31 Ekim 2016 Pazartesi

Cumhuriyet Bayramı hediyeleri (!): Cumhuriyet’e son darbeler, - RIFAT OKÇABOL

AKP iktidar olur olmaz Cumhuriyet’in temellerini oluşturan değerlere ve kurumlara karşı olduğunu göstermişti. 2007 yılına kadar Cumhurbaşkanı A. N. Sezer’in ve 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğine kadar da yargı organlarının hukuk, laiklik ve bilimsellik konularındaki duyarlılığı nedeniyle istediklerini gerçekleştirme olanağı bulamamıştı. 2007’de A. Gül Cumhurbaşkanı olmasıyla ve Anayasa değişikliğinden sonra, (651, 652 ve 653 sayılı KHK’lar, 4+4+4 ve dershane yasası ile yönetmelikler gibi) piyasacı ve gerici yasal değişiklikleri büyük ölçüde hızla gerçekleştirilmişti. Fetöyle birlikte Balyoz ve Ergenekon gibi uyduruk davalarla silahlı kuvvetler iyice yıpratılmış, tüm kurum ve kuruluşlarda kadrolaşılmıştı.

Yasa değişikliklerine ve kadrolaşmaya karşın, hâlâ bazı eğitim kurumlarında laik ve bilimsel değerlere öncelik veren öğrencilerin yetişmesinden rahatsız olan AKP, proje okulu uygulamasıyla, okullardaki laik ve bilimsel uygulamalara tümden son vermeye soyunmuştu. AKP, 15 Temmuz darbe girişimini OHAL ilan etmek için kullanmış, OHAL uygulamalarını da, her istediğini gerçekleştirme uygulamalarına dönüştürmüştür. Öyle ki, insanlarda, 15 Temmuz darbe girişiminin AKP’ye karşı bir girişim değil AKP’yi diktatörleştirme girişimi olduğu kuşkusu artmaya başlamıştır. 

OHAL uygulamalarıyla önce Cumhuriyet rejiminin kurulmasında büyük emeği geçen silahlı kuvvetler, anlamsız ve acayip bir yapıya sokulmuştur. Silahlı kuvvetlere son darbe 28 Ekim günü garnizon komutanlarının, resmi bayram kutlama protokolünden çıkarılmasıyla ve 29 Ekim’de Anıtkabir’e giden subayların üstlerinin, hem de astları tarafından, aranması ile vurulmuştur. Daha da hazin bir durum ise o subayların bu durumu içlerine sindirmeleri olmuştur.

Cumhuriyet Bayramı’nda çıkarılan bir KHK ile daha öce meslekten uzaklaştırılan 100 bin dolayında emekçiye ek olarak 1.267 akademisyen daha meslekten çıkarılıp bazı yayın organları daha kapatılmıştır. Bu uygulama, ihraçların ve bazı yayınlara son verilmesinin Fetöcü hedefi aşıp muhaliflere de yöneldiğini göstermektedir. Bu ihraçlar, topluma, “muhalefete izin yok” mesajı vermektedir. Bu tür ihraçlar yanında, açığa alınan personel hakkındaki 3 aylık karar verme süresinin bir KHK ile OHAL bitimine dek uzatılması da, hukukun muhalifler için uzun süre işletilmeyeceği anlamına gelmektedir.

Yine Cumhuriyet Bayramı’nda çıkarılan bir KHK ile rektörlerin, YÖK tarafından önerilecek üç profesör arasından Cumhurbaşkanınca atanacak olması, AKP’nin halk egemenliğine tahammül edemediği gibi bilimin egemenliğine ve özerkliğine de tahammül edemediğini göstermektedir. 
  
Bilindiği gibi 12 Eylül 1980 darbecilerinin uygulaması da bu doğrultudaydı. YÖK’ün önerdiği 4 adaydan birini Evren, rektör olarak atıyordu. Ancak o yıllarda ve özellikle 1983-2008 yılları arasında YÖK, (günümüzdeki gibi) tek vücut halinde değildi. Geçmişin YÖK üyeleri ağırlıklı olarak piyasacı ve gerici olsalar da, aralarında hükümetin atadığı üyelerle cumhurbaşkanlarının atadığı üyeler arasında küçük de olsa bazı farklar ve iktidar yanlısı olmayan üyeler vardı. Oysa 2008’in ilk aylarından itibaren YÖK, tamamen AKP’leşmiştir ve YÖK’te (diğer kurumlarda da olduğu gibi) AKP’nin laiklik ve bilimsellik anlayışına mesafeli duran tek bir üye yoktur. 2008’den bu yana, üniversitelerinde seçilen altı kişiyi YÖK üçe indirirken tek ölçüt, genellikle rektör adaylarının AKP’ye yakınlığı olmuştur. OAHL ile yapılan bu son değişiklik, AKP’nin, rektör adaylarının üniversitelerinde seçimle belirlenmesine ve birkaçında da olsa üniversite seçimlerinde istemedikleri kişilerin yüksek oy almasına bile tahammül etmemesinin sonucudur. Çünkü atanan yandaş rektörler üniversitelerini AKP’leştirmek için canla başla çalışsalar da, hâlâ özerkliğe, laiklik ve bilimselliğe özen gösteren rektörler, üniversiteler ve akademisyenler bulunmaktadır. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi rektör adayı belirleme seçimlerinde, bir adayın oyların yüzde 86,5’uğunu alması, onlar için yeterli olmamaktadır. Onlar için, 300-500 akademisyenin yıllardır beraber çalışıp tanıdığı kişiler arasından rektör adayı belirlemesi kaos yaratırken, 21 kişilik olan AKP’leşmiş YÖK’ün, 200 kadar üniversite için 600 aday belirleyecek olması, nasıl oluyorsa kaos kaynağı değildir! Çünkü onlar için önemli olan, her istediklerini yapacak yandaş rektör atamaktır; böylece “Hedef 2023”e ulaşmak, onlar çok daha kolay olacaktır.
Bu noktada önemli olan, cumhuriyet değerlerine sahip çıkanların ne yapacağıdır!

Rıfat Okçabol
SOL

Başkanlığın rengi, son KHK ile iyice belli oldu - ORHAN BURSALI

Cumhurbaşkanlığı cephesinde beklenen olayları yaşamaya başladık. Son iki Kanun Hükmünde Kararname ile ülkedeki demokratik haklar ve özgürlükler biraz daha kısıtlandı; nefes alma yollarının mengenesi biraz daha sıkıştırıldı. Demokratik devlet yerine güvenlik devleti yetkileri artırıldı. “FETÖ’cü, solcu, PKK’li” damgası vurularak, binlerce kişi daha devletin kapısının önüne kondu. Buna karşılık bazı göreve iadelere yer verildi. Terörün, geniş temizlik için fırsatçılık yarattığı kanısı yaygın.
Gelen feryatlara bakıyorum, başka bir şey düşünemiyorum.
Mesela:
“Bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı. Benimse bayramım buruk yüreğim yanık. İki oğlumla okula gittik. Biri 1. sınıf diğeri anaokulu. Bilmiyorlar ki anneleri göz yaşlarını içine akıtıyor. Bağırmak istiyorum, bağıra bağıra haykırmak... Asla hiçbir terör örgütü, dini grup, cemaat, siyaset.. vb hiçbir zaman karışmadım. Ama ihraç edildim. Allah biliyor sabret. 37 yıl öğretmenlik yapmış babanın öğretmen kızı Gülşen Bulut, her bayramı okulda coşkuyla kutlayan... İmtihan çok zormuş. YANIYORUM… Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun.”

Üniversitelere 1981 darbesi düzeni

KHK’lerin en önemli maddelerinden biri, üniversitelere rektör atama konusu. 1980 askeri darbecilerinin 1981 yılında aldıkları kararla rektör atama yetkisi “Cumhurbaşkanı’na” verilmişti. Yani darbeci Kenan Evren’e. 1992’de ise bir düzeltme yapılmış, üniversitelere sandık konmuş, en çok oy alan 6 aday arasından YÖK üçünü Cumhurbaşkanı’na sunar olmuştu. Bu bile komik bir seçimdi, çünkü akademiyanın tercihi genellikle rektörlüğe gelemiyordu.
Şimdi Evren gibi Cumhurbaşkanı, YÖK’ün önerdiği 3 kişi arasından rektörü atayacak. YÖK seçmezse kendisi seçip atayacak. Boğaziçi Üniversitesi Rektörü’nü Beştepe 4 aydır atamıyor. Mesele anlaşıldı. Kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı rektörleri Beştepe’ye toplamış ve yüzlerine üniversitelerden rektörlük seçimini kaldıracağını söylemişti.
Burada temel soru, RTE ve adamlarının, örneğin seçilmiş Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) Rektörü’nden duydukları rahatsızlık nedir? FETÖ’cü müdür yoksa PKK’li mi? Yoksa CHP’li mi? Rektörün belki de AKP’li olmadığına, demokrat bir insan olduğuna ilişkin kanaatleri veya duyumları, onu atamamak için yeterli bir neden oldu...
Beyefendi, acaba BÜ için nasıl bir rektör planlıyor? Üniversitenin nesinden şikâyetçi? Bilimsel araştırma düzeyinden mi, eğitimin kalitesinden mi, nesinden? Eğer böyle gerekçeleri varsa, BÜ’ne gelinceye kadar en az 180 üniversite sayabilirim kendisine... Öyleyse niyet başka.. Nasıl ODTÜ ve bilimsel niteliği konumu ile bir sorunu varsa, BÜ ile de aynı sorunları yaşıyor olabilir.

