31 Temmuz 2017 Pazartesi

‘Önce Amerika’ - Yalnız Amerika.. - Ergin Yıldızoğlu

ABD hegemonyasının gerileme süreci, geri dönüş noktasını (Irak savaşıyla mali kriz arasında bir yerde) geçti. ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurduğu, Soğuk Savaş bittikten sonra tek merkezli bir imparatorluğa dönüştürerek kalıcılaştırmayı arzuladığı ekonomik, siyasi mimari çöküyor. ABD yönetimi bu gerçeği yadsıyarak, hâlâ hegemonyacı, “vazgeçilmez” ülke konumunda bir değişiklik olmamış gibi davrandıkça, korumaya çalıştığı düzenin çöküşü hızlanıyor. 

 
Geçen hafta, ABD kongresinde onaylanan, Rusya’ya yönelik yaptırımlar bu paradoksa çok güzel bir örnek oluşturuyor.
 
Yönlendirmek mi?
 
Uluslararası ilişkilerde hegemonya kavramı bir devletin, bir grup devleti zor kullanmaya gerek kalmadan yönlendirebilmesine olanak veren konumuna ilişkin kullanılır. Hegemonyacı konumundaki devlet bu bir grup devleti, herkesin yararına işlediği varsayılan bir “düzen” içinde bir arada tutar, grubun içinde barışı, dışardan tehditlere karşı da güvenliği sağlar. 
 
II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD bu konumdaydı. Bu durumun sarsılmasına, sonra çökmeye başlamasına yol açan olayları burada tekrarlamaya gerek yok. O süreci atlayarak bugüne gelirsek, şurası açık ki Donald Trump’ın “Önce Amerika” politikası, ABD’nin, artık kendi çıkarlarını, başta Avrupa Birliği üyeleri olmak üzere yönlendirmekte olduğu devletler grubunun, çıkarlarıyla uyumlu biçime tanımlayamadığının bir itirafıdır. 
 
Bu durum, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD hegemonyasının kurduğu ekonomik siyasi ve güvenlik mimarisinin, belki de en önemli ülkesi olan Almanya’nın yöneticilerinin gözünden kaçmadı. Rusya ve Çin’in yanı sıra, bence en az Çin’in yükselmesi kadar önemli sonuçlar yaratmaya aday olarak yükselmeye başlayan Almanya’da, Angela Merkel, Alman halkına ve Avrupa Birliği üyelerine yönelik olarak “artık güvenliğimiz için başkalarına yaslanamayız, kendi güvenliğimizi kendimiz sağlamak zorundayız” deyiverdi. Böylece Merkel, ABD’nin çıkarları, güvenlik politikaları ile Almanya’nınkiler arasında bir çatlağın oluştuğunu saptamış oluyordu.
 
Yalnızlaşmak mı?
 
Merkel’in bu açıklaması büyük yankı yaptı, NATO’nun, “Batı Bloku’nun”, Batı merkezli dünya ekonomisinin (küreselleşmenin) geleceği üzerine tartışmaları daha da yoğunlaştırdı.
ABD yönetici seçkinlerinin bu çatlağı kapamak için harekete geçmesi gerekirken, Rusya’ya yönelik olarak açıkladıkları yeni yaptırımlar bu çatlağı derinleştirmeye başladı. 
 
Birincisi, bu kararın gerekçesi (Rusya demokratik süreçlerimize- başkanlık seçimlerine - müdahale etti), ülke içindeki yönetim krizini ABD müttefiklerinin çıkarlarına zarar verecek biçimde uluslararası düzeye taşıyordu. İkincisi, Rusya’yı hedef alan yaptırımların aslında Almanya-Rusya arasında inşası planlanan “Kuzey Akım 2” doğalgaz hattını, Avrupa sermayesinin Rusya’daki etkinliklerini, ABD sermayesinin çıkarları doğrultusunda hedef alıyordu. Almanya, büyük ölçüde onun hegemonyası altında işleyen Avrupa Birliği yönetimi, tepkisini, “Bu kabul edilemez, kendi enerji politikamızı kendimiz belirleriz, gerekirse uygun yaptırımlarla ABD’ye misilleme yapabiliriz” biçiminde ortaya koyunca, ABD’nin uluslararası polislik iddialarının ve kapasitesinin sınırları da gözler önüne serildi.
 
İkincisi, yaptırımlar, başta enerji sektörü olmak üzere birçok alanda çok yönlü ekonomik ilişkiler içinde olan Rusya ve Çin’in, ABD’nin uluslararası düzenine karşı işbirliğini daha da derinleştirmesine yol açarak, ABD ile Çin arasındaki gerginliklere bir yenisini ekledi. Tam bu noktada, Kuzey Kore’nin en son kıtalararası balistik füze denemesine gelebiliriz. Çin’in yanı sıra Rusya da, ABD’nin baskılarına karşın Kuzey Kore’nin yanında yer aldıkları görülüyor.
Özetle, ABD bu yeni yaptırımlarla, Avrupa’yı, Rusya’yı ve Çin’i aynı anda karşısına alıyor. Böylece, “Önce Amerika” politikası, “Yalnız Amerika” sonucu üretiyor. Yükselen güçleri, ABD’nin kapasitelerini test etme konusuna cesaretlendiriyor, büyük güçler arası barışın bir kazaya kurban gitme olasılığını artırıyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Halil İnalcık, Osmanlı uleması ve tarihçilik.. - TANER TİMUR

Benim tanıdığım Halil İnalcık bir “Osmanlı alimi” değil, bir “Osmanlı uzmanı” idi ve cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Yaşam öyküsünü anlattığı “nehir söyleşi”sinde adı en çok geçen devlet adamı Atatürk’tü. 


Halil Hoca’yı geçen yıl kaybetmiştik. 25 Temmuz 2016’da aramızdan ayrılmıştı. Oysa bu ilk ölüm yıldönümünde onu anarken karşılaştığım garip bir haber beni yıllar öncesine götürdü ve geçen yıl yazamadığım bazı şeyleri söylemeye yönlendirdi: Murat Bardakçı’nın yazdığına göre (Habertürk, 23 Temmuz 2017), “Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla” İnalcık’a “geleneksel ‘ulema kabri’ yapılmıştı” ve salı günü de, Prof. İnalcık için Fatih Camii’nde mevlit okutulacaktı. Hoca’nın mermer mezar taşına da ünlü bir hattatımız tarafından yazılan yazı nakşedilmişti. Koyu bir Osmanlıca ile yazılan ve bugünkü dile çevirisi ile verilen Kitâbe’den şu satırlar dikkatimi çekti: “Halil İnalcık, şimdi mutlaka Fatih Sultan Mehmed’in yanında, onun bağrındadır; İstanbul’un fethini bizzat ondan dinliyordur ama bizler burada üzgün ve boynu bükük haldeyiz”.

•••

Tam yılını hatırlamıyorum ama Halil Hoca’yı 1960’larda tanıdım. 1956’da SBF’de “İdari Teşkilat Tarihi” dersleri vermeye başlamıştı. Ben Anayasa kürsüsüne asistan olduğumda, Fakültemizde Devrim Tarihi dersini de o veriyordu. Asıl görevi DTCF’de olduğu için bizde odası yoktu; derse gelişlerinde onu ben ağırlıyordum. Dersten sonra bir kahve içip sohbet ediyorduk. Henüz Türkiye’de bile  çok tanınmıyordu; ben de tarihçi değildim; ama ondan çok şeyler öğreneceğimi hemen anlamıştım. Sonra kürsü değiştirdim; yeni ders programında temel dersler arasına konulan bu dersi anlatmak bana düştü. Derslerimde de onun çoğaltılmış ders notlarından çok yararlanıyordum. Asıl alanı Devrim tarihi değildi, ama Halil Hoca o konuya da hakkıyla hâkimdi. Daha sonra da “The Caliphate and Atatürk’s Inkılab” (Hilafet ve Atatürk Inkılabı) başlıklı çok değerli bir makalesi yayınlandı (Belleten, 1982, sayı: 182). Türk Devrimi hakkında yazdığı çeşitli yazılar arasında, özellikle anılmaya değer bir incelemedir bu. Kendisiyle 1980’lerde Paris’te de –bizde veya ortak dostlarda- defalarca buluşup, konuşmak fırsatı bulmuştuk.

•••

Benim tanıdığım Halil İnalcık bir “Osmanlı alimi” değil, bir “Osmanlı uzmanı” idi ve cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Yaşam öyküsünü anlattığı “nehir söyleşi”sinde adı en çok geçen devlet adamı Atatürk’tür. “Ben Atatürk’ün açtığı Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okudum” diyordu; “biz onun özçocukları gibiydik; öldüğünde hakiki bir yas sardı bütün Türkiye’yi. Biz onun mektebinde okumuş öğrenciler olarak çok sarsıldık (...) Hakikaten Türkiye’yi kurtaran, bir devlet ve millet yaratan bir liderdi Atatürk”.1 En bağlı olduğu ilke de laiklik ilkesiydi ve “Atatürk’ün İslam düşüncesi”ni şöyle özetliyordu: “Din bireyin vicdanına aittir; onu bir zorunluluk haline getirmek hatadır. Zaten İslam Tanrı’yla birey arasında bir ruhban sınıfı, bir zorunluluk tanımaz”. (s. 46).

•••

Kuşkusuz İnalcık “redd-i miras” yapmıyor, Osmanlı tarihini yadsımıyordu. Ziya Gökalp ve İsrailli Profesör Shmuel N. Eisenstadt’a gönderme yaparak elbise değiştirir gibi kültürlerin değiştirilebileceğine de inanmıyordu. Fakat en parlak dönemler bile onun eleştiri oklarından kurtulamıyordu. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in bir “Rönesans Hükümdarı” olduğu konusundaki efsaneyi çürütenlerden biri de o olmuştu. Fatih devrinde Gazali’den kaynaklanan “felsefe dine aykırı mı?” tartışması yeniden canlanmış, İbn Rüşd’e karşı felsefeyi dışlayan alim Hocazade medreselere damgasını vurmuştu. Temel eserinde bunu anlattıktan sonra, İnalcık şunu söylüyordu: “Böylece İbn Rüşd (Averroizm adı altında) İtalya’da incelenir ve Rönesans düşüncesinde önemli bir unsur olurken, Osmanlı medreselerine mutlak bir skolastik yerleşti” (The Ottoman Empire, Londra, 1973, s. 177). Ne zaman? Fatih Sultan Mehmed zamanında! İnalcık sonra da, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda bile –o tarihlerde İbn Rüşd de okunuyor olsa da- medreselere Hocazade zihniyetinin egemen olduğunu yazıyordu. Kaldı ki bugün bile, İslam ilahiyatının donuşunu hatırlatır gibi, İbn Rüşd’ün eserleri Doğu’dan çok Batı’da düşünce tarihçilerinin araştırma konusudur. İnalcık, aynı eserinde, Kanuni dönemi “ulema”sını da -devrin en önemli alimi Taşköprüzade’yi tanık göstererek- 1540’lardan itibaren “fanatizmin zaferi” başlığı altında anlatmıştır. (s. 179-185).

•••

Kuşkusuz Halil Hoca Osmanlı tarihine sevgiyle yaklaşıyordu. Kimi seyyah ve oryantalistlerin ön-yargılarından uzaktı ve klasik dönemi klasik yöntemlerle inceliyordu. Üstelik sosyal tarihe özel bir merakı vardı. Daha Balıkesir Muallim Mektebi’nde iken şehir hayatında esnafın rolü konusunda bir ödev hazırlamış, bunun için de şehir esnafıyla konuşmalar yapmıştı. Tarihçi olmaya karar verdiği günlerde de aklında önce zengin Osmanlı arşivleri vardı.

