soL "Köşebaşı + Gündem" -22 Kasım 2025-

 DİSK'teki ülkücü sendikacı yurt dışına kaçan Kürşat Yılmaz'la Milano'da buluştu: 'Suç örgütü lideri değil, mağdur...'-Emre Alım- 

MHP-AKP krizinin ortasında Türkiye’yi terk ettiği öne sürülen Kürşat Yılmaz’ın Milano’dan paylaştığı fotoğraftan "sürpriz" isim, DİSK’e bağlı Lastik-İş Sendikası yöneticisi Alperen Şakacı çıktı. soL’un ulaştığı Şakacı, Yılmaz ile aile bağı olduğunu vurguladı, kabarık suç dosyasınıysa "FETÖ kumpası" olarak tanımladı.

     Kürşat Yılmaz (soldan ikinci), Alperen Şakacı (ortada)

Bundan iki hafta önce basına yansıyan dikkat çekici bir iddia vardı.

MHP-AKP krizinin tavan yaptığı sırada Devlet Bahçeli’nin Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz’a Türkiye’yi terk etme uyarısında bulunduğu, iki ismin bunun üzerine yurtdışına çıktığı öne sürülmüştü.

Sonrasında Çakıcı’nın değil ancak Yılmaz’ın ülkeyi terk ettiği ifade edildi.

İki isimden de açıklama gelmedi, MHP de söz konusu iddiaları yalanlamadı.

İddiaların merkezinde emniyetteki MHP tasfiyeleri duruyor, çete faaliyetleri dolayısıyla aralarında Çakıcı ve Yılmaz’ın da bulunduğu bir ekibin gözaltına alınacağı öne sürülüyordu.

Peki, neredeydi Kürşat Yılmaz ve nereye kaçmıştı?

Yılmaz kendisi sosyal medya üzerinden yaptığı bir paylaşımla bu iddialara yanıt verdi, Milano’daydı.

Yaptığı paylaşımda “Gün bugündür, kervan yürüyor... Bu yürüyüşe Allah’tan başka hiçbir güç mani olamaz” diyen Yılmaz’ın bu mesajının ne anlama geldiği son derece açık sanıyoruz.

Yılmaz işlerin aynen devam ettiğin belirtiyor, krizi doğrulayan bir gönderme yapıyordu.

Ancak ortada başka bir tuhaflık var.

Söz konusu fotoğrafta, DİSK’e bağlı Lastik İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu Üyesi ve Örgütlenme Dairesi Başkanı Alperen Şakacı da yer alıyordu.

Operasyona konu olacak diye yurt dışına kaçan bir çete liderinin yanında DİSK’e bağlı bir sendikanın yöneticisinin bulunması son derece ilginç.

Ancak bunun ilk olmadığını not etmek gerekiyor.

Şöyle ki, Şakacı ile Yılmaz arasındaki bağ yeni ortaya çıkmış değil.

Tarih 22 Temmuz 2025. Yani bundan 4 ay öncesi:

“DİSK'e bağlı Lastik İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Alperen Şakacı, suç örgütü liderliğinden yargılanıp tahliye olan Kürşad Yılmaz ile birlikte MHP Lideri Bahçeli'yi makamında ziyaret etti. Bir dönem MHP'den milletvekili adayı olan Şakacı'nın bu ziyareti tepkiyle karşılandı.”

Şakacı’ın yöneticisi olduğu Lastik-İş’in Genel Başkanı Alaaddin Sarı ise DİSK’in yönetim kurulunda yer alıyor.

Sarı, 2020'de düzenlenen DİSK 16. Genel Kurulu’nda DİSK Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmişti.

1

'Adımı o koydu, kulağıma ezanımı o okudu'

soL, o fotoğrafın öyküsünü tartışmanın odağındaki Alperen Şakacı'ya sordu.

Şakacı, Kürşat Yılmaz ile Milano'da bir araya geldiklerini ve o fotoğraf karesindeki kişinin kendisi olduğunu doğruladı. Yurt dışına birlikte çıkmadıklarını, ancak İtalya'ya gittiğinde orada olduğunu bildiği Yılmaz ile bir akşam yemeğinde buluştuklarını belirten Şakacı, tartışılan o yakınlığın sebebini ise "aile bağı"na dayandırdı.

DİSK'e bağlı bir sendikanın yöneticisi ile bir suç örgütü liderinin yan yana gelmesine yönelik eleştirilere ise şu yanıtı verdi:

"Kürşat Yılmaz benim annemin dayısı... Bana Alperen ismini veren kişi, yani kulağıma Alperen ismini, ezanımı okuyan kişidir. Kürşat Yılmaz benim ailemdir. Benim onunla oturup yemek yemem, vakit geçirmem kadar doğal ve normal bir şey yoktur."

Kendisini "Babadan sendikacı, işçi sınıfı için mücadele eden bir delikanlı" olarak tanımlayan Şakacı, şu an Türkiye'de olduğunun altını çizdi.

Şakacı, Yılmaz'ın "suç örgütü lideri" sıfatını da reddederek, "Tamamen FETÖ kumpasıyla yattı. Nezarethanede bir gün dahi yatacak bir suçu yok. Bir tane tokat atmışlığı yokken FETÖ kumpasıyla cezaevi yatmış bir mağdur" dedi.

Kürşat Yılmaz kimdir?

Suç örgütü liderliğinden yargılanan bir ülkücüden söz ediyoruz.

soL’da daha önce yer verdiğimiz bir haberimizden ilgili bölümü "Kürşat Yılmaz kimdir?" sorusuna yanıt olarak bu vesileyle yeniden hatırlatıyoruz:

"Yakup Kürşat Yılmaz. 12 Eylül Darbesi öncesinde MHP’nin yan kuruluşu Ülkücü Gençler Derneği’nde (ÜGD) yöneticiydi. 12 Eylül darbesinin ardından MHP de yan kuruluşları ile birlikte kapatıldı. Boşta kalan ülkücülerin çoğunluğu başta çek-senet tahsilatı olmak üzere bir takım silahlı-külahlı kişisel işlere girişti ve kısa sürede büyük bir mafya organizasyonuna dönüştü. Kürşat Yılmaz da pratisyenliği ÜGD’de tamamlayan ve mafyaya terfi olan “ülkücü” mafya üyelerinden biri.  

Kürşat Yılmaz’ın en bilinen eylemi Kuşadası Belediye Başkanı Lütfi Suyolcu’nun öldürülmesi. Suyolcu, 16 Mayıs 1995’te Fırat Erdoğan isimli bir kiralık katil tarafından evinin önünde öldürüldü. Cinayetin sebebi Kuşadası’nda rantın giderek büyümesi ve mafyanın bu ranta el koymak istemesiydi. Hatta tarihe “Susurluk Olayı” olarak geçen kazada ölenlerin Kuşadası’nda bir toplantıdan döndüğü, toplantıda Kuşadası’nda açılması planlanan kumarhanelerin görüşüldüğü iddia ediliyordu.  

…Kürşat Yılmaz 1998’de Burdur Cezaevinden görevli Uzman Çavuş Numan Güvenir tarafından kaçırıldı. Kaçışla ilgili açılan davada cezaevi müdürü ve yardımcılarının da kaçışa yardımcı oldukları iddia edildi. Cezaevi müdürü Kürşat Yılmaz’ın torpilli bir mahkûm olduğunu, dönemin Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Hayrettin Gökdemir ve birkaç üst düzey yönetici tarafından sık sık ziyaret edildiğini anlattı. Kaçısın organizasyonu için bazı iş adamlarından da haraç alınmıştı.

Bunun üzerine Kürşat Yılmaz çetesine karşı bir operasyon düzenlendi ve 13 çete üyesi gözaltına alındı. Sanıkların karıştığı iddia edilen eylemler şöyleydi:

  • 3 Mart 1997: Kağıthane İlçesinde İzzet Fıçıcı’nın yaralanması
- 9 Kasım 1997: Kağıthane’de Halil Aydın’ın yaralanması

  • 15 Aralık 1997: Beyoğlu’nda Düver Bar’ın kurşunlanması
- 20 Şubat 1998: Şişli’de As Menkul Değerler’in kurşunlanması
  • 24 Nisan 1998: Gaziosmanpaşa’da İzzet Yılmaz’ın yaralanması
- 12 Mayıs 1998: Zeytinburnu’nda Mustafa İhtiyar’ın tabanca ile öldürülmesi

  • 3 Haziran 1998: Güngören’de Hayri Dinçer Ekerer’in yaralanması

Bu iddialar üzerine Kürşat Yılmaz Behçet Cantürk’ü öldüren güçlerin kendisinden Liceli iş adamı Halis Toprak’ı öldürmesini istediklerini, bunu reddettiği için bir takım cinayetlerin üzerine yıkıldığını söyledi.  Cezaevindeyken adı iki cinayete daha karıştı. O sırada, özel izinle İstanbul Emniyet Müdürlüğü Özel Kalem’inde çalışan Polis memuru Tülay Çetin‘le evlendi.

