“Kapitalist gerçekçilik”, insanlığın “yaşam dünyasını” yalnızca kapitalizmin sınırları içinde düşünebilir: Başka bir “dünya” olanaklı değildir. Ancak yeni bir yıla girerken “kapitalist gerçekçiliği” yaşatan, liberal demokrasiyi, piyasa ekonomisini, insana ilişkin egemen ideolojik varsayımları anlatan ideoloji verimliğini hızla kaybediyorlar.
‘Işıkları soluklaşıyor’
Finansal kriz, neoliberalizmi savunmaya devam etmeyi son derecede zorlaştırdı, bir “yeni ekonomik model” arayışını gündeme getirdi. Gittikçe derinleşmeye devam eden iklim krizi ve buna eklenen Covid-19 salgını krizi, uygarlığın yaşamsal sorunlarının, liberalizmin “bireyin serbestliği ve sorumluluğu”, tek düzenleyici kurum olarak “serbest piyasa” gibi temel ilkelerine dayanılarak aşılamayacağını, “eşitlik” iddialarının aslında giderek derinleşen eşitsizlikleri gizleyen bir fantezi olduğunu açıkça ortaya koydu. Şimdi kolektif bir irade (ve sorumluluk), işbirliği, dayanışma ruhu, “serbestliği” sınırlayan, düzenleyen planlama çabaları giderek daha fazla ilgi çekiyor.
Financial Times’da Martin Wolf’un oldukça ayrıntılı bir denemesi, dünya halklarının liberal demokrasiye olan ilgisinin, güveninin zayıfladığını; Oxford Üniversitesi’nden tarihçi Prof. Timothy Garton Ash’ın bir araştırması da bu yüzyılda, liberal demokratik olmayan ülkelerin sayısının, olanların sayısını geçtiğini gösteriyor.
Demokratik ülkelerin, ABD müttefiklerinde halkların, düne kadar liberal demokrasinin merkezi ve özgürlüklerin kalesi olarak görülen ABD’ye, güveni belirgin biçimde gerilemiş. Avrupa’da nüfusun çoğu dünyanın lider ekonomisi olarak Çin’i (liberal demokrasiyle yönetilmeyen bir ülkeyi) görüyormuş. Wolf’un yazısı “Liberal demokrasinin soluklaşan ışığı” başlığını taşıyordu.
Al birini vur ötekine
ABD Başkanı Trump seçim kampanyasına “seçimlerin çalınacağını” iddia ederek başladı; ırkçı milliyetçi komplo teorileriyle “Covid aslında sahte haberdir” gibi ardı arkası gelmeyen yalanlarla devam etti. Bu sırada Covid-19 vaka ve ölü sayısı rekor üzerine rekor kırmaya başlamıştı. ABD adeta bir “III. Dünya” ülkesi resmi sergiliyordu. Trump’ın seçimleri kaybettikten sonra sonuçları değiştirmek için başvurduğu tüm yasal yollar tükendi. Bu kez “gizli yetkilerini” (bu vesileyle gizli yetkileri olduğunu öğrendik) kullanarak kritik eyaletlerde seçimleri yenilemek için “Olağanüstü hal ilan eder mi?” gibi iddialar açıkça ortalıkta dolaşmaya başladı. “Gizli yetkilerin” varlığını ilk kez aktaran Newsweek, “Peki, biz o zaman ne yapacağız?” diyen üst düzey, Pentagon’dan yetkililerin kaygılarını aktarıyordu. Bu aşamada, böyle bir olasılığın açıkça konuşulması ABD’de liberalizmin krizinin derinliğini, “demokrasiye” güvenin ne kadar zayıfladığını gösteriyordu.
İngiltere’de Johnson yönetimi, hükümete geldiğinden bu yana devleti merkezileştirmeyi, yasama ile yargının yürütme üzerindeki denetimini zayıflatmayı amaçlayan adımlar atıyor. Önceki muhafazakâr hükümetlerde “Irk Eşitsizlikleri Bürosu” başkanlığı yapan Lord Wooly, geçen hafta The Guardian’daki yazısında, Johnson hükümetinin ırkçılıkla mücadele alanında egemen söylemi, beyaz işçi sınıfını siyah işçi sınıfına karşı kışkırtacak biçimde yeniden şekillendirmeye başlamasından yakınıyordu.
Lord Wooly’e göre Johnson hükümeti, özellikle siyah milletvekilleri ve bakanları aracılığıyla ülkede, aslında kurumsal bir ırkçılık olmadığını, ırkı yüzünden haksızlığa uğramış olma durumunun aslında bir algı sorunu olduğunu anlatmaya yönelik bir kampanya başlattı. “Kadın ve Eşitlikler Bakanı” Liz Truss da geçenlerde yaptığı bir konuşmada, “1980’lerde bir ilkokulda, ırkçılık ve cinsiyetçilik öğrenmekten okuma yazma öğrenmeye vaktimiz kalmıyordu” diyormuş.
Bu iki ülke tarihsel olarak liberal demokrasinin vatanı, 1980’lerden bu yana da kalesi olma iddiasındadır. Bugün bu ülkelerde, “süreç olarak faşizmin” gelişme dinamiklerine bakınca, “kapitalist gerçekçiliğin” liberal demokratik desteğinin ne kadar zayıfladığını, yerini “süreç olarak faşizm” içinde değerlendirilebilecek karanlık seçeneklere bırakmaya başladığını görüyoruz.
Her an yıkılacakmış gibi duran ahşap bir ev. İçeriden yükselen çığlıklar.
Evimizin bitişik bahçesindeki binadan gelen sesleri çocuk yaşımda duymuştum. Bir battaniye içinde taşınan bedeni gördüğümde, “delik deşik” kelimesinin ne demek olduğunu anlamıştım.
“Namus cinayeti” dediler. Babalarının annelerini öldürmesini az önce dehşetle izleyen beş çocuğu, akrabaları eşya gibi paylaştı. Oyun arkadaşlarımıza veda bile edemedik. Mühürlenmiş evin önündeki naylon ipte, henüz kurumamış elbiseleri asılı kaldı. Ne zaman baksak, “o çocuklar şimdi ne yapıyor” diye düşünürdük.
Bir gün değil, her gün. Bir saniye değil, her saniye. Kadınlar öldürülüyor. Yakılan Aylin Sözer, vahşetin en ortaçağ hali sadece...
Baba yerine ‘o adam’
Ne zaman bir kadının öldürüldüğünü duysam, aklıma kurusun diye bırakılmış o kıyafetler gelir. Cinayeti bıçakla, silahla, benzinle işleyen hapse girer; “namusunu temizledi” diye sırtını okşarlar. Ona bir soyun temizleyicisi gözüyle bakarlar.
Oysa bir kadın, dünyaya son kez bakarken dahi, gözlerinde kendinden sonra yaşasın diye yarattıkları vardır. Bir kadın ölünce, çocuk da ölür. Geride sadece nefes alan bir soyadı kalır.
Gamze Erükçü Akbaş’ın “Baba Anneyi Öldürdüğünde” kitabını okuyorum. Akbaş, yapılmayanı yapmış, o son çığlığı duyan çocukları bulmuş. “Babam annemi öldürdü” diyenlerle konuşmuş.
Verdiği rakamlardan öğreniyoruz. Kocası tarafından öldürülen kadınların yarısı aynı zamanda anne. Bu aileler içindeki her üç çocuktan biri “o an”a tanıklık ediyor.
Emine Bulut’un “ölmek istemiyorum” sesini hatırladınız mı? Siz unutsanız da aynı anda duyduğunuz “anne lütfen ölme” sesinin sahibi o günü yaşamaya devam ediyor.
Biz cinayet haberlerini okurken Akbaş, “Geride kalanlarla ilgili hiçbir akademik çalışma yoktu” diyor. Meleklerin cinsiyetini tartışan Türk üniversitelerinin eksiğini tamamlayan Akbaş’ı okuyunca anlıyoruz ki konu aslında halen bir tabu. Bu nedenle isimler gizli kalırken, katledilenlerin her birine bir nehir adı vermiş. Çocuklar ise zaten artık “baba” yerine “o adam” ifadesini kullanıyor.
‘Babamızın öldüreceğini biliyorduk’
Nil’in kızı Yade anlatıyor:
“Vurduktan sonra panikledi. Ben bağırdım, kardeşim bağırdı. Aldı götürdü annemi. Arabamız vardı, arabaya koydu. Hiç öyle bir şey yapacağını düşünmedim ama bekletmiş. Tam iki saat sonra hastaneye götürmüş. Ambulansı aramıştım ben. Ambulans gelirken onu görmüş ama o durmamış. Annem ölmüş kan kaybından.”