‘Benim gibi düşünecek biri’

RTE acaba neden her üniversitenin başına kendi gibi düşünecek ve davranacak birisini atama ihtiyacı duyuyor?
Üniversitelerin iki önemli görevi var: Kaliteli bir öğrenim ile ülkenin ihtiyacı olan kaliteli insanlar, uzmanlar yetiştirmek. Ve tercihen yüksek değerli bilimsel araştırmalar yapmak. Buna, mahalli ve merkezi ülke sorunlarına çözümler önermeyi de katabilirsiniz.
Bunlar ancak özgürlükler ve liyakat temelinde gerçekleşebilir. Özgürlükleri boğarak ve akademiyanın bıyık altından güleceği ve liyakatını kabul etmeyeceği yöneticiler atayarak ülkeye ancak zarar verirsiniz.
Ama bu yazdıklarımız kimin umurunda? Düşüncelerde, bilimsel kriterler değil, kafalardaki toplum mühendisliği şablonları olduğu sürece, bu ülke ve üniversiteler daha çok çekecek.
1980 Anayasası’na her gün küfür et, sonra gel o dönemin askeri muktedirine verilen yetkilerin aynısını üstlen... Bunun tek izahı olabilir; örtüşme. Farklı izahları dinlemeye hazırım. RTE, BÜ’ye seçilen rektörü atayarak da bizim ağzımızın payını verebilir!

‘ABD ile yüzde 90 aynı olacak’ 

AKP yetkilisi Şentop “Başkanlık önerimiz, yüzde 90 ölçüde ABD sistemiyle aynıolacak” diyor.
Bu aldatıcı bir kıyaslamadır. Yüzde 90 hatta yüzde 98 örtüşebilir, fakat öyle iki maddede ayrışırsın ki, karşımıza diktatörlüğe giden yetkilerle donatılmış bir anayasa çıkartırsın.
Başkana kanun çıkarma yetkisi verecek misiniz?
Sanırım evet. Ve özellikle devlet kurumlarına, yargıya vb her şeyi belirleyici atama yetkisi de vereceksiniz. Tek adamın Meclis üzerinde üstünlüğünü önereceksiniz. Sonra da buna kuvvetler ayrılığı diyeceksiniz. Sanırım birazdan böyle bir öneri önümüze düşecek.

NOT: Bülent Tezcan’a çok geçmiş olsun. Ortalık siyaseten katil ruhlularla kaynıyor. Tetikçiler her an hazır ve nazır...

Orhan Bursalı
CUMHURİYET

30 Ekim 2016 Pazar

Cumhuriyeti Yok Edemediler - GÜRAY ÖZ

Eskiler, yani bizden daha yaşlı olanlar, uluslaşma sürecinin parçası olan Dil Devrimi’nin yeni sözcüklerini kullanmaya özen gösterir, aynı zamanda karşılığı henüz bulunamamış ya da yerleşmemiş sözcüklerin eskilerini de öyle rastgele değil yerli yerinde kullanmaya özen gösterirlerdi. “İdrak” bunlardan biridir. “Cumhuriyetimizin 50 yılını idrak ettik” derlerdi örneğin. Yani “anladık, kavradık, ona ulaştık, onu algıladık” derlerdi.

***
İktidar sahipleri ve kimi liberaller değil ama bizler Cumhuriyetin 93. yılını idrak ettik. Yeminli düşmanlarının, “zamanın ruhuna” uymayı çağdaş olmakla karıştıranların idrak etmelerini beklemiyoruz. Çünkü onlar uluslaşma sürecinin sıkıntılarını değerlendiremiyor, tuhaf özgürlük anlayışlarıyla hedefe doğru gidişin temel taşı olan laikliği kavramakta zorlanıyorlar. Aklın özgürlüğünü, laikliği savunanları “laikçi” diye küçümsemeleri bundandır. Özellikle de kör inancın kapattığı kadının kapatılışını “özgürlük” diye savunurken gerçek özgürlüğü yalnızca kendileri için icat edilmiş saydılar.

***
Uluslaşma sürecini yaşayan Cumhuriyetin gelişme ufku demokratikleşme yönündeydi. Bunu daha kurtuluş yıllarında, daracık bir alana sıkışmış topraklarda, 30’u aşkın yörede topladığı kongrelerle göstermişti. Cumhuriyet o kongrelerin devamıdır. Genç Cumhuriyetin kendini toparlamaya çalıştığı dönemin sınıfsal kavgalarının gerçekçi bir haritasını ise Nâzım Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları adlı destanında anlatır. Kapitalizm güçlendiğinde, emperyalistlere karşı mevziler tek tek terk edildi, demokratik bir Cumhuriyet yerine, kendini sınırlamış, kapıları gericiliğe ardına kadar açılmış, inişli çıkışlı bir düzen egemen oldu.

***
Ama savaş bitmedi. Laiklik ve kadın hakları temelinde gelişme perspektifine sahip, demokratikleşme potansiyeli taşıyan Cumhuriyet yıkılmadı. O nedenle işe sıfırdan başlamayacağız. Yaşam biçimini, insan haklarını, düşünce özgürlüğünü, örgütlenme hakkını, işçi, emekçi sınıfların şimdi ellerinden alınmış olsa bile bilinçlerinde, toplumsal hafızada yaşayan kazanımları hayat bulacak. Büyük bir şımarıklıkla “tamam, teslim olun artık” diye efelenenler kazandıklarını yitirmek üzere oldukları korkusuyla, telaşıyla hırçınlaşıyorlar. Ellerinden kayıp gidiverecek bir zaferin korkulu sarhoşluğu içindeler.

***
Bu nedenle kimi arkadaşların “iş bitti, sıfırdan başlayacağız” saptaması yanlış anlaşılabilir kaygısı taşıyorum. Belki bu arkadaşlar bundan sonra eski dönemlerin hatalarından, kusurlarından kurtulma fırsatı olarak yeni bir Cumhuriyet tarif ediyorlar. Ama toplumlar fabrika ayarlarına döndürülmüş telefonlara, formatlanmış bilgisayarlara benzemez. Ne tarihe böyle bakılabilir ne de gelecek “redd-i mirasla”kurulabilir. Tarih böyle gelişmiyor, böyle yapılmıyor. Kısacası, Cumhuriyeti korumak, laiklik karşıtlarıyla her alanda savaşmak edilgen bir tutumu değil arkadaşların her zaman kanıtladıkları gibi devrimci bir ruhu ifade eder.

***
Demek ki mahallede, sokakta, okulda, fakültede, yazarak, çizerek, konuşarak, neredeysek orada “sathı müdafaa etmenin” her anlamda demokratik yollarını bularak devam edeceğiz. Bu, eskinin tarihsel bakılmadığı için sürekli gündeme getirilen “kusurlarını” değil, kazanımlarını tartışarak başarılabilecek bir iştir. Cumhuriyetin canını çok yaktılar, çok eksilttiler, çok kayıp var ama İsmet Özel’in en devrimci şiirinde dediği gibidir; “ölüyoruz, demek ki yaşanılacak.”

Güray Öz
CUMHURİYET

Osmanlı’yı diriltecek hiçbir güç yoktur - ORHAN BURSALI

İktidar sahipleri Cumhuriyet Bayramı’nı seviyor mu? Başka yapacakları hiçbir şey yok, sahiplenecekler. Cumhurbaşkanı en büyük kazanım demek zorunda kaldı. Kendi geçmişi, kimliği ve bulunduğu yer şüphesiz ki ona bunu söyletiyor. Hayatın en gerçek anıdır bu. 
Cumhuriyet, imparatorlukla birlikte padişahlığın da çöküşü ile kuruldu. Padişahlıkla birlikte hilafet de çökmüştü. Hayatın en gerçek bir başka anıydı. Milli Kurtuluş Savaşı “vatanı kurtarma” savaşından çok öte bir şeydi. Vatan kurma savaşıydı. Evet Osmanlı’nın kökeni Türklerdi, Avrupalılar hep Türk derlerdi. Ama Osmanlı “Türk”değildi. Daha çok bir milletler topluluğunun yönetimiydi. 