/././

 Ada vapurunun örttüğü -Aydemir Güler- 

İşte Öcalan geliştirdiği tezlerle aslında bu çaresiz kalabalığa çıkış yolu göstermiştir! Adını demokratik konfederalizm koyduğu modele göre mevcut devletlerin, onların egemenlik alanlarının ve sınırların önemsizleşip flulaşacağı bir gelecek bölgeyi beklemektedir.

Bahçeli “tabu devirme” misyonunu olası bütün bedelleri göze alarak yerine getirdiğini söylüyor. Sürecin en cansiperane savunucuları bile bu işin altına girenin –tabii ki DEM hariç- oy kaybedeceğini dile getirdiğine göre, kamuoyunun verili dengeleri itibariyle bu doğru da... Dolayısıyla AKP ve CHP’nin yolculuk için karar verene kadar bayağı kıvranmaları anlaşılır bir durum.

Ancak meselenin Öcalan’la görüşmeye kilitlenmesinin gizlediği başka şeyler var. 

Meclis heyetinin İmralı’da masaya oturmasının Öcalan’a kazandıracağı meşruiyet başlı başına bir sorun olarak görülüyor. Bu düzeyde bir temasın sembolik değer taşıyacağı ve bu açıdan bir sıçrama anlamına geleceği açık olmakla birlikte, böyle bir sorun tarifi, bugün Türkiye siyasetinde Öcalan’a zaten açılmış olan alanın etrafından dolanmak anlamına gelecektir. 

Israrla tekrar ediyoruz; hedeflenen “çözüm”ün içeriği konuşulmuyor. Silahların susması gibi aklı başında kimsenin itiraz etmeyeceği bir unsurdan başka bir şey yok ortada. Bir de, Türkiye içinde her şey hallolmuşçasına, düğümün Suriye ile ilgili olduğu kamuoyuna yansıyor. 

“Açık sözlü” sayılan Bahçeli yeni yıl mesajında telaffuz ettiği “iki asırlık ağırlık” lafını açıklamadı. Cumhurbaşkanı yardımcılıkları kota usulü dağıtılınca memleket hız mı kazanacak acaba? Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap ittifakının” Türkiye’deki karşılığının ne olacağı da konuşulamadı. Osmanlı millet sistemi hatırlatması ise “sömürge valisinin” tepki çeken periyodik gaflarından biri sayıldı, geçildi. Buna karşılık CHP Ankara’nın Amerikan sularına demirlemesi karşısında kendisinin Atlantikçilikte daha samimi olduğunu gösterme derdinde… 

İsteyen bu pervasız derecede cüretli ama açımlanmayan ve tartışmaya konu edilmeyen gevelemelerle Öcalan’ın sözlerini karşılaştırabilir!

Öcalan ve onun çizdiği çerçevenin içinde konuşan başkalarına göre Cumhuriyetin kurulması saltanata karşı ileri bir adım değil, özgürlükleri baskılayan bir rejime geçişti. Lozan anlaşması emperyalizme karşı bir kazanım değil, Kürtlerin dışlanması anlamına geliyordu. Kürt sorununun İslam kardeşliği zemininde çözülmesini savunduğuna göre laiklik de bir kenara bırakılmalıydı. Çözüm sürecinin ilerlemesi için aşiretlere uzanmak gerekiyordu…  

Siyasi iktidar ise bugüne kadar Cumhuriyet düşmanlığını bu açıklıkta dile getirmeyi hep eteklerindeki meczuplara bıraktı. Gidişattan duydukları memnuniyeti servetlerindeki patlamada gözlemlediğimiz patronlarsa resmi kutlama ve anma günlerinde yayınlanan reklam videolarına para döküyorlar! 

Gerici egemen güçlerin bıraktığı boşluğu dolduran Öcalan da -buna meşruiyet denir mi, onu geçelim- bir yılı aşkın süredir Türkiye siyasetinin en önemli oyun kurucularından biri haline geldi. 

Türkiye’nin bölünmesi tehlikesi hep konuşulur... ABD Büyük Ortadoğu’dan söz etmeye başladığından bu yana yaşananlara bakarsanız, geçenlerde yine Tom Barrack’ın bölgede aslında devlet falan olmadığını deklare edişini not ederseniz, bu risk hafife de alınamaz. Lakin Amerikancılık yarışındaki düzen siyaseti bu konuyu türlü demagojinin mezesi yapmaktan öteye de geçemez. 

İşte Öcalan geliştirdiği tezlerle aslında bu çaresiz kalabalığa çıkış yolu göstermiştir! Adını demokratik konfederalizm koyduğu modele göre mevcut devletlerin, onların egemenlik alanlarının ve sınırların önemsizleşip flulaşacağı bir gelecek bölgeyi beklemektedir. Bu, emperyalist “küreselleşme” saldırısını dünyayla bütünleşme diye sunan liberallerin veya cihat fırsatçılığına yoran siyasal İslamcıların yanında kuşkusuz çok daha güçlü bir açılımdır. Özetle Öcalan siyasi iktidar ve genel olarak düzen siyasetinin kurmayı beceremeyeceği bütünlüğü kuran kişidir. 

Yüz yüze görüşüp görüşmeme ikileminden çok daha önemli olan, görüşülenlerin, planlananların içeriğidir.  

O içerik onların olsun, bizim de sorularımız var: 

Cumhuriyete karşı şiddetlenen saldırı nasıl durdurulur? Cumhuriyetçilik nasıl ayağa kaldırılır? Emperyalizmin, sermayenin ve düzen siyasetinin ortaklaştığı tarihsel yıkım kararı nasıl geri püskürtülür? Kürt yurttaşlarımız, gerçekten eşitliği ve özgürlüğü, bir emekçi cumhuriyetini hedefleyen mücadelenin içinde nasıl konumlanabileceklerdir? 

/././

 Kapitalizmin bunalımı çip üretimi ve kullanımına nasıl yansıyor?-Erhan Nalçacı- 

Gerçekten sorun çok büyük ama bu teknolojinin ulaştığı yere ilişkin değil, kapitalizmin yapısının yol açtığı toplumsal bir bunalım.

Ekim Devrimi’nden sonra sosyalist kuruluşun çok erken döneminde Lenin sosyalizmi tanımlarken şöyle bir formül kurmuştu: 

Sosyalizm = Sovyet İktidarı + Elektrifikasyon

Tabi ki Lenin sosyalizmin bu formüle sığmayacağını biliyordu, ama o tarihsel dilimdeki esas noktaya işaret ediyordu. İşçi sınıfının iktidarındaki ülke hızla üretici güçleri geliştirmeliydi. Elektrik üretimine ilişkin plana vurgu yapıyordu bunun için.

Yüz yıl sonra bugün sosyalizmin tanımı için şunu söyleyebiliriz.

Sosyalizm = Emekçi sınıfların siyasi iktidarı + Çip üretiminin toplumsal mülkiyeti

Anlaşılıyor söylediğimiz ama önlem olarak söyleyelim, tabi ki sosyalizm yine bu formüle sığmaz, ama kapitalizmin geldiği aşama ve bunalımının sosyalizm tarafından aşılması için esas bir noktaya vurgu yapıyoruz.

Artık çipsiz bir meta üretiminden bahsetmek mümkün değil, hemen hemen her metanın içinde sayısız çip bulunuyor. Evet, giyeceklerde çip yok şimdilik belki ama onları üreten dokuma makineleri çip içeriyor. 

En gelişkin çiplerin özel bir ağı tarafından üretilen yapay zekânın da kullanılmadığı yer kalmadı neredeyse.

Bu bir insan ömrüne sığan çok hızlı gelişimin yarattığı sorunlar yaygın şekilde tartışılıyor. Ancak bu sorunlar üretici güçlerin gelişmesinin değil, kapitalizmin yarattığı derin bunalımın ürünü. 

Mülkiyet ilişkileri tartışılmadan çip üretimi, kullanımı ve yapay zekâ tartışılamaz günümüzde.

Geçen gün ABD Senatosu İstihbarat Komisyonu acı acı şu konuyu tartışmak zorunda kalmış. İki üç yıl içinde ABD’de üniversite mezunu gençlerin %25’inin yapay zekâ kullanımı nedeniyle işsiz kalacağı tahmin ediliyormuş. ABD’de her ailenin kendi çocuğunun üniversitede okuması için büyük bir masraf yaptığı göz önüne alındığında bu durumun büyük bir sosyal çalkantıya neden olacağını öngörüyorlar. 