İnalcık, 1935 yılında DTCF’ye giren “ilk kırk yatılı öğrenci”den biriydi. Fakülte’yi bitirip asistan olduktan sonra ilk çalışmalarına da sosyal açıklamalar damgasını vurdu. Daha 1941’de, Tanzimat’la ilgili bir analizinde, tımar sisteminin bozulmasının nasıl tarımda “çiftlikleşme” sürecine yol açtığını vurgulamıştı. “Halil İnal” olarak imzaladığı bu yazı, adı konmasa da, ilerdeki Osmanlı üretim tarzı tartışmalarına ufuk açıcı nitelikteydi. (Tanzimat Nedir? Tarih Araştırmaları, DTCF Yayını, 1941). İki yıl sonra savunduğu -ve yakınlarda yeniden basılan- doktora tezinde de Bulgar sorununu ele alıyor ve topraksız köylülerin nasıl Müslüman ağalara karşı ayaklandıklarını anlatıyordu. Yine Tanzimat söz konusuydu ve bu iddialı ferman aslında devlet hayatında çok da bir şey değiştirmemişti. “Bütün Avrupa’yı kaplamış olan hürriyet fikirlerinin sathi bir telakkisi ile İmparatorluğu ıslaha kalkan bu devlet adamları”, aslında angaryayı bile tamamen kaldıramamışlardı. “Nehir söyleşi”sinde bu çalışmalarını anarken, “ben doktora tezimden itibaren Marx’ın sosyolojisinin etkisi altındayım”; diyor Halil Hoca; “ama doktriner değilim” (s. 274). 2005 yılında söylenen bu cümle, Şeflik Sisteminin Nazi Almanyası ile flört ettiği yıllarda herhalde bir tarihçinin kendisine bile itiraf etmekten çekineceği bir cümleydi! Oysa ona göre en doğrusu, analizlerini “tarafsız” bir şekilde, etiketsiz olarak paylaşmaktı. Zaten Marksist de değildi.

•••

İkinci Dünya Savaşı sonunda DTCF’de devrimci rüzgârlar esiyordu ve öğretim üyeleri iki kampa ayrılmışlardı: Sosyalistler ve milliyetçi-muhafazakâr toplum bilimciler. O dönemi anarken, Halil Hoca, “iki tarafa da kendimi yakın hissediyordum” diyor; “iki tarafla da dosttum.” (s. 74). Siyasetin dışında kalmaya özen gösteriyordu; üniversitede büyük kavga ve tasfiyelerin yaşandığı bir dönemde “tarafsız” bir tutum benimsemişti. Milliyetçi kökenden geliyordu; oysa yazdıklarına bakılırsa sosyalist guruba daha yakındı. Bu çelişik görüntüyü anlamak için sanırım ki Anadolu kökenli milliyetçilerle Kazan’dan gelen milliyetçiler arasındaki bir farka işaret etmek gerekiyor. Gerçekten de Halil Hoca bu ikincilerden Zeki Velidi Togan hakkında çok olumlu şeyler söylemiş; onun “büyük bir alim” iken hapse girmesini üzüntü ile anmıştır. (s.72-73).

Aslında Togan, “Velidof” adıyla Stalin’in de bazı yazılarında adı geçen eski bir komünistti. Sonradan Rusların asimilasyon politikasına karşı çıkmış, Müslüman çeteler kurarak bu politikaya savaş açmıştı (s. 212). Bu bakımdan tarihi materyalizmden gelen geçmişiyle olayların sınıfsal boyutundan da haberdardı. İnalcık’ın olaylara “nesnel yaklaşımı” dolayısıyla övdüğü Togan, ola ki gençlik yıllarında bu yönüyle kendisini de etkilemişti.

•••

Halil Hoca tarih-yazıcılığı ve yöntem konularında özgül bir eser vermedi. Marx’ın sosyolojisinden çok yararlandığını sık sık söylüyor, “buna bakarak Marksist damgası vurabilirsiniz” bile diyordu. Ancak, Ö. L. Barkan’ı da katarak, “bu bizim komünist olmamızı veya teoriye körükörüne bağımlı olmamızı gerektirmez” diye eklemeyi de ihmal etmiyordu (s.212-213). 1946-1948 arasında DTCF’ye damgasını vuran Muzaffer Şerif, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi sosyal bilimcilerden hep övgü ile bahsediyordu. Sadece “ihtilal” fikri kendisini ürkütüyor; “Manifesto” söz konusu olunca, “bütün dünya işçilerini ihtilale çağırıyor” diye ironi ile “gülüyordu”. (s. 274).

•••

Halil İnalcık Türkiye’de Marksist tarih araştırmalarıyla asıl 1960’larda karşılaştı ve Osmanlı üretim biçimi konusundaki tartışmaları yakından izledi. O yıllarda savunulan Asya Tipi Üretim Tarzı fikri ona uygun görünmemiş, çözümü daha çok –aslında kapitalizm öncesi her üretim biçiminde yaygın olan- küçük tarım işletmelerinde, “çift-hane üretim biçimi”nde aramıştı. Bazı makalelerinde ve “Osmanlı İmparatorluğu Sosyal-ekonomik Tarihi” başlıklı eserinde bu tezi savundu. Oysa tartışma konusu, “çift-hane” dediği en küçük tarım işletmeleri değil, “egemen olan”, yani artı-ürüne el koyan sınıfın teşhisiyle ilgiliydi. ATÜT bağlamında “despotik devlet” fikrine karşı savunduğu tezi de yine Eisenstadt’a borçlu olduğu “merkezi bürokratik imparatorluk” modelinde bulmuştu2.

•••

Halil Hoca Marx ve Engels’i uzun boylu incelememişti ve Türkiye’deki tartışmaları da daha çok kendi –ve önem verdiği diğer tarihçilerin- çalışmalarına yapılan göndermeler bağlamında izliyordu. Asıl bağlı olduğu akım F. Braudel ve çevresinin “Annales” okulu idi. Onların temsil ettikleri “longue durée” (uzun süredeki dönüşümler) ve “histoire totale” (bütüncül tarih) fikri ona çok uygun geliyordu. Kariyerindeki gelişme ve dış tecrübeleri de bu yöntem için uygun bir zemin oluşturuyordu.

İnalcık, bilimsel Osmanlı araştırmaları için gerekli tüm araçlara sahip olarak, 1949 yılından itibaren dış gezilere başladı. Böylece batılı araştırma merkezleri konferans, sempozyum, araştırma yapma ve ders verme gibi vesilelerle gezilerinin durakları haline geldi. 1972 yılı ise kariyerinde adeta bir dönüm noktası oldu. O yıl Chicago Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak tayin ediliyor, ertesi yıl da Klasik Osmanlı Çağı’nı anlatan temel eseri Londra’da İngilizce yayımlanıyordu. Artık oryantalizmin az çok kapalı devresi içine girmişti. Haklı olarak, Edward Said’in “oryantalizmin aşağılayıcı bir mana almasına” yol açan eserini esefle karşılamıştı ve “oryantalistler Şark kültürlerine, diğer ilim dallarını araştırırken kullanılan bilim metodolojisiyle yaklaşırlar” diyordu; “Doğu kaynaklarını en doğru biçimde yayınlayanlar oryantalistlerdir”. (s. 297). Oysa bu ortamda da Osmanlı-Türk tarihine karşı ön-yargılarla ya da yanlış bulduğu fikirlerle savaşmaktan geri kalmıyordu. Araştırmalarında en sürekli ve en tutarlı “ideoloji”si ılımlı bir milliyetçilik oldu. Zaten oryantalist dünya da, siyasal açıdan, bir “ılımlılar dünyası” idi: Ilımlı İslam, ılımlı milliyetçilik, ılımlı sosyalizm vb.. Bu dünyada tüm radikal yaklaşımlar törpüleniyor, tartışmalar “düzen ve istikrar” temelinde bir “gentlemen’s agreement”e dayandırılıyordu. Ne var ki bu hesapta kazançlı çıkanlar da hep Batılılar oluyordu.

•••

İşte Halil Hoca’nın ilk ölüm yıldönümünün ve yeni kabrinin bana ilham ettiği düşünceler bunlar oldu. Şimdi tekrar başa, “ulema kabri” sorununa dönelim. Ünlü tarihçinin Osmanlı tarihinde gurur duyduğu öğeler elbette vardı; fakat onlar kendisine mezar taşı yazan “ulema”nın düşündüklerinden çok farklıydı. Son konuşmalarında da bunu birkaç kez hissettirmişti. Keşke daha açık olsaydı; keşke “benim yerim Osmanlı ulemasının yanında değil, Cumhuriyet bilginlerinin yanında olmalı” deseydi.

Elbette Osmanlı uleması içinde hayran olduğu çok kimseler vardı. Fakat ölümü, kendi ilkelerine çok ters düşen politikacıların hesaplarına alet edilmemeliydi. Fakat nereden bilecekti ki? Nihayet “cemaat zihniyeti” ile “ulus bilinci” arasındaki farkın hala anlaşılamamış olduğu; tarih dedikodularının “bilimsel tarihçilik” diye sunulmaya çalışıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik bu kafada olanlar, gülünç duruma düştüklerini hiç düşünmeden, Halil Hoca’nın manevi mirasçıları gibi davranmaya, onu tekellerine almaya çalışıyorlar. O halde biz de, Matta’nın Yeni Ahit’te yazdığı gibi, “bırakalım, ölüler ölülerini gömsünler” ve dikkatlerimizi yaşayan İnalcık üzerinde toplayalım. Osmanlı idari yapısı, tımar defterleri, vergi sistemi, çiftlikleşme süreci, sermaye birikimi ve daha nice değerli çalışmasıyla bizlere hala ışık tutan değerli tarihçi üzerinde..

Taner Timur / BİRGÜN




Dipnotlar:
1 Tarihçilerin Kutbu; “Halil İnalcık Kitabı”; T. İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2005, s. 45. (Bu kitaba göndermeleri bundan sonra metin içinde veriyorum).
2 S. N. Eisenstadt; Tradition, Change and Modernity; Londra, 1973, s. 170.

Dizinin dibindeki o şeyhin marifetleri! - MUSTAFA K. ERDEMOL

Şeyh efendiyi müridlerinin uçurduğu doğrudur ama kendisi de “uçardı” aslında. Dünyanın günlerce akıbetlerini merak ettiği Şili’de göçük altında kalan madencilerin sağ salim kurtulmasının kendi marifeti olduğunu söyleyecek kadar inanırdı kendi kerametine. Hatta öyle ki göçüğün gerçekleştiği sırada Kıbrıs’tadır ama madencileri kurtarmak için Şili’ye “astral bir yolculuk” yapmış madencilerin yanında dua ederek hepsinin hayatta kalmasını sağlamıştır(!) 


Yeni Kuala Lumpur Büyükelçimiz Merve Kavakçı’nın bir Londra ziyaretinde çekildiği anlaşılan Şeyh Nazım’ın dizinin dibindeki o fotoğrafı, biat kültürünün, Recep Tayyip Erdoğan’ın Gülbeddin Hikmetyar’ın dizlerinin dibindeyken çekilen malum fotografından sonra en çarpıcı karelerinden biri olmaya aday.
İtaat edilenin, peşinden gidilenin dizinin dibinde oturmak sadece saygının değil, kendini teslim etmenin de göstergelerinden birine dönüşmüş durumda. Müridin inanılan, sayılan ile kendini - bilerek- eşit görmeme tutumu bir anlamda. Saygıda kendini sıfırlama hali de dense yeridir.

Söz konusu fotoğraf karesi için davranış bilimciler neler söylerler bunu onlara bırakıp, Kavakçı’nın dizlerinin dibine oturduğu zattan, yani tam adıyla Şeyh Nazım Adil Kıbrısi’den söz edelim biraz. Mübarekle Londra’da Uğur Mumcu’nun ortaya çıkardığı Rabıta skandalı hakkında söyleşi yapmaya çalışmışlığım vardır. 1 “Rabıta için ne düşünüyorsunuz” diye sorduğumda “biz Rabıta hakkında herkesten  fazla şey biliriz” der demez etrafındaki şakirtleri ellerini birbirine kavuşturup “muhakkak” diye onaylamış, ancak muhterem soruma doğru dürüst yanıt vermeden uzaklaşmıştı. Yani , Rabıta hakkında herkesten fazla şey bilen hazretten bir yanıt alamamıştım. Nerden baksanız 20 yıl geçmiştir üzerinden.