Osmanlı İmparatorluğu’nu çökmekten, padişahlığı yok olmaktan hiçbir şey kurtaramazdı. Hiç... bir... şey. 
İlk tarihsel kanıt, tüm imparatorlukların bir şekilde yok olmaya mecbur olduklarıdır. 
Bu olay, yüzyıllar boyunca bir imparatorluğun yerini diğerinin alması şeklinde gerçekleşti. 
İkinci tarihsel kanıt, tüm imparatorlukların çökmesi ve yerlerini ulus devletlere bırakması kaçınılmazlığıdır. 
Bu adeta bir toplumsaltarihsel determinizm biçiminde gerçekleşti.

Çoktan çökmüştü Osmanlı


Osmanlı belki de 100 yıl daha çok yaşayan bir imparatorluk oldu. Ayakta kalması için hiçbir neden kalmamıştı. 
Avrupalılar bilimsel, teknolojik, savaş sanatı ve silahları, ekonomi ve ticaret.. yani bir büyük gücü ayakta tutacak ne varsa Osmanlılardan katbekat üstün duruma gelmişlerdi. 
Tekrar ediyorum: Osmanlı’yı ve padişahlığı yok olmaktan hiçbir şey kurtaramazdı. 
Tanzimat’lar, hem imparatorluğun hayatını uzatmak ve 
o dönemin “çağdaşlığını” yakalamak hem de padişahlığın yerine adım adım Cumhuriyetin temellerinin atılması süreçleridir. 
Kurtuluş Savaşı öncesi padişahlık şeklen vardı. İrade çoktan Cumhuriyetçilerin eline geçmişti. Cumhuriyet, nitelik ve yönetim biçimi olarak zaten vardı. 
Kurtuluş Savaşı süreçlerini padişahlık yönetmedi. Cumhuriyetçiler her şeyi kurdu, 29 Ekim’de de şeklen ilan edildi. 
Meclis’te buna karşı çıkanlar, nasıl bir tarihsel süreçte yaşadıklarının bilincinde olmayan, kendine güvensiz, kafası özgür olmayanlardı. 
 
Abdülhamitçi olan Cumhuriyetçi olamaz
 
Evet gerçek bu. Bu yönetimin kafası, dünyayı kavramaya yetmiyor. 
Osmanlı’nın devamıyız, Yeni Osmanlıyız diyenlerin, Abdülhamitçilik cakası satanların dünyayı anlamaları sıfır. 
Ne Abdülhamitçi olabilirler, ne Osmanlı’nın kaybettiği toprakları geri alabilirler. Bu aslında Osmanlı’nın asla çökmemiş olduğuna ilişkin bir halüsinasyondur. 
İktidarı uyandıracak olan, ancak büyük bir bela olabilir. 
Fakat başlarına gelecek bir bela ne yazık ülkenin tümünü derinlemesine etkileyecek ve Kurtuluş Savaşı’nın tüm kazanımlarını bile tartışma konusu yapacaktır. 
Zaten Lozan’ı tartışmaları da budur. Sözde Osmanlı’yı mezarından diriltecekler. 
Ne Abdülhamitçi olabilirler, ne Lozan’ı reddedebilirler, ne Musul da Musul laflarının bir karşılığı olabilir... 

Ne de ÖSO’nun arkasında, Esad’ı çökertebilir ve Suriye’de kendilerine bağlı bir askeri ÖSO bölgesi ve yönetimi kurabilirler. ÖSO, Suriye’den “pay alma” örgütlenmesidir. Kurulmasını bekledikleri “masa” da bu güçle “hak sahibi” rolü oynamanın adıdır. 
Bu tehlikeli bir oyundur. Suriye’nin birliğini değil parçalanmasını hedef alma girişimidir. İyi niyetli bir ÖSO’nun yapacağı tek şey, Suriye yönetimi ile ittifak ve birlikte harekettir. Tersine ÖSO ile Suriye güçleri, karşılıklı askeri cephelerdir.

Kazançlı mı çıkmak istiyorsunuz?
 
İktidar uçaklarını Suriye’de bağımsız uçuramıyor yine... 
Ruslar, bu kez Suriye’yi öne sürerek, vururuz dedirtiyor. 
Suriye’den hak sahibi olma politikası, bu ülkeyi parçalar ve buradan korkularınız gerçek olur. 
Bunu görmüyor musunuz? Görüyorlar da son kartlarını oynuyorlar. Son karttan sonra Esad ile işbirliği var. Kucaklaşacaklar, oradaki hayatın tek gerçeği bu. 
Şu gerçeği, olguyu anımsatayım: Bu kucaklaşmayı ne kadar erken yaparsanız o kadar fazla kazancınız olur. Ne kadar geç, o kadar büyük kayıp. 
Ankara’da bunu görecek kimse yok mu? 
Bırakın hayalleri, Cumhuriyete sahip çıkın. Bu ülkeyi bize armağan edenler; çok yaşayın, ebedi yaşayın...

Orhan Bursalı
CUMHURİYET

Cumhuriyet uzun bir yürüyüştür - ALİ SİRMEN

Sesinden de belli oluyordu ki, yıllar aziz sınıf arkadaşımın okul sıralarındaki enerjisini, azmini solduramamıştı. 
Tok sesi telefondan taşıyor, sanki dalga dalga odayı kaplıyordu: - Biz bu Cumhuriyeti sokakta bulmadık! Cumhuriyet, eninde sonunda kendine yönelen tehdidi ezer geçer. İnan bana! - Seni ve senin gibileri görünce tabii ki inanıyorum, hiç kuşkun olmasın, dedim. 
 
Haklıydı. Biz bu Cumhuriyeti sokakta bulmamıştık, kendiliğinden bir anda oluşmuş da değildi. Salt bir adamın iradesinin ürünü olarak gelmemişti ki, başka bir adamın iradesiyle yok edilebilsin. 
Uzun bir yürüyüştür Cumhuriyet, muştuları 1923’ten çok daha gerilere giden... 
Tarihe iyi bakanlar, saltanatın Taif zindanında öldürttüğü Mithat Paşa’da (1822- 1884) Cumhuriyetin ilk müjdecilerinden birini görürler. 
Ve 1884’te, Mithat Paşa’yı Taif’de boğduran saltanat ne akıbetini önleyebildi ne de Cumhuriyet’i engelleyebildi. 
Çanakkale destanını kanıyla canıyla yazan öğrenci- asker şehitlerdi Cumhuriyet’in habercileri. 
Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, eğitimci şairdi, Cumhuriyetin habercisi.

***
Önce her biri kendi yöresinde, işgale, istilaya, zillete karşı direnmek için bir araya gelen, yerelden bölgesele sıçrayan, oradan ulusala geçen, bağımsızlık ve istiklal ateşini, Anadolu’nun dört bir yanında çoban ateşleri gibi yakan 29 kongreden süzülüp gelmişti Cumhuriyet.

Cumhuriyet, halk iradesinin ifadesi olan savaş içinde tohumu atılmış, filizlenip gelişmiş savaş demokrasisinin imbiğinden geçerek, her gün kendi doğumunun muştusunu vermiş bir ulusun uzun yürüyüşüdür. 
Bağımsızlık ve özgürlük azminin haykırıldığı, milli iradenin yurdun dört bir yanında tutuşturduğu çoban ateşlerinin eseridir Cumhuriyet. 
O bağımsızlık ve özgürlük savaşını verirken, varlığının bilincine varmış, bir yandan oluşurken öte yandan aynı zamanda savaşan, savaştıkça oluşan bir ulusun eseridir.
Cumhuriyet, bir mazlum milletin kendi sınırlarını da aşan bir meydan okuyuşudur. 
O meydan okuyuş, Rönesansın, Aydınlanma’nın, Fransız Devrimi’nin kazanımlarının Avrupa dışı, Batı dışı, Hıristiyan dünyası dışı bir ülkede de, yaşama geçirilebileceğini, yani insanlığın bu kazanımlarının ve değerlerinin evrensel olduğunu haykırıyordu. 
Böyle olunca da Cumhuriyet’in zaferinin de, bozgununun da evrensel olması kaçınılmazdı. 
Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti’nin anlamı, bir ulusun, bir toplumun sınırlarını çok aşıyordu.