Gerçekten sorun çok büyük ama bu teknolojinin ulaştığı yere ilişkin değil, kapitalizmin yapısının yol açtığı toplumsal bir bunalım.

Kapitalizm emekçilerin çok yönlü gelişmelerini hiçbir zaman umursamadı, emekçiler her zaman emek güçleri sömürülecek, işe yaradığı sürece istihdam edilecek sermaye unsurları olarak görüldü. Ne olacak şimdi, daraltılmış işleri yapay zekâ yapınca milyonlar öylece kalıyorlar ortada.

Sorun önemsizleştirilmeye çalışılıyor, 18. yüzyılda ip eğirme makineleri çıkınca ortaya elde ip üretenler yaygın olarak işsiz kalmış: Yarattığı nüfus kaymaları ve emek gücünde nitelik değişiklikleri önemli tabi o çağda. Ama bugün yaşadığımız bundan farklı bir olgu, kapitalizmde kârdan başka bir şeyi gözü görmeyen sermaye sınıfı insanın yerini tutabilecek bir üretim aracının mülkiyetini elinde tutuyor.

ABD’de sokağa inen askerler boşuna değil.

ABD’de, Çin’de, Rusya’da, her yerde insan biçiminde robotlar karşımıza çıkıyor. İnsanı taklit eden ve hatta bazı yönleri ile aşan her robot tekelci sermayenin kötücüllüğüne imza atıyor.

Savaştırmak için, sömürmek için, ayaklananları bastırmak için insanın yerine geçecek bir nesneye gereksinimleri var.

Uzağa gitmeye gerek yok, üniversiteler bugün Türkiye’de yapay zekâya yaptırılmış tezler sorunu ile karşı karşıya. Hileyi engelleyecek yapay zekâlar aranıyor. Tez yazanı icat eden hileyi saptayanı da piyasaya sürüyor.

Herkese aynı şeyi yaptırıyorlar. Algoritmalar insanı çok yönlü geliştirmeye değil, onları bağımlı hale getirmeye, onları yönlendirmeye dönük bir iblislikle hazırlanıyor.

Ve tabi ki kapitalizmin bu aşamasında emperyalizmin yarattığı rekabet ve bunalım da çip üretimi ve kullanımı üzerinden gidiyor. Küreselleşme söylemleri arasında kapitalizmin rekabetsiz, savaşsız olmayacağı ortaya çıkalı çok oldu.

Madem çipler bu kadar önemli bir gelişme ve insanlık için çok önemli neden birbirlerinin çip üretimi veya erişimini engellemeye çalışıyorlar? Dünya neredeyse bu çelişkinin üzerine inşa ediliyor. İki sene önce ele aldığımız bu konuya meraklı okuyucu bakabilir

Öyle hale geldi ki ABD 2022’de konuyla ilgili yasa çıkarttı: Çip ve Bilim Yasası

ABD kaybettiği çip üretimi tekrar ülkeye taşımak isterken Çin’in çiplere erişimini engellemeye çalışıyor. Ancak kapitalizmin bunalımı bu konuda da çarpan etkisi yapıyor, düzenin bunalımı derinleşiyor.

Örneğin, yapay zekâyı ortaya çıkaran çip ağları o kadar çok elektrik tüketiyor ki bir süre sonra ABD’nin eskiyen alt yapısının bu yükü taşıyamayacağı düşünülüyor. Veya yapay zekâ üreten şirketlerin hisse senetleri değerleniyor ancak yeterince kâr elde edemedikleri için bir çöküşün tetikleneceği sanılıyor.

Aşağıdaki grafik 2022’de yapılmış ve 2026’da çip üretiminin dünyadaki durumunu tahmin ediyor. Çin’in çip üretiminin artacağı ve Tayvan’ı yakalayacağı bu tahmin de yer almış. Çin tekellerinin hizmetindeki devlet desteği, elektrik enerjisi üretimindeki artış oranı, çip yapımında kullanılan nadir toprak elementlerinin tekeli ve yeni teknolojilere yapılan yatırım ile öne çıkacağı öngörülüyor.

Statistica’da yere alan grafik 2022 yılında yapılmış ve 2026’da çip üretimin ülkelere ve coğrafyalara nasıl dağılacağını tahmin etmeye çalışıyor. Çin’in 2022’de çiplerin %65’ini üreten Tayvan’ı yakalayacağı öngörülmüş. Öte yandan coğrafi eşitsizlik de dikkat çekiyor. Tahmine göre çip üretiminin %80’ininden fazlası Asya’nın doğusunda üretiliyor olacak.

Görüldüğü gibi dünya çip üretiminin %65’i neredeyse tek bir Tayvan Şirketi tarafından yapılıyorken ve en çok çipi metalara yerleştiren Çin’in katkısı sınırlıyken bu açığın kapanacağı öngörülüyor.

Ancak bunalım bunalım içinde, Çin Tayvan’ı illaki sınırlarına katmak istiyor ve bu ayrılığa yol açan 70 yıl önceki olay sınıfsal özelliğini yitirerek milliyetçi bir hırsa ve emperyalizmin en sıcak çatışma alanlarından birine döndü. ABD sermayesi şimdi Tayvan’daki çip üretimini hızla ABD’ye taşımaya çalışıyor. 

Başa dönersek, bu saçmalığa son verecek olan şey üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti olacak.

Böyle bir dünyada çip üretimi eşit bir şekilde dünyaya dağılabilir. 

Çip kullanımı ve yapay zekâ insanın çok yönlü gelişiminin hizmetine girebilir.

İşsizliğin ortadan kalkması bir yana emeğin niteliğinin çok fazla değiştiği yeni bir dünya mümkün olabilir.

O zaman ne olacak bu dünyanın hali diye yapay zekâya soru sormayı bırakıp kolları sıvayalım.

/././

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Kasım 2025-

 Jenga Ekonomisi (I): Türkiye ekonomisinden örnekler (2021-2023) -Binhan Elif Yılmaz- 

Jenga kulesindeki yükseliş alttaki tahta blokların çıkarılıp en üste konulmasıyla mümkün. Bir yandan önemli olan ilerlemenin doğru politika adımları ile gerçekleşmesi. Ama diğer yandan da kule çökmeden önce bir bloğu başarıyla kaldıran son kişi kazanır.

Jenga oyununu bilmeyen yoktur sanırım. Oyunda kuleden tahta bloklar çıkarılıp en üste yerleştirilir ve kulenin daha da yükselmesi sağlanır. Ancak çekilip çıkarılan her tahta blok kuleyi giderek daha fazla dengesizleştirir. Sonunda kule çöker.

Jenga ekonomisi, ekonomide kırılganlığı, istikrarsızlığı ve politika hataları sonucundaki kriz riskini Jenga oyunu üzerinden anlatan bir metafordur.

Türkiye ekonomisinin genel görünümüne bakıldığında ekonomik canlılığı görebilirsiniz; alışveriş merkezleri, havalimanları, caddeler insan dolu, trafik yoğun, tırlar sürekli bir şeyleri bir yerden bir yere taşıyor, yer-gök inşaat vb. Yani Jenga kulesi yıllardır yükseliyor, ayakta kalıyor, ama kule sağlam mı?

Ekonomimize daha yakından bakıldığında ve küçük işletmeler, ücretliler, emekliler, işsizler, iş bulma umudunu kaybedenler, kaybolan orta sınıf göz önüne alındığında Jenga kulesinin daha dengesiz ve sallantıda olduğunu görürsünüz. Kulenin çöküş olasılığı her zaman var. Peki kuleden hangi blok, ne zaman, nasıl çekildi? Hamleler fark edilmeden mi yapıldı, o esnada herkes başka yere mi bakıyordu?

Jenga ekonomisi metaforunda Jenga kulesindeki her blok, ekonomik büyümeyi, istikrarı ve toplumsal refahı sağlayacak bir ekonomik veri-parametreyi temsil ediyor; faiz, bütçe açığı, döviz kuru, krediler, enflasyon, hane halkı tüketimi, merkez bankası rezervleri, yabancı sermaye, dış ticaret açığı gibi.

Bu yazıda Türkiye ekonomisinde büyüme, istikrar ve refah arayışında 2021-2023 dönemini ele alacağım, 2023 sonrası ise bir sonraki yazının konusu.