Mübarek enteresandı bir hayli. Kardeşini bir hastalık sonucu kaybedince kimya eğitimi almış olmasına rağmen kendini dine vermis derlerdi. Zamanla etrafında geniş bir mürit kitlesi oluşturmuştur. Müritleri içerisinde Türklerden daha çok yabancıların, özellikle Kıbrıslı Rumların çok olduğu söylenirdi.

Bu yanıyla bakınca her yerde karşımıza çıkabilecek “şeyh”lerden biridir aslında ama onu önemli kılan tarafı başkaydı. Büyük devlet organizasyonlarıyla sıkıfıkılığı dillere destandır. Kıbrıs’ta ne zaman toplumlar arası görüşmeler yapılmaya başlansa bu zat hemen açıklamalar yapar, görüşmeleri baltalayacak ne varsa ortaya sererdi. Bu nedenle dünyanın her tarafından müridi olmasına rağmen, Kıbrıslı Türk müridi yok denecek kadar azdır. Doğum yeri olan Kuzey Kıbrıs’ın Lefke kazasındaki dergahının kapısını çalan bile olmamıştır bu nedenle. Sadece bundan ötürü değil tabii hemşehrilerinin kendisini sevmemesi. Kıbrıs’ta 60’lı yıllarda toplumlararası çatışmalar baş gösterdiğinde Türklere “malınızı mülkünüzü Rum’a satıp adayı terk edin” demiş olması da sevilmeyişinin nedenleri arasındadır.
Kıbrıs’ta İngiliz işgaline karşı gelişen Rum kaynaklı direnişte İngilizlerin safında olması nedeniyle de o günden öldüğü güne kadar İngiliz devletinin gözdesi olarak kalmıştır da.

Bir ara Prens Charles’ın Müslüman olduğundan (tabii ki hidayete kendisi sayesinde ermiştir Prnes) söz eder dururdu. Bunda biraz da Prens Charles’ın müslümanları koruyup kollayan açıklamalarının etkisi de olmalı. Çünkü Prens Kral olması durumunda sadece İngiliz Anglikanlarının değil müslümanların da kralı olacağını söylerdi sık sık. İngiliz İslamı’nın Prens Charles’ı tüm İslam dünyasının “politik halifesi” yapma niyeti de kuşkusuz Şeyh’in Charles Müslümandır uydurmasını kolaylaştırmıştır. Şeyh hazretleri bu Halife meselesini bir hayli ciddiye almış, Halife’nin peygamber soyundan gelmesi gerektiği kuralı uyarınca, Prens Charles’ın peygamber soyundan geldiğini hatta adının da Hüseyin Charles olduğunu uyduruvermişti.

Toplumlararası çatışmalarda yine verdiği bir öğüt vardır ki unutulamaz: Hicret’in sevap olduğunu söyleyip Kıbrıslı Türklerin hepsinin İngiltere’ye göç etmesi gerektiğini de söylemiştir. Amacının ne olduğu, neye hizmet ettiği bugün bile anlaşılamamış garip bir adamdı bu Şeyh Nazım dedikleri. Ama kendisini hiç mi hiç sevmeyen ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Muavini Dr. Fazıl Küçük herhalde neye hizmet ettiğini fark etmiş olacak ki mübareği adadan sürgün etmişti vaktiyle.

İslam dünyasına faydası olmayan ne kadar müslüman egemen, kral, şeyh, kabile reisi varsa hepsinin yakın dostuydu.

Bunlardan biri dünyanın en görgüsüz müslüman egemeni olan Brunei Sultanı Hasan Bolkiah’dı örneğin. Londra’nın kuzeyindeki St Ann Road’da bulunan devasa büyüklükteki, geniş bir alana yayılmış dergahı Sultan’ın mübareğe hediyesidir.

Müridlerinin uçurduğu doğrudur ama kendisi de “uçardı” aslında. Dünyanın günlerce akıbetlerini merak ettiği Şili’de göçük altında kalan madencilerin sağ salim kurtulmasının kendi marifeti olduğunu söyleyecek kadar inanırdı kendi kerametine. Hatta öyle ki göçüğün gerçekleştiği sırada Kıbrıs’tadır ama madencileri kurtarmak için Şili’ye “astral bir yolculuk” yapmış madencilerin yanında dua ederek hepsinin hayatta kalmasını sağlamıştı(!). Türkiye’de ölen yüzlerce maden işçisini neden kurtarmadığı sorusunu her şeyine “muhakkak” diye onay veren müritleri soracak değillerdi tabii. Sormadılar da zaten.

Cennetin kaç kattan oluştuğu konusunda bir fikrim yok haliyle. Londra’da bir ara mübareğin müridi olmuş olan müzisyen bir arkadaşım “şeyh efendi cennetin yedinci katındadır” dediğinde hazret hayattaydı da üstelik.

Etrafı söylediği her sözüne inananlardan oluştuğu için sık sık sallardı da. 1990’ların sonuydu sanırım, Kuzey Kıbrıs’ın meşhur Magusa kalesinde günlere ne olduğu anlaşılamayan sesler duyulduğunda, “dokunmayın. Bu orada yuva yapmış büyükçe bir ejderhanın sesidir” demişti. Günler sonra o sesin kale duvarlarına sıkışmış, bu nedenle can havliyle çığlıklar atan küçücük bir kuş olduğu ortaya çıkmıştı. Kale duvarlarının akustik özelliği nedeniyle garip seslere dönmüş bir kuş çığlığıydı yani.
O sıralar çalıştığım gazetenin Londra çapında basılan ekinde durumu makaraya alan bir yazı yazmış, bu nedenle şeyh efendinin müridlerinden bir hayli tehdit almıştım. Biri çok ilginçti tehditlerin, hani korkacaktım da az daha: “Bir hafta sonra çarpılmış hale geleceksin. Şeyh efendiden şimdiden özür ve şefaat dile”.

Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın dostu işadamı Remzi Gür’ün de Şeyh’in dizlerinin önünde oturup sohbet ettiği biliniyor. 2011 yılında Şeyh’in müridlerince yayınlanan bir videoda bu görüntü var. Videoda Remzi Gür’e, zamanın devlet yöneticilerini kast ederek, “T.C. öldü”, “Git onlara söyle ABD’den habersiz iş yapmasınlar” dediği de videoda duyuluyordu.

Bu dünyada yaptıklarının dışında dünya dışı işlere de el attığını söylerler Şeyh Nazım’ın. Hakkındaki iddialarda biri şudur: Ay’da camii yapmak için Şeyh Nazım Kıbrısi’nin önderliğinde “Moon Temple World Foundation” (Ay Tapınağı Dünya Vakfı) adıyla bir vakıf kurulur. Ay’da camii yapma işine de şeyh Nazım tarafından Dağıstanlı Nakşî önderler Absar Hacı ve Asadula Ali adlı kişiler görevlendirilir.

Şeyh Nazım Adil Kıbrisi hazretleri 7 Mayıs 2014’de yıllar önce İngiliz ajanı diye kovulduğu Kıbrıs’ta, Lefkoşa’da öldü. Ay’daki camii işi ne oldu bilen yok. Orada camii yapılsaydı cemaatte herhalde Şeyh gibi “astral yolculuk” yaparak gidecekti Ay’a. Tanık olamadık ne yazık ki.

ABD vatandaşı Malezya Büyükelçimiz Merve Kavakçı’nın İngiliz ve ABD hayranı Şeyh’in dizinin dibinde oturması belli ki “fıtrat”a uygundur.

Şaşırmadık tabii.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

1 Rabıta skandalı: Suudi Arabistan kökenli İslami yardım kuruluşu Rabıta’nın 12 Eylül döneminde yurtdışındaki Türk imamların maaşlarını ödemesiyle ortaya çıkan skandal.

30 Temmuz 2017 Pazar

Son askerin ardından - ORHAN GÖKDEMİR

“Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği o devletin peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz Toplumsal Kurtuluş dergisi için oldu. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra Sorun Yayınları yöneticisi Sırrı Öztürk aracılığıyla görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım.

1990’lı yıllar da kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı. Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. “Pike” de böyle ortaya çıktı. Her iki kitap da uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Ağabey’le birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O arşivler iki kitaba vesile olmanın yanında bana bir şey daha öğretti; bir kavgaya girmişsen inat edeceksin!
Talat Ağabey 40 yıldır “kontrgerilla” denilen o karşıdevrim yapılanmasının peşinde. Aralıksız çalışıyor, aralıksız biriktiriyor, aralıksız arşivliyor ve yazıyor. Zaman zaman konuk edildiği televizyon programlarına bile bir kitap yazar gibi hazırlanıyor. İnat ediyor ve her ne olursa olsun bir adım geri gitmiyor. “Genç Kemalistler Ordusu Davası” nedeniyle çok sevdiği mesleğinden uzaklaştırılmasına rağmen her sabah savaşa gider gibi başlıyor güne. İnadın Yarbayı olması işte bu yüzden…

***

Talat Turhan’ın 40 yıl önce kıskıvrak yakaladığı o karşıdevrim örgütlenmesi devlet için hala bir muamma olmaya devam ediyor.
Daha yakın zamanlardan bir örnek verelim: Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Milli Savunma Bakanlığı’ndan, 25 Kasım 1952-12 Eylül 1980 tarihleri arasında darbeler, muhtıralar ve demokrasiyi işlevsiz kılan tüm girişimlerle ilişkilendirdiği Özel Harp Dairesi ve kontrgerilla yapılanmalarına ilişkin her türlü bilgi ve belgenin birer örneğini istedi. Bakanlık bu talebe 17 Eylül 2012’de cevap verdi. Milli Savunma Bakanlığı’nın komisyona gönderdiği yazıda, “Özel Kuvvetler Komutanlığı içinde kontrgerilla yapılanması yoktur” dedi. Oysa MİT, aynı komisyona gönderdiği yazıya ÖKK (Özel Kuvvetler Komutanlığı) içinde yasadışı yapılanmanın olduğunu iddia eden belgeleri eklemişti.


Darbe Komisyonu raporunda ise derin devlet, Özel Harp Dairesi ve Seferberlik Tetkik Kurulu’yla ilgili şu ifadeler yer aldı: “Türkiye’de derin devlet devasa bir yapıdır, operasyonel eylemler yapmıştır, yapmaktadır ve tasfiyeye tevessül edilmediği için belli ki yapmaya devam edecektir. Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla 27 Eylül 1952 yılında Silahlı Kuvvetler bünyesinde ve Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun kararıyla kurulan Özel Harp Dairesi’nin tarihi, aynı zamanda Türkiye’nin gizli tarihidir. Daire kâğıt üzerinde Seferberlik Tetik Kurulu olarak gözüktü. (1970’li yıllardaki) katliam, cinayet ve suikastları gerçekleştirenler, sivil unsurunu oluşturan ‘vatanseverler’di. Sayıları hakkında kesin bir rakam bilinmemektedir. Ancak yüz binlerle ifade edilmektedir. En önemli ve en tehlikeli gerçek de sivil unsurların hala faaliyette olması.”

Kim ne derse desin, Kontrgerilla'nın varlığı artık kimse için bir sır değil. Türkiye Kontrgerilla denilen ucubenin farkına ilk kez 12 Mart'ta vardı. Cuntanın gazabına uğrayanlar gözleri bağlı olarak götürüldükleri sıkıyönetim sorgulama merkezlerinde sorgucularının ağzından duydular o kavramı. Şöyle diyorlardı tutuklulara:
“Genelkurmaya bağlı 'Kontrgerilla' teşkilatının elindesin! Burada anayasa yok! Yasalar yok! Yalnızca biz varız! Sorduklarımıza doğru cevap verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen...”
12 Mart zindanlarında kontrgerilla ile yüzleşenlerin arasında Talat Turhan da vardı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın bulamadığı kontrgerillayı 40 yıl önce işte böyle bulmuştu. Bu keşfinin bedelini de çok ağır ödedi. Ziverbey İşkence hanesinde çile doldurdu, kendi deyişiyle “Türkiye’de falakaya vurulan ilk kurmay subay” oldu. Ve açık duruşmaya çıktığı ilk günden sonra inatla haykırmaya devam etti: “Kontrgerilla, CIA güdümünde politik bir örgüttür. Doğrudan doğruya Pentagon'dan yönetilen dünya karşı devrim örgütünün Türkiye'deki koludur. Atatürk Kültür Merkezi'ni yakan, gemileri batırıp ateşe veren o örgüttür. Bütün bu işleri 'sol'a yıkmak için düzmece davalar icat edenler onlardır.”