***
Cumhuriyet, kuldan yurttaş, giderek özgür birey yaratmaya yönelik bir evrensel devrimdir. 
Bugün Cumhuriyet’in, tarihinin, önderlerinin, değerlerinin, ilkelerinin tartışma konusu edilmesinde, kimileri tarafından yadsınmasında bir anlamda şaşıracak bir yan yoktur. 
Bütün devrimlerin kaderidir bu. 
Bastille Hapishanesi’nin basılmasından 200 yıl sonra, 1989’da Fransa kendi 1789 Devrimi’ni tartışıyordu. “Devrim olmasaydı, daha iyi olurdu” diyenler çıkıyordu; kurumları, kahramanları, olaylarıyla enine boyuna yadsınılıyordu Fransız Devrimi. 
Bu olgu Fransız Devrimi’nin hâlâ canlı olduğunun kanıtıydı. Hiçbir devrim, bir kerede kazanılıp sonra kulağının üstüne yatarak korunmaz. 
O yaşayan bir olgudur ve ancak hak edilirse korunabilir. 
Devrimin kazanımlarının hak edilmesi, ancak, her an savunulmasıyla mümkündür. 
Bütün devrimler gibi Cumhuriyet de ancak her gün yeniden hak edilmek için savaşmakla korunabilir. 
Her devrimin, her zaman karşıtları, Cumhuriyet’in de bütün devrimler gibi her zaman yıkmak isteyenleri olacaktır. 
Bunlarla karşılaştığımızda unutmayalım ki biz bu Cumhuriyet’i sokakta bulmadık, birden kendiliğinden de oluşmadı. 
Cumhuriyet uzun bir yürüyüştür, durmadan, bıkmadan, usanmadan sürdürülecek, bir uzun yürüyüş. 
Kim bu yürüyüşün zahmetsiz, tehlikesiz, kolay ve rahat olacağını iddia etti ki?...

Ali Sirmen
CUMHURİYET

29 Ekim 2016 Cumartesi

Tehdit altındaki Cumhuriyet - ALİ SİRMEN

Hanedanın tarihi ile toplumun tarihini birbirine karıştırıp kendini toplum ile özdeşleştireceği yerde hanedan ile özdeşleştirme hödüklüğüne saplananlar, tabii ki olan bitenden hiçbir şey anlamaz, geçmişe treni seyreden öküz gibi boş gözlerle bakar, Cumhuriyetin görkemli anlamını ıskalarlar. Zaferi, uluslaşarak Anka Kuşu gibi kendi küllerinden yeniden doğan ve işlevini yitirmiş hanedanı bir yana iterek, çağdaşlaşarak yoluna devam eden toplumda değil de, işi çoktan bitmiş hanedanda arayanlar ve onun hükmü kalmamış değerlerinin peşine takılmayı marifet sananlar, o Cumhuriyeti tabii daha ileriye götüremezler. Böyle bir değerlendirme hatasına hanedanın iyi yetişmiş seçkinleri düşmemişler ve topluma, saltanatı, hilafeti bir yana bırakıp laiklik ve Cumhuriyete sarılmalarını salık vermişlerdir.
Zaten toplum da, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde öyle yapmış, soluğu tükenmiş, çağı geçmiş saltanat ile yolunu ayırıp kendine yeni bir mecra bularak yaşamını sürdürmüştür.
Hanedanın bile takdir ettiği bu gerçeği o Cumhuriyeti koruyup kollama konumundakiler hiçbir şekilde anlayamamış, ya da kasten anlamak istememişlerdir.
Bugün 93 yaşına varmış olan bu Cumhuriyet artık ne yazık ki, büyük tehdit altındadır.

***
Cumhuriyete yönelen bu tehdit, titrek saltanatına son verdiği hanedandan değil, ama ne yazık ki, kendisini koruyup kollamakla yükümlü oldukları varsayımıyla iktidara taşınmış olanlardan gelmektedir.
Tehdidin en büyük üssü, ilk yıllarında Cumhuriyet fidanının filizlenip kökleşmesine en büyük katkıda bulunan MEB’dir.
Tehdidin yıkmak istediği ise Cumhuriyetin onsuz olmazı laiklik ilkesidir. Böylelikle laik eğitim iktidar tarafından hedef tahtasına konulmakta sonra komut verilmektedir:
- Atış serbest!
Cumhuriyetin ilke ve kurumlarının kavranmasına, yaygınlaşmasına, güçlenmesine katkıda bulunmuş olan, laik eğitimin temeli olan tevhidi tedrisat, bütün eğitimi, dinsel eğitim potasında eritme yoluyla tersinden yaşama geçirilmeye çalışılmaktadır. 

İktidarın, bütün güçleri ve destekçileriyle tehdit altına aldığı Cumhuriyetin bu gidişe dur denmediği takdirde, daha ne kadar dayanabileceğini söylemek gerçekten zordur.
Tehlikeyi görmezden gelmek, karanlığı ıslık çalarak atlatmak çabası kadar boştur, “başaramayacaklar” diye iyimserlik ve aldatıcı teselliler aşılamak da anlamsız olmakla birlikte, bu karanlık tablonun, mutlaka geri dönülmez bir gidişi gösterdiğini, toplumun bütünüyle Cumhuriyetin yazgısına bigâne olduğunu söylemek de doğru değildir.

***
Türkiye’de Cumhuriyete sahip çıkacak insanlar nicelik açısından da, nitelik açısından da hiç de küçümsenmeyecek bir düzeye erişmişlerdir.
Bu insanları, bir araya toplasanız birçok çağdaş Avrupa ülkesinin nüfusunu geçer, hele hele bu insanların niteliklerinin düzeyi de göz önünde bulundurulduğunda koyu umutsuzluk yaslarına bürünmenin anlamı yoktur.
Burada görülmesi gereken nokta, bu nitelikli insanların, nicelik açısından miktarlarının kâfi olmadığıdır.
Ne yazık ki sandık demokrasisinde de, nicelik nitelikten önce gelmektedir.
Durum böyle olunca, Cumhuriyeti savunma çabaları daha etkili olamazsa, toplumun o Cumhuriyetin değerini onu kaybettikten sonra anlamaları gibi vahim ve hasarının giderilmesi, çok yüksek bedelli bir durumla karşılaşılması söz konusu olabilecektir. Ne var ki, laik Cumhuriyetin yıkılması halinde, toplumun barış içinde bir arada yaşamasının temel şartı laiklik ortadan kalkınca, Cumhuriyeti yıkmayı hedefleyenler de dahil olmak üzere herkes, enkazın altında kalacaktır.
Bu yüzden de böyle bir sonuca yol açacak, gaflet, dalalet ve hatta ihanetin, sonuna kadar sürmesi imkânsızdır.
Evet, 93 yaşındaki Cumhuriyet çok ciddi tehdit altında.
Ama toplumun tüm savunma refleksleri de henüz dumura uğramış değil.
Kısacası durum ciddi, ama umutsuz değil.

Ali Sirmen
CUMHURİYET

Bir Cumhuriyet yıldızı daha... - ŞÜKRAN SONER

Cumhuriyet değerleri, kazanımlarına karşı, çok odaklı saldırılar, savaşlar... “Kurtuluş”, “Kuruluş” destanlarının verilişi, yazılımı ile başlayan 93. yıldönümünü kutlamakta olduğumuz bugünlere uzanan süreçte hiç hız kesmedi... Bu nasıl insan odaklı değerler, sağlam ilkeler ışığında oluşmuş bir güçlü sentez, direngenlik, haklılıktan beslenmedir ki... Çökertme darbelerinin pek çoğu daha güçlü bir direngenliğin beslenmesine yarıyor...
Şaka-kaka gibi... Yakın tarihte önce iç odaklısı mı, yoksa dış odaklısı mı ağır bastı bilinmez... Ama tam da bozuk yumurtadan hasta tavuğun, hasta tavuktan bozuk yumurtanın çıkması örneği, dünya çapında bir “Yeni Osmanlıcılık - ılımlı İslam”başlıklı siyasal projeler gündeme sokuldu. Şeriat yorumlarının belirleyici olduğu, insan hakları, hukuk devleti düzenleri, demokrasi gerçeklerinden çok uzakta rejimler, ülkelerin rol model alınamayacağı gerçeği ağır bastığından... Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, “Kurtuluş - Kuruluş” savaşları destanlarını yazmayı başarmış laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, ülkemiz ve dünyadan yediği saldırılar, darbelerle, gerçek evrensel ölçeklerde güçlü, işleyen demokratik bir düzene günümüze kadar kavuşamamış olsa da...
Daha çıplak bir anlatımla, sandıktan büyük çoğunlukla sağ iktidarların çıkması, sadece eşitsizlik temelinde vahşi kapitalizme değil, siyasal İslam ve her tür alt kimlikten beslenen ayrımcılıklara, ırkçılığa da hizmet eden, hukuka saygısız, kamu yönetimlerinin erklerinin siyasal iktidar çıkarları adına ele geçirilmesinin sonucu her tür partizanlık, haksızlık, hukuksuzluklardan beslenen yönetimlerin egemen kılınması, askeri-sivil darbelerle bugünlere gelinirken... Yine de İslam dünyasına yönelik operasyonlarda Türkiye’nin odak ülke olarak kullanılması, rolmodel yapılması dışında seçenek pek üretilemedi...