Boğularak öldürülen Dicle’nin kızı Dilek, perşembenin gelişini hatırlıyor:
“Annem izini kaybettirecekti yoksa. Ben sezmiştim zaten, biliyordum bunun olacağını... Babam tehdit ediyordu, ‘seni öldüreceğim’ diyordu anneme.”
Meriç’in annesi Münevver Hanım, kızının ölümünü bekliyor gibi:
“Kızımı orada bıraktım, babasının yanına. Evde bırakmayayım dedim. Ya eve gelirse... Boğarsa, vurursa... (...) Oraya gittim ki lokantada öldürmüş. Akşam kızımla oturduğumuzda ‘Anne çok korkuyorum, benim yanıma geldiği zaman Celal sinirden titriyordu’ demişti.”
Göksu’nun kızı İpek, cinayet anını nasıl beklediklerini söylüyor:
“Annem boşanmak istediğinde babam kabul etmedi. Öldüreceğim diye tehdit ediyordu. İkide bir geceleri geliyor, zile basıp kaçıyordu. Rahatsız ediyordu bizi. Elinde copla, silahla geliyor, öldürmekle tehdit ediyordu.”
Seyhan’ın kızı Ilgın için gülmek bile aynı değil:
“Sanki hiç gitmemiş, hiç öyle bir şey olmamış gibi. İnandıramadım kendimi. Halen de inanmıyor gibiyim. Bazen yüzünü hatırlamaya çalışıyorum, hatırlamıyorum... Çok zor. O zamanki gülüşüme benzemiyor şimdi gülsem bile. Hiçbir şey aynı değil! Hiçbir zaman eskisi gibi mutlu olamıyorum.”
Babasının halen hapishane görüşüne giden Tuna’nın kızı sanki annesi için değil bütün cinayetler hakkında konuşuyormuş gibi:
“Zaten ben biliyordum bu noktaya geleceğini, babamın annemi öldüreceğini biliyordum. Keşke daha önceden ayrılsaydılar, onların zaten geleceği yoktu.”
Çocuklar babalarına karşı, annelerinin ölümünü anlatmak için mahkemeye çıkıyor. Ceyhan’ın, 14 yaşındayken annesinin cesedini kucağına alan oğlu Haluk anlatıyor:
“Mahkemede ifade verdim. Son on dakikada girdim, en son ben konuştum. Babam bana baktı ters ters. Mahkemede ‘lafta babandır, şikâyetçi misin’ dediler. ‘Şikâyetçiyim’ dedim. Hatta ‘Erkeksen ben vurdum de!’ dediğini de söyledim.”
Yakılan Göksu’nun son sözü
Kocası Erkan tarafından yakılan Göksu’nun, kızı tarafından aktarılan son sözleri bile, kadınların çilesinin bitmezliğini anlatmaya yetiyor:
“İlçedeki hastaneye gittik. Ben gördüğümde hayattaydı.İstanbul’a götürecektik tedavi için. ‘Baban izin vermez gitmeme’ dedi. ‘Anne izin verir, biz izin aldık’ dedim.Bizi mahvetti! (Babasını kastediyor). (...) O para yüzünden olmuş, vermiyor diye. Annem de ‘Bu sefer vermeyeceğim, çocuğun okul kıyafetlerini alıp alışveriş yapacağım’ demiş. Hatta yapmış alışverişi, market fişlerini gördüm. Bu iş olmadan önce gündüz markete gitmiş. Ama nasip olmadı yemek...”
“O gece geçti mi geçmedi mi bilmiyorum; aslında hâlâ o geceyi yaşıyoruz” diyor 11 çocuklu Gediz’in arkasında bıraktıkları. En büyük oğlu Nedim, neden ağlayamadığını açıklıyor. Sanmayın ki “erkekler ağlamaz” sözünden:
“Ağlamak için içim yanıyordu.Ama ben ağlayınca tüm kardeşlerim ağlıyordu.O yüzden sustum.”
Eşinin şehit olmasının ardından yeniden evlendirilen Nilüfer’in kızı Emel, katledilen annesine kavuşmak için gün sayıyor:
“Yurtta herkes sevgilisine kaçardı. Kimse ailesine gitmezdi. Ben her kaçtığımda annemin mezarına gidip intihar ediyordum. Gece yarılarına kadar mezarlıkta kalırdım, yatardım. (...)Saatlerce mezarlığın üstünde yatıyordum ki annemi hissedeyim.”
Kadın cinayetleri önlenebilir
Akbaş’ın kitabı bize, ölüm anının, acıklı bir hikâyenin yalnızca sonu olduğunu anlatıyor. Zira tüm örnekler, cinayet anının adım adım geldiğini gösteriyor. Komşular, akrabalar, çocuklar; bıçağın, kurşunun, ateşin sesini bekliyor sadece. Her katlin ardından “önlenebilir miydi” sorusunun yanıtı “evet” diye veriliyor. Tüm mesele; yurttaşını, bir adamın bir evde kurduğu hapishaneden kurtaramayan devlette kilitleniyor.
“Namusunu temizledi” diyenler sanmayın ki ölenin, öldürülenin çocuklarına annelik babalık yapıyor. Kimi zaman “katleden babanın evladı”, kimi zaman “ölse de suçlanmaktan kurtulamayan annenin çocuğu” sayılanlar; ömrü silinmiş bir hayatın içinde tek bir günü yaşıyor.
Bir kadın ölünce bir çığlık ölür. Bahçedeki çiçekler, okşanan saç ölür. Ergen bir umut, geç kalmış bir sevda ölür. On yıl önce, yirmi yıl sonra ölür. “Ben büyüyünce” ölür, “okulum bitince” ölür. “İyi ki doğdunlar”, “ya olmasaydınlar” ölür. Bir kadın ölünce ağacın dalları, tohumları, meyveleri ölür.
Kadınlar ateşi en yakınlarındakilerin yaktığı cehennemden kurtulduğu gün, naylon iplerde artık unutulmuş çocuk kıyafetleri olmayacak.
Kazanan patronlardır. Kimse onları gündeme getirmedi ama asgari ücreti onlar belirledi. Verdiklerinin fazlasını henüz Ocak ayı maaşlarını yatırırken teşvik olarak geri alacaklar.
Komisyon toplantıları, TÜİK’in geçim hesapları, konfederasyonların ortak açıklamaları, muhalefetin havada uçuşan rakamları derken asgari ücret müsameresi sona erdi. Kadronun Oscar ödülünü hak ettiğini düşünüyorum. Müthiş performanstı. Final sahnesinde avuçlarını ovuşturan patronu hayal edebilirsiniz.
Patronlar memnun olmuşsa AKP görevini yapmış demektir. Sendikal hak ihlalleri konusunda Türkiye’yi her yıl ilk on ülke arasına sokmayı başaran bir iktidardan asgari ücret için işçilerin yararına bir karar beklenmesi tuhaf olurdu.
Beklentileri olduğunu sanmıyorum ama tuhaflık sözde “ortak tutum” alan üç konfederasyonun son gün yaptığı ve “yapıver bir güzellik” demeye gelen açıklamasında oldu:
“Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda belirleyici olan Hükümetin tutumudur. Geçmiş kimi yıllarda olduğu gibi Hükümet tercihini, iktisaden dar ve sabit gelirli kesimler için kullanmalıdır. İnsan onuruna yaraşır bir geçimi sağlayacak bir asgari ücretin yürürlüğe girmesi için tüm imkanlarını seferber etmelidir.”
Şaka değil bu, ortak açıklama!
Bu iktidar herhangi bir tarihte herhangi bir tercihini, herhangi bir biçimde emekçilerin lehine kullanmış mıydı?
Yanıtın bilinmediğini düşünmüyorum.
AKP iktidarında kaynakların dar gelirliler için kullanıldığına dair bilinen tek örnek, yıllarca yoksul mahallelerde dağıtılan üzeri ampul logolu kömür torbaları ile makarna kutularıdır.
“Ortak tutum” diye diye ortaya böyle bir garabet çıktı. Bunun nasıl bir ortaklık olduğunu anlayamasak da işçi olmadan ortaklık olamayacağını, ortak basın toplantılarının ortak mücadele anlamına gelmediğini bir kez daha anlamış olduk. Konfederasyonlar bu işçisiz asgari ücret belirleme sürecinin işçi figürü oldular.
Bir de asgari ücretin 3100 lira olması gerektiğini söyleyen ana muhalefet partisi var. CHP’li belediyeler uygulayacakları taban ücreti bu rakam civarında açıklamaya başladılar. Kimse de çıkıp rakam açıklayan belediye başkanlarına “Sizde sendika, toplu sözleşme yok mu” diye sormadı. Oysa bu belediyelerin neredeyse tamamında bir sendika bulunuyor ve belediye işçileri sendika ile belediye arasında imzalanmış toplu iş sözleşmesindeki haklarla çalışıyor. Bu haklar arasında işe giriş ücreti de var. Rakam açıklayan belediyeler sendikalarla pazarlık etmeden mi bunu yapmış oluyor? Hani ne oldu işçilerin toplu pazarlık hakkı? Ne farkı var bunun asgari ücret tespit komisyonunun ücret belirleme yönteminden?