2021 yılı son çeyrekte kulenin hızla yükselmesi tercih edildi, yani ekonomik büyüme öncelendi. Bunun için de “denenen” Türkiye Ekonomi Modeli, gevşek para politikasına ve rekabetçi kura dayandırıldı. Burada Jenga kulesinin bloklarını çekerek en üste yerleştirecek karar alıcı Merkez Bankasıydı. Bunu da hemen hemen her toplantıda faiz indirimine giderek yaptı. Düşük faiz ortamının yarattığı para bolluğu vardı, ihtiyaç, kobi, konut kredilerine olan ilgi artıyordu. Özel tüketim büyümeyi destekliyor, kule yükseliyordu. Ekim 2022’de politika faizi yüzde 10,5’a kadar inerken enflasyon yüzde 85,5’a yükseldi.

Diğer yandan para ikamesi vardı, ekonomiye dolarizasyon hakim oldu, maliyetler katlandı. Rekabetçi kur ise ihracatta beklenen başarıyı getirmedi, dış ticaret açığı 100 milyar $’a dayandı. Faiz adındaki bloğun çekilmesiyle Jenga kulesi en büyük sarsıntılarından birini geçiriyordu.

2021 sonunda kur sıçramalarının önüne geçmek, ödemeler dengesi krizine doğru gidişi engellemek gibi amaçlarla icat edilen KKM bloğu kullanıldı. Ancak kur istikrarı üzerindeki etkisinin sınırlı kalması bir yana, bütçeden mevduat sahiplerine ayrılan pay giderek büyüdü. 2022 sonuna kadar TL’den dönen KKM için bütçeden 92,5 milyar TL ödendi. Bu tutar bütçe giderlerinin yüzde 3,6’sı, vergi gelirlerinin yüzde 4,6’sıydı. 2023 yılının ilk yedi ayında ise bütçeden 59,5 milyar TL ödendi. Bu tutarın 34,5 milyar TL’lik kısmı sadece 1-15 Temmuz tarihleri arasına aitti.

KKM’nin maliyeti yaklaşık bir buçuk yılda 152 milyar TL olurken, yıl sonuna kadar bu rakamın ikiye katlanma ihtimali yüksekti. Ağustos 2023’ten itibaren TL’den ve dövizden dönem KKM için mevduat sahiplerine aktarım TCMB tarafından karşılanmaya başlandı. TCMB’nin 2023 zararı 818,2 milyar TL oldu, bu zararın büyük kısmının KKM kur farkı ödemelerinden kaynaklandığı hesaplandı.

Jenga kulesindeki bloklardan biri daha kuleyi yükseltirken dengesizleştirmişti. Türkiye ekonomisi 2022 yılını faiz, kur ve enflasyon sarmalında geçirmişti. Karşılaşılan enflasyon ve kur artışına, faiz bloğunda yanlış hareketler neden olmuştu. Kur, kısmen KKM kısmen TCMB kontrolü ile baskılanmaya çalışılıyordu. Ancak rezervler eriyor, ülkenin CDS primi yükseliyor, ne doğrudan yabancı sermaye ne de sıcak para ilgi göstermiyordu.

Yüksek enflasyon karşısında bütçe “kadük” kalmıştı, ek bütçe çıkarılması gerekti. Jenga kulesindeki bütçe bloğu da kuleyi yükseltecekti. Kamu ek bütçeyle daha harcamacı bir yapıya büründü. Ekonomi hem özel tüketim hem de kamu tüketimi kanalından büyümeye devam ediyordu. Ama potansiyelin üzerinde büyüyen ekonomi enflasyonu besliyor ve sabit ve dar gelirliler geçimlerini sağlamakta zorlanıyordu.

Ücret/maaş artışının belirlenmesinde TÜİK enflasyon verisi baz alınıyordu ama hane halkı bütçesinden en büyük pay temel harcamalara ayrılıyor ve bu temel harcama kalemlerinin enflasyonu TÜİK’in açıkladığı manşet enflasyonun çok üstündeydi. TÜİK Hanehalkı Bütçe Araştırması'nın 2022 sonuçlarına göre harcamalar içinde en yüksek payı yüzde 22,8 ile gıda harcamaları alırken, ikinci sırayı yüzde 22,4 ile konut ve kira harcamaları, üçüncü sırayı ise yüzde 21,3 ile ulaştırma harcamaları almıştı.

Tüm bu yaratılan ortam, hoşnutsuzluğa, toplumsal huzursuzluğa yol açıyor ve büyümeye katkı sağlamaktan çok, aşındırıcı etki yaratıyordu.

Bir yıl içinde de genel seçimler vardı. Kamu çalışanlarına seyyanen zam yapılırken, asgari ücret yılda iki kez arttırılıyor ama açlık sınırının altında kalıyordu, emeklilerde kök maaş sorunu çözülmüyordu. Ekonomik istikrarı sağlamak için acı reçeteden bahsediliyordu ama zihinlerde somutlaşmamıştı. Anlaşılan bir tahta blok daha harekete geçirilecekti.

Başta da belirttiğim gibi Jenga kulesindeki yükseliş alttaki tahta blokların çıkarılıp en üste konulmasıyla mümkün. Bir yandan önemli olan ilerlemenin doğru politika adımları ile gerçekleşmesi. Ama diğer yandan da kule çökmeden önce bir bloğu başarıyla kaldıran son kişi kazanır. Başka bir deyişle oyundaki amaç, bir sonraki oyuncunun dengesiz bir karar ya da yanlış bir blok seçimiyle kuleyi devirmesini sağlamaktır.

Bir sonraki yazımda 2023 seçimlerinden bugüne kadar kaldırılan kritik ekonomik Jenga bloklarının neler olduğunu ve ortaya çıkan etkileri yazacağım, görüşmek üzere.

/././

 Godot’yu mu beklemek zor, Papa Leo’yu mu?-Hasan Göğüş- 

Önümüzdeki hafta gerçekleşecek Papa XIV. Leo’nun Türkiye ziyaretine bazı kesimlerden farklı tepkiler geliyor. Avrasyacılar’ımızdan Papa’nın katılacağı İznik’teki töreni bir dini törenin ötesinde, “teolojik, jeopolitik, eskatolojik ve psikolojik boyutları olan çok katmanlı bir strateji” olarak nitelendirenler var. Korku senaryosu taraftarlarına göre, amaç Türkiye’yi bölerek İstanbul merkezli Vatikan tipi bir devlet kurmakmış…

papa leoPapa XIV. Leo

Vatikan, Roma’nın göbeğinde surlarla gizlenmiş dünyanın en küçük şehir devleti.Y üzölçümü 1 km2’y, nüfusu 1000 kişiyi bulmuyor. Birleşmiş Milletler’e üye değil ama ayrı milli marşı, pasaportu var. Üstelik Vatikan pasaportu, Türk pasaportundan daha değerli, 155 ülkeye vizesiz giriş sağlayabiliyor.

  Vatikan, uluslararası ilişkilerde kapsadığı coğrafi alanının büyüklüğünden çok daha fazla bir ağırlığa sahiptir. Vatikan Dışişleri Bakanlığındaki bilgi dağarcığı, “Benim” diyen istihbarat örgütünde yoktur. Büyük bir bölümü hâlâ gizli tutulan Vatikan arşivleri, tarihçiler için çok değerli bir kaynak teşkil eder. “Nuncio” adı verilen Papa’nın diplomatik temsilcileri, Katolik gelenekleri bulunan Hristiyan ülkelerde görev sürelerine bakılmaksızın kordiplomatiğin duayeni (en kıdemli büyükelçisi) sayılırlar.

Papa XIV. Leo’nun Türkiye ziyareti

Bu küçük ülkenin Devlet Başkanı ve Katolik Hristiyan aleminin Ruhani Lideri Papa XIV. Leo, önümüzdeki hafta, 27-30 Kasım tarihlerinde ilk yurt dışı gezisini gerçekleştirmek üzere Türkiye’ye gelecek. Papa XIV. Leo için üç bacaklı bir program hazırlanıyor. Ziyaret, diplomatik geleneklere uygun olarak Papa’nın Ankara temaslarıyla başlayıp İstanbul ve İznik’le devam ediyor.

Son 50 yıl içerisinde sırasıyla Papa VI Paul (1967), Papa II. John Paul (1979), Papa Benedict (2006) ve Papa Francis (2014) Türkiye’ye resmi ziyarette bulundular. Bu seferki ziyareti diğerlerinden farklı kılan en belirgin özellik, ziyaretin Hristiyan dünyasını ilgilendiren önemli kararların alındığı İznik Konsili’nin 1700. yıldönümüne rastlaması ve Papa XIV. Leo’nun Fener Rum Patriği Bartholomeus’la birlikte İznik’teki anma törenlerine iştirak edecek olması.