***

Ne demişlerdi 12 Mart’ta? Burada anayasa yok, yasa yok!
Tek yasa vardı çünkü; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak… O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi neidiğü belirsiz örgütler peydahlandı.

Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden çoktan kaçmış! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında Cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş Cumhuriyetin intiharıydı, geç anlaşıldı.

Şimdi o çocuklar, “derin devlet”i de ortadan kaldırdıklarını iddia ediyor. Oysa devletin çürümesine neden olan bütün ilişkiler yerli yerinde. Devlet halkın devleti değil, ordu halkın ordusu değil, kolluk kuvvetleri ortaçağ bakiyesi yapılanmaların elinde. Yani kontrgerilla artık devletin ta kendisidir.
Bir sınırsız inattır Talat Turhan. Bu kitaptaki söyleşilerini okuduğunuzda buna bir kez daha tanık olacaksınız.

İnadın Yarbayı, sen çok yaşa!”

***

Yukarıdaki yazı Talat Turhan’ın 2013 yılında yayınlanan “Derin Devlet’in Peşinde” adlı kitabına yazdığım önsözden alıntı. Dört yıl geçmiş aradan. Talat Ağabey ağır hastalıklarla boğuşuyordu. Ama son ana kadar yazma okuma arzusunu ve inadını sürdürdü. Son görüşmemizde özenle sakladığı dosyalardan birini elime tutuşturdu, “bu sende kalsın ben koruyamam” dedi. İçinde bulunması zor bir kitabın fotokopisi vardı.

Talat Turhan bu ülkenin içine bulunması zor bir kitabın fotokopisi iliştirilmiş kalın dosyalarından biridir. O kitap sıkıyönetim mahkemelerinde yazılmış, Ziverbey işkence hanesinde yakılmıştır. Bize bıraktığı dosyayı özenle, kıskançlıkla korumak ise geride kalanların boynunun borcudur.
Aldığından fazlasını verdi halkına. Uğurladık dün bir avuç dostuyla. Kurmay Yarbay Talat Turhan, güle güle…

Orhan Gökdemir /SOL

‘Tehlikenin farkında mısınız?’ - ÇİĞDEM TOKER

İçimizi şaşkınlık, öfke, bulantı karışımı duygularla dolduran haber, Gülseven Özkan imzasıyla Hürriyet’teydi dün.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Ensar Vakfı ile “çeşitli eğitim, seminer ve sosyal etkinlikler düzenlenmesine dair” beş yıllık işbirliği protokolü imzalamıştı. 

- Hani, 2010-2015 yılları arasında Karaman şubesindeki görevli öğretmen M.B’nin, toplam 45 çocuğa istismarıyla 508 yıl hapis cezasına çarptırıldığı Ensar.
- Hani, 2008’de Çorum şubesindeki öğretmen Z.İ’nin iki kız öğrenciye tecavüz suçlamasıyla Kasım 2016’da 12 yıl 6 ay hapis cezası alarak tutuklandığı Ensar.
- Hani, Rize Şubesi eski başkanı M.N.G’nin küçük yaştaki iki erkek çocuğa cinsel istismar suçlamasıyla 24 yıl 7 ay hapis cezası aldığı Ensar.

Evet, MEB, bu Ensar ile yaptığı protokole göre, “vakıfla ortaklaşa belirlenen kulüplerin ortaöğretim kurumlarında kurulmasına” imkân tanıyacak.
Eylül gelip okullar açıldığında Ensar Vakfı, sizin de çocuğunuzun okulunda faaliyet göstermeye başlayabilecek demek bu.
Hiç lafı dolandırmayacağım: Şu gayet somut, şu içimizi parça parça eden vakalar ışığında Ensar’ın okullara girip eğitim verme ihtimali, çocuklarımız açısından korkmamız gereken bir durumdur. 



Gazeteci olarak da diyorum ki:
Bu iş, müftülere nikâh izni planından bağımsız değil.
TBMM’ye giden hükümet tasarısında küçük kız çocuklarını, para uğruna evlatlarının kuma olarak harcanmasına izin veren ailelerin, doğacak bebekleri “yasallaştırılması”nın altyapısı da var çünkü. (Tasarıda “Doğum bildirimi; veli, vasi, kayyım, bunların bulunmaması halinde çocuğun büyükana, büyükbaba veya ergin kardeşleri ya da çocuğu yanında bulunduranlar tarafından yapılacak.”)
Hepsi bir stratejinin parçaları.
Evrim ve laiklik müfredattan çıkıyor, cihat giriyor. Selefilik övülüyor.
Müftülere evlendirme yetkisi veriliyor.
Kulüp kurma marifetiyle Ensar’a ortaokul ve liselere girme yetkisi veriliyor.
Bunların hepsi on günde oluyor.
Cumhuriyet 11 yıl önce uyarmıştı:
“Tehlikenin farkında mısınız?” 

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bir ‘Halikarnas Balıkçısı’ romanı - Mine G. Kırıkkanat

Halikarnas Balıkçısı imzasıyla benim kuşağımı mitolojiye âşık, şiirsel düzyazıya vurgun ve Ege kıyılarına seyyah eden Cevat Şakir’in babası Şakir Paşa’yı vurarak öldürdüğünü bilir misiniz?
Şakir Paşa, geliniyle “aşk-ı memnu” yaşıyordu.
Ve sonu iki oğlunu götürdüğü çiftlikte, büyük oğluyla tartıştıkları gece geldi… 


***

Geldiklerinden iki gün sonra akşam yemeği yenmiş, hesaplar üstüne konuşuluyordu. Paraya değer vermeyen ve harcamayı da seven Cevat, vurdumduymazlığıyla babasını çileden çıkarıyordu.
Gerilimli havanın derecesi artınca, küçük oğul Suat izin isteyip yatmaya gitti.
Baş başa kalan baba oğul arasında derin bir sessizlik oldu. Sessizliğe karşın tartışma daha ateşli bir biçimde kafaların içinde sürüyordu.
Cevat bozdu sessizliği.
“Karımla aranda ne var?” diye sordu.
Babası telaşını saklayamayarak, “Ne diyorsun sen!” diye gürledi.
İkisi de çıldırmış gibiydi. Babası küfürler etmeye başlayınca Cevat, “Biliyorum gizleme artık, bu küfürlerle elimden kurtulamazsın!” diye bağırdı.
“Kes artık!” diye haykırarak hışımla ayağa kalktı Şakir Paşa. Ardından Cevat fırladı yerinden.
“Hiçbir yere gidemezsin, otur!” diye emretti babasına. Şakir Paşa, oğlunun böyle davranması karşısında sersemledi, düşer gibi oturdu sandalyesine. Cevat hâlâ ayaktaydı.
“Sana söyleyecek bir şey bulamıyorum, o senin gelinin, aklım almıyor çıldıracak gibi oluyorum!” dedi.
Paşanın elleri titremeye, nefesi kesilmeye başladı. Onun bu halini gören Cevat, hiç oralı olmadı. Sözlü kesin bir yanıt alamasa da babasının durumu gerçeği ortaya koyuyordu.
Şakir Paşa, öldürülme korkusuyla evin her yerinde silah bulundururdu. Bir saldırı ya da suikasta karşı kendini böyle savunacaktı. Yemek yedikleri odada birkaç silah vardı. Şakir Paşa’nın söyleyecek sözü yoktu. Oğlunu korkutup sindirmek için silahına davrandı. Üstüne saldırı bekleyen bir adamın çevikliği gelmiş, elinin titremesi geçmiş, karşısında şimdi oğlu değil de sanki düşmanı var gibiydi.
Cevat bu görüntü karşısında gözlerini kocaman açarak şaşkın halde babasına bakıyordu. Söylemek istediği kelimeler boğazına dizilivermişti. Oturduğu sandalyenin arkasında kalan konsolun üzerindeki silaha uzandı hızla. Babasına bu kez boyun eğmeyecekti. Hem karısının elinden alınmasını, hem de bunu babasının yapmasını kabul edemezdi. Bu durumu aklı, havsalası ve vicdanı almıyordu.
Silahlar aynı anda ateşlendi. Vurulan babasıydı. İnanamadı, bir sıtmaya yakalanmış gibi titredi. Cevat nişan bile almadan ateşlemişti silahı, daha çok korkutmak, boyun eğmediğini göstermek için. Babası göğsünü tutarak yere yuvarlandı. Onun silahından çıkan kurşun da tavanı delmişti. Küçük Suat koşarak gelmişti, bir babasına baktı bir ağabeyine, gidip ağabeyine sarıldı. Sanki hâlâ onu babasından korumak istiyordu.

***

Cevat Şakir, o kara geceyi hiç unutmadı. O gece, Cevat’ın bütün yaşamı boyunca belirleyiciliğini her olayda gösterecekti. Cevat o gece yaşadıklarını kimseye bütünüyle açmadı. Ta ki bir akşam yakın dostu Sabahattin’le dertleşirken ağzından değil de sanki yüreğinden dökülen sözcüklere kadar. “... İkimizden biri ölecekti. O öldü. Ben de ölmekten beter oldum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum. Amma vicdan azabı duymadım. Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendime olan güvenimi yitirdim. Yani kendimi o gün bugündür yalan sayıyorum. Hapishanede gece çocukluğumu rüyamda görürdüm. Uyanınca rüyaymış diye sevinirdim, hapishanede olduğum halde. Yani babamdan kurtulduğuma sevinirdim...”
Babasını öldürdüğü için vicdan azabı duymayacak kadar ondan nefret etmesinin bir nedeni olmalıydı. Yalnızca çocukluğunda yaşadığı travmalar bu durumu açıklar mıydı? Yoksa babasının karısıyla ilişkisi mi asıl nedeni oluşturuyordu? Bunu tam olarak kendisi de bilemiyordu. Kim bilir, bu ruh halinin oluşmasında belki her iki durum da etkendi.*

 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


 
* SEVİM KAHRAMAN’ın Halikarnas Balıkçısı’nın yaşam öyküsünü anlatan Karanlık ve Mavi (Destek Yayınları, 2017) biyografik romanından alıntıdır.

Yargılanırken yargılamak! - ERK ACARER

Cumhuriyet gazetesi davası kısa yoldan Türkiye’nin içinden geçtiği kapkaranlık tüneli anlatıyor. “Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.” George Orwell’in sözleri bir tarafıyla duruma uygun olsa da eksik kalıyor. Çünkü ‘egemen olan sahtekârlar’ Türkiye’de daha da ileri gidip, gerçeği ifşa etme dürüstlüğünü gösterenleri, ‘kirli sırlarını ve günahlarını ortaya çıkaranları’ yargılayıp cezalandırmaya kalkıyor.


Ancak bu, iktidar açısından aynı zamanda çok riskli de bir durum. ‘Yargılarken, yargılanmak’ sözünün boş yere söylenmediği anlaşılıyor. Açıkçası, dava süreci; siyasal iktidar ve Saray rejiminin kapamaya çalıştığı dosyaların bir kez daha açılmasına imkân sağlıyor.

İktidarın; 17 Aralık 2013’e kadar ‘hizmet hareketi’ dediği Cemaat’le yaptığı ve sonradan yüzsüzce başkalarına, başka kurumlara yamamaya kalktığı o kirli işbirlikleri, ‘verdiklerinin tümü’ silbaştan bir bir ifşa ediliyor.

Ağırlaştırılmış müebbet hapisle FETÖ’den yargılanan Savcı Murat İnam tarafından hazırlanan ve baştan çöken Cumhuriyet gazetesi iddianamesi, neredeyse iktidarın kendini pek çok açıdan ihbar ettiği bir skandala dönüşüyor.