Kazanan patronlardır. Kimse onları gündeme getirmedi ama asgari ücreti onlar belirledi. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun dört toplantısı boyunca “sürdürülebilir asgari ücret” sözünün dışında tek bir laf etmediler. Adeta görünmez oldular. Ve verdiklerinin fazlasını henüz Ocak ayı maaşlarını yatırırken teşvik olarak geri alacaklar.
178 lira düzenli SGK yatırma teşviki. Kaynak hazineden. 733 lira yeni işe başlayan kadın, genç ve mesleki yeterlilik belgeli işçi için teşvik. Kaynak İşsizlik Sigortası Fonu’ndan. 1341 lira ilave istihdam, 3577 lira bilişim sektöründe ilave istihdam, 1529 lira ilave istihdamda gelir ve damga vergisi teşviki, 1198, 733 lira engelli işçi çalıştırma, 1341 lira kısa çalışmadan normal çalışmaya geçme teşviki. Kaynak yine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan.
2021 yılında işçiye ödeyecekleri ücretten kalem kalem geriye alacaklarına dair böyle upuzun bir liste var. Patronların Ensesindeyiz Haberleşme Dayanışma ve Mücadele Ağı tamamını bir rapor olarak yayımladı. İncelemenizi öneririm. Patronlar neredeyse işçi çalıştırdıkları için üste para alacaklar.
*
İktidar ve patronlar 2020’yi böyle kapattıkları için seviniyor olabilir. İşçilerin sessizliğine ve örgütsüzlüğüne güvenerek hareket ettiler. Ama 2021 böyle süreceğine dair garantileri bulunmuyor. Yoksulluk, 2021 yılında Türkiye işçi sınıfının gündemini belirleyecek. Güzel bir slogan vardır, işçiler açken patronlara huzur olmaz…
Giderek daha pervasızlaşan bir iktidar ve sermaye sınıfı var. İşçilerin örgütsüzlüğüne güvenmesinler. Bu değişecek, bunu değiştireceğiz.
Yeni yıla sayılı günler kala koronavirüs salgınını gerekçe gösteren devletin ev kutlamalarına müdahale edileceği sinyali vermesi birçok tartışma ve soruyu da beraberinde getirdi. Hukukçular, merak edilen soruları yanıtladı.
Yeni yıla sayılı günler kala devam eden koronavirüs salgını nedeniyle kutlamalara ilişkin uyarılar art arda geliyor. İktidar ise, kamu gücüyle bazı kutlamalara müdahale edilebileceğini açıkladı.
Geçen hafta Erdoğan, yılbaşı kutlamalarına ilişkin, "Bir defa bu tür partiler, otellerde-villalarda olsun... Tüm güvenlik güçlerimiz her türlü tedbiri alacak. Bunlara müsaade etmemiz mümkün değil. İstihbaratımız nerede bu tür şeyler olduğunu tespit ederse oralara gerekli operasyonu yapar" dedi.
Erdoğan’ın “İstihbaratımız nerede bu tür şeyler olduğunu tespit ederse oralara gerekli operasyonu yapar” şeklindeki sözlerinin ardından, bazı valiler ve devlet yetkililerince de yılbaşı kutlamalarına ilişkin benzer açıklamalar yapıldı.
Peki güvenlik güçlerinin ev kutlamalarına müdahale etme yetkisi var mı? Polis, koronavirüs salgını bahanesiyle evinize girebilir mi? Haklarınız neler?
Independet Türkçe’den Ali Kemal Erdem, merak edilen bazı soruları hukukçulara sordu.
‘ÖLÇÜSÜZ VE HUKUK DIŞI’
Avukat Mehmet Zengin'e göre ev partisi, doğrudan hukuki karşılığı olan bir ifade değil, insanların özel yaşam alanındaki keyfi tasarruflarını yansıtıyor.
Bu alana müdahale edilmesinin özel hayata yönelik bir müdahale anlamını taşıdığını belirtin Zengin, konuyla ilgili istihbarat çalışmalarından bahsedilmesini son derece abartılı olduğunu dile getirerek, "İstihbarat birimlerimiz, yüksek meşguliyetlerini bir kenara bırakıp kimin kiminle nerede parti yaptığıyla mı ilgilenecek? Takibatın, ev partisi düzeyine düşürülmesi, bu yöndeki uygulamalar, ölçüsüz ve hukuk dışı olacaktır" değerlendirmesinde bulundu.
‘MÜDAHALE MÜMKÜN DEĞİL’
"Ev partilerine hukuken müdahale mümkün değil" diyen Avukat Bahar Topsakal da, şunları söylüyor:
Şunu ifade etmem gerekir ki, tabiri caizse 'ev partileri' bakımından genelge ile bir düzenleme yapıldığını söylemek aslında mümkün değil. Kaldı ki her Türk vatandaşının Anayasa ile teminat altına alınmış yerleşme ve seyahat hürriyeti var. Ve bu hürriyet ancak ilgili maddede yazılan özel sınırlama sebeplerine bağlı olarak kısıtlanabilir. Sokağa çıkma yasağı ve bu yasağa ilişkin tartışmanın dışında söylüyorum; vatandaşların bu hürriyetlerine, arkadaş gruplarıyla yapılacak 'ev partilerine' hukuken müdahale etmek mümkün değildir.
Topsakal'a göre, polisin temel hak ve hürriyetlerin kullanılması bakımından ihlal teşkil edecek şekilde yılbaşında evlere baskın yapması, kapıların açılmaması halinde kapıyı kırıp içeri girmesi, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nde tartışılmaması gereken bir durum olup; vatandaşın kapısının kırılarak evine girilmesi halinde "mala zarar verme", "konut dokunulmazlığının ihlali" ve "özel hayatın gizliğini ihlal" gibi suçların oluşabileceği konusunda da tereddüt yok.
‘POLİS EVE GİREMEZ’
Avukat Yiğit Gökçehan Koçoğlu ise, “Emniyet mensuplarının, bir kişinin evine nasıl girebileceği kanunlarla belirlidir. Genelgeyi gerekçe göstererek eve girilmesi hukuken mümkün değildir” ifadelerini kullanıyor.
OdaTv de benzer soruları avukatlar Serkan Günel ve Kazım Yiğit Akalın’a sordu.
Avukat Günel, “Her şeyden önce idarenin düzenleyici işlemlerinden olan genelgelerle suç ve ceza yaratılamaz, bu Anayasal bir kuraldır” derken, Avukat Akalın ise, “Genelge gerekçe gösterilerek konutta arama yapılması mümkün değildir” dedi.
KONUT ARAMASI MÜMKÜN DEĞİL
Avukat Akalın konuyla ilgili soruları, “CMK’nın 119. maddesi uyarınca konutta, işyerinde ve kamuya açık olmayan kapalı alanlarda arama, hakim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının yazılı emri ile yapılabilir. Yani kolluk amirinin emri ile dahi konutlarda arama yapılamaz. Arama kararı da yine CMK’nın 116. maddesi uyarınca, şüphelinin yakalanması veya suç delili elde edilmesi amacıyla yapılabilecektir. Bir başka ifadeyle, herhangi bir suça ilişkin olarak şüphelinin yakalanması ya da delil elde edilmesi durumu yoksa, Hakim veya Cumhuriyet savcısı da arama kararı veremeyecektir. Dolayısıyla, Genelge gerekçe gösterilerek konutta arama yapılması mümkün değildir” diyerek yanıtladı.
‘UYARIDA BULUNABİLİR AMA ARAMA YAPAMAZ’
Avukat Serkan Günel ise, “mevcut koşullarda yılbaşı partisi adı altında ev araması yapmak kanuna aykırıdır” derken, “ancak Kabahatlar Kanunu kapsamında evde aşırı gürültü olursa evlere uyarı için gidilebileceğini bu kapsamda eve gelen polisin içerde korona önlemlerine aykırı bir düzen varsa uyarıda bulunabileceğini ancak evde arama yapamayacağını düşünenlerdenim. Yine de son olarak insanlarımızın doğal hukuk kuralları kapsamında kendilerine ve başkalarına zarar vermeyecek şekilde korona önlemlerini alarak yılbaşı kutlamasını önermekteyim” ifadelerini kullandı.