Önümüzdeki hafta gerçekleşecek Papa ziyaretine bazı kesimlerden farklı tepkiler geliyor. Avrasyacılar’ımızdan Papa XIV. Leo’nun İznik ziyaretini bir dini törenin ötesinde, “teolojik, jeopolitik, eskatolojik ve psikolojik boyutları olan çok katmanlı bir strateji” olarak nitelendirenler var. Korku senaryosu taraftarlarına göre, amaç Türkiye’yi bölerek İstanbul merkezli Vatikan tipi bir devlet kurmakmış. İstanbul, kanımca dünyanın en güzel şehri. Türk egemenliğine girdiği 1453’ten bu yana başta Yunanistan olmak üzere birçok ülkenin iştahını kabartmış olması gayet doğal ama bugüne kadar İstanbul’u almaya kimsenin gücü yetmedi. Osmanlı’nın en zayıf zamanından faydalanarak İstanbul’u işgale yeltenen, İngilizlerin yenilmez armadasına mensup gemileri, “geldikleri gibi geri gittiler.”

Papa XIV. Leo

Patrikhanenin ekümeniklik tartışması

Son günlerde Papa XIV. Leo’nun yaklaşan Türkiye ziyareti  vesile edilerek  Fener Rum Patriği’nin ekümenik olup olmadığı tartışmasının yeniden gündeme taşındığı da dikkat çekiyor. Hatta Patriğe, muhatabı Fatih Kaymakamı’ndan fazla itibar gösterenleri emperyalist emellere hizmet etmekle suçlayanlar oldu. Bazıları da Atatürk’ün, 1922 yılındaki Patrikhane’nin Türkiye sınırları dışına taşınması gerektiğine ilişkin sözlerine atıfla, Atatürk’ü de bu tartışmanın bir parçası yapmaya çalışıyorlar. Unutmamak gerekir ki Atatürk askeri dehâsının yanı sıra aynı zamanda parlak bir diplomat  özelliklerine sahipti. Bu sözleri sarf ettiği tarih, Lozan Konferansı’nın hemen öncesine tekabül etmektedir. En basit diplomasi kuralı, masaya otururken mümkün görünenden daha fazlasını istemeyi gerektirir.

Beckett’in Godot’yu beklerken oyunu ve Papa ziyareti

Papa XIV. Leo’nun ziyareti hakkında yazılıp çizilenler, bana Samuel Beckett’in eleştirmenlerince modern edebiyatın en gizemli oyunu olarak nitelenen “Godot’yu Beklerken”i hatırlattı. Eseri üzerinde o kadar çok farklı yorum yapılınca, yanlış anlaşılmalardan yorulan Beckett, bir aşamada “İnsanlar neden bu kadar basit bir şeyi karmaşıklaştırmak zorunda kalıyor, bir türlü anlayamıyorum” demiş.

Din turizminin önemi

Bu yıl 60 milyon turist ağırlamayı hedefleyen Türkiye, yaz turizmi açısından doyum noktasına yaklaşıyor. Artık yeni alanlara yoğunlaşılması gerekiyor. Bu çerçevede sağlık turizminde önemli mesafeler kaydedildi. İstanbul’da Taksim’e ne zaman çıksanız, mutlaka yeni saç ektirmiş kafası sargılı birilerine rastlıyorsunuz.

Portekiz, son yıllarda turizmde atağa kalkan ülkelerden biri. Portekiz için ‘futbol, fado ve Fatima’nın baş harflerinden oluşan 3F ülkesi yakıştırması yapılır. Türkiye’de çok az kimsenin bildiği Fatima, Lizbon’a 150 km mesafede ufak bir yerleşim merkezi. Hristiyan inancına göre, 13 Mayıs 1917 gibi çok eski olmayan bir tarihte Meryem Ana hayvanlarını otlatan üç çocuk çobana görünerek yaşça en büyüğü ile konuşur. Bu buluşmalar bir süre devam eder. Ancak Meryem Ana’nın görüşmelerinin gizli kalmasını istemesine rağmen, çobanlar ağızlarını sıkı tutamaz, son buluşma için 70 bin kişi toplanır. Ama artık Meryem Ana bir daha görünmez. Bugün önemli bir hac mekânı haline gelen Fatima’yı 10 milyonluk Portekiz’de her yıl ortalama 6  milyon Hristiyan ziyaret ediyor. Kordiplomatik Temsilcileriyle birlikte benim de davetli olduğum 2017 yılındaki 100. yıl törenlerine Papa Francis ile üç ülkenin devlet başkanları iştirak etmişti.

Aziz Nicholas

Tarih boyunca farklı inançlardan medeniyetlere ev sahipliği yapan Anadolu, toprakları üzerinde üç semavi dine ait çok sayıda kutsal mekân barındırıyor. Maalesef turizm için bunlardan yeterince yararlandığımız söylenemez. Santa Claus/Noel Baba efsanesine ilham veren Aziz Nicholas’ın mezarına sahip çıkamamışız. Kemiklerinin İtalya’ya kaçırılarak Bari’de adına inşa edilen “Basilica di San Nicola”ya gömüldüğünü, bize de Demre’deki boş sandukasının kaldığını yeni öğrendim. İtalyanlar, Bari’deki kilisenin içine Aziz Nicholas’ın mumdan yapılmış bir heykelini de yerleştirmişler. Aziz Nicholas’ın kemiklerinden “manna” denilen kutsal bir sıvı çıktığına inanılıyor. Her yıl 9 Mayıs’ta toplanan bu sıvılar Bari’ye gelen hacılara dağıtılıyor. Sizin anlayacağınız, üçüncü yüzyılda bugünkü Antalya’ya tekabül eden Myra’da yaşamış bir piskopos olduğu bilinen Aziz Nicholas’a uyanık İtalyanlar sahip çıkmış, turizmde getiri olarak kullanıyorlar. İçinde bulunduğumuz yılın sadece ilk çeyreğinde Bari’yi 484 bin turist ziyaret etmiş.

Umarım İznik Konsili’nin 1700. yılı ve Papa’nın ziyareti, din turizminin önemini hatırlamamıza vesile olur. Başka dinlere ait inanç mekânlarını dönüştürmek yerine, Trabzon’daki Sümela Manastırı, Van’ın Akdamar Adası’ndaki Ermeni Kilisesi gibi yerleri restore ederek dini turizm için daha fazla kullanırız.

/././

Azılı sapığa indirim verildi, aileler yıkıldı + Milyon dolarlık hata 3 gözdenin cebine girecek + Alamadığımız kırmızı et AKP'lilerin sofrasında + Hutbede övdüler dışarıda dövdüler -SÖZCÜ-

 Azılı sapığa indirim verildi, aileler yıkıldı -Özgür Cebe- 

Yaşları 6 ile 10 arasında değişen 13 kız öğrencisini istismar eden öğretmenin, telefonundan pedofili görüntüleri çıkmıştı. Yargılaması bitti, uygulanan iyi hal indirimi vicdanları zedeledi.  https://www.sozcu.com.tr/azili-sapiga-indirim-verildi-aileler-yikildi-p261326

 Milyon dolarlık hata 3 gözdenin cebine girecek -Başak Kaya- 

Ankara YHT garında, garanti edilen ancak gelmeyen yolcu sayısındaki hata payı yüzde 70.2’ye ulaştı. 15 milyon dolar Cengiz-Limak-Kolin üçlüsüne gidecek. https://www.sozcu.com.tr/milyon-dolarlik-hata-3-gozdenin-cebine-girecek-p261328

 Alamadığımız kırmızı et AKP'lilerin sofrasında 


Türkiye’nin kırmızı ette doğrudan ithalat yaptığı Polonia Beef’in bir iştiraki olan Polonia Beef Farm’ın hissedarları arasında AKP Gençlik Kolları MKYK’sına seçilen Halil Efe Tunç da yer alıyor. 
https://www.sozcu.com.tr/alamadigimiz-kirmizi-et-akp-lilerin-sofrasinda-p261327

 Hutbede övdüler dışarıda dövdüler -Yavuz Alatan- 

Camilerde “Hayırla yad ediyoruz” denildi. Diyanet’in perşembe gecesi bu hutbeyi yayınladığı saatlerde Milli Eğitim Bakanlığı önünde toplanan ve MEB bütçesini yetersiz bularak TBMM’ye yürüyüş yapmak isteyen öğretmenler, polis tarafından ablukaya alındı ve ‘’Süpürme harekatı’’ ile zorla alandan uzaklaştırıldı. https://www.sozcu.com.tr/hutbede-ovduler-disarida-dovduler-p261329

***
SÖZCÜ

halkTV "Köşebaşı" -21 Kasım 2025-

 Yarısı Polonya’daki şirketten alınıyor: Hissedarı bakın kim? İthal etten AKP’li yönetici çıktı -Bahadır Özgür- 

Et ve Süt Kurumu’nun (ESK) Avrupa’da hangi şirketlerden et ithal ettiği ve bu etlerin iç piyasaya kimlerin üzerinden sürüldüğü ilk kez halktv.com.tr’nin araştırmasıyla ortaya çıkmıştı.

