyen maddeleri uygulamamış veya istediği gibi eğip büküp yorumlamıştır. Nasıl ki laikliği koruyan onca Anayasa hükmüne rağmen Türkiye’de esas itibariyle laiklik fiilen sona erdirilmiştir, toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarına sürekli tecavüz edilmektedir, ilk dört maddenin şimdilik orada durması Cumhuriyet karşıtları açısından fazla bir sorun oluşturmamaktadır.

Daha kolayca yapılabilir olana odaklanmak bugünkü siyasi ittifakın yolunu çizecek gibi gözükmektedir. Kürt siyasi hareketinin asgari öncelikleri arasında, vatandaşlık tanımını değiştirmek üzere Anayasa m. 66 ve eğitim dilinin Türkçeden başka dillere de açılması için Anayasa m. 42 olacaktır. Cumhur İttifakı açısından ise, “Cumhurbaşkanı adaylık ve seçimi”ni düzenleyen Anayasa m. 101 ile “TBMM ve Cumhurbaşkanı seçimlerinin yenilenmesi” m. 116 öncelikli olacaktır. Madde 101’de ilk turda salt çoğunluk (yani yüzde 50+1) yerine bazı Latin Amerika ülkelerinde uygulanan daha düşük bir oran (örneğin yüzde 40+1 gibi) önerileceği gibi farklı cinlikler de düşünülebilir. Madde 116’da ise, Cumhurbaşkanının 2+1 dönem için görev yapabileceği sınırlamasını (tamamen veya belli durumlara -örneğin TBMM’nin üçte ikilik çoğunlukla karar almasına- özgü olarak) kaldırabilecek bir düzenleme getirilmek istenebilir. Elbette seçimlerin yapılmasına yeni sınırlamalar getirilmediği, seçimlerin ertelenmesini mümkün kılabilecek “olağanüstü” koşullara yer verilmediği durumda…

Nihayet AKP açısından, Cumhurbaşkanının “Andiçmesi”ni düzenleyen m. 103 ile Cumhurbaşkanının “görev ve yetkileri”ni düzenleyen m. 104’te de değişiklik talepleri gündeme gelemez değildir. Cumhurbaşkanının “Atatürk ilke ve inkilâplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağı”, “görevi tarafsızlıkla yerine getireceği” üzerine andiçmesi her ne kadar Cumhurbaşkanının bunlara tamamen aykırı icraatlarını engellemiyor ve kendisinde etik bir rahatsızlık yaratmıyor gözükse de, ilerde hukuki sonuçlar doğurmasından kaygı duyulmadığı anlamına gelmez. Demek ki, hâlâ yapılacak işleri vardır! Peki bunlara payanda olmak ne demek?

Emperyalizmin güdümünde ve dinci-milliyetçi-despotik Cumhuriyet karşıtlarının gölgesinde girişilecek bir “çözüm süreci” ve anayasa değişikliği gündemi, Türkiye’nin Cumhuriyetçi damarına cepheden saldırı anlamındadır. Bu saldırıya destek olunamayacağı gibi sessiz de kalınamaz.

                                                       /././

DİSK'in efsanevi önderi: Kemal Türkler -Mehmet Pekdüz-

İşçi sınıfının bu efsanevî önderi İstanbul'da evinden çıkarken, 22 Temmuz 1980’de faşist katiller tarafından kurşunlanarak öldürüldü. O zamandan beri 45 yıl geçmiştir. DİSK başta olmak üzere bağlı sendikalar, ölüm yıldönümünde saygıyla anıyor. Bir şiirde “Benim mezarıma ahla, ofla gelmeyin, işçi sınıfının mücadelesinden haber getirin“ diye sesleniyor.

Kemal Türkler, yoksul bir ailenin çocuğu olarak 1926 yılında Denizli'de dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Denizli'de tamamladı. Okurken çıraklık gibi her işte çalıştı. Hukuk Fakültesi'ni kazanarak ailesiyle İstanbul'a taşındı. Hukuk Fakültesi'nde okurken gömlek dikim işleriyle de uğraştı. Çeşitli sıkıntılar nedeniyle Hukuk Fakültesi'ni bitiremeden ayrıldı.

İstanbul’daki fabrikalardan birinde iş yaşamına atıldı. Çalışkan ve atak tutumuyla kısa sürede işçiler arasında sevilen biri hâline geldi. İşçilerin sorunlarını yaşamın içinde gören Kemal Türkler, kısa zamanda kendini örgütlü yaşamın içinde buldu. Sendikal örgütlenmedeki atak tutumu işçiler içinde göz doldurdu.

Aralarında Kemal Türkler’in de bulunduğu bir grup sendikacı Türk-İş'ten ayrılarak DİSK'i kuruyor. Sınıf sendikacılığı ilkeleri ile yönetilen DİSK, işçilerin önemsediği ve değer verdiği bir sendika hâline geliyor. Türkiye İşçi Partisi'nin de kurucuları arasındadır. TİP'te değerli bir insan olarak düşünceleri çok önemsenmiştir. Kuruluşundan itibaren 1977’ye kadar DİSK'in genel başkanlığını yürütür.

1977’deki kongrede DİSK'in genel başkanlığını kaybeder; Maden-İş Sendikası başkanı olarak görevini sürdürür. Kemal Türkler, DİSK'i hak alma mücadelesinde önder konumuna getirir. Uzlaşmasız, işçi sınıfının haklarını koruma ve geliştirme mücadelesi veren DİSK, örgütlenmede önemli atılımlar içerisine girmiştir. Üye sayısı 500 binlere dayanmıştır. Bu etkili ve yeni sendika, diğer sendikaların da hak alma konusundaki mücadelelerini hızlandırır. Bu yaşananlar sermaye sınıfının korkulu rüyası hâline gelir.