***
Sonuç olarak ABD’nin 11 Eylül’ü, dünya ölçeğinde radikal İslamcı terör örgütlenmelerinin travmasının ağır basması ile girilen yeni süreçte, Atatürk devrimleri, kurtuluş, kuruluş ideolojileriyle ayakta kalmış laik Türkiye Cumhuriyeti’nin içinden sihirli lamba ile çıkartılacak bir “yeni Osmanlı, ılımlı İslam” model arayışları gündeme girdi. Siyasal islamcı terörle topraklarında savaşma adına Irak-Afganistan işgallerinin gündeme girmesi ile atbaşı, stratejik ortak Türkiye’nin dönem iktidarı Ecevit Hükümeti’nden istenen destek gelmeyince de Fazilet’in içinden AKP sihirli anahtarı, ardından hızlı iktidara gelişi, çıkıverdi. Laik Cumhuriyetin rotası, dönemin anlamına uygun ılımlı siyasal İslamcı çizgiye kaydırılıverdi...

***
Masa başı projeler tıkır tıkır işlemeyip İslam dünyası, Ortadoğu hele de en çok Afganistan- Pakistan, Afrika bölgesinde odak Libya, hele de Ortadoğu’da Irak-Suriye ırklar- mezhepler iç savaşları bataklığı, kaosunda dünyayı dinamitleyebilecek güçte dipten bir sarsıntıya yatak olunca, işlerin rengi, akan kanla, milyarlarca İslam ağırlıklı dünyalının yaşamlarının kayması, kararması ile bağlantılı çok fazla değişiverdi.
Kuşkusuz bizi, insanlık, dünyada olup bitenler kaçınılmaz çok etkilerken, en çok bizim başımıza gelenler çarpıyor. Cumhuriyetin 93. yılını bugün kutlarken kendimizi çok daha yaşamsal gerçeklerin etkisinde, sımsıkı bir laik Cumhuriyetin Atatürk devrimlerinin sahipliği, savunuculuğunda buluveriyoruz... O kadar ki, “korkunun ecele faydası yok” diyerek, terör örgütlerinin canlı bombaları tehdit uyarıları arasında, çolukçocuk Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına, gönüllü siviller olarak koşturacağız.
Dün toprağa verdiğimiz bir gazeteci, Anadolu aydınlanması, uygarlığının, laik Cumhuriyet kazanımlarının sentezi, yıldız gibi kayan bir güzel insan, (dinozordan), Nail Güreli’den söz etme sırası geldi... Laik Cumhuriyetin kazanımlarına düşman, şiddetli saldırılardan Cumhuriyet gazetesi de sık sık pay alırken fanatik savunucuları sayılabilecek Cumhuriyet okurları, CUMOK’lar; Yunus-Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Sevgili Velidedeoğlu, Kışlalı ekolünden gelen, Cumhuriyet Aydınlanmacılarına siyasal İslam ağırlıklı sağdan gelen saldırılarda “dinozorlar”suçlaması yapılmasını mizahla
renklendirmişlerdi... “Dinozorlarımızı seviyoruz, geri istiyoruz...” kampanyaları üretmişlerdi. Nail Güreli Cumhuriyet’te çalışmadı ancak Cemiyet ve Sendikamızda yönetici ve başkan, gazeteci olarak verdiği savaşımla, güçlü, ilkeli duruşu ile Aydınlanmacılığa ışık katan, gerçek bir dinozordu...

Şükran Soner
CUMHURİYET

28 Ekim 2016 Cuma

‘Cumhuriyet’ yarın ‘93’ yaşında - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, izninizle, bu yazıya bir anımsatma ile başlayayım; çağımızda kişilerden ya “adı-soyadı” ile ya da yalnızca “soyadı”yla söz etmenin, böyle anmanın, hele toplum karşısında konuşurken bu kurala kesinlikle uymanın, uluslararası bir düzenleme olduğu bilinir; dolaysiyle iç siyasette de, dış siyasette de geçerlidir bu kural, bu tutum. 

Ayrıca bir ülkenin “Başkanı”ndan, bir devletin “Kurucu Başkanı”ndan söz ederken buna özen göstermek, yalnızca o kişiye değil o ülkenin halkına da bir “saygı” gereğidir. 
Sözgelimi, “ABD”nin kurucu başkanı, “Başkan George” diye mi anılır yoksa “Başkan George Washington” diye mi?

Bu tutum, “TC Devleti”nin, “Kurucu Başkanı” ve ilk “Cumhurbaşkanı Atatürk”için de geçerlidir kuşkusuz. Bu kurala -özellikle- “Atatürk” için uymayanlar, üstelik anımsatmalara karşın bu tutumunu sürdürenler karşısında insan, Atatürk’ün ulusuna seslenerek, “Bağrında yetiştirip başının üstüne dek çıkardığın adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemelerini isteyen”öğüdünü, ister-istemez anımsıyor. (Söylev, Cilt II) 
Çünkü bilinmesi gereken bir durum da Atatürk’ün nüfus cüzdanında, “Adı: Kemal - Soyadı: Atatürk” yazdığıdır; üstelik bu soyadını “O’na”, halk vermiştir. 

“Gazi” unvanına gelince; ilkin bu unvanı alabilmenin, “R. T. Erdoğan”ın, Türkiye’deki -hemen hemen- tüm üniversitelerden aldığı “Doktor” unvanına, dolaysiyle kendisini “Doktor Recep Tayyip” ya da alışılagelmiş biçimiyle, “Dr. Recep Tayyip” yapmasına benzemediğini belirterek başlayalım. 

“Kurtuluş Savaşı”nın çok önemli bir aşamasını oluşturan, “23 Ağustos” günü başlayıp, “13 Eylül 1921” gününe değin, “22 gün-22 gece” aralıksız süren ve Atatürk’ün Başkomutan olarak cephede yönettiği “Sakarya Savaşı”ndan sonra “Meclis”, kendisine “Mareşal” rütbesiyle “Gazi” unvanını verdi. 
Ayrıca, Atatürk’ün bu unvanı yalnız kendisi için değil, “Kurtuluş Savaşı”nın yüz binlerce “Gazi”sinin adına aldığından, bu unvanı büyük bir özenle taşıdığı, her an her yerde ortaya koymadığı da bilinir.
 
Öte yanda “Kurtuluş Savaşı”nın, “Batı emperyalizmi”nin sömürüsü altındaki öbür ezilmiş “mazlum” uluslara da “örnek” olduğu bilinir. Dolaysiyle Atatürk”ün önderliğindeki Türk halkının yengi (zafer) ile sonuçlandırdığı “Kurtuluş Savaşı”mız “TEK”tir; bir “ikincisi yoktur” ve tarihteki yerini çoktan almıştır. 

Ve Atatürk’ün, “Kurtuluş Savaşı”nı, öncesini sonrasını neredeyse saati saatine anlattığı Büyük “Söylev”indeki, “89 yıl” önceki vurgulamalarına değinmenin tam zamanı. Ve yine önce, günümüz basınının pek çoğunun atası olan “96” yıl önceki “Mütareke Basını”nın; Anadolu’da seçilip İstanbul “Mebusan Meclisi”ne gelen milletvekilleri üzerinden, Ankara’daki “Milli Mücadele”ye ve Atatürk’e, -günümüzdeki gibi- utanmazca saldıranlardan, bir yazardan kısa bir alıntı: “Merhaba Savaş kuzuları, Ankara keçileri, ağıla mı geldiniz? (...) Millet paşası mı sizi seçip ayırdı? (...) Boynunuzdaki tasmayı da o mu taktı? Niye ‘Koç’ Ankara’da kaldı? Âdeti uzaktan mı toslamaktır? (...) Rütbesiz mesnetsiz kalmış. Dağdan dağa kaçar; rastgeleni toslar. (...) Ortaya bir Milli yavru daha attı: ‘Milli Misak’ Aman Allahım telaffuzu ne güç, ne çirkin, ne gayri milli bir kelime...” (Alemdar Gazetesi, 2.2.1920) 
Alıntı, görüldüğü gibi, “iki konu” üzerine günümüzün ve “96” yıl öncesinin anlayışlarını, tutumlarını karşılaştırma fırsatı veriyor; ilki -pek ayrıntılı olmasa da- o günlerin “Misakı Milli” ile günümüzde yeniden ele alınan “Misakı Milliye”arasında; öteki de Atatürk’e -o günlerin ve günümüzün kimi siyasetçilerinin diliyle- “hayâsızca” takılan adlarla ilgili olarak. 
Alemdar Gazetesi’ndeki yazı, dönemin ünlü yazarlarından “Refik Halid Karay”imzasını taşır; ilk konu günümüzün gündeminde, hâlâ tartışılıyor; ötekine gelince önce şunu belirtelim; Atatürk o tarihte yani kendisine “Koç” dendiğinde, “Anadolu Rumeli Temsilciler Heyeti”nin “Başkanı”dır; R.H. Karay bu tutumunu daha sonraları da sürdürünce gereken karşılığı alacak, cezalandırılacaktır. 