Şimdi de bu şirketin arkasındaki isimleri açıklıyoruz.

***

2023’ten bugüne kadar ESK’nın yaptığı karkas et ithalatına dair sözleşmeler incelendiğinde, bir şirket özellikle dikkati çekiyor.

Bu şirket Polonya’daki, Polonia Beef. Son 4 yılda Avrupa’dan yapılan et ithalatının miktarı 93 bin ton. Ödenen para ise TL bazında 20.8 milyar lira. Alınan etlerin yüzde 51’i ise Polonia Beef’ten yapıldı. Yani ithalat tek bir şirkete bağımlı.

Peki nasıl bir şirket Polonia Beef?

Polonya ticaret sicil gazetesine göre 19 Eylül 2019 yılında kuruldu. Aslında inşaattan lojistiği kadar pek çok alanda yatırımları olan bir sermaye grubunun portföyünde yer alıyor.

Yönetim kurulu Başkanı, Slwester Maciej Wozniecki. Yönetimde yer alan isimler ise şöyle: Wojciesch Kosciesza, Jaroslaw Tomasz Urbanski ve Zbigniew Banasiak.

Polonia Beef ile Polonia Beef Farm’ın hissedarları ve yönetimi aynı

Hisselerin yüzde 48,8’i başkana ait. Şirkete ikinci büyük hissedar ise Mart 2025’te girdi. Hisselerin yüzde 20’sini satın alan isim Okan Ataş.

Daha öncesinde et sektörü ile bir ilişkisi görünmüyor. Polonya’da Bodom isimli bir şirketin yüzde 51 sahibi. Bir de Ecolines Car adlı araç kiralama ve lojistik şirketinin yönetiminde yer alıyor. Buradaki ortakları Turgut Özgen ve İmik ailesi.

Türkiye’nin et ithalatının patladığı bir dönemde bu sektöre de yüklü yatırım yağması dikkat çekici.

Ancak Polonia Beef’le ilişkili bir başka isim daha da dikkat çekici. Bu kişi Tunç Et’in sahibi ve aynı zamanda Kırmızı Et Üreticileri Merkez Birliği Başkanı olan Bülent Tunç’un oğlu Halil Efe Tunç. 2025 yılının başında AKP Gençlik Kolları MKYK’sına seçilen en genç isim.

Tunç, Türkiye’nin doğrudan ithalat yaptığı Polonia Beef’in bir iştiraki olan Polonia Beef Farm’ın hissedarları arasında bulunuyor.

Polonya ticaret sicilindeki kayıtlar.

Ticaret sicil kayıtlarına göre 28 Nisan 2025’te kuruldu. Halil Efe Tunç da hissedarlar arasında bulunuyor. Diğer hissedarlar ve yöneticiler Polonia Beef’inkilerle aynı isimler.

Söz konusu şirketin doğrudan bir satışı görünmüyor. Daha çok yetiştiricilik üzerine çalışıyor. Lakin onun üst şirketi Türkiye’nin ithalatında yüzde 51 paya sahip.

Halil Efe Tunç, bu yıl AKP Gençlik MKYK’sına seçilen en genç isim oldu.

Tabi manzaraya bakınca insanın aklına pek çok soru takılmıyor değil…

ESK Genel Müdürü Mücahid Taylan’ın, “Türkiye’ye et satışı yok. Benimki tamamen yasal ve etik bir faaliyet” diye savunduğu Macaristan’da bir et şirketi var. Sürekli yerli üretimin azalmasından, ithalatın patlamasından şikayet eden Kırmızı Et Üreticileri Birliği Merkez Birliği Başkanı Tunç’un oğlu, en fazla ithalat yapılan şirketle ilişkili bir hissedar. Üstelik iktidar partisinin de yöneticilerinden.

Tunç’un, İBB operasyonları sonrası yapılan boykot için paylaştığı mesaj.

Elbette yasadışı bir şey yok ortada lakin halkın yanına yaklaşamadığı et fiyatlarına bir çözüm bulma konusunda ilk elden sorumluluğu olan isimlerin böylesine ilişkilere girmesi ne derece etik, tartışılır.

Et can yakıyor. Dolayısıyla bu dosyaya devam edeceğiz. Sırada kaç Euro’ya ithalat yapıldığı, bunun içerideki şirketlere kaça satıldığı ve bizim kaç liraya ete ulaştığımız var. Kamuoyuna hiç açıklanmayan sözleşmelere tek tek bakacağız…

/././

 Otel değil, üç yıldızlı gaz odası -İsmail Saymaz- 

Servet Böcek, üç yaşındaki kızı Masal’ı kucağına almış, lobiye iniyor.

Masal, bilincini kaybetmiş.

Kafası babasının omzuna düşmüş.

Servet, kilitli cam kapıyı eliyle zorluyor, açamıyor.

Kızını koltuğa yatırıyor.

Masada anahtar arıyor, bulamıyor.

Bir sopayla kapıya vuruyor, kıramıyor.

Çaresiz…

Kapıda telefonla çağırdıkları ambulans bekliyor.

Dışarıda sağlık görevlileri, içeride Servet Böcek kapıyı açmaya çabalıyor fakat başaramıyorlar.

Dakikalar sonra otel görevlisi çıkagelip esareti bitiriyor.

Böcek Ailesi’nin ‘Harbour Suites Old City’ adlı oteldeki son görüntüleri bunlar.

Otelde odalardan birine sıkılan haşere ilacından zehirlendikleri düşünülen, hastaneden serum verilip gönderilen Servet ve Çiğdem Böcek ile çocukları Masal ve Muhammet Kadir, şimdi Afyon’daki mezarlıkta yan yana yatıyor.

Adli Tıp, oteli işaret etti

Adli Tıp, ailenin “Öncelikli olarak, oteldeki ortamdan kaynaklı kimyasal madde zehirlenmesi” sonucu öldüğünü saptıyor.

Cinayet yeri olarak Harbour Suites Old City otelini gösteriyor.

Aile 9 Kasım’da Hamburg’dan İstanbul’a uçarak, Fatih Kadırga’daki üç yıldızlı bu otele yerleştiler.

10 Kasım’da Kapalıçarşı’da dolaştılar.

11 Kasım’da Ortaköy’e gitmek için odadan çıktılar.

Aynı dakikalarda DSS adlı ilaçlama şirketi çalışanı Doğan Cağferoğlu, otele geldi ve böceklerin bastığı zemin kattaki 101 numaralı odaya girdi.

Otel işletmecisi Hakan Oğlak, geçen ağustosta ilaçlama için de DSS’den hizmet aldıklarını ve bir sıkıntı yaşamadıklarını söylüyor. Ancak “Bu şirkete ilaçlama konusunda yetkili olup olmadıklarına dair sertifika sormadım” diyor.

Sormuş olsaydı…

Alacağı yanıttan ürkerdi.

Sertifikası yok

DSS’nin sahibi, 55 yaşındaki Zeki Kışı.

Kışı’nın mesleği kalıpçılık.

Altı-yedi önce emekli olup bu sektöre giriyor.

“İlaçlama işiyle ilgili herhangi bir sertifikam yoktur” diyor.

Şirket, bagajında tarım ilaçları bulunan arabadan ve bir internet sayfasından ibaret. İnternetten Kışı’nın telefonuna ulaşanlar ilaçlatacakları adresi söylüyor. Kışı da ‘ekibi’ yolluyor.

Ekip ise üç kişi.

Biri, Fatsa’ya yerleşen oğlu Serkan.

Diğeri, yevmiyeyle çalıştırdığı Cağferoğlu.

Üçüncüsünün adını kendisi de bilmiyor.

Kışı:

“Home ofis olarak faaliyet gösteririz. Özel işletmeler ve evlere hizmet veririz. Gündelikçi olarak Cağferoğlu çalışır. İsmini hatırlamadığım, bir aydır yanımda çalışan biri daha var. Oğlum üç ay yanımda çalıştı, ilaçlama yapmıyordu. İlaçlama nasıl yapılır, bilmez. İlaçlama işi ile ilgili sertifikam yoktur.”

‘Asfasc’ ve ‘Cypermetrin’ adlı ilaçları kullandıklarını söylüyor. İlaçları nereden aldığını hatırlamıyor.

Cağferoğlu, 36 yaşında.

DSS’de yevmiyeyle çalışıyor.

Onun da sertifikası yok.

“Bana iși öğreten Serhat, sertifikaya gerek olmadığını söyledi. Serhat’a bu durumu Zeki Kışı söylemiş” diyor.