Avukat Günel’in konuyla ilgili açıklaması şöyle:
“Her şeyden önce idarenin düzenleyici işlemlerinden olan genelgelerle suç ve ceza yaratılamaz, bu Anayasal bir kuraldır ancak maalesef son zamanlarda bu yanlış uygulama yerleşti. İkinci olarak konuta ve işyerinde arama ve el koyma işlemleri CMK 116 ve devamında düzenlenmiş olup yapılacak bir aramanın bu kanundaki şartları haiz olması gerekir. Buna göre ‘yakalanabileceği veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda makul şüphe varsa şüphelinin veya sanığın üstü, eşyası, konutu, işyeri aranabilir’ başka bir deyişle öncelikle bir soruşturma ve o soruşturmada şüpheli olan biri olması gerekir arama için mevcut koşullarda yılbaşı partisi adı altında ev araması yapmak kanuna aykırıdır, bazen bir bölgede tehlike ihbarları kapsamında araç ve üst aramalarına ilişkin genel kararlar alındığını görüyoruz ki bunun da anayasa ve yasalara aykırı olduğuna dair pek çok karar mevcut. Bu kapsamda ancak Kabahatlar Kanunu kapsamında evde aşırı gürültü olursa evlere uyarı için gidilebileceğini bu kapsamda eve gelen polisin içerde korona önlemlerine aykırı bir düzen varsa uyarıda bulunabileceğini ancak evde arama yapamayacağını düşünenlerdenim. Kaldı ki koroma kapsamında girilecek bir evde ne aranacağı sorusu da cevapsızdır bir evde kaç kişi yaşayabileceğine ilişkin bir kural mevcut değil ve herkes de yaşadığı eve ikametgahını aldırmamakta bunun için yasa bir süre tanımış durumda. Yine de son olarak insanlarımızın doğal hukuk kuralları kapsamında kendilerine ve başkalarına zarar vermeyecek şekilde korona önlemlerini alarak yılbaşı kutlamasını önermekteyim.”
Yeni yılda eğlenenleri çarmıha gerelim. Bence bir taşla iki kuş. Hem bize ait olmadığını düşündüğümüz bir inancın sembollerinden biriyle ceza vermiş oluruz, hem de bizim gibi davranmayanlara iyi bir ders olur. Sembolik yanı da cabası…
Bu sırada da anayasanın cinsel yönelimlerini tartışmaya açan, anayasaya yeni yönelimler katmak isteyen açıklamalar iktidarda bulunan malum tayfanın her kanadından aktıkça akıyor. Son damlama Bolu’dan geldi.
Bolu Valisi Ahmet Bey, yılbaşında son model koronavirüs nedeniyle tedbirlerin en üst seviyeye çıkarıldığını belirterek, “Bir evde eğer normalin üzerinde insan varsa o evdeki herkese cezai müeyyide uygulanacak” dedi... Anayasada milletin evinde kaç kişi kalıyor, nasıl kalıyor, neden kalıyor gibi mevzulara dadanılamayacağı yazıyor ama nedense kimse çok da şey etmiyor. Sonuçta bu ülkedeki yerel mahkemeler AYM’yi tanımıyor. Ülke desen AB’yi, ABD’yi ve keyfine gelmeyen kim varsa onu tanımıyor. Hatta ülke altına imza attığı kararları ve uluslararası anlaşmaları filan da tanımıyor.
Yani bizim memleket şu anda bir insan olsa, kesin kirasını filan da ödemez. Bi de gider ev sahibini darlar. “Bu yalancı, bu bilmemneci” der… Peki olmadığı ne malum.. Avrupalı da efendi takılıyor. “Kardeşim uygulayamayacağın mevzuatın altına neden imza atıyorsun? Senin olayın nedir hele bi desene?” diye el kol yapsa, o elleri kolları gerekli yerlere saplarız. Avrupa da akıllı olacak. Ne öyle yasa masa, yerel iktidarın kararının üzerine karar mı olur?
Bakın admin kendisi gibi düşünmeyen partilere ne diyor?
Hem de utanmadan gönül rahatlığıyla “Yetki sahibi olsalar hemen malum şahsı serbest bırakacaklar” diyor. Oysa yetki bir partinin ya da bireyin değil anayasanın, kanunun, hukukundu. Amaaaan sen de. Bu hukukla filan çok uğraşmamak lazım yoksa kafayı yersin valla. Yetki kimdeyse boru da onda. Hem de boru değil, tak bir gün atar yaptığın papazı ertesi günde şakkandanak salabilirsin. Hadi papaz olmadı, bir gün dersin ki “O gazeteci değil bilmemne” ertesi gün de “Abi biz size onu iade ediyoruz buyrun uçak bileti”… Hayat böyle geçip gidiyor. Hayatımıza kimler karar veriyor. Kimler kimlerle birlikte zaten...
Gelelim Bolu’nun boluna… Evde kaç kişisin, hangi amaçla yan yana duracaksın, hep bundan o sorumlu. Ama toplu bi miting olur, ne bileyim kilisenin camiye dönüşümü filan kutlanır o zaman binler, on binler, yüz binler toplanabilir. İsterse Bolu’da, isterse Urla’da. Hiç fark etmez.
Aşılar da gelmedi zaten. Ya eskiden “Sizin cihazlar gümrükte takıldı” diye bir muhabbet olurdu. Ülkenin parası para, vatandaşının alım gücü bi şeye benzerkenki yıllarda… Şimdi daha dün bir arkadaşımla konuştum. Kendisi artık bizi kıskananların yuvası bir ülkede yaşamaya çalışıyor. Annesine kartpostal yollamış, kartpostal ülkemize gelince arkadaşın annesinden bir de 18 Avro gümrük almışlar. Bravo. Zaten PayPal gibi şeylerden bahsedemiyoruz bile. Millet ayda yürüyor, biz düz yolda yürüyemiyoruz hala.
Son olarak İTO’nun bizi köle olarak satma düşüncesinin güzelliğine bakar mısınız bi:
İstanbul Ticaret Odası (İTO), hazırladığı İstanbul’da Mülk Edinme Rehberi'nde yabancı yatırımcılara çağrıda bulundu. Türkiye’deki işgücünün nitelikli ama ucuz işgücü olduğunu “İmalatta saatlik işçi maliyeti Türkiye’de 5,6 Amerikan dolarıyken, Almanya’da bu maliyet 47,2 Amerikan dolarıdır” diye açıkladı…
Gel yabancı, gel, Türk malı kölelerin Almanlardan 10 kat daha ucuz. Bizim hayatımız onlardan on kat daha değersiz. Soran olursa bir Türk dünyaya bedel dersiniz.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Taksim, Bakırköy, Kadıköy meydanları için açtığı tasarım yarışması ve halk oylaması sona erdi. Ancak, en çok tartışma yaratan Taksim başta olmak üzere bu meydanların geleceği, birinci olarak seçilen tasarımların ne ölçüde uygulanacağı belirsiz. Özellikle Taksim’le ilgili endişeler de dinmiş değil: Cumhuriyetin ilk meydanı meydan olma özelliğini ne ölçüde koruyacak? Şık bir tasarım bu meydanın tarihsel hafızasının katmanlarını korumaya ve yaşatmaya yetecek mi? Taksim toplumsal çeşitliliğine yeniden kavuşabilecek mi? İBB bu oylamayı aceleye getirerek demokrasiyi tabana yayma fırsatını heba mı etti? Toplumsal hafızadan kadın özgürlüğüne, mimarlıktan sendikacılığa, sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle Taksim Meydanı’na oylama sonrasında yeniden yakın plan yapıyoruz…
Siyasi sembollerin muharebe meydanı olarak Taksim 2020: Cami ve AKM adım adım yükseliyor.