Sözgelimi; Cumhuriyet’in tutuklu avukatı Bülent Utku, “Gazete, soruşturmasının başlangıcı, 18 Ağustos 2016 tarihi olsa da operasyon fikri, 29 Mayıs 2015 tarihli MİT TIR’ları haberine dayanıyor” diyerek anımsatıyor. IŞİD’e giden silahlar, böylece bir kez daha gündeme geliyor.
Parmaklıkların arkasından bile haber yapılabileceğini gösteren Ahmet Şık, sadece topluma umut aşılamakla kalmıyor, nefesini de muhatapların ensesinde hissettiriyor. Kesab’daki top atışları, 53 kişinin katledildiği Reyhanlı, otel odalarındaki cihatçı toplantıları, Suriye günahları... Çamurun Türkiye’ye sıçraması, IŞİD’cilerin bombalarından devşirilen 1 Kasım seçim ‘zaferi’, Ankara, Suruç, Diyarbakır katliamları kamuoyu tarafından yeniden sorgulanıyor. Berkin Elvan, ‘emir verilen polisler’, 15 Temmuz Darbe Girişimi’yle ilgili soru işaretleri bir kere daha anımsanıyor.
“Biz yaparız ama siz yazamazsınız, dile getiremezsiniz ve her şeyi kabullenmek zorundasınız demek hiçbir işe yaramıyor. Susturmak için hazırlanan mesnetsiz, absürd dosyalar gerçekleri bir kez daha ifşa etmekle kalmıyor, yenilerini de ortaya çıkarıyor. Cumhuriyet davası bu açıdan bakıldığında akılsız başın cezasıdır! Saray ve AKP; talimatla hazırlanmış komedi dosyalarıyla, kendini yaralamaya devam ediyor.

Tarih, akıntıda boşa kürek çeken diktatörler ve faşist rejimlerle dolu. Hiçbiri dünyayı yeni baştan keşfetmedi. Oyunlarının kuralı çok basit oldu. Ancak bu oyun, ‘gerçekleri susturup, konuşanları baskı altına almaya çalışmak’ asla işe yaramadı. Hiç şüphe yok, Türkiye, tarihinin en karanlık tünellerinden belki de en ışıksız olanından geçiyor. Ne var ki her şeyi eline yüzüne bulaştırmış olan AKP ve Saray iktidarı karşısında en büyük umudu yine gerçekler veriyor.

‘Sahtekârların’ anlamadığı bir şey var...

Yazmamızı istemediğiniz şeyleri yapmayacaktınız! Kirli, kanlı bir rejimin inşasını, her yönden dibe vurmuş bir sefilliği bu kadar zorlamayacaktınız.

Gerçekten ödün vermeye tutsak dostlarımıza, devrimcilere selam olsun. Bilsinler ki iktidar ve Saray’ı çok sıkı yargılayıp zindana attılar.

Erk Acarer / BİRGÜN

Antalya Film Festivali: Gelenek bitti gelecek zor - CÜNEYT CEBENOYAN

Festivalin uluslararası önemli bir festivale evrilme şansı var mı? Yok denecek kadar az var bu şans. Türkiye müthiş bir yalnızlık ve dışlanma içinde. Festivalin, gerek basın gerekse sinemacı açısından yalnız bırakılma ihtimali ise yüksek 

Şu anda görünen o ki Türkiye’nin bir zamanlar bir numaralı yerli film yarışması olan Altın Portakal bitmiş durumda. Antalya’da artık sadece bir uluslararası yarışma olacak ve eskiden olduğu gibi bu yarışmada bir-iki de Türk filmi yer alacak. Bu noktaya neden gelindiği konusunda hemen hemen bir fikir birliği var. Festival yönetiminin ödül törenlerinde yaşanabilecek protestoları engellemek için böyle bir karar aldığı düşünülüyor. Çünkü 2015’te böyle bir şey yaşanmıştı. Belgeselcilerin başkaldırısında nasıl belgesel yarışması iptal edildiyse, şimdi de ulusal yarışma iptal ediliyordu. Bu, kısmen ya da tamamen doğru olabilir. Ama başka nedenler de söz konusu olabilir.

Hiç şüphesiz ki, bir dönemin kapanmış olması üzücü. Antalya Altın Portakal Festivali bir tarihti. Birçok film için kendini gösterme olanağıydı. Ve de sinemaya ciddi bir kaynak aktarıyordu. Ama festival sürmeliydi demekle de iş bitmiyor. Şu bir gerçek ki, Antalya Ulusal Film Festivali çoktandır sönmüştü. Bir 'ilk filmler festivali'ne dönüşmüştü. Festivalin iddialı filmlerinin çoğunu da daha önceki festivallerde görmüş oluyorduk.

Her şeyden önce bir ay arayla iki büyük ulusal film yarışmasının yapılmasında bir tuhaflık var. Hiçbir ülke, belki birkaç istisna dışında, bir ay arayla iki 'yüksek nitelikli' ulusal film festivali düzenleyemez. Türkiye bu istisnalardan biri değil. Adana 'Altın Koza' Film Festivali, CHP belediyesi döneminde kaynakları son derece kısıtlanan Antalya’ya karşı üstünlük sağlamıştı. Sadece kaynak meselesi de değildi, CHP belediyesinin vizyonu fazlasıyla popülist ve fazlasıyla taşralıydı. Ölmüş Yeşilçam geleneğini yaşatmaya çabalarken Hülya Avşar gibi isimlere festival jürisi başkanlığı verilmişti. O dönemde Hülya Avşar fikri bana çok aykırı değil gibi gelmişti ama festivalde yaşananlar yanıldığımı göstermişti. Kısacası ileriye değil geriye bakan bir festival olmaya çalışmıştı Antalya, hem de 'ilerici' olması beklenen CHP döneminde.

Adana sonuç olarak, tarih olarak da festivali erkene çekmesiyle de Antalya’ya karşı bir adım öne geçmişti. Antalya’nın bir hamle yapması gerekiyordu, ama nasıl? Bulunan çare, festivali uluslararası hale getirmek yönünde daha fazla çaba harcamak oldu. Kadrolar değişti, festival başkanı yenilendi.
Büyük bir Avrupa film festivali olma arzusu Antalya için yeni değil. Türsak’ın festivali yönettiği dönemde de böyle bir amaç vardı. Çok önemli film insanları festivale konuk olmuştu. Birkaçını anmak gerekirse Nicholas Roeg, Francis Ford Coppola, Kevin Spacey, Kim Ki Duk, Helen Mirren, Woody Harrelson, Marisa Tomei... Bu davetlilerin varlığı ve üstelik dokunma mesafesinde oluşları bizim gibi film eleştirmenleri için rüya gibi bir şeydi ama festivale ya da sinemamıza ne kattıkları tartışılır tabii. Yine de, sonradan çokça yazılıp çizildiği üzre, kesinlikle Hollywood’un süprüntüleri değildi davetliler. Bu gibi girişimler festivalin parası, belediye AKP’den CHP’ye geçip de kısıtlanınca, söndü. Bir de yeni yönetimin uluslararası olmak gibi bir vizyonu yok oldu.

Peki bu dönemde, festivalin uluslararası önemli bir festivale evrilme şansı var mı? Bence yok denecek kadar az var bu şans. Bir defa Türkiye müthiş bir yalnızlık ve dışlanma içinde. Turist gelmiyor, kültür insanları gelmiyor, kimse gelmiyor kısacası. Festivalin, gerek basın gerekse sinemacı açısından yalnız bırakılma ihtimali yüksek. Ayrıca, bir festivalin adını duyurması çok uzun vadeli bir iştir. Bakalım, belediye daha ne kadar AKP’de kalacak? Değişince festival yönetimi ve dolayısıyla vizyonu büyük ihtimalle değişecek. Böyle bir değişikliğin ardından ulusal yarışma yeniden ön plana çıkarılmaya çalışılacak vs. Kısaca sil baştan aynı döngüye gireceğiz.

Bütün bunların dışında bir festival bünyesinde hem uluslararası, hem de ulusal iki yarışmanın olmasında ve uluslarası yarışmada birkaç da Türk filminin yarışmasında hep bir tuhaflık da görmüşümdür. Sanki uluslararası olan birinci lig, ulusal olan ise ikinci lig, ya da annesinin ligi bir durum oluşuyordu.

Bir argümana göre de, yabancı filmlerin bütçesi çok yüksek, Türk filmleri onlarla nasıl yarışsın? Bu çok saçma bir argüman. Film para işi değil, kafa ve gönül işi. Öyle olmasaydı, mesela nasıl şahane bir İran sineması söz konusu olabilirdi? Elbette ki, Türk sineması daha zengin ülkelerin sinemasıyla yarışabilir. Başarılı da olabilir. Ama sinema para işi değil derken sıfır bütçeyle de film çekemezsiniz. Asıl sansür işte bu noktada başlıyor. Kültür Bakanlığı Emin Alper, Tolga Karaçelik ve Erol Mintaş gibi uluslararası başarılar elde etmiş yönetmenleri artık desteklemiyor. İyi Türk filmi sayısı elbette azalacak bu durumda.

Ulusal yarışmanın kaldırılması kararı, mesela asıl ödülünü Altın Lale olarak uluslararası yarışmada veren İstanbul Film Festivali için söz konusu olabilirdi. Ama orada da asıl ödül, uluslararası yarışmada veriliyor olsa da kamuoyunun ilgisi hep ulusal yarışmanın birincisi üzerinde olmuştur. Bu da şu demek: Antalya’da birinciliği bir yabancı film kazanırsa, büyük ihtimalle kamuoyu konuyla zerre kadar ilgilenmeyecek. Altın Lale’yi bu sene kim kazandı diye sorsanız, film eleştirmenlerinin bile, ben dahil çoğu cevaplayamaz. Ama ulusal yarışmanın birincisi bilinir.

Antalya’da ulusal yarışmanın kaldırılmasının, ödül törenlerinde muhalif seslerin çıkmasını engellemek olduğu düşüncesi bana çok sağlam gelmiyor. Sonuç olarak yarışmada Türk filmleri de yarışacak ve umuyoruz ki ödüller de alacaklar. O zaman sahneye çıkacak olanların ne söyleyeceğini kim bilebilir? Ama sahneye çıkacak olan Türkiyeli sanatçıların sayısında bir azalma olacaktır, tabiatıyla.

Bu protesto biçimi bu şekilde engellenmez. Ancak ön elemede muhalif yönetmenlerin elenmesiyle mümkün olur. Ama o da mümkün değil. Kimi yarıştıracaklar? Semih Kaplanoğlu her sene yeni bir film yapmaz.

Ulusal yarışmanın kaldırılması kararı bir geleneği öldürmesi açısından yanlış ama onun dışında dediğim nedenlerden dolayı anlaşılabilir. Bu değişikliklerin Antalya için bir çıkış olacağını sanmıyorum. Umarım olur.

CÜNEYT CEBENOYAN / BİRGÜN

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Ahmet Şık’ın ‘itham’ı - Nilgün Cerrahoğlu

“Bekir Bozdağ AKP hükümetinin 14 yıllık iktidarında Adalet Bakanı olarak görev yapan 4 isimden biri” diyor Ahmet Şık yaptığı savunmada ve devam ediyor:
24 Mart 2011’de Meclis’te yaptığı konuşmada Fethullah Gülenden ‘Bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymet, bilge bir insandır. Her şeyi açıktır’ diyen Bozdağ, 9 Haziran 2012’de de ‘Muhterem Hoca Efendi’ye Antalya’dan selamlarımı iletiyorum’ mesajını kişisel Twitter hesabından paylaşan kişidir. 15 Şubat 2012’de de CNNTURK de, ‘Yargıda cemaat örgütlenmesi var mı?’ sorusunu ‘böyle bir şey mümkün olmaz’ diyerek yanıtlayan da Bekir Bozdağ’dır. Cemaat ile aralarındaki savaşın başlangıç zamanlarında, 15 Ağustos 2013’te, ‘Cemaat’le AKP arasında bir fitne ateşi yakmayı başaramayacaklardır’ şeklindeki Twitter mesajının sahibi de Bekir Bozdağ’dır…
Bekir Bozdağ, yargının Cemaat’e teslim edilmesinin baş sorumlularından birisidir” diyerek sürdürüyor sözlerini “olay” savunmasında Ahmet Şık. Bozdağ, bugün hâlâ “hükümet sözcüsü” ve “başbakan yardımcısı” olarak en üst düzey sorumluluk mevkinde AKP hükümetinde yer alan bir isim.
Gülen cemaatine karşı en güçlü, en istikrarlı mücadeleyi veren Cumhuriyet yazarları ise sanık sandalyesine oturtulmuş; “parkeci”, “pideci” bağlantıları üzerinden “FETÖ destekçiliği” ile suçlanıyorlar. 