11 Kasım’da şirketten gelen telefon üzerine ilaçlama için otele gitmiş.

Şu bilgileri veriyor:

“İlaçları suyla karıştırarak, püskürtme yoluyla kullandım. Oda içerisinde 16-17 bölgeye tilit jel isimli böcek ilacı kullandım. İlaç jel kıvamındadır ve böceklerin ilacı yemesi için odaya konur. İlaçlamadan önce tuvalet kapısı ve havalandırmayı kağıt bantla kapattım. İlaçlama yaptıktan sonra odanın kapısını bantlayarak, çıktım.”

Odada kusmuk

Servet ve Çiğdem Böcek, 12 Kasım’da yarı baygın lobiye indi.

Resepsiyonda Pakistan asıllı Muhammad Moeen Ud Din Chishti vardı.

Chishti, anlatıyor:

“Çocukların kustuğunu, odanın temizlenmesi gerektiğini söylediler. Sahilde birşeyler yediklerini ve midelerinin rahatsız olduğunu söylediler.”

Aile, önüne atladıkları bir taksiyi durdurdu.

Taksici Sercan Tanrıverdi, “Neyiniz var?” diye sordu.

Servet Böcek, “Galiba yiyecek içecek dokundu, bizi hastaneye götür” dedi.

Anne Çiğdem ve çocuklar arka koltuğa oturdu.

Üst üste yığıldılar demek, daha doğru…

Masal, kusuyordu.

Taksici bir poşet verdi.

Servet, “Ne zaman İstanbul’a gelsem başımıza vukuat geliyor” dedi.

Bezmialem Üniversitesi Hastanesi’nde indiler.

Servet ve Çiğdem’e serum takıldı, mide koruyucu ve ağrı kesici ilaç yazıldı. Çocuklara Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde probiyotik verildi.

Onlar hastanedeyken…

Özbek temizlikçi Parvina Vafaeva ailenin kaldığı 202 numaralı odaya girdi.

Keskin bir kusmuk kokusu vardı.

Her yatağın köşesinde poşetler içinde yedi-sekiz kusmuk vardı.

“Poşetleri çöpe attım. Çift kişilik yatağın yanında bulunan komidinin üzerinde iki ilaç vardı. Odayı havalandırdım” diyor.

Aile otele döndü.

Gece hiçbir şey tüketmediler.

Ambulans kapıda

Akşam resepsiyonda üniversiteli Rustemsha Batyrov görevliydi.

Savcılığa göre oteldeki kusmuk kokusundan rahatsız olup Chishti’yi aradı. “Acil işim var” diyerek, yerine çalışmasını istedi. Chishti, paraya ihtiyacı olduğu için kabul etti.

Chishti, saat 22.45’te otele vardığında kusmuk kokusu burnuna çarptı.

Koku yüzünden gece 1’de hava almak için otelden çıktı.

Biraz sonra otele döndü.

Saat 01.30’da yemek için kapıyı kilitleyip yakındaki kebapçıya gitti.

Chishti, anlatıyor:

“Kilitleme amacım hırsız girmesini engellemektir. Otel kapısında iletişim numarası ve anahtarların masanın üzerinde olduğu yazılıdır. Otelde koku olduğundan dolayı yemeği yanda bahçede yedim. 15-20 dakika sonra döndüğümde kapının önünde ambulans gördüm.”

Chishti, kapıyı açtı.

Lobide bekleyen Servet ve kızı, ardından eşi Çiğdem ve oğulları Muhammet Kadir ambulansa bindirilerek, Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne götürüldü.

Her köşede ilaç

Temizlikçi Parvina Vafaeva, 13 Kasım’da 101 numaralı odanın kapısındaki bantları söktü.

Eldiven ve maske takıp temizliğe başladı.

Vafaeva:

“Odaya girdiğimde şeffaf tülümsü poşet içerisinde kül renginde kum gibi, plastik tabağa konmuş, yatağın her iki köşesinde, kalorifer borularının geçtiği dolap kapağının sol tarafında ve biraz ilerisinde tabak içerisinde ve cam kenarında, alt katta odanın köşelerinde altı tabak içerisinde, toplam 11-12 böcek ilacı olduğunu gördüm. Hepsini topladım, siyah bir poşete koydum. Poşetin ağzını bağlayarak, çöpe attım.”

Masal ve Muhammet Kadir, o gün son nefesini verdi.

Anneleri Çiğdem, ertesi gün…

Servet, eşinden bir gün sonra hayatını kaybetti.

Aynı gün otelde kalan 3 turist zehirlenme şüphesiyle hastaneye kaldırıldı.

İlkin midyeci, kokoreççi, lokumcu ve kafe sahibi tutuklanmıştı. Önceki gün baba-oğul Kışı, Cağferoğlu ile resepsiyon görevlisi Chishti cezaevine gönderildi. Oğlak ve Batyrov hakkında yakalama kararı çıkarıldı.

Tutuklamaya sevk yazısında DSS’nin izinsiz faaliyet gösterdiği, çalışanların sertifika kaydının bulunmadığı, otel işletmecisinin denetim görevini yerine getirmediği kaydediliyor.

Aileyi otele gönderen hastane çalışanlarına ilişkin soruşturma halen devam ediyor.

Makata kompresörle hava basma işkencesini bir kişi yapmış olamaz

“Şanlıurfa, Teksas’a dönmüş İsmail Bey!” diyor Baro Başkanı Abdullah Öncel.

Son bir aydaki vakaları sayıp döküyor.

Karaköprü’de bir düğüne pompalı saldırı oldu. 17 yaşındaki kız öldü. Dördü çocuk, altı yaralı var.

Haliliye’de inşaat çöktü; iki işçi can verdi.

Eyyübiye’de top kavgasında bir kişi hayatını kaybetti, üç kişi yaralandı.

En son Bozova’da, 15 yaşındaki stajyer Muhammet Kendirci, 20 yaşındaki kalfa Halil Aksoy tarafından kompresörden makatına hava basılarak, hayatını kaybetti.

İnsanlık vicdanının kaldırmayacağı bu işkence 14 Kasım günü meydana geldi.

İç organları parçalanan Kendirci, sonraki gün hayatını kaybetti.

Aksoy’un yurt dışına çıkış tedbiriyle serbest bırakılması kamuoyunda infial yaratınca yakalama kararı çıkarıldı. Aksoy, Gaziantep’te saklandığı evde bulunup tutuklandı.

Aksoy ifadesinde, “Kendirci’nin üzeri kirlenmişti, pantolonunu temizlemek istedim. Kompresör, üzerindeki talaşları temizlerken karnının şiştiğini gördüm” dedi.

Tek görgü tanığı Mustafa Boz ise “Bunlar karşılıklı şakalaşıyordu. Aksoy, kompresördeki havayı makatına tuttu. Muhammet’in karnı şişti, kusmaya başladı” iddiasında bulunuyor.

İş yerinin içinde kamera bulunmuyor.

Baba Kendirci, “Oğlumu istismar ettiklerini düşünüyorum” diyor.

Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yaptığı yazılı açıklamada “Aksoy, şakalaşmak maksadıyla hava kompresörünü Kendirci’nin makat bölgesine doğrultarak eliyle hortumu bastırmıştır” demesi büyük tepki aldı.

Baro Başkanı Abdullah Öncel, deliller toplanmamışken, Adli Tıp raporu dosyaya girmemişken, tanık dinlemeden, olayı incelemeden şaka neticesinde meydana geldiğinin söylenmesi bende şok etkisi yarattı” diyor.

Öncel, şu soru işaretlerini dile getiriyor:

“Olayın iki kişi arasında meydana geldiği öne sürülüyor ancak bu hayatın olağan akışına uygun değil. Bir eliyle kompresörü makata dayayacak, diğer eliyle çocuğun hareket etmesini engelleyecek. Bu çocuk ya ciddi bir güce sahip olmalı ya da üçüncü kişiden yardım almalı. Beş yaşındaki çocuk olsa kaçmaya çalışır. 15 yaşındaki bir çocuğa bunu yapmak hayatın olağan akışına uygun değil. Ayrıca olay sırasında çocuğun pantolonunun üzerine olduğu ileri sürülüyor. O nasıl bir hava ki pantolonu ve iç çamaşırı geçip vücuda giriyor! Bu suçun sadece Aksoy tarafından gerçekleştirildiği iddia ediliyor.

Bu iddianın gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum.”

Öncel, yeniden sözü Şanlıurfa’daki asayişsizliğe getiriyor.

Şöyle nokta koyuyor:

“Denetim yok, kurumlar işlevsiz, sosyal politikalar çökmüş ve cezasızlık algısı ölümcül bir seviye ulaşmış. Şiddet, iş cinayetleri, çocuk hakkı ihlalleri normalleşmiş, silahlanma had safhada. Tablo çok vahim.”