Michael Hardt ve Antonio Negri Meclis’te, 2011’den itibaren adaletsizliğe ve tahakküme karşı dünyanın birçok yerinde kendiliğinden gelişen toplumsal hareketlerin bir süre manşetlerde kaldıktan sonra silinip gitmek yerine kalıcı bir toplumsal dönüşümü nasıl harekete geçirebilecekleri üzerine düşünürken, bir noktada Taksim Meydanı’nı da anıyorlar: “Bu hareketlere hakim olan güçlü akım en başta eşitsizliği, özelleştirmeleri ve finansın gücünü eleştirerek politik, ekonomik ve toplumsal alanları birbirine örmektedir. Örneğin eylemciler geçici bir süreyle ortak bir kent alanı oluşturduğunda, yani ne özel ne kamusal niteliği olan, aksine demokratik yönetimin herkese açık ve deneysel mekanizmalarıyla nitelenmiş mekânlar kurduklarında, Tahrir’den (Kahire) Taksim’e (İstanbul), Puerta del Sol’dan (Madrid) Zucotti Park’a (New York), Ogawa Plaza’dan (Oakland) Cinelandia’ya (Rio de Janeiro) uzanan o kent meydanlarında çıkan o sihirli duyguyu hatırlayın. Ortak kamusal alan neoliberal özelleştirme zehrine karşı bir tür panzehir gibi deneyimlenmişti.” [1]
Hardt ve Negri’ye Taksim’den söz ettiren Gezi Direnişi 2013 yılında, Taksim Meydanı’nı yayalaştıran tünel inşaatı nedeniyle Gezi Parkı’nın bir bölümündeki ağaçların kesilmek istenmesiyle başlamıştı. Ardından Topçu Kışlası projesiyle parkın tamamına göz konmasına ve diğer antidemokratik uygulamalara karşı kitlesel bir tepkiye, bir isyana dönüşmüştü. Tüm Türkiye’yi sar(s)mıştı Gezi Direnişi. Belki bir hareket olarak kalıcı bir toplumsal dönüşümü açığa çıkaramadan sönümlendi, ancak manşetlerde bir süre kaldıktan sonra bütünüyle silinip gittiğini söylemek de mümkün değil. Zira Gezi Direnişi’nde “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu”. Aradan geçen yedi yılda bir şekilde gündemimizden hiç düşmedi: hukuksuz davalar, cezalandırma amaçlı tutuklamalar, beraatler, muhalif medyada yayınlanan sayısız yazı ve makale, iktidarın her başı sıkıştığında yandaş medyanın “Gezici”leri suçlayan manşetleri, cumhurbaşkanının lafı dönüp dolaştırıp Gezi’ye getiren konuşmaları... Yakın tarihli kültürel “olay”ımız Bir Başkadır dizisinin ana karakteri Meryem’in meşhur repliğini uyarlayan sosyal medya caps’ine atıfla söylersek: "Eviriyoz çeviriyoz, lafı Gezi’ye getiriyoz."
Esin Köymen: "Ya kent mekânlarını bir ticaret mekânı ve metası olarak görürsünüz ya da gerçekten kültürel mirasa, kent dokularına sahip çıkarsınız. Bunların arasındaki çelişki inanılmaz boyutta. Hangi tarafta durduğumuzu seçmeliyiz, buna göre de söylemlerimiz çok net olmalı."
Taksim’i konuşmak
Kimilerine göre, Taksim Meydanı’nın yeniden düzenlenmesi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı Taksim Kentsel Tasarım Yarışması da meydanın tarihinde yeni bir “olay” olma potansiyeli taşıyordu. Oysa şimdi, halk oylaması sonuçlarının açıklanmasından haftalar sonra geriye dönüp baktığımızda, yarışmanın “politik, ekonomik ve toplumsal alanları” birbirine ören, toplumun geniş kesimlerinde yankı bulan bir “olay”a dönüşebilme potansiyelini gerçekleştirdiğini söyleyebilir miyiz sahiden?
Önce süreci kısaca hatırlayalım: 2 Mart 2020’de İBB ve İstanbul Planlama Ajansı eliyle Taksim Meydanı’nı yeniden düzenlemek için açılan uluslararası kentsel tasarım yarışmasına başvuran 146 projeden 143’ünü jüri ilk iki aşamada elemiş, finale kalan üç eşdeğer proje 19 Ekim’de halk oylamasına sunulmuş ve 16 milyon İstanbullunun bu üç projeden birine 12 Kasım’a kadar internet ortamında oy vermesi istenmişti. Sonrasında İBB, Taksim Meydanı’yla ilgili halk oylamasına toplamda 209.728 İstanbullunun katıldığını ve 86 bin 597 oyla 15 sıra numaralı projenin birinci seçildiğini açıkladı. Sonuçlar açıklanırken kullanılan görselde “oylama” yerine “anket sonuçları” denmesi, seçtiği projenin uygulanacağını düşünüp heyecanlananların kafasını karıştırmış olabilir. Ancak bu kafa karışıklığını gidermek için İBB bir kez daha, halkın birincisinin açıklanmasının ardından yerel yönetimin ve jüri üyelerinin kararının da kamuoyuyla paylaşılacağını, daha sonra yarışmayı kazanan projenin belirleneceğini duyurdu. Bir sonraki aşamada da uygulama çizimleri ve yasal prosedürler tamamlanacak, Taksim Meydanı ancak ondan sonra “yeni yüzüyle” İstanbullularla buluşacaktı.
Taksim kadar simgesel bir meydan için finale kalan üç eşdeğer projeye 16 milyon İstanbulludan takriben yüzde 1,25’inin oy verdiğini düşünürsek, halk oylamasına katılımın oldukça düşük kaldığını söyleyebiliriz. Ya İstanbulluların yarışmaya yoğun ilgi göstermesi için gerekli katılım koşulları oluşturulmamış ya da kent halkı hiçbir projeyi Taksim Meydanı’na lâyık görmemişti. Belki de yarışmanın katılım sürecinde yapılan yanlışlar ve seçilen projenin uygulanmasına dair olası sorunlarla ilgili meslek insanları ve sivil toplum temsilcilerinin görüşlerini bulabileceğiniz yazımızın başlığındaki gibi, “D şıkkı”, yani “hiçbiri” demişti İstanbullular.
Peki, meydanın yeniden düzenlenmesi hakkında –sınırlı mecrada da olsa– başlayan tartışmalar sürüyor mu? Halk oylamasının sona ermesinden bu yana geçen zaman zarfındaki medya haberlerine, köşe yazılarına ve sosyal medya paylaşımlarına göz gezdirdiğimizde, konunun kısa sürede gündemimizden bütünüyle silinip gittiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Merkez Bankası başkanının görevden alınması, cumhurbaşkanının damadı maliye bakanının istifası, küçük ortağın mafyatik “dava arkadaşı”nın ana muhalefet liderini tehdit etmesi ve reform söylentileri gibi “şok” gelişmelerin yarışmayı gündemimizden süpürdüğü iddia edilebilir. Ama yine de lafı evirip çevirip ona getiren yok. İktidar cephesi yarışmayı –şimdilik– yekten görmezden gelmeyi tercih ediyor. Belki de epeydir her yerinden su alan gemisini çekecek yeni bir güvenli liman aramakla meşgul olduğu içindir. Parlamentodaki muhalefet partileri, iktidar oy kaybederken neden kendi oylarının bir türlü artmadığı problemini çözmekle meşgul olsalar gerek.
Meryem Taşdemir - Ersin Kiriş: "Taksim Meydanı’nı sadece tasarlanacak bir obje, bir fizik mekân olarak görürseniz, tabii ki en iyi ve en güzel şekilde tasarlamak istersiniz. Ama aslında herhangi bir köy meydanı bile o şekilde tasarlanamaz, çünkü onun da bir kullanıcısı, yerel halkı, müşterekleri vardır."
Toplumsal muhalefetse pandemi, enflasyon, işsizlik, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, hukuksuzluk, doğa talanı gibi hayati sorunlarla mücadeleden başını kaldıramıyor. Taksim Kentsel Tasarım Yarışması’na ilginin hem bu kadar az olması hem de bu kadar çabuk gündemden silinmesindeki ana faktörü şu şekilde özetlemeye çalışalım o zaman: İktidarın çözülmemek için artık şok doktrini yerine “her güne bir şok” doktrini uygulamaya başladığı bir dönemde, üstelik insanlar Covid-19 salgını ve ekonomik kriz gibi iki yaşamsal tehditle boğuşurken, toplumsal muhalefetin katılımını ve yarışmaya desteğini arkasına almadan, halkın gündemiyle Taksim gündemini buluşturmadan İBB, Taksim Meydanı kadar sembolik bir kamusal alanla ilgili tasarım yarışması düzenledi. Meslek örgütlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının tüm itirazlarına rağmen pandemi sürecinde böyle bir yarışma açmak konunun hep geri planda kalacağını baştan kabullenmek değil miydi zaten?
Halbuki böyle bir dönemde, bu kadar aceleye getirilmiş bir sürece sığdırabildiğimiz kadarıyla bile, müştereğimiz Taksim Meydanı hakkında konuşmanın aslında ne kadar ufuk açıcı olabileceğini gördük. Farklı alanlardan uzmanların verdikleri bilgileri ve halkın örgütlü güçlerinin taleplerini dinlerken bir şeyler kıpırdandı içimizde. Taksim Meydanı’nın bir meydan olarak işlevine uygun nasıl düzenlenebileceğine, hafızasına, katılımcı karar alma süreçlerine dair toplumda birikmiş sözler kendilerine ufacık bir ifade alanı bulduğu vakit, bugünün boğucu sorunlarından başımızı kaldırıp alternatif bir geleceğin nasıl olabileceğine göz attık sanki. Kısacık bir an için de olsa. Öyleyse daha sürecin en başında ona hak ettiği zaman, kamusallık ve katılım modeli sağlansa, bu yarışma ve tartışma Taksim Meydanı’nda “o sihirli duygu”yu başka bir şekilde tekrar ortaya çıkartarak, yaşadığımız bu kâbusa alternatif bir gelecek hayalini canlandırabilirdi belki de.