Kemal Türkler’in önderliğindeki DİSK ve Maden-İş, önemli ve ses getiren eylemlere imza atmıştır. Kavel Direnişi önemli, iz bırakan, unutulmayan direnişlerdendir. Bu direnişte hakların nasıl alınacağını ve korunacağını öğrenmiştir işçiler. Kavel Direnişi şiirlere, romanlara konu olmuştur. İşçi sınıfının bu hak alma ve haklarını geliştirme mücadelesi edebiyatın yeni konuları arasına girmiştir.

Yine Kemal Türkler döneminde işçi sınıfının ve geniş emekçi kesimlerin DGM (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) Direnişi de önemlidir. Bu direniş, işçi sınıfının dersler çıkarılacak mücadele geleneklerinden biridir. Haklarda ve özgürlüklerde kısıntılar getirecek bu yasa tasarısı işçi sınıfının mücadelede damgayı basmasıyla geri çekildi.

Yine 1970’lerdeki 15-16 Haziran işçi direnişleri belleklerden kolay kolay silinmeyecek mücadele örnekleridir. Sendikal örgütlenmenin önüne set çekecek 274-275 sayılı yasa tasarısı, işçi sınıfının sel gibi akan yığınsal mücadelesi ile engellenmiştir. 15-16 Haziran 1970’de işçi sınıfı tam anlamıyla sınıf bilincini yüreklere kazımıştır. Bu şanlı direnişten sonra işçi sınıfı var mı, yok mu tartışması da son bulmuştur.

Yığınsal 1 Mayıslarda Kemal Türkler’in önderliğindeki DİSK'in payı büyüktür. 1975-1976'da 100 binlerce emekçi alanlara akmıştır. 1977’de ise 1 Mayıs kanla boğulmaya çalışılmıştır. 37 kişi bu kanlı saldırıda öldürülmüştür. Her şeye rağmen işçi sınıfı ve emekçiler bu bayramı kutlamaktan geri durmadı. 2009’dan itibaren 1 Mayıs, yasal ve tatil günü olarak kutlanmaya başladı. Bu kazanımlarda işçi sınıfının ve geniş emekçi kesimlerin durmayan mücadelesinin payı vardır.

İşçi sınıfının bu efsanevî önderi İstanbul'da evinden çıkarken, 22 Temmuz 1980’de faşist katiller tarafından kurşunlanarak öldürüldü. O zamandan beri 45 yıl geçmiştir. DİSK başta olmak üzere bağlı sendikalar, ölüm yıldönümünde saygıyla anıyor. Bir şiirde “Benim mezarıma ahla, ofla gelmeyin, işçi sınıfının mücadelesinden haber getirin“ diye sesleniyor. DİSK başkanı da onun çizdiği barış, demokrasi, özgürlük ve eşitlik yolundan yürümeye devam edeceklerini söylüyor mezarı başında. İçinde yürek taşıyan hiç kimse bu hunhar cinayeti unutamaz. İşçi sınıfının efsanevî önderini 45. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

                                                         /././

Yeni Akit iki kere ameliyat olan Murat Çalık'ı 'turp gibi' manşetiyle hedef aldı

Akit, sağlık durumu ciddiyetini koruyan tutuklu Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık’ı "Turp gibi" diyerek hedef aldı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik operasyonlar kapsamında 23 Mart’ta tutuklanan CHP'li Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık’ın sağlık durumu kritik.

Daha önce iki kez kanseri yenen Çalık cezaevinde kaldığı süreçte 21 kilo verdi.

Geçtiğimiz günlerde lenfoma şüphesiyle ameliyat olduktan sonra anjiyo operasyonu geçirerek elleri kelepçeli cezaevine gönderilen Çalık hakkında Adli Tıp Kurumu, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin verdiği sağlık kurulu raporunun yeniden değerlendirilmesini talep etti.

Bunun üzerine Çalık, İzmir Şehir Hastanesi’nin hematoloji servisine yatırıldı.

İstanbul Adli Tıp Kurumu yaptığı açıklamada, Çalık’a 1999 yılında akut miyeloid lösemi (AML) teşhisi konduğu, ancak hastalığın 26 yıldır tekrar etmediği ve belirtilerinin kaybolduğu ifade edildi.

Murat Çalık'ın sağlık durumu ciddiyetini korurken; attığı başlıklar ve yaptıkları haberlerle büyük tepki çeken Yeni Akit'ten yeni bir skandal daha geldi.

Akit, manşetten verdiği haberde "Çalık turp gibi" başlığıyla, Murat Çalık'ı hedef aldı.

Haberin devamında "Adli Tıp, verdiği raporda 'hasta ölüyor' yalanını çürüttü" ifadelerine yer verildi.

Akit haberinde şunlar yazıldı:

Zeyrek için ‘çarpıldı’ başlığı atmışlardı

6 Haziran’da evindeki havuzun motorunu kontrol etmek isterken elektrik akımına kapılan CHP'li Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek 9 Haziran’da tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetmişti.

Zeyrek’in hayatını kaybettiği kaza Yeni Akit'te "çarpıldı" diye haberleştirilmişti.

                                                        ***

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...