Ne var ki, Karay’ın açtığı bu çığır, günümüzde Atatürk’e “Ayyaş” diyen ve “TC Devleti”nde “Başbakan” olan “R.T. Erdoğan”a dek ulaşacak ve aynı zamanda bir din adamı, bir imam olan bu kişi Atatürk’ün yarattığı “TC Devleti”nin “Cumhurbaşkanı” olarak da, O’nun makamına oturacaktır... 

Ve yazıyı Atatürk’ten bir alıntı ile noktalamak gerekirse şu değerlendirme geçerliliğini koruyor: “Yüz yıllardan beri olduğu gibi, bugün de binbir türlü kişisel ve siyasal amaç ve çıkar sağlamak için ‘dini bir araç olarak’ kullanmaya kalkışanlara yurtiçinde ve dışında bulunuşu, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, şimdilik alıkoyamıyor...” 
Evet, yarın laik “Cumhuriyet”imizin “93.” yılı, kutlu olsun! Evde değil dışarda kutlamaya çaba gösterelim; Kadıköylüler akşam fener alayı yürüyüşünde buluşalım!


 Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

27 Ekim 2016 Perşembe

Bir ülke nasıl aşağılanır!.. - ZEYNEP ORAL

Türkiye’ye nasıl kötülük yapabilirim diye düşünseniz, düşünseniz, düşünseniz... 
Bu ülkeyi nasıl rezil edebilirim, aşağılayabilirim, 7 düvelin lanetlemesini sağlayabilirim diye planlar, programlar tasarlasanız... 

Cumhurbaşkanını ve bu hükümeti daha çok nasıl zora sokabilirim, dünyanın öfkesini onlara nasıl yöneltirim diye sinsi sinsi yollar arasanız, bundan iyisini yapamazdınız!!! 
Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ı hapse tıkarak, hiç ama hiçbir “terör” olayına karışmadıklarını bile bile onları hapiste tutarak yapılan budur. 

Yalnız onlar mı? Hayır! Onlar artık dünya çapında simge isimler olduğu için onların adını veriyorum. Onlar gibi daha niceleri var. 

128 gazeteciyi, yazarı, yargısız infazla hapse tıkarak yapılan budur. Hem kendimize karşı, hem dünyaya karşı ülkeyi aşağılamak... 


Bia.net’in son gözlem raporuna göre hapisteki gazetecilerin 71’i “Cemaat”, 29’u Kürt medyasından... Şu son üç ayda 155 medya organı kapatıldı... Kapatılan medyadan 2 bin 500 kişi işsiz... 775 basın kartı, 49 pasaport iptal... 191 gazeteci, 1 müebbet ve 2 bin 152 yıl hapis talebiyle yargılanıyor. 29 kişi Erdoğan “sanığı, mağduru, şüphelisi”...

Sonradan pişmanlık 

Nereden nereye... Bakın gördünüz Mehmet Ağar bile yıllar sonra solcuları aklama çabasına girdi...
“Zaten sol örgütler de bizim sandığımızın tersine, zararsız, eline bıçak almamış insanlar çıktı. Kabul etmek lazım ki temiz fikir adamlarıydı” dedi... “Solcuların şiddete bulaştığı önyargısını yıllarca gözümüzde büyüttük” dedi. 

Sırf sol düşünceye yatkın oldukları için yıllarca hapiste çürüyen, işkence gören, hayatını yitiren yazarların ülkesinde söylüyor bunu. Genç ve yiğit fidanların yeşermeden biçildiği, zulüm gördüğü ülkede söylüyor. Bizim ülkemizde... 
Komplo teorilerinin yaşamımızın ayrılmaz parçası olduğu şu günlerde, bakarsınız çok değil birkaç yıl sonra bugünün güç sahipleri de, yine, “Aa kandırılmışız meğer”diye nedamet getirirler... 

Beni dehşete düşüren Türkiye’yi yeryüzünün en büyük hapishanesine çeviren bu duruma anlı şanlı büyük medyanın sessiz kalması. Sessiz kalmak bir yana, hükümetin medya kışkırtıcıları aracılığıyla daha çok mağdur, daha çok kurban yaratma çabaları... 
Oysa her birimize düşen görev, bu haksızlığa, bu hukuksuzluğa karşı sesimizi yükseltmektir.

Susmayın! 

Aslı Erdoğan 70 gündür tutuklu. Necmiye Alpay 57 gündür tutuklu... 
Yazdıkları için yazmayı seçtikleri için savaştan değil barıştan yana oldukları için tutuklu. Kapatılan, baskı gören yasaklanan gazete ve gazetecilere destek verdikleri, adlarını verdikleri için tutuklu. 

Hukuksuzluğun, keyfiliğin alıp başını gitmemesi için susmayın! 
Hapishanelerden pis kokular geliyor. Yeniden hortlayan işkence, kötü muamele, maddi ve manevi taciz haberleri birbirini izliyor. 
Susmayın ki, içeri tıkılmış bu insanlar sahipsiz sayılmasın. Susmayın ki işkenceye yol açmayın.
 
Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin birikimlerine ve ideallerine karşı düzenlendiği söylenen darbeye karşı en sağlam mücadele de ancak demokrasi değerlerine bağlı kalınarak verilebilir. Susarsanız bu gerçeği yok sayarsınız! 

İktidar güçlerine yönelik her eleştiriyi, her karşı çıkışı “terör”den saymak, teröre yardım ve yataklık saymak, 11 binden fazla öğretmeni açığa almak, ülkenin geleceğini karartmaktır. Susmayın ki geleceğimiz daha da çok kararmasın!
 
Hasan Fehmi’nin katledilmesinden bu yana yüzyılı aşkın süre geçti. Ülkemizde Sabahattin Ali’den Uğur Mumcu’ya, Metin Göktepe’den Hrant Dink’e kadar 100’ün üzerinde gazeteci ve yazar katledildi. Susmayın, susarsanız sıra size gelecek. 

NOT: İki gün sonra benim için en büyük bayram. Türkiye Gençlik Birliği’nin liseli birimi, Türkiye Liseliler Birliği önderliğinde birçok demokratik kuruluş 29 Ekim’de Anıtkabir’e yürüyor. “Cumhuriyetin Çocukları Atası’na Yürüyor” sloganıyla düzenlenen yürüyüşün, proje okulu uygulamasına karşı en büyük protesto gösterisi olması bekleniyor. Türkiye Gençlik Birliği ise Türkiye’nin dört bir yanında meydanlara çıkıyor. Tüm şehirlerde “Cumhuriyet Geleceğimizdir” sloganıyla yürüyüşler düzenliyor. Duyurması benden...

Zeynep Oral
CUMHURİYET

Esmek ve gürlemek - ÖZGÜR MUMCU

Sayın Cumhurbaşkanı dün yine tekrar etti. Mealen, on binlerce kilometre öteden Suriye’ye ve Irak’a gelenler varken Türkiye bu işin dışında kalamaz dedi. Önce bir sevindim çünkü on binlerce kilometre öteden Irak’ı işgale gelenlere karşı sokaklarda protesto yürüyüşlerine katılmıştım. Tarihin en büyük eylemlerinden biriydi. Dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan ABD’nin Irak işgaline karşı aynı gün sokaklara dökülmüştü. Ancak sevincim kısa sürdü. Aynı dönemde sayın Erdoğan’ın ABD askeriyle beraber Irak’ın istilasında rol almak için Meclis’ten 1 Mart tezkeresini geçirmek için nasıl uğraştığını hatırladım. Daha iktidarının ilk zamanlarıydı. Partisinde henüz özgür irade sahibi bireyler vardı. CHP’nin ve denetim altına alamadığı AKP milletvekillerinin ret oyları sayesinde on binlerce kilometre öteden gelenlerin yanında savaşa girmekten kurtulduk. Bunun üzerine sayın Erdoğan, The Wall Street Journal’e bir makale yazdı. Cesur Amerikan askerlerinin evlerine sağ salim dönmesi için dua ettiğini ifade etti.