Algı operasyonu davası
Gerçek ve gerçek algısı baştan sona tersyüz edilmiş. On yıl öncesine dek Ergenekon davalarıyla FETÖ’cülerin “baş zulüm hedefi”ne dönüşen Türkiye’nin en köklü ve tarihi gazetesi, bugün önde gelen yazarları, yöneticileri ile topluca damgalanarak FETÖ’cülükle suçlanıyor. Peki, bu kerte akıl almaz bir iddia nasıl inşa edilmiş?
FETÖ’ye damardan karşı olan gazetenin “yayın politikasının”, tesadüfe bakın ki tam da Bozdağ’ın “Adalet Bakanlığı”na rastlayan yıllarda hokus pokus değiştiği iddia ediliyor. “15 Temmuz’a uzanan son 3 yıllık dönemde yayın politikaları, gazetenin 90 yıllık geçmişinin ve kuruluş felsefesinin tam aksi yönde değişime uğramıştır” deniyor.
Böylelikle 17/25 Aralık 2013 öncesi ve sonrası şeklinde saptanan yeni bir milat sayesinde, yıllar boyu Gülen’i el üstünde tutan sorumlular temize çekilirken, “FETÖ”cülük, “FETÖ”cülüğün kurbanlarına yıkılıyor.
Tıpkı “Alis Harikalar Diyarı”nda geçen bir diyalog gibi… “Söylediğim lafın ne anlama geleceğine yalnız ben karar veririm!” diyerek meydan okur Lewis Caroll’un ünlü romanındaki bir karakter. Humpty Dumpty de “Tüm mesele neyin ne anlama geleceği kararını kimin buyurduğuna bağlıdır!” diyerek cümlenin arkasını getirir. Burada tam öyle.
Kör kör parmağım gözüne kimin FETÖ’cü olup, kimin olmadığına… buyruk kimdeyse… göz önündeki gerçeklerden tamamen bağımsız olarak o karar veriyor.
Gülen ile aralarından su sızmayanlar yüksek makamlarda oturmaya devam ederken, “algı operasyonuyla” Cumhuriyet FETÖ’cülükle kriminalize ediliyor.
Kalabalık duruşma salonunda savunmaları ortak bir iskemlede izlediğimiz Aylin Nazlıaka’nın bana bu meyanda aktardığı bir anekdot çok çarpıcı. Gittiği köy kahvelerinde düzenli olarak “Sözcü” ve “Cumhuriyet” gazetelerini bıraktığını anlatan CHP kökenli milletvekili, bunlardan birinde muhtarın kendisinden açıkça “artık bu gazeteleri getirmemesini” istediğini, “köylülerin FETÖ’cü belledikleri bu gazetelerle artık görünmek istemediklerini” beyan ettiğini naklediyor. 

Dünya izliyor
İddianamede sık tekrar edilen bir sözcük var: “Adeta.” Biz de adeta bir tiyatro izliyoruz. İnsanların yaşamından aylar, yıllar götüren; onları zindanlarda çürüten büyük bir trajedi bir yanda.
Pidecili”, “parkecili” sözde FETÖ bağlantılarından söz eden hukuk komedisi öte yanda…
Dünya bu absürt trajediyi, bugüne dek hiçbir basın davasına nasip olmayan bir ilgiyle izliyor.
Türkiye de basın özgürlüğü savcı önünde” (El Mundo), “Basın özgürlüğü gününde muhalif gazeteciler yargılanıyor” (Toronto Star) “Erdoğan’a göre basın” (Liberation) gibi başlıklarla uluslararası basına manşet olan Cumhuriyet davası vesilesiyle, nasıl dünyada bir numaralı gazeteci hapishanesine dönüştüğümüz uygulamalı olarak inceleniyor.
Yabancı delegasyonlar, Avrupa Parlementerleri, Sınır Tanımayan Gazeteciler, IPI, PEN gibi uluslararası basın-ifade özgürlüğü kurumlarının üyelerince bir hafta boyu ayrıntılarıyla izlenen dava, belki de ilk kez bunca net biçimde Türkiye’de basının üzerindeki ağır baskının içyüzünü ortaya koyuyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

28 Temmuz 2017 Cuma

‘Ne kadar rezil olursak o kadar iyi’ - MÜSLÜM GÜLHAN

Her şey bu kadar ayyuka çıkmışken…
Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş takımları yaptıkları transferlerle adeta birbirlerine nazire yapıyorlar. Tabii ki burada önemli olan kıstas sonuçtur. Her şey, bir sezondaki performans değerleri ve başarı beklentilerinin karşılığının verilip verilmemesiyle belli olacak.
Genelde, ülkede ağustos ayı tüm takımların şampiyonluklarıyla geçer. Ta ki, yeni sezon başlayana kadar…

Medyanın bu transfer tezgâhının içerisinde olması ve adeta Messi, Ronaldo ayarında transfer yapılıyormuş gibi olayı pazarlaması, işe farklı bir kalite (!) katıyor.

Alınan oyuncuların yaşı, performans değerleri, Avrupa liglerindeki konumları ve verilen paralar tüm bunlar transfer edebilmenin kriterleridir.
Bu kriterlerin hepsi tüm ülkelerdeki takımları bağlayan unsurlardır. Ülkedeki spor politikaları ve futbol prensipleri bu kriterlerin nasıl uygulanması gerektiğinin ana öğelerini oluşturur.
Esas şekil veren unsur; ülkelerin kendi futbol ekollerine adapte olabilecek ve mali açıdan ciddi katkılar sağlayacak oyuncuları seçmektir. Bu bakış açısı, reel anlamda prensiplerin olması ve bunların tereddütsüz uygulanmasıyla gerçekleşir.

Hiçbir ekolü ve futbol prensibi oluşmamış Türkiye’de, nasıl bir kurallar silsilesi geçerli olabilir ki? Zaten bu oluşamayan kurallar yüzünden Terim gibiler bu sistemden nemalanıyor. Terim gibiler sisteme de izin vermezler, foyaları ortaya çıkmasın diye.Ama futbol kültürü yok diyemeyiz. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal koşullara uygun ve sürekli kabuk değiştiren bir kültür var elimizde.
‘Biat’ ve ‘rant’ kurgusu bunun ana öğesini oluşturuyor.
Biatin hiyerarşik bir yolu var!
Kulübün çaycısından başlayıp siyasi erkin tepesine kadar gider.
Bu yolda iş kazası yapmamak lazım çünkü bertaraf olunur. Fatih Efendi’nin yaptığı maçoluk ve örgütüyle tasfiyesi gibi.

Anlaşılacağı üzere, futbol kültürünün ana çerçevesini ‘rant’ oluşturur. Buna ulaşmak için de biat haritasının içine girip, etki edilecek kişinin altında örgütlenmek lazım.
İşte bu örgütlenme içindeki kişiler sayesinde bu transferlere yön verilir. Hani, içinde kimse futbol adına bir unsur arama zahmetine girmesin ki, yok böyle bir şey!

Çünkü, bu anlamlı sosyolojik aile (….) küçük bir örgüt halinde çalışarak ve içeriye kimseyi almayarak bu inanılmaz (!) transferleri gerçekleştirir.

Genelde bu aile; başkan, başkanın yönetimde en güvendiği kişi ve asıl adam menajerden oluşur.
Bu kişilerin yaptığı transferlerin PR’ını ise medyadaki kankanlar yapar.
Artık, aile ve ortam hazır olduğuna göre transferin gerçekleşmesine sıra gelir.
Burada, menajerin uluslararası bağlantısı ve şirket irtibatı önemlidir. Çünkü sıkışıldığında, hani fatura filan ya da banka hesap numarası lazım olur ya, o sorunların çözülmesi şarttır. Bu donanımları olmayan menajerler, genelde iç transferlerdeki aile transferlerine katılmaya çalışırlar!
Hani, öyle yüksek meblağda komisyonlar filan olmaz, sakın yanlış anlaşılmalara gerek olmasın!
Kriterler biraz can sıkıcı;
Yaş: en az 32, en çok 36 olmalı.
Kariyer: Genelde bitmek üzere olması tercihtir.
Sözleşme: İmza parası ve tüm avantajlar futbolcu lehine olmalı.
Ücret: Dünyanın hiçbir yerinde ödenmeyecek meblağ olmalı.

Burada, banko olarak değişmeyen tek şey hayal kırıklıklarıdır. Seyircinin bu pazarlamada kendi payına düşenle yetinmesi ve arkadaki durumu oluruna bırakması, sadece ağustos şampiyonluklarını yaşamasına neden olmaktadır.

Bu transferlerle kimse Şampiyonlar Ligi’nde ya da Avrupa’da bir şey beklemeye kalkışmasın. Türkiye Ligi Şampiyonluğu (neye yarıyorsa) yeterlidir.

Burada asıl olan kulüplere olmaktadır.
Kulüpler dernek statüsünde olduğu için, kulübün borçları kimseyi bağlamamaktadır. Başkanlar istedikleri kadar borç yapabilirler ama hiç bir sorumlulukları olmaz.

Beşiktaş başta olmak üzere, Galatasaray ve Fenerbahçe ile diğer birçok takım artık içinden çıkılamayacak ve kurtulamayacak borç batağındadırlar.

Eğer bunun karşılığı, seyirciye, sosyal medyada geyik muhabbeti üstünlüğü sağlamaya yetiyorsa, o zaman sorun yok.

Yok futbol adına beklenti varsa, o zaman hesap sorulmalıdır.

Aksi, takım sevdası dışında, hiç kimse bitmiş bir futbolun paraziti olmaktan öteye gidemez.

Gereksiz beklentiye girmemek lazım.

MÜSLÜM GÜLHAN / BİRGÜN

Ahmet Şık sosyalisttir unutmayın… - ENVER AYSEVER

Cumhuriyet yazarlarının yargılandığı dava çok boyutlu bir önem taşıyor. Eğer belleğiniz yoksa salt bugün konuşulanlar üzerinden yorum yaparsınız. Bu süreci hukuki ve ahlaki olmak üzere iki boyutuyla tartışmak gerek.

Elbet yakın geçmişi de hızla anımsayarak.

Cumhuriyet ilk kez hedefte değil. AKP dönemindeki ilk saldırı İlhan Selçuk ve ekibine yapıldı. Aydınlanmacı Selçuk döneminde “Tehlikenin Farkında mısınız?” kampanyası yürütüldü. Tehlikeden kasıt neydi peki?

Tüm siyasal İslamcılar ve onların işbirlikçisi liberaller. Yani Fethullahçılar ve AKP’nin tamamı.
Güçlü bir toplumsal etki olunca kumpasçılar harekete geçti ve İlhan Selçuk’u kendi gazetesine bomba attırmakla suçlayacak kadar ileri gittiler.
Gözaltılar, ev baskınları, tutuklamalar, uyduruk iddianameler derken bu günlere geldik. O zaman bu olay hakkında kim ne diyordu peki?

İşte burası önemli…

Türkiye’deki her türlü liberal pisliğin karargâhı Radikal “vesayet kalkıyor” diyen yazarlarla doluydu. Baktı ki cemaat bu iş tutuyor Taraf’ı kurdu ve daha da radikalleşti.