Meydanın hafızası ve ortaklaşma duygusu
İnsan hakları savunucusu, gazeteci ve Hafıza Merkezi eş-direktörü Murat Çelikkan, şu anda toplum olarak ihtiyacımız olan şeyin tam da bu, yani gelecek hayalimizi tekrar canlandırmak olduğunu belirtiyor:
“Bizim mevcut iktidar tarafından gelecek hayalimiz ortadan kaldırılmış, bir toplum olarak müşterek paydalarımız tahrip edilmiş durumda. Bu tür yarışmalar ve düzenlemeler bunların tekrar yerine konulması için bu konuda bir çaba olarak önemli. Ama geçmişimizi bilmez ve geçmişimizle hesaplaşmazsak, bir geleceğimizin olmasının pek ihtimali yok. Ufkumuzda hep yaralı vicdanlar ve adaletsizlikler duruyor demektir. O nedenle bizler gibi bir sürü aktörün yok sayılmadığı, hakkıyla temsil edildiği ve taleplerinin kısmen de olsa yerine getirildiği, bizlerle ortaklaşıldığı bir düzenleme olsa daha önemli bir adım olurdu. Belediyenin yaptığı her işte, ilgili kurumların işin planlanma ve tartışılma sürecinden itibaren devrede olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü önemli olan ortaklaşabilmek ve bu geçmişle hesaplaşarak ilerleyebilmek. Dünyanın her yerinde muhafazakârlar kabuk tutmuş yaraların kaşınmaması taraftarıdır, ‘aman bunları unutalım, geleceğe bakalım’ derler. Halbuki o yaralar kabuk tutmaz, kanamaya devam eder. Kanlı gelecekler istemiyorsak, geçmişle hesaplaşmak ve bunları iyileştirerek, bunların mağdurlarının acılarını tanıyarak, belki onlara temsil hakkı vererek, dahası bunların bir daha gerçekleşmemesi için topluma işaretler sunarak toplumu geleceğe taşımak zorundayız. Hafıza bunun için önemlidir. Bu tür tepeden inme yöntemler bu ortaklaşmaları tahrip ettiği için bence sürekli mevcut iktidarın hizmetine koşulmuş oluyor.”
O zaman, gelecek hayalimizi geri kazanmak, bize reva görülenden bambaşka bir geleceği tahayyül edebilmek için, Taksim Meydanı’na dair yarım kalan tartışmayı onun kanlı, ama bir o kadar da mücadele dolu geçmişini hatırlayarak ve geçmişimizle yüzleşerek devam ettirelim. Bu yüzleşmeye ilk olarak meydanın çok katmanlı hafızasını kazıyarak başlayabiliriz. Çelikkan, Taksim Meydanı’yla ilgili ilk hatırlamamız gereken şeyin 31 Mart Vakası ve Topçu Kışlası olduğunu düşünüyor:
“31 Mart Vakası, II. Meşrutiyetin ilanına ve Batılılaşmaya karşı 1909’da başlatılan bir isyandı. İsyancılar Topçu Kışlası’na sığınınca İttihat ve Terakki'nin Selanik’ten getirdiği Hareket Ordusu kışlayı bombalar ve 13 gün süren isyan sona erer. Şimdi bu olaydan çok sonra, yani yaklaşık yüz yıl sonra 2013'te Gezi protestolarının tekrar bu Topçu Kışlası inşa edilmek istendiğinde başlamış olması çok ilginç. Yani burada halen tamamlanmamış, nihayetine varmamış ya da uzlaşılmamış birtakım siyasi hesaplaşmaların olduğunun da göstergesi.”
Murat Çelikkan: "Yerel yönetimlerin halkın toplumsal hafızasını gerçekleştirmeye de saygı duymaları gerekir. Farklı toplumsal hafızaları simgeleştirebilecek bir meydan düzenleyebilmek için bu tartışma uzun süre çok-aktörlü bir şekilde açık olarak yapılmalı."
Gezi Parkı’nın bugün olduğu yerde bulunan Topçu Kışlası 1946’da, genç cumhuriyet vatandaşlarına bir tören, toplanma ve gezinti alanı sunmak için o bölgeyi yeniden düzenlemek istediğinde tamamen yıkılır. Aynı dönemde yine o bölgede bulunan Ermeni mezarlığı da kamulaştırılarak başka yere taşınmak istenir. Ancak dava süreci uzayınca mezarlık fiilen kaldırılır ve oradaki mezar taşlarının bir kısmı, Gezi Parkı’ndan meydana inen meşhur mermer merdivenlerin yapımında kullanılır. Şunu da belirtmek gerek: Taksim Meydanı’nı yeniden düzenlemek için mezarlıkları yerinden eden sadece cumhuriyet değil. Osmanlı –hatta Bizans– döneminde de bu alandaki Rum, Yahudi ve Müslüman mezarlıkları, imparatorluğun son dönemlerinde kent o yöne doğru geliştikçe başka yere taşınmış.
Sadece Taksim’i değil, İstanbul’un Eminönü de dahil birçok meydanını cumhuriyetin gelecek hayali doğrultusunda yeniden tasarlayan kişi Prof. Henri Prost. 1936 yılında İstanbul Belediyesi, şehri planlama çalışmalarını yönetmek üzere Prost’u Paris Şehircilik Enstitüsü’nden kentimize davet eder. Prost, 1936’dan 1950 yılı sonuna kadar, İstanbul Belediyesi İmar Müdürlüğü’nde şehircilik uzmanı olarak çalışır ve İstanbul’un ilk planlama çalışmasını yapar. İşte bu planlar çerçevesinde Taksim Meydanı’nı modern cumhuriyetin vatandaşlarının toplanma, kutlama, ifade alanı olarak tasarlar Prost. Meydanı sınırlayan Atatürk Kültür Merkezi, Gezi Parkı ve meydanın etrafındaki Radyoevi, Atatürk Kitaplığı, Açıkhava Tiyatrosu, Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı gibi halkın hizmetindeki sanat, spor, rekreasyon ve gösteri amaçlı kamusal alanlarla da cumhuriyetin gelecek hayalinin büyük resmi tamamlanır. Nedir o büyük resim? Cihangir Güzelleştirme Derneği üyesi ve mimar Dilek Şişman’dan dinleyelim:
“Taksim’in cumhuriyet meydanı olması ve etrafında yapılan parklar, sanat, gösteri ve spor merkezleri ulusun inşası sürecinde cumhuriyetin halkçılık ilkesinin hayata geçmesidir. Ama sadece o da değil. Oradaki spor tesisleri, kütüphane, sanat ve gösteri merkezleri halkı kentleşmeye, modernleşmeye, devrimciliğe ve laikliğe davet ediyor. Prost’un planı, CHP’nin altı okunun kentsel yaşama yansımasıydı diyebiliriz. Bir başka amaç da, cumhuriyet öncesinde sadece yabancıların, levantenlerin ve elitlerin mekânı olan Beyoğlu ve Taksim’e gelmek için halkı cesaretlendirmekti. Mesela cumhuriyetin ilk yıllarında Beyoğlu'nda ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyası da düzenlenmiş. Kent merkezindeki bütün o alanları bu tür tesislerle, Gezi Parkı ve Gezi’den Nişantaşı’na, oradan da Maçka’ya uzanan 2 Numaralı Park gibi yeşil alanlarla halka açmak, halka kamusal alan kazandırmaktır esasında..”
“2 Numaralı Park mı? O da nerede?” diye merak edenler olabilir. Taksim Meydanı’nın hafıza katmanlarını birbirine ve bugüne ören hafıza turumuzun sonunda 2 Numaralı Park’ın gizemine geri döneceğiz. Ama şimdi sırada başka hafıza durakları var: 6-7 Eylül Olayları, Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977 Katliamı, Gezi Direnişi... 1955’te İstanbul’da yaşayan Rum vatandaşlara karşı düzenlenen organize toplu saldırı ve yağma suçu olarak özetleyebileceğimiz 6-7 Eylül Olayları’nın (İstanbul Pogromu) ve ardından Kanlı Pazar’ın Taksim’le ilişkisini yine Murat Çelikkan’dan dinleyelim:
“6-7 Eylül Olayları daha çok İstiklal Caddesi’nde gerçekleşti, çünkü bütün dükkânlar, mağazalar ve kiliseler İstiklal Caddesi üzerindeydi. Ancak bugün artık şunu biliyoruz: 6-7 Eylül Olayları’nda bu yıkım ve soygunu yapmak için insanlar kendiliğinden oraya gelmemişlerdi. Tahribat yapmaları ve saldırı gerçekleştirmeleri için kamyonlarla o bölgeye getirilmişlerdi. Dolayısıyla muhtemelen o kamyonların bir kısmı da Taksim Meydanı'nda boşalmıştır. Bir başka hatırlamamız gereken olay da, Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin ve solun önemli köşetaşlarından biri: 1969’da İstanbul’a yanaşan ABD donanmasının 6. Filo’suna karşı gençlik Taksim’e protesto yürüyüşü yapar. Ancak sağ görüşlü Milli Türk Talebe Birliği’nin çağrısıyla sağ kesimden gençler burada sopalarla sol görüşlü gençlere saldırır ve iki kişinin ölümüne, iki yüz kişinin de yaralanmasına neden olurlar. Bu olay da tarihe Kanlı Pazar olarak geçmiştir.”