/././

 Gazeteci dediğin kimdir... Nedir...-Ayşenur Arslan- 

Unutulmayacak bir dönem yaşıyoruz.

Her şey altüst! Her şeyin içi boşaltıldı.

Bir sosyal medya platformunda karşıma çıkan örnek mesela: Takkeli abi, şeyhim dediği bir başka takkeli ve onun yanındaki takkeli asansöre binmiş.

(Hey, sen laikçi! Asansör denince bildiğin asansör mü geldi aklına. Takkeli deyince anında anlayacaksın, bu “manevi asansör”. )

Neyse.. Çıkmışlar arş-ı alaya. Neresiyse artık, bir yerde oturmuşlar. Derken, bulutların arasından nurlu bir el çıkmış. Uzatmayayım, her takkeliye birer fincan kahve ikram etmiş. Kimin eli miymiş? Sormanız hata. Arş-ı ala diyoruz! Elbette bizzat Allah ikram etmişmiş kahveleri.

İzlerken düşünüyorsunuz. Bu adamlar bu kadar aptal ve cahil olabilir mi? Yoksa seni (yani karşısındakini) aptal yerine mi koyuyor?

Yanıtın bir önemi yok aslında.

Kıyafetlerinden ahlak anlayışlarına.. Kadın düşmanlıklarından lüks tutkularına.. Tuhaf.. Tarifi zor.. Belki “LÜMPEN SİYASİ İSLAMCI” diyebileceğimiz bir kitle yarattılar.

Yoksa.. İktidarın, günü geldiğinde sokağa salacağı “canavar” mı demeliyiz!

Zira, sosyal medyayı müsilaj gibi istila ederek vahim tehditler savuruyorlar: Laik, demokrat, cumhuriyetçi, Atatürkçü iseniz “kafirsiniz”.. Cümlenin gerisini getirmelerine gerek yok: Katliniz vaciptir.

***

Bunları yazmamın nedeni, takkeli cahil lümpenler diyarını yönetenlerden birini paylaşmak.

Biliyorsunuz, üç hafta kadar önce Gebze’de bir apartman yıkıldı. Beş kişilik aileden ikisi çocuk 4 kişi enkaz altında kalarak hayatını kaybetti.

Gazeteci Alican Uludağ, ilk günden itibaren takipçisi olduğu trajik olayı nihayet Meclis’te muhatabına sorma fırsatını yakalamış:

“Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu'na, Gebze'de 4 kişinin öldüğü bina çökmesinin metro kaynaklı olup olmadığını bizzat sordum. Bakan Uraloğlu; "Sen kim oluyorsun da bana bunları soruyorsun" diye yanıt verdi. "Gazeteci kimliğimle soruyorum" dedim. Bakan açık soruları yanıtlamadı.”

Alican kusura bakmasın ama, memleket (yani Reis ve biraderleri) gazetecilerden çektiğini kimseden çekmedi.

Gazeteci dediğin, uçak fotoğraflarına bakınca zaten apaçık görüldüğü üzere, her şeyi soramaz. Hatta “sor” denileni bile ancak yeri ve zamanı gelince sorar.

İkinci kez okuyacaklardan özür dilerim ama yazmadan edemeyeceğim!

Yıllar önce.. Erdoğan Bulgaristan Başbakanını ağırlıyor. Genellikle olduğu gibi iki isim daha sonra gazetecilerin karşısına geçiyor. Sorular, hamaset yüklü yanıtlar.. Derken, ya Anadolu Ajansı ya da TRT muhabiri Erdoğan’a bir soru yöneltiyor. Ama Erdoğan gülmeye başlayıp, “o soru bana değil değerli konuğuma sorulacaktı, sen yanlış anlamışsın” diyor.

İşin cılkı bu kadar mı çıkar!!!

Çıkar! Çıktı da!

***

90’ların başında benim de yolum Meclis’e düşmüştü. Bir baktım ki

İktidar partisi kulisinde, Demirel hükümetinin içişleri bakanı İsmet Sezgin etrafına toplanan gazetecilerin sorularını yanıtlıyor. Bir ara ben de soru sormak fırsatını buldum: “Güneydoğu’da devlet teröründen söz ediliyor, ne diyeceksiniz?”

İsmet Sezgin gayet rahat bir ifadeyle yanıt verdi:

“Arkadaşlar, aranızda PKK’ya sempati duyanlar olabilir. Ancak devlet terörü iddiasının doğru olmadığını kesinlikle söyleyebilirim..”

Ben PKK sempatizanı değildim. Ama gazeteciydim. Ve daha sonra bazı vahim örneklerle de açığa çıkacağı gibi devlet adına ağır suçlar işlendiğini duyuyordum. Bunu sormak da görevimin bir parçasıydı. Mumla arayacağımızı tahmin etmediğim bir iktidar devrinde konu da bundan öteye gitmemişti.

Dün Erdoğan’a kıyasla hukuk ve yasalar karşısında çok daha zayıf olduğunu yazdığım Trump.. Yapabildiği en fazla hakaret etmek. Fark şu: Gazeteciler Başkan istemiyor diye kovulmuyor. Uydurma iddialarla cezaevine gönderilmiyor.

Bunların sıradan vakalar olduğu Rusya’da bile Putin, yıllık basın buluşmasında, çok rahatsız olacağı konular dahil, her soruya yanıt veriyor.

99 köyden kovulmuş bir gazeteci olarak, geldiğimiz yerden hem utanç duyuyorum hem de ürküyorum.

Bu ülkenin tanınmış iki gazetecisinin başına gelenlere baksanıza;

Fatih Altaylı “Erdoğan’ı ölümle tehdit” gibi absürt bir iddiayla cezaevinde.

Merdan Yanardağ aslında iddia bile sayılmayacak bir casusluk öyküsüyle aynı cezaevinde.

Dönelim Alican Uludağ’a

Geçenlerde bir haber paylaştı. Türkiye’nin bir zamanlar çok konuştuğu Şule Çet cinayetinde “yardım ettiği” gerekçesiyle ağır hapis cezası alan bir hükümlüydü haberin öznesi..

Yanında kadın arkadaşıyla, bir su kenarında rakı balık keyfi yaparken çekilen fotoğraf da haberin kanıtı..

Alican, 18 yıl hapse mahkum edilen bir kişinin 7 yıl sonra çıkmasının suçluya cesaret anlamına geldiğini vurgulayarak haberi paylaştı.

Paylaşım sonrasında Adalet Bakanlığı’ndan açıklama geldi:

Berk Akand tahliye edilmemişti. Yasa, mevzuat vs gereği açık cezaevine nakledilmişti. Açık cezaevinde infazı devam ederken izin yapmıştı. Ancak paylaşımının ardından disiplin işlemleri uygulanmış, netice itibarıyla da yeniden kapalı cezaevine gönderilmişti.

Yasa ve mevzuatın kime nasıl uygulandığını bildiğimiz için, gereksiz karalamalar yapmayacak.. Hem açık cezaevi hem izin.. Bu nasıl iş diye sormayacağız elbette.

Zaten beni asıl ilgilendiren bundan sonrası.

Adalet Bakanlığı adamın “dışarıda” olduğunu kabul ediyordu.. Oysa Bakırköy Başsavcılığı, hükümlünün (fotoğraf paylaşımı sonrasında) kapalı cezaevine gönderilmesine dayanarak, Alican’ı “Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yaymakla” suçluyor.. Ve resen soruşturma başlatıldığını duyuruyordu.

***

Halkı yanıltmak demişken..

4 bin sayfalık İBB iddianamesinden, Halk TV internet sitesinin özel haberiyle çok özel bir örnek:

“İddianamede, tutuklu İBB Spor Kulübü Başkanı ve 'örgüt yöneticisi' olarak gösterilen Fatih Keleş’le ilgili dikkat çekici bir HTS tespiti yer aldı. İtirafçı iş adamı Süleyman Atik ile Fatih Keleş’in aynı tarih ve saatlerde Bakırköy Aqua Florya AVM civarındaki baz istasyonundan sinyal verdiği öne sürüldü. Ancak Fatih Keleş o tarihlerde cezaevindeydi..”

Neyse ki Akın Gürlek gazeteci değil. Sırf bu yüzden gözaltına alınıp tutuklanabilirdi!

“Bizden önce toplu iğne yapamıyorlardı “ diye ya da benzeri binlerce örnekle halkı yanıltan dünya liderine gelince.. O’nun zaten dokunulmazlığı var.

/././

halkTV

Öne Çıkan Yayın

1848 Devrimi ve gerçekçilik -Fide Lale Durak / soL-

Courbet, seyirciyi portrelerle etkileşime sokmak istemez. Acıma, empati, öfke duyma ya da oluşabilecek herhangi aşırı duygu yerine, nesnelli...