Biz ekranda Nazlı Ilıcak, Nagehan Alçı ile boğuşurken, bu liberal utanmazlar hepimizi hedef gösteriyor, postalcı, darbeci diyorlardı. Sonunda iki İslamcı grup kapıştı, rüzgâr değişti ve nihayetinde 15 Temmuz’a gelindi.

Cumhuriyet her zaman gayya kuyusudur. Ayak kaydırmalar, dedikodular olur. Köklü ve etkili gazete olmanın bedeli diyelim. Yine de hiç kimse Cumhuriyet’i çizgisinden koparmayı aklından geçirmezdi. Kimse Cumhuriyet’te evrim karşıtı bir yazıyı kaleme almayı aklından geçirmezdi mesela. Bu işler Can Dündar’la başladı. Cumhuriyet eskimiş miydi? Evet. Yenilenmeli ve daha canlı bir gazete olmalı mıydı? Evet. Ama bu gericilere kapısı açılamazdı. Açtı Can  Dündar.

Gelelim asıl meseleye. Bu tartışma düşünseldir ve buna mahkeme karar veremez. Uyanık AKP, daha dün kendi hedefe koyduğu Cumhuriyet’te “Atatürkçüler tasfiye oluyor” diye yalandan bir dava uydurdu. İçine delil koyma ihtiyacı duymadıkları bir iddianame hazırladılar. Elbette yargılanan gazeteciliktir. Yapılan iş gazeteciliktir. Nitekim tüm sanıklar mükemmel savunmalar yaparak davayı kazandılar. Hâkim bunu görmezden gelebilir, iktidarın isteğiyle bu gazetecileri içeride tutmaya devam edebilir. Ama yakın zamanda bu süreç dolar. Kimse bu insanları tutsak edemez. İnsanlığın yürüyüşünde, aydınlanma mücadelesinde yerlerini aldı bu isimler.

Ahmet Şık dönemi özetledi: “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diyerek. Haklı. Peki, bu nasıl olacak? Cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye sahip çıkmak gerek önce.

Yani AKP’nin düşman bildiği tüm değerlere sahip çıkmak gerekiyor. Nuray Mert, Aslı Aydıntaşbaş,

Ahmet İnsel, Aydın Engin, hatta kimi zaman Baskın Oran’la mı olacak bu iş?

Bu da meselenin ahlaki yönü işte! Gericilerle kol kola nereye varılır?

Gazeteci herkesle görüşür elbette. APO ile de Fethullah’la da aklınıza kim gelirse. Ama gazeteci Abant Toplantısına katılmaz. Hele para asla almaz, alamaz. Bugün Ahmet Şık’a bu savunmayı yaptıran, isyan ettirenler kim?

Düne dek AKP ile kanka olan biri Cumhuriyet’te nasıl yazar mesela?
Susalım mı buna?
Ahmet Şık her dönemin kötü adamı sayıldı. Şimdi gazetecilere özgürlük derken, onunla bir dönemin

AKP dostu liboşları aynı yere mi koyacağız?

Bellek önemlidir. Ben oyunbozanlık yapmaya, anımsatmaya devam edeceğim. Ali Tatar diyeceğim, Kuddusi Okkır diyeceğim mesela.

Cumhuriyet’in yayın politikasına yöneticileri ve okuru karar verir. Bu isimleri oraya dolduranlardan biri Akın Atalay’dır.
Kendisini çok eleştirdim. Yakın çevresi bana sövüp sayıyormuş. Lâkin hakkını teslim etmeliyim. Almanya’da kalabilirdi hakkında tutuklama kararı çıktığında, ülkeye döndü, hapis yattı aylardır ve mükemmel bir savunma yaptı. İşte bu Cumhuriyet yöneticisine yakışan tavırdır.
Diyeceğim: İdeolojisi sağlam olanlar ayakta kalır, diğerleri kaybolur, gider. Belleğinizi sağlam tutun.

Tüm cumhuriyet çalışanları, yazarları suçsuzdur.

Bir an önce bu kâbus bitmeli. Ardından biz kaldığımız yerden şu gericilerle kavgaya devam edeceğiz.

Daha zamanı değil diye içimize attığımız çok mesele var…

Hasan Cemal fotoğrafıyla ilk sayfayı kim yaptı merak içindeyim mesela!

ENVER AYSEVER / BİRGÜN

Atatürkçüler “Atatürk gibi düşünüyor mu?” ya da Norveççede “Atatürk gibi düşünmek” deyimi var mıdır? - TAYLAN KARA

Yıllardır sosyal medya hesaplarında dolaşan bir şehir efsanesi vardır. Söylenen şudur:
“Norveççede 'Atatürk gibi düşünmek' diye bir deyim vardır. Usun (aklın) önde olduğu, duygusallıktan ırak, mantıklı, bilimsel düşünmeye, Atatürk gibi düşünmek diyorlarmış”
Bir başka yazıda bu deyimi şöyle açıklanmaktadır:
“Herhangi bir problem karşısında, çözümü imkânsız olduğu düşüncesiyle hemen kestirmeden teslim olma eğiliminde olan, ne yapıp edip bir çözüm üretmek için yaratıcılığını zorlama zahmetine katlanmak istemeyen ruh ve zihin tembeli kişilere söylenir bu söz... Bu tip insanlara derhal, “Hayır, yanılıyorsun, bu problemin mutlaka bir çözümü olmalı; biraz da Mustafa Kemal gibi düşün” deriz... 
                                                                             ***

Bu ifade, zaman zaman İsveççe veya Fince diye değişik çeşitlemelerle tekrar tekrar dolaşıma sokulmaktadır.
Bu iddiayı, yazar Ümit Zileli 30 Mayıs 2002'de Cumhuriyet'teki köşesinde yazmıştır. (1) Sonrasında defalarca tekrar edilmiş ve değişik çeşitleriyle hala sosyal medyada paylaşılmaktadır. (2)

                                                                              ***

Norveççede böyle bir deyim gerçekten var mıdır?
Norveççe-İngilizce sözlükte böyle bir deyim geçmemektedir.
Norveççe wikipediada böyle bir deyim yoktur. (3) 
Bu deyimi çağrıştıran bir deyim de yoktur.
Forumlarda ve çeşitli sitelerde rastlanan hiçbir Norveçlinin böyle bir deyimden haberi yoktur. (4,5)
Arkadaşlarımın tanıdığı Norveçliler, böyle bir şeyi ilk defa duyduklarını söylemişlerdir.
Bu iddia, son olarak mail yoluyla Norveç konsolosluğuna sorulmuştur. Norveç konsolosluğu, bu konuyla ilgili atılan maile “böyle bir deyimin olmadığı” yanıtını vermiştir.

                                                                               ***
Uzatmadan söyleyeyim: Norveççede böyle bir deyim yoktur.
Bu iddianın kaynağı, bir işadamından aktarıldığı söylenen bir sözle profesör olarak tanıtılan ancak gerçekte hiçbir akademik titri olmayan bir kişinin kanıtsız rivayetinden ibarettir.

                                                                               ***
Bir ideoloji varlığını sürdürmek için ne kadar çok olguyu görmezden gelir ve ne kadar çok yalana ihtiyaç duyarsa o kadar güçsüz demektedir. Kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan bir kişi, Atatürk’e saygı duymak için niçin bu uydurmaya ihtiyaç duyar?
Bir Atatürkçünün Atatürk’e saygı duyması için niçin Atatürk’ün başkaları tarafından onaylanması gerekmektedir?
                                                                                ***
“Atatürkçülük bir cümlede nasıl özetlenir” diye sorulsa her halde şu yanıtı vermek gerekir:
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”.




Hani Ali Nesin’in “oldukça basit” bulduğu, bazı liberallerin “pozitivist”, bazılarının “despotik” ya da “tekçi” diye eleştirdiği cümle…
Konu, uzun uzun temellendirmeye gerek duyulmayacak denli açıktır:
Cumhuriyetin en önemli referansı Fransız Devrimi ve devrimcileri idi. Bu nedenle akılcılık ve Aydınlanma gibi kavramlar bu düşüncenin olmazsa olmazıdır. Neyi ne kadar yapıp yapmadıkları bir yana, çıkış noktaları ve atıfta bulundukları şey buydu.
Tarih, akılcılık ve Aydınlanmanın öylesine bir aksesuar olmadığını, bunlar atıldığı anda ortada Cumhuriyet namına bir şey kalmayacağını büyük bedellerle de olsa doğrulamıştır, halen de doğrulamaktadır.
Tarihin şu anında “o acı doğrulama”nın içinde bir yerlerde bulunmaktayız. Cumhuriyetin “uzun intiharı” , Aydınlanmayı ve aklı bir fazlalık olarak görüp bundan vazgeçtiği ölçüde gerçekleşmiş ve bugün artık geridöndürülemez eşiği çoktan aşmıştır.
Cumhuriyet, Aydınlanma ve akıldan taviz verdikçe küçülmüş, güç kaybetmiş ve en sonunda anahtarları sessizce teslim ederek kendi devrimini terk etmiştir.

                                                                                  ***
Bir “düşünme düzeneği” olarak zırva
Yukarıdaki zırvaya inananlar, sürekli akılcılığa vurgu yapan Atatürk gibi mi düşünmektedir?
Zırva, sadece bir “düşünce nesnesi” değil aynı zamanda bir “düşünme düzeneği”dir. Bugün “senin zırvana” inanan, yarın kontrolünden çıkar ve “başkasının zırvasına” inanır. Onu zırvaya alıştıranların, toplum başkasının zırvasına inanmaya başladığında, “vay zırvaya inanıyorlar” diye şikayet etmeye hakkı yoktur.
                                                                                  ***

Bir dönem adı ikna odalarıyla anılan, epeyce laik! bir profesörün, yıllar önce doçentlik sınavında kendisini sevmeyen jüri başkanının düşüncesinin “Beyti Dost”un (yeni nesil çağdaş! tarikatlardan birisinin öğretilerinde geçen fizik ötesi varlık) gücüyle değiştiğini iddia ediyordu.
Çeşitli Atatürkçü derneklerin de üst düzey yöneticiliğini yapan bu akademisyenin bu tutumu ile akılcılığın, bilimsel düşüncenin ya da Aydınlanmanın ne ilgisi vardır?
Bu akademisyen, Atatürk gibi mi düşünmektedir?

                                                                                    ***
Film çekimi için gittiği şehirde Atatürk’e benzeyen oyuncuyu görünce ağlayarak, "Size ihtiyacımız var paşam. Paşamızı gördüğümüz için çok mutluyuz. Geri döndü işte” diyerek sarılan Atatürkçüler, Atatürk gibi mi düşünmektedir? (6)
Kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan ve televizyonlarda ballandıra ballandıra “Atatürk ve 19 mucizesi”ni anlatan Cenk Koray, Atatürk gibi mi düşünüyordu?
On yıllarca“Atatürkçülüğün bekçisi”olarak görülen orduda, kaybolan silahı, cin çağırarak ve kerametli horozla arayan general, Atatürk gibi mi düşünüyordu? (7)
Bu olayı görüp doğal karşılayanlar Atatürk gibi mi düşünüyordu?
Anıtkabir müzesinde Atatürk’ün siluetini gösterdiğine inanılan bulutların ve dağların fotoğraflarını sergileyerek Atatürk sempatisi yarattığını düşünen akıl, Atatürk gibi mi düşünmektedir?
Gökyüzünde Atatürk silueti için festival düzenleyenler Atatürk gibi mi düşünmektedir? (8)
Gökyüzündeki bulutların şeklinden anlamlar çıkarmak nasıl tanımlanabilir?
“Antitarikatçı görünümlü neotarikatçılık” mı?
Adına ne derseniz deyin kesin bu sayılanlar, “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünün hançerlenmesidir.
Bugün gökyüzündeki bulutta Atatürk görenler, yarın rüyasında şeyh göreceklerdir.
Bugün bulutta Atatürk görenler, “meşe ağacında kelime-i şahadet gören” kadroların yedekleridir.
Bulutta Atatürk görenler, dinsel/sihirsel düşünüşün “laik!” kanadıdır.
“Şeyhin mucizeleri”ni görmeye hazır bir toplum vardır şimdi. Kendine bilimi ve aklı kılavuz almış bir düşünceyi savunduklarını iddia edenler, hurafe ve mucize avcılığına el çırparak kendilerinden geçmektedir. (9)
Onlar büyüye, hurafeye karşı değildir. Sadece büyünün ve hurafenin içeriğiyle ilgili sorunları vardır.
Karşılarsa “Kuran’daki 19 mucizesi”ne karşılardır; “Atatürk ve 19 mucizesi”ne karşı değillerdir.
Akıl dışılığın akılcılığı nasıl teslim aldığının, nasıl yıktığının hazin örnekleridir bunlar.