Görüyoruz ki, Taksim’in geçmişinde bir yandan sermayenin el değiştirmesi için organize edilen bir saldırı, öte yandan kapitalist emperyalizme karşı halk direnişi ve onu kırmak için yapılan kanlı bir saldırı da var. Bir sonraki hafıza durağımızda ise Taksim Meydanı denince akla ilk gelen büyük mücadele ve katliam var: 1977 1 Mayıs Katliamı. Türkiye’de sermayenin egemenliğine karşı örgütlenen ve hakları için mücadele eden işçilerin yüz binlerle kutladığı 1 Mayıs’ta –yeni belirlenen kurbanlarla birlikte– 41 kişi katledilmişti. 78’liler Vakfı Başkanı Celalettin Can da Taksim Meydanı’nın bu kanlı geçmişiyle hesaplaşmanın ve onu meydanda bir anıtla görünür kılmanın önemini vurguluyor:
Celalettin Can: Dünyada Taksim Meydanı gibi dokuz-on meydan vardır. Hepsi de, bir yandan insanların rahatlıkla gidip geldiği, kalabalıkların birlikte hareket edebildiği kamusal özgürlük alanları, öte yandan o özgürlüğün kazanılması için bedel ödemişlerin heykellerini, izlerini taşıyan meydanlardır.
“1 Mayıs 1977 katliamı çok önemli, 41 insanımız öldü orada ve 400 bin kişilik bir kitleye saldırıldı. Bir şok ortamı yaratılıp darbenin koşulları oluşturulmaya çalışıldı. Biz 43 yıldır soruyoruz: Bu insanlarımızı kim öldürdü? Neden öldürdü? Hâlâ onlara yapılanlarla ilgili bir yüzleşme, hesaplaşma yaşamadık. Hatta darbenin gelmesinin nedenlerinden biri güya bu tip katliamları engellemekti, bu tip katliamların sanıklarının yakalanıp yargılanmasıydı. Ama bu da olmadı.
Hâlâ katillerin, hesaplaşmanın peşindeyiz. Ama Türk egemen sınıflarının en büyük özelliği hafızayı yok etmek, tarihsel sürekliliği ortadan kaldırmak. Hafızasız toplum çok gençtir, çok tecrübesizdir, çok yetmezdir, yetişkin olamamış bir toplumdur aslında. Hafızamız olmazsa ânı yaşarız, bugünü yaşarız, geçmişi bilmeyiz. O kötü anıların deneyimini gözden geçirip kendimizi yenileyemeyiz.”
Celalettin Can işte bu yüzden Taksim Meydanı’nın bir yandan toplumun demokratik haklarını özgürce kullanabileceği bir toplanma alanı olarak kalması, öte yandan da orada yaşananların izlerinin bir anıt ya da heykelle meydana işlenmesi ihtiyacını vurguluyor:
“Şunu düşünün: Bizim yüzümüzde, bedenimizde kırışıklıklar oluşuyor, bebekler gibi fotojenik değiliz, ama o kırışıklıklar bir hayatın, yaşanmışlığın izleri, olgunluğun, erginliğin izleri, değil mi? O meydanda Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Anıtı olarak bir kırışık, bir iz bırakmış. Öyleyse 1 Mayıs’tan da, Gezi’den de bir iz olmalı. Dünyada Taksim Meydanı gibi dokuz-on meydan vardır. Hepsi de, bir yandan insanların rahatlıkla gidip geldiği, kalabalıkların birlikte hareket edebildiği kamusal özgürlük alanları, öte yandan da, o özgürlüğün kazanılması için bedel ödemişlerin heykellerini, izlerini taşıyan meydanlardır. Bu izler yaşananların kayıt altına alınması, unutmamak ve bir daha aynı şeyler olmasın diye gerekli.”
Sürekliliği içinde bir meydan mı, tasarlanacak bir obje mi?
Şu anda artık emekçiler 1 Mayısları kutlamak için Taksim’de yan yana gelemiyor. LGBTİ+’ler Onur Haftası’nda, kadınlar da 8 Mart’lar ve 25 Kasım’larda meydanda buluşamıyorlar. Belki de, iktidarlar meydanın hafızasının bütün izlerini bu yüzden silmişlerdir: Kazanılan haklarımızı, özgürlüklerimizi, bunlar için verilen mücadeleleri ve ödenen bedelleri unutalım diye. Böylece meydanın bizi bir araya getiren boşluğundan uzakta, hepimiz tek başımıza, bir büyük kayayı sonsuza dek aynı tepenin doruğuna taşımaya mahkûm Sisifos’un döngüsüne sıkışıp kalalım diye. Murat Çelikkan hiç değilse yerel yönetimlerin bizi o döngüden çıkartabilecek politikalar uygulaması gerektiğini düşünüyor:
“Türkiye Cumhuriyeti yönetenleri açısından baktığımız vakit, maalesef, yaşadığımız bu korkunç olayların hiçbiri olmamış gibi bir tavır içindeler. Yani Türkiye’de bir kabullenme, bir yüzleşme olmadığı için bugün her şey yeniden olabilir. 6-7 Eylül Olayları o kadar geride kaldı diyoruz, ama tekrar yaşanmaması için hiçbir neden yok. Söylemlere baktığınız vakit, özellikle azınlıklara karşı nefret söylemi hâkimiyetinden geçilmiyor. 1990’larda kaldığını düşündüğümüz kaybetme olaylarının 2015’teki darbe girişiminden sonra tekrar hortladığını gördük. Niye? Çünkü 90’lardaki kaybetmeler hiç kabul edilmedi ve hiç kimse cezalandırılmadı. Hiç değilse yerel yönetimlerin tutumunun bundan farklı olması gerektiğini düşünüyorum. Yerel yönetimlerin seçildikleri kentlerin halklarına hizmet götürmek için çalıştıkları düşünülecek olursa, bu halkın toplumsal hafızasını gerçekleştirmeye de saygı duymaları gerekir. Bu da tabii ki herkesin farklı olaylardaki algısı, farklı politik tercihler nedeniyle farklı olabilir, ama bunları ortaklaştıracak, bu kesimlerin farklı toplumsal hafızalarını simgeleştirebilecek bir meydan düzenleyebilmek için bu tartışmanın uzun süre çok aktörlü bir şekilde açık olarak yapılması gerekir. Ancak gördüğümüz maalesef bu değil. Hatta bundan kaçınmak için yangından mal kaçırırcasına bir yarışma ile bir meydan düzenlemesi yapılıyor, çünkü bence bu boyutları hiç düşünülmemiş. Halbuki bu olayların mağdurlarının önemli bir kısmı hâlâ hayatta ve toplum olarak onlara borçlu olduğumuz bir adalet var. Belki o adaleti yerine getiremiyoruz ama, hiç değilse mağdurlar için bir anmayı yerine getirmek, topluma bunu hatırlatacak ve tekrarını önleyecek düzenlemeler yapmak zorundayız.”
Gezi Direnişi'nde halay, Haziran 2013 (Fotoğraf: Mehmet Kaçmaz, NarPhotos)
Acaba mahkûm edildiğimiz tek döngü Sisifos’unki mi? Yarışmayla ilgili tartışmalar sürerken kamuoyunda, demokratik katılımın bir kez daha sınırlı sayıda ve hiçbiri de tam içimize sinmeyen seçenekler arasında bir oylamaya indirgendiğine dair çok sayıda eleştiri yer aldı. Kendimizi Taksim Meydanı için de –bu sefer internet ortamında da olsa– bir oy sandığı başında bulduk adeta. Sanki toplumsal hafızamızın yok sayılması, bir yandan da bizi siyasal olarak sürekli sil baştan yaşadığımız bitimsiz bir seçim gününe hapsediyor. Sadece Sisifos’un iş döngüsüne değil, aynı zamanda bir zaman döngüsüne de mahkûm edilmiş gibiyiz. Tıpkı son dönemin popüler dizilerinden Russian Doll’un (Matruşka) her sabah uyandığında 36. doğumgününü tekrar yaşamak zorunda kalan ve ne yaparsa yapsın gün sonunda sürekli ölen ana karakteri gibi, biz de sanki ne yaparsak yapalım dönüp dolaşıp kendimizi hep aynı seçim gününde ve bir oy sandığının başında buluyoruz. Kime/neye oy verirsek verelim, sonumuz da hep aynı travmalar oluyor. Taksim Kentsel Tasarım Yarışması da önce bize demokrasi ve özgürlüklerimizi hatırlatıp bir anlığına gündemden başımızı kaldırmamıza vesile oluyor, ama mesele aceleye getirilmiş bir halk oylamasına indirgenip bugüne hapsedildiği için, hemen ardından tekrar o gelecek duygusunu yitirip bugünün gündemine gömülüyoruz.