Tezkere meselesi bir yere not edilmiş ve dualar da vaziyeti düzeltememiş olmalı ki Irak’ta Amerikan askerleri, Türk askerlerini, başlarına çuval geçirip esir aldı. Esip kavurmasıyla tanıdığımız Cumhurbaşkanı, o vakitler işin “diplomatik bir nezaket içinde halledildiğini” açıkladı. ABD’ye nota verilmesine yönelik talepleri ise “ne notası veriyorsun, müzik notası mı bu” diye geçiştirdi. Yani Amerikan ordusu bütün azametiyle Irak’ın üzerine çökerken onunla beraber onun istediği yerde savaşmayı kabul ettiler. Tezkere çıkmayınca vallahi de askerlerin sağlığına duacıyız diye makaleler yazdılar.

Esir alınan subayları için bırakalım ültimatomu bir nota bile vermediler. Bugün Irak’ta hepi topu 5000 Amerikan askeri var. Şimdi esip gürlemek kolay. Ancak ABD bütün gücüyle Irak’tayken takınılan tavrı unutmak mümkün değil. O sebeple sayın Cumhurbaşkanı on binlerce kilometre öteden gelenlere tepki gösterince duyduğum sevinç çok uzun ömürlü olamıyor. Suriye’de Kürt koridorunu engellemek, Irak’ta ise Şii etkisini kıracak bir Sünni devletçiği kurmak hedefleniyor. Hem güvenlik hem de ileride gerçekleşecek enerji boru hatlarının rotasının Türkiye’ye yönelmesi için bu gerekli görünüyor. Önce bu amaçla bir çözüm süreci yürütüldü. İslam bayrağı altında meseleyi çözme ve başkanlığı alma ısrarı sonuçsuz kaldı. O vakit taktik değişti.

PYD başkanı Salih Müslim’le Ankara’da görüşülürken, Kobane’de YPG’ye peşmerge Türkiye topraklarından geçerek destek verirken birden terör örgütü ilan edildi. ABD’nin bir kanadı IŞİD’e karşı Kürtlerle işbirliği yapınca panik arttı. ABD’nin başka bir kanadının desteklediği ÖSO ile devreye girildi. Bu ittifakların da yarın öbür gün konjonktüre göre değişmesi mümkün. Dün el ele olunan yarın terörist ilan edilebilir.

Bugün terörist ilan edilenle yarın masaya oturulabilir. Dün sağlıkları için duacı olduğunuz Amerikan askerlerine bugün on binlerce kilometre uzaktan neden geldiniz denebilir. Hasılı her şey mümkün. Mümkün olmayan ise tutarlı, milli çıkarları gözeten, uluslararası hukukun tanıdığı imkânlardan faydalanan bir dış politika. İdeolojik saplantıyla ve kişisel bekayı devlet bekasıyla bir tutarak rasyonel bir dış politika yürütülemez. Eski Musul valisinin üç bin kişilik gücü Musul operasyonuna katılsın diye Lozan’ı tartışmaya açacak kadar akıl dışı yollara başvurulur. İyi ki diye düşünüyor insan 1923’te iktidarda bu akıl değil de Cumhuriyeti kuran irade varmış

Özgür Mumcu
CUMHURİYET

26 Ekim 2016 Çarşamba

Mısır, Suud, para-düdük - CEYDA KARAN

“Parayı veren düdüğü çalar” dedik, geçtik. Lakin Arapların vaktiyle öncü gücü olmuş Mısır ile bugün öncülüğü mezhepçi hattan tesis edeceğini zanneden Vahhabi/Selefi petrol krallığı Suudi Arabistan’ın ilişkilerinde “müzikalite” baştan sorunluydu. Artık “yuf
borusu” çalınır oldu. 
Mısır ordusu, “1’inci Tahrir isyanının” ardından İhvan’a teslim ettiği iktidarı, “2’nci Tahrir isyanı” ile geri alarak yönetime el koyduğundan beri; Kahire’ye en büyük destek Riyad’dan gelmişti. Suud, eli darda Mısır’a milyarlarca dolar hibe etti, yatırım yaptı. Ancak artık “sandık demokrasisiyle” cumhurbaşkanı olmuş Abdülfettah el Sisi’nin, motto’su “bana dokunmayan bin yaşasın” olan merhum Kral Abdullah’ı elinden/alnından öptüğü günler uzakta. Abdullah’ın 2015 başındaki ölümüyle tahta geçen Kral Salman ile veliahtı Muhammed bin Salman’ın hırsları, Mısır’ın “istiap haddini” aşmakta. Hele El Sisi ve Mısır ordusu için “zehirli” görülenin, Salman’lar için“ehilleştirilebilir” bulunmasından beri...

***
El Sisi, Sünni yüksek eğitim kurumu El Ezher’de Ocak 2015’teki ünlü konuşmasında,“Müslüman dünyada yüzyıllarca yerleşmiş fakat yıkıma yol açan bazı uygulamalarda reforma gidilmesi”, bir nevi “İslamda devrim” çağrısı yapmıştı. İslamın terörizmle anılmasına yol açan radikal hareketleri besleyen “kutsal olmayan ulema yorumlarına” karşı “dini metinlerin çağdaş okumayla gözden geçirilmesini” salık vermişti. 
Nüfusun yüzde 10’unu oluşturan Kıptilerin kilisesini ziyaret edip, “Birbirimizi Müslüman-Hıristiyan değil, her şeyden önce Mısırlı görmeliyiz” mesajı eksik olmamıştı. 
Yakınlarda Mısır, El Ezher şeyhi Ahmet El Tayyip’in liderliğinde Grozni’de Vahhabiliği dışlayan, militan selefilik karşıtı Ehli Sünnet toplantısında yerini aldı.

***
Mısır ordusu, Salman ve veliahtının tahta çıkar çıkmaz 2015 Mart’ında açtığı Yemen’deki “Sünni cephesinin” hevesli katılımcısı olmadı. Sınırlı katılınan cepheden rivayet o ki yakınlarda “çıkıldı”. İran’la temas hiç kesilmedi. Eylül sonunda BM toplantılarında Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şükri, Suudi değil ama İranlı mevkidaşıyla görüşmeyi ihmal etmedi.

***
Kahire, Suriye cephesinde sessiz ve derinden gitti. Şam’da başa “terörist İhvan”yahut Sina’da Mısır askeri avlayan cihatçıların geçme ihtimalini “ulusal güvenliğine”tehdit gördü, rejim değişikliğine karşı durdu. Mısırlı bir diplomatın El Ahram’a ifadesiyle: “Suriye’ye göz kulak olmak ve Suudi Arabistan ile Türkiye’nin desteklediği militan İslamcı grupların etkisi için kaygılanmak hakkımız var. Bu göze alabileceğimiz bir şey değil.” Suriye istihbaratının başı Ali Memlük, Kahire’ye az gidip gelmedi. Mısır, diplomasi masasında Riyad muhalefetine karşılık Kahire muhalefetine “isim babalığı” yaptı. En son bu ay başında Halep’in doğusunda sıkışarak sivilleri kalkan eden El Kaide mümessili Nusra’yı çıkartmaya yönelik BM’deki Rus tasarısına göstere göstere “Evet” dediler. “Deniz üssü sunacakları” fısıltıları eşliğinde Rusya ile tatbikata girişilmesini unutmayalım.
***
Öfkesi taşan Riyad’ın şimdilik yanıtı, nisanda imzalanan petrol anlaşması icabı sevkıyatı gerekçesiz askıya almak. “ABD askeri oyuncaklarıyla” Sünni ittifakı arzulayan Riyad’ın asıl derdi, tabii çıplak ayaklı Husilerden tokat yenilip durulan Yemen savaşının hedefini pekiştirmek. Kilit Bab el Mendeb Boğazı’ndan Akabe Körfezi’nin çıkışına uzanan hatta belirleyicilik sağlayacak Tiran ve Sanafir adacıklarını geri almak. El Sisi, vaktiyle Suud’un İsrail korkusuyla himayelerine sunduğu adacıkları 66 yıl sonra deniz sınırı anlaşmasıyla verdi vermesine de,“gururlu” Mısırlıları öfkelendirdi, yargı çelmesi yedi. Yüksek Mahkeme ile engeli aşsa bile sırada Mısır meclisinin onayı var.
***
İşin ucunda 27 milyar dolarlık yatırım varken kolay iş değil. Ama Suudiler rahat“düdük öttüremiyor”. Şimdilerde tesellileri Türkiye’den iktidar partisi sözcülerinin kendilerini ziyaret edip “Alice Harikalar Diyarı”nda gibi dolaşması olsa gerek. Ne de olsa Vahhabi şeriatına övgü düzüp, “iki devlet tek millet” sloganı tutturacak kimse bulmak kolay değil.

