İngiltere’de Theresa May’in Muhafazakar Parti başkanlığından istifa edişi aynı zamanda Başbakanlık ve kabine değişimini de birlikte getirdi.
Muhafazakar Parti’nin meclis grubunda diğer aday Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt’a karşı ezici bir çoğunluk elde eden Boris Johnson, Muhafazakar Parti’nin yaklaşık 160 bin resmi üyesinden oy kullanmaya katılanlar arasında 46.656’ya karşı 92.153 oy alarak (Bkz. BBC), iki kat fazla oy çoğunluğu ile hem Parti başkanlığı hem de Başbakanlık postunu ele geçirdi.
Biçimsel bakımdan kurallara aykırı olmamakla birlikte, esasen 65 milyonluk bir ülkede Başbakanın yaklaşık 160 bin kişi tarafından belirlenmiş olması ciddi bir sorun olarak tartışılıyor.
Bazıları bunu giderilebilir bir demokrasi eksikliği olarak görüp, erken bir genel seçimin bu sorunu çözebileceğini ileri sürüyor.
Sorun gerçekten bu kadar basit, biçimsel bir mesele mi? Yoksa biçimsel ve esasa ilişkin giderek büyüyen ve derinleşen sorunlar yumağının bir yansıması mı?
İngiltere’de Muhafazakar Parti içinde yaşanan bu tür iktidar sorunu ilk kez yaşanmıyor; Margaret Thatcher’in bir saray içi darbe ile başbakanlıktan uzaklaştırılıp yerine John Major’ın Muhafazakar Parti ve Başbakanlık koltuğuna oturtulması sürecinde de benzer bir meşruiyet tartışması yapılmıştı.
İlginç olan, iki olayda da konu İngiltere’nin AB ile ilişkisi hakkında olmasıdır. İlkinde Thatcher’in Maastricht müzakerelerine karşı pozisyon alması üzerine İngiltere burjuvazisi Thatcher’ı alaşağı edip, yerine Maastricht sürecini müzakere etmeyi benimseyenleri iktidara taşımış, bunların çıkarlarını yansıtmıştı.
Şimdi konu yine İngiltere-AB ilişkisi; daha doğrusu İngiltere’nin AB’den nasıl çıkacağı ve Brexit sonrası ilişkinin nasıl olacağı hakkında.
Thatcher döneminden Johnson’a kadar köprünün altından çok su aksa da kapitalizmin sömürü düzeni ve emperyalizm içi ilişkilerde devamlılık olduğunu söylemek mümkün. Thatcher, kapitalizmin neo-liberal türünü alternatifsizlik söylemi üzerinden savunarak emekçilerin kazanılmış sendikal ve sosyal haklarını hoyratça yapısızlaştırırken, dönemin İşçi Parti’si adeta kolaylaştırıcı rolü oynamıştı. AB konusunda İşçi Partisi’nin Thatcher sonrası Muhafazakar Parti’den farklı söylediği tek şey, Sosyal Şart’ın da kabul edilmesi gerektiğidir. Ne var ki bunun dışında ciddi farklı bir politika üretemedi, hatta Tony Blair döneminde London School of Economics’in sosyal demokrat akademisyenlerinden aldıkları fikir desteği ile İşçi Partisi “üçüncü yol” tartışmasını temcit pilavı gibi yinelediler. Kapitalizm ile sosyalizm arasında üçüncü bir sistem varmış gibi sundular. Solun değerlerini saptıran Blair, muhafazakar-liberal ortaklığının değirmenine su taşıdı. Neyse ki, Irak savaşında söylediği yalan çabuk ortaya çıktı da Blair solun değerlerine daha fazla zarar vermeye fırsat bulamadan tarihin sayfalarına kara leke olarak geçti.
Jeremy Corbyn dönemine kadar İşçi Partisi liderleri neo-liberalizme ideolojik olarak karşı çıkmadılar, Corbyn ise ideolojik duruş ile parti başkanlığı arasında sıkışıp kalmış durumda. Siyasi geleceği olası bir erken seçimde göstereceği başarıya bağlı. Alternatif bir sistem önerisi yapamıyor, sistem içinde kimi düzeltmelerle yetinmeyi öngörüyor. Ötesi yok. (Bizde buna benzer siyasetçi sayısı hiç de az değil.)
Muhafazakar Parti içinde yaşananlar da oldukça ilginçtir. Thatcher sonrası liderler, AB konusunda kendilerinden öncekiler kadar kuşkulu olmakla birlikte onlardan daha az karşıt pozisyon aldılar. İngiltere’nin Brexit konusunu gündeme taşıyan ve bugünkü formuna bürünmesinde önemli rolü olan Muhafazakar Parti başkanı David Cameron bugünlerde sessiz, ihtimal ki savunma pozisyonu hazırlığında. Theresa May ise bir anlaşma yaparak AB’den ayrılmayı tercih ettiğini açıkça ortaya koydu. Bu doğrultuda zaman kazanmak için bütün yolları denedi, buna rağmen asıl tepkiyi Muhafazakar Parti içinden aldı.
İşte Boris Johnson AB’den hızlı bir çıkış yolu arayanları temsil eden siyasetçilerden biridir. Başbakanlığı bonus olarak alan Johnson’un Muhafazakar Parti başkanlığı yarışında üzerine basarak dile getirdiği konuların başında geleni “Anlaşmasız Brexit”, fakat bunu nasıl yapacağını gösterebilmiş değil. İnandırıcı bir politika üretebildiğini söylemek de mümkün değil.
Johnson’un siyasi geçmişi Londra belediye başkanlığı ve daha sonra Dışişleri bakanlığı yapmış olması, fakat buralarda büyük bir başarıdan söz etmek mümkün değil. Öte yandan kapitalist sistem içinde sorunların çözülmediği, dönüştürüldüğü gerçeği karşısında Johnson da diğerleri gibi sorunları dönüştürmeye gayret ederek egemen sınıfların çıkarlarına hizmet ederek siyasi geleceğini kurgulayabilir.
Johnson’un ABD’nin İran politikasında ihtiyaç duyduğu “özel ilişki”yi koşar adım sahipleneceğine kuşku yok. Elbette bu “özel ilişki” tek taraflı olmayacaktır. Geçmişte de iki taraflı çalıştı: İngiliz emperyalizmi 1982’de Falkland adalarını elinde tutmak için Arjantin’e karşı savaşırken ABD’nin deniz üslerini kullandı, buna karşılık daha sonra ABD, Lockerbie yakınlarında düşürülen Pan Am yolcu uçağının rövanşını almak için İngiltere üzerinden Libya’ya saldırı düzenledi.
Bu tür ticarileşmiş savaş oyunlarını Trump kadar Johnson’un da seveceğine kuşku yok. Tabii ki bütün bunlar gelecek yıl ABD seçimleri ve İngiltere’de muhtemel erken genel seçimleri sonuçlarına göre biçimlenecektir.
Brexit’e ne mi olacak? En az üç yıl daha bu konuda ne olduğu ve olacağı üzerine tartışmaların devam edeceğinden emin olabilirsiniz. Johnson’un, sorunu dönüştürmenin ötesine geçebilecek bir politika üretecek donanıma sahip olduğu kuşkuludur.
Emperyalizmin beşiğinde demokrasi eksikliği tartışmasının eminim alıcısı çok olacaktır, fakat yeterince inananın olacağı kuşkuludur.
Mustafa Türkeş / SOL