                                                                             ***

Mistisizmin her türlüsü, her türlü akıl dışı açıklama -Mustafa Kemal’i övenler de dahil, özellikle de onu övenler dahil- Cumhuriyetin dayandığını iddia ettiği akılcılığın altını oymaktır.
Kendini Cumhuriyetçi olarak tanımlayanların, bulutlardaki Atatürk silüetlerinden dünyaya, saçma sapan sayı hesaplarından maddeye, mesihçi açıklamalardan somuta dönmeleri, kendi ait oldukları dünyaya, akla, Aydınlanmaya ve maddeye dönmeleri, var kalmaları için bir zorunluluktur. Aksi takdirde ortada “dönecekleri bir madde” kalmayacaktır.

                                                                               ***

Sıradan bir doğa olayında mucize bulan ve dağa düşen bir gölgede Atatürk silueti görenler mi akılcılığı savunacaklardır? (9)
Atatürk’e mesih muamelesi yapanlar mı Aydınlanmayı savunacaktır?
“New age tarikatçılar” mı bilimi savunacaktır?
“Atatürk ve 19 mucizesi” ve benzeri safsatalara inananlar mı Cumhuriyeti savunacaktır?
Cumhuriyetçiler, Cumhuriyet yıkıcılarına karşı onların mantık dizgelerini uygulayarak değil kendi gelenekleri olduğunu iddia ettikleri akıl ve Aydınlanmayla mücadele edebilirler ancak. Akıl karşıtlığına karşı akıl karşıtlığı ile mücadele edilemez.
Cumhuriyetçiler, eğer Cumhuriyeti savunacaklarsa dağda, bayırda, bulutta siluet, tarihlerde 19 mucizeleri aramayı bırakıp kendi düşünce geleneklerine, düşünsel köklerine dönmek zorundadırlar.

                                                                                 ***

Düşünce biçimi, düşüncenin içeriğini de etkiler.
“Atatürk ve 19 mucizesi” gibi bilimdışı yorumlarla Mustafa Kemal’i doğaüstü bir insan gibi göstermek, bulutlarda, dağlarda garip Atatürk silüetleri bulup –uydurup buradan bir sempati ummak akıldışı-bilimdışıdır. Bu mantık dizgesinden Cumhuriyet savunusu değil olsa olsa Cumhuriyet karşıtlığı çıkar, çıkmıştır.

İddia edilen neydi:
“Norveççede 'Atatürk gibi düşünmek' diye bir deyim vardır. Usun (akılın) önde olduğu, duygusallıktan ırak, mantıklı, bilimsel düşünmeye, Atatürk gibi düşünmek diyorlarmış”.
“Atatürk gibi düşünmek”, eğer yukarıda tanımlandığı gibi ise şunu sormak gerekir:
Norveççeyi ve Norveçlileri bir yana bırakalım; Atatürkçüler Atatürk gibi düşünüyor mu?

Taylan Kara / SOL

taylankara111@gmail.com
Kaynaklar:
1. http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/296936/Mustafa_Kemal__Gibi_Dusun...
2. https://www.aydinlik.com.tr/arsiv/umit-zileli-mustafa-kemal-gibi-dusunmek
3. https://no.wikipedia.org/wiki/Spesial:Search?search=atat%C3%BCrk&fulltex...
4. http://www.bncn.org/post/29891254823/ataturk-gibi-dusun-deyim-atasozu-ha...
5. https://forum.wordreference.com/threads/norwegian-to-be-think-like-atatu...
6. https://www.haberler.com/aglatan-ataturk-sevgisi-8214377-haberi/
7. http://www.abcgazetesi.com/hangi-fetocu-general-kislaya-cin-soktu-23811h...
8. http://www.ensonhaber.com/damalda-hava-acinca-ataturk-silueti-goruldu-20...
9. http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/ataturkun-siluetini-izmir-marsi-esli...

O Büyükelçi neci?..- AHMET TAKAN

Dışişleri Bakanlığı'nın geciken (!) yaz kararnamesinde (artık sonbahar kararnamesi desek de olur-aht-) atanan yeni Büyükelçileri görünce, uzun süre kendi iç dünyamda tartışıp kaleme almaya  karar verdiğim bu yazı... Neden sonra?.. Evvelki gün akşam saatlerinde başta Merwe Kavakçı olmak üzere atanan yeni Büyükelçileri öğrenip dün bir havuz gazetesinde nal gibi "ihbar etti,ihraç edildi" manşetini gördükten sonra. Ne diyordu havuz haberi bile: "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısına uyarak FETÖ'cüleri ihbar eden Kenan Ülkü 'iftira' atmakla suçlandı. Adını verdiği isimlerden birçoğu KHK ile ihraç edilmesine rağmen 'hakikate aykırı suçlamada bulunduğu' gerekçesiyle memuriyetten atılan Ülkü, Ankara İdare Mahkemesi'nde iptal davası açtı." "Ülkü'nün verdiği isimlerden 62'si KHK'larla ihraç edildi."


Bu ne menem bir iştir?.. Günah çıkarmaya mı çalışıyorsunuz?.. Yetecek mi?.. Haksız yere yapılan ihraçları, tutuklamaları pansuman etmeye mi yönelik?.. Yoksa başka bir dümen mi?..
Hak hukuk, adalet, insan hakları diyen vicdanı olanlar düşünmeye ve de tartışmaya devam ede dursun!..
Büyükelçiler kararnamesi öyle mi?.. Merwe Kavakçı'da yaz kararnamesinin en magazin noktası. Onun ismi üzerinden dün şöyleydi bugün böyle oldu tartışmalarına devam...

Bir daha bakıverin büyük tabloya:
Baklavacı "FETÖ"cü... Duşakabinci "FETÖ"cü... Bank Asya'dan havale yapan öğretmen "FETÖ"cü... Çekyatçı "FETÖ"cü... Muhalif gazeteci "FETÖ"cü...Bakkal "FETÖ" cü... İşadamı "FETÖ"cü... Asker "FETÖ"cü... Polis "FETÖ"cü... Ev hanımı "FETÖ"cü... Evrak memuru "FETÖ"cü...
Damattan "FETÖ"cü olur mu?.. Olmaaz!.. AKP'li Bakandan,  Mebustan, Belediye Başkanından ?.. Asla ve kata ol(a)maz.. Akıldan geçirilmesi bile dış güçlerin oyunudur!..
Ama şerbetçiden, şıracıdan, bozacıdan ve hatta onlardan bir bardak içenden olur mu? Hem de nasıl.. Sorgusuz, sualsiz, belgesiz tıkın içeri... Falanca ihbar etti ya!.. Yetmez mi?.. Sonra çok sıkışınca gaz almak için, timsah gözyaşları misali havuz medyası manşeti mi?..

Yaz kararnamesinin hemen öncesine dönelim;
Dışişleri Bakanlığı'nda tedirginlik tepe noktasındaydı. Çünkü, yaz kararnamesi oldukça gecikmişti. Dedikodu had safhadaydı. Kararname için MİT soruşturmalarının beklenildiği konuşuluyordu. Ben, kendi payıma bugüne kadar, Bakanlık'da hiç  böyle bir tablo izlememiştim. Her kararname döneminde Dışişleri'nde yurt dışına gitme beklentisi ve talebi had safhadadır. Bu sefer tam aksiydi; Bakanlık koridorlarında yurtdışından merkeze dönme taleplerindeki büyük artış konuşuluyordu.
Sonra o kararname çıktı. "FETÖ" ile vakti zamanında çok yakın çok samimi  ilişkilerini bildiğim bir ismi listede görmeyim mi?.. Hem de çok önemli bir dünya merkezine Büyükelçi olarak. İtiraf ediyorum; kabine revizyonundan sonra "BO-ŞA-NA-MI-YOR-LAR" yazısına imza atan bendeniz de az kalsın küçük dilini yutuyordu. Moda olan "bu ne menem bir iştir" sorusunu defalarca sordum.
"Merwe Kavakçı mı?" demeyin. İsim de hiç sormayın. Derdim isimlerle değil. Sürekli olarak samimiyet ve gerçeklik sorgulaması yapıyorum. Bu ülkenin her türlü hainlerden temizlenmesi mücadelesine sonuna kadar destek olmaya devam edeceğim. Ama bu mücadeleden sahtekarlıklar fışkırırsa, başka tezgahlara yönelirse, masum vatandaşlar işlerinden ekmeklerinden, yuvalarından, özgürlüklerinden olurken "FETÖ"nün ağa babalarına bırakın dokunmayı yeni ballı rantlar ve koltuklar ikram edilirse, bunlara da pabuç bırakmayacağım.

KHK'larla işsiz kalanlardan, cezaevinde haksız yere yatırıldığını söyleyenlerden hiç abartısız her gün onlarca mektup ve e-posta alıyorum. O kadar çaresizler ki, bir gazeteciden medet umuyorlar. Madem, o ismi dünyanın en önemli noktasına Büyükelçi gönderdiniz. Arkasından da, havuz gazetesine, "haksız ihraçlar da olmuş meğersem" mealinde pansuman manşetini attırdınız.. Okuyun muhteremler öyleyse dün elime geçen e-postanın özetini:
"... benim size esas anlatmak istediğim şirketime kayyum atanması ve mağduriyetimiz.  .... tarafından yönetilen makarna ve un üreten bir tesisimiz vardı. yaklaşık 70 e yakın ülkeye... gibi insan kaynakları kısıtlı bir şehirden kendi imkanlarımız ile ihracat yapıyorduk. bu şirketimize .... tarihinde Kayyum atandı. şirketimize kayyum atanma sebebi ise 2012-2013 yılları arasında .... ilimizde üniversite gençlerine yönelik kız yurdu yapılmasında yardım etmemizden kaynaklanmaktadır.  bu yıllarda şehrimize yeni üniversite kurulmuştu ve ciddi şekilde kız yurdu ihtiyacı vardı. devletimizin yurtları talebin yarısını bile karşılayamıyordu ve o günkü siyasiler ve devlet bürokratları bizden bu yurdu yapmamız için ricacı bulunmuşlardı. zaten yapılacak olan yurdun yerini milli emlak vermiş ruhsatını devletimiz tarafından onanmıştı. bizde sosyal sorumluluk duygu ile buna 17/25 aralıktan 1 yıl öncesinde destek olduk. bunun dışında herhangi bir desteğimiz olmamıştır. bank asya' ya para yatırmadık. masak raporlarımız temiz. tuskon üyelimiz yoktur. 1 dolar çıkmamıştır. hala savcılık tarafından şirketimize yönelik bir iddianame yoktur sadece kuvvetli şüphe nedeniyle kayyum atanmıştır. biz anadolu insanıyız ve sırf Allah rızası için bir yurt yapılmasına destek olduk ve bu yüzden ailemizin 50 yıllık emeğine el koydular ve bugün kü yazınızdan sonra daha çok endişelenmeye başladım. benim hep ümidim devletimiz bu yanlışlıktan dönecek ve en kısa sürede şirketimiz bize iade edilecek olmuştu. lütfen bana yardım edin. çünkü bütün kapılar kapalı ve hiç kimse bize ne yardım edebiliyor ne yol gösteriyor. eğer böyle giderse kayyumlar şirketimizi iflas ettirecekler bununla beraber uzun yıllar bu memlekette bir daha insanlar böyle hayırsever işlere girmeyecekler."

İnanın bana!.. Adalet için buradan Tokyo'ya kadar yürüsek kafi gelmez...

Kaynak: O Büyükelçi neci?.. - Ahmet TAKAN