Ceyda Karan
CUMHURİYET

Tarih dersi - ÖZGÜR MUMCU

Sayın Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 52 oy alalı beri her şeyi biliyor. Takdir edersiniz ki o kadar oy alınca insanın önünde kadim hikmet kapıları açılıverir. İktisattan tarihe, hukuktan tıbba her konuda ilim ve irfan milli iradenin temsilcisinin zihnine doluşuverir. 
Bu sebeple sayın Erdoğan “Ben tarih dersi veriyorum” diyerek âlemi tenvir etme vazifesinin hakkını vermeye gayret ediyor. İyi de yapıyor zira televizyon ekranlarına ve gazetelere bakınca bir tarih dersine ihtiyaç olduğu görülüyor.
 
Bir bakıyorsunuz uzman diye kanal kanal koşturan biri Musul hakkındaki Birleşmiş Milletler raporundan bahsediyor. 1945’te kurulmuş örgüte 1920’lerde rapor yazdırıyor. Çaresiz kanal değiştiriyorsunuz. Bir başkası Sykes-Picot Anlaşması’ndan dem vuruyor. Sonra Sykes ve Picot’nun döneminin dışişleri bakanı olduklarını söylüyor. İkisi de değildi diye söylene söylene kumandanın tuşlarına basıyorsunuz. Karşınıza kendi davudi sesine âşık biri çıkıyor. Ankara Antlaşması’na göre Irak’ın toprak bütünlüğü korunamazsa Türkiye’nin Musul’a müdahale hakkı olduğunu gözlerini belerterek duyuruyor. Öyle uluslararası antlaşma olmaz ve de o antlaşmada öyle bir hüküm yok diye mırıldanıyorsunuz. 

Hakikaten bir tarih ve uluslararası hukuk dersine çok fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz. Bu sebeple sayın Cumhurbaşkanı’nın inisiyatif alması son derece önemli. 
Yoksa ekranlar ve gazeteler temelsiz “uluslararası hukuktan doğan meşruiyetzemini” iddiaları ya da “uluslararası ilgiye mazhar prensipler” gibi hiçbir hukuki anlam ifade etmeyen ve aslında var olmayan kavramlarla dolup taşıyor. 

Suriye ve Irak altüst olmuş durumda. Uluslararası hukuk, tarih ve diplomasi birikimi üzerine bir siyaset inşa edilmesi zorunlu. Biz ise zır cahillerin yarı cahillerle hasbıhalini hukuk ve tarih tartışması niyetine izlemekteyiz. 

Bu ortamda ne kamuoyu sağlıklı bir şekilde aydınlatılır, ne de memleket çıkarlarını koruyacak bir siyaset belirlenebilir. Ancak hamasetle gerçekler perdelenir, millet yalanla dolanla memleketi felakete sürükleyecek hamlelere ikna edilmeye çalışılır.
 
Ekranlar ve gazeteler utanmadan sıkılmadan ve hatta marifet bilerek açıkça yalan söyleyen çapsızlarla dolu. Yani sayın Erdoğan haklıdır. Bir tarih dersi vermesi gereklidir. 
Ancak vereceği tarih dersini Necip Fazıl gibi titrek hezeyanlarını örtülü ödenek şerbetiyle şişirmişlere ya da sarayında ağırlamayı sevdiği Kurtuluş Savaşı’nda Yunan ordusuna yenilmedik diye yas tutan fesli şarlatanlara dayandıracaksa işimiz zor.
 
Bu işler ciddi işlerdir. Dış politika hamasetle yürümez. Bilgi, akıl ve irade gerekir. Zamanında saf hamaset ve panikle işleri yürütmeye çalışanlar bu memleketi neredeyse bir parya devlete çevirecekti. Anadolu’nun her yanında çoban ateşleri gibi yanan milli kongreler iktidarı, Mustafa Kemal liderliğinde kaçınılmaz gibi gözüken bu kaderi yırtıp attı. 
O vakitler tek umudu İngiliz zırhlıları olanları, vatanı kurtaranlar hakkında idam fetvaları verenleri ecdad belleyenlerin bunu anlamasını bekleyemeyiz.
 
Sayın Cumhurbaşkanı bize tarih dersi versin. Bekliyoruz. Paris Barış Konferansı’nda arkasına teneke bağlanarak alaya alınan Damat Ferit’i, gemisini bulmuş bir fare gibi sürünerek kaçan Vahdettin’i, seccadesi İngiliz bayrağı şeyhülislam DürrizadeAbdullah Efendi’yi, vatanını savunan Kuvvacılara saldıran hilafet ordusunu, İslam adı altında ayaklanan Şeyh Said’i ve kaybedilen Musul’u anlatsın.

Özgür Mumcu
Cumhuriyet

25 Ekim 2016 Salı

Cumhuriyet’in ‘Vefa’sını yıkmak mı? - EROL MANİSALI

Proje okullar kapsamında Vefa Lisesi de var. Vefa Lisesi tarihimizde ilk sivil Türk lisesi olarak 1872’de eğitime başlamıştır. 

Önce Vefa İdadisi, 1908’de Vefa Sultanisi, 1924’te Vefa Lisesi adını aldı. Cumhuriyet’in kuruluşunu hazırlayan devlet adamları, düşünürler, bilim insanları ve sanatçılar Vefa’dan yetiştiler. 

Yahya Kemal Beyatlı, Reşat Nuri Güntekin,Mehmet Akif, Hasan Âli Yücel, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Şemsettin Günaltay, Reşat Ekrem Koçu, Ekrem Akurgal, Feridun Fazıl Tülbentçi, Süheyl Ünver, Sıddık Sami Onar, İsmail Kazım Gürkan, Elif Naci, Yusuf Ziya Ortaç ve niceleri: Cumhuriyet’in kimliğini, felsefesini, hayata çıkışını sağlayan bu insanlar Vefa abidesinin armağanıdır. 

Şimdi siz yakın tarihimizin oluşumuna imzasını atan bir kurumu tasfiyeye kalkıyorsunuz. Vefa Lisesi ve diğer ünlü birkaç lisemiz zaten kendileri “proje olmuşlar” ve tarihe imzalarını atmışlardır. 

Siz şimdi, bu uygarlık projesine “Sizin projenizdi, bizim projemiz başka” diyerek bu abide kurumları yok etmeye kalkıyorsunuz. IŞİD’in Suriye’deki insanlık ve uygarlık anıtlarını yok ettiği gibi, Vefa’yı, Kabataş’ı, İstanbul Erkek Lisesi’ni silmeye çalışıyorsunuz. 
Bu zihniyetin IŞİD’in yaptıklarından farkı yoktur. Uygar, çağdaş ve akılcı dünyaya uzanan elleri kırmak; istediğiniz bu mu?

Türkiye tek örnek
 
Karanlıklara gömülmüş, emperyalizmin kucağında mezhep ve cemaat savaşlarına sürüklenmiş Müslüman dünyada bunlara karşı direnmiş tek örnek olan Atatürk Türkiyesi’nin kurumlarını bir bir yok ederek bizi, diğerlerine mi benzetmek istiyorsunuz? 
İslam dünyasının bugün içine düştüğü (ve düşürüldüğü) felakette esas neden“siyasetin, ekonominin, kültürün ve yaşam tarzının” tamamen dini (ve dinci) örgütlenmeler üzerine oturtulmasıdır.
 
Cemaatler, aşiretler, şeyhler, şıhlar, padişahlar karmaşasına gırtlağına kadar gömülmüş 57 İslam ülkesinde tek istisna Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti oldu. 

Şimdi bunu yok etmeye çalışanlar Bangladeş’ten Afganistan’a, Körfez’den Fas’a bu dünyanın haline baksınlar: Türkiye’yi bu felaketler dünyasının bir parçası mı yapmak istiyorsunuz? 
Vefa Lisesi, bu karanlık dünyaya açılmış bir aydınlık kapısıdır.
 
Vefa koca ülkede, 1872 yılında kurulmuş tekve ilk Türkçe eğitim yapan kurum oldu. Ülkenin kurtuluşunda, kuruluşunda, gelişmesinde katkı yapan düşünürleri, sanatçıları, edebiyatçıları, bilim insanlarını yetiştirdi. Yakın tarihimizdeki bu mücevher taşı adeta bir “müze” niteliğindedir. Yetiştirdiği insanlar Cumhuriyet’in temel taşlarını oluşturdular. 

Vefa Lisesi ve diğerlerini “proje okul” kapsamına alarak tasfiye etmek, “çağdaşlığa, uygarlığa, bilime, akılcılığa ve demokrasiye karşı çıkmakla eş anlamlıdır”. 

Hocalarım Reşat Ekrem Koçu, Belkıs Enöktem, Süheyla Berker, İhsan Irk ve diğerlerinin herhalde kemikleri sızlıyordur. 

Mehmet Akif’in “İstiklal Marşı”ndan, Ata’nın “Nutuk”undan ders almadınız mı, yazıklar olsun...

Erol Manisalı
CUMHURİYET