Döngülerimizin matruşkasını açmaya devam edelim (ama tersten, en küçüğünden en büyüğüne doğru). Meydanın ve Türkiye’nin hafızasının ısrarla yok sayılmasının, hep aynı travmaların ve hep aynı sandığın döngüsüne mahkûm edilmemizin bir başka nedeni daha olabilir: içine hapsedildiğimiz daha da amansız bir döngüyü, yani neoliberal kapitalizmin bizi sıkıştırdığı ev-iş-tüketim döngüsünü perdelemek, onun dışında bir dünyanın mümkün olduğunu topluma unutturmak. DİSK genel başkanı Arzu Çerkezoğlu meydanın bugün işçilere, emekçilere ve kadınlara tam da bu nedenle kapatıldığını söylüyor:
“1 Mayıs her şeyden önce bütün dünyada işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gücü olarak kutlanır. Dünya işçi sınıfının talepleriyle, gelecek dünya düşleriyle, itirazlarıyla alanlarda yer aldığı ve kendini ifade ettiği, binlerce kilometre ötede yüzünü hiç görmediğimiz sınıf kardeşlerimizle buluştuğumuz bir gündür. İstanbul bir kent olarak da emeğin ve umudun başkentidir, hâlâ daha işçi sınıfının en yoğun olduğu kenttir. Taksim de bu anlamda hem tarihsel, hem politik hem de güncel olarak son derece kuvvetli bir meydandır. İktidarlar da Türkiye’de 1 Mayıs gibi bir mücadele gününde Taksim Meydanı gibi kuvvetli bir meydanda milyonların, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve Türkiye halkının kitlesel biçimde buluşmasını, siyasi iktidara olan itirazlarını, nasıl bir Türkiye ve dünyada yaşamak istediklerine dair mücadele hedeflerini ve kararlılıklarını ifade etmesini istemezler. Çünkü bunun politik anlamı son derece kuvvetlidir. Egemenlerin istediği şudur: Biz sabah işimize gidelim, akşam evimize dönelim, fazla sorgulamayalım, bize verilenle yetinelim. Ama Taksim bunun ötesinde bir dünya isteminin, iradesinin ve başkaldırının simgesidir. İşte bu nedenle 2013’ten beri Taksim Meydanı’nı yeniden yasakladılar.”
Arzu Çerkezoğlu: "İstanbul bir kent olarak da emeğin ve umudun başkenti, işçi sınıfının en yoğun olduğu kent. Taksim ise hem tarihsel, hem politik hem de güncel olarak son derece kuvvetli bir meydan. İşte bu nedenle 2013’ten beri Taksim Meydanı’nı yeniden yasakladılar."
Matruşka metaforu genelde iç içe ve birbiriyle bağlantılı olaylar için kullanılır. Tıpkı bizim döngülerimiz gibi. Ama kırılamayacak döngü yoktur, yeter ki gereken siyasi irade ve siyasal/toplumsal örgütlülük olsun. TMMOB Mimarlar Odası yönetim kurulu başkanı Esin Köymen, Taksim Meydanı meselesinde bu döngü içinde döngü zincirini kırmak için ihtiyacımız olan siyasi iradeyi şöyle ifade ediyor:
“Şu anda Taksim Meydanı bir meydan değil, bir koridor, geçiş güzergâhı adeta. Meydanı meydan gibi kullanamıyoruz, çünkü bütün gösterilere kapatıldı. Eh, parkı da kullanamıyoruz, çünkü parkın merdivenlerinin üstünde sürekli beş tane toma duruyor. Biz Taksim Meydanı’nı, 1 Mayıs Meydanı’nı, Emek ve Demokrasi Meydanı’nı, Cumhuriyet Meydanı’nı geri istiyoruz diyoruz. Bu kadar radikal bir tavrımız varsa, o zaman burada üreteceğimiz projelerin, yapacağımız planların da buna uygun rasyonel çözümler üretebilmesi gerekiyor. Biz her şeyden önce o meydanı geri almak, yani kullanabilmek için bir mücadele sürdürmek zorundayız. Biz şu anda orada 1 Mayısları kutlayamıyoruz artık, hiçbir buluşma yapamıyoruz. Yani bize yasaklanmış bir meydan için tasarım yapmaya çalışıyoruz. Önce bunun farkına varalım. Gerçekten bir bellek yitimine uğruyoruz galiba, bu iktidarın bütün yaptıklarıyla bir şiddete maruz kalıyoruz ve kentle kurduğumuz bütün hafıza ilişkisi yok ediliyor. İşte önce bunu tazelemek için uzun soluklu bir çalışma yapmak gerekiyordu. Ta ki ‘evet ya, burası bir meydan’ algısı bütün yurttaşlarımızda tekrar yerleşene kadar.”
Mühendis, mimar, şehir plancılarının dayanışma ve mücadele örgütü Politeknik üyeleri mimar Meryem Taşdemir ve inşaat mühendisi Ersin Kiriş, böyle bir radikal tutumun yokluğunda, “en azından yarışma yapıldı” hissiyatının kendileri için yeterli olmadığını belirtiyorlar. Taksim Meydanı’nın hafızasını yaşatmak için oraya bırakılacak anıt benzeri her tür iz kadar, meydanın işlevsel sürekliliğini sağlamanın, yani orayı tekrar halkın özgür toplanması ve ifadesine açmanın önemini şöyle açıklıyor Meryem Taşdemir ve Ersin Kiriş:
“Aslında mekânın içinde bulunan simgeler, fizik mekân öğeleri, bu bir heykel, bir boşluk, bir yol, oradaki herhangi bir bina olabilir, bunlar tabii ki hafızanın sürekliliği için çok önemli bir zemin. Ama sadece bu yetmiyor, aynı zamanda mekânın işlev bütünlüğünün, kullanım değerinin de olması gerekiyor. Mesela Taksim Meydanı’nda yaşanan 1 Mayıslar, Gezi Direnişi gibi olayların hepsi bir belge değeri oluşturuyor. Bu da Taksim Meydanı’nın tek başına, mekân bütünlüğüyle bir kültür varlığı olduğunu gösteriyor. Ama burada bir işlev sürekliliği olmadığı sürece bu kültür varlığının tek başına orada durması bir anlam ifade etmiyor. Yani Taksim’in hafızasının devam ettirilebilmesi için ona belge değeri veren olaylar bütününün de sürekliliği olmalı. Bu da Taksim’de 1 Mayıs’ları kutlayabilmek demek. Buradaki en büyük problem Taksim Meydanı’na bakış açısı: Onu sadece tasarlanacak bir obje, bir fizik mekân olarak görürseniz, tabii ki en iyi ve en güzel şekilde tasarlamak istersiniz. Ama aslında herhangi bir köy meydanı bile o şekilde tasarlanamaz, çünkü onun da bir kullanıcısı, yerel halkı, müşterekleri vardır. Taksim Meydanı’na toplumsal olarak anlam yüklemesi gerekenler de kentsel müşterekler, yani halktır.”
Ersin Kiriş ve Meryem Taşdemir
“Meydanları, caddeleri, sokakları istiyoruz”
Hangi sebeple olursa olsun artık yok sayılmayı, sıtmaya razı olmayı kabul etmeyen sadece meslek insanları, emekçiler, kent hakkı savunucuları değil. Bugün Türkiye’de “döngü içinde döngü” kâbusuna hayatları pahasına isyan edenlerin başında kadınlar geliyor. Bu nedenle, Taksim Meydanı’nda üst üste yığılmaya devam eden hafıza katmanlarından biri de feminist mücadeleye ait. 17 yıldır 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşlerinde başkaldırının, düzene itaatsizliğin, farklı bir gelecek talebinin en güçlü seslerinden biri “Meydanları, caddeleri, sokakları istiyoruz” sloganıyla yankılanıyor Taksim’de. Meydan yasaklansa bile ona çıkan tüm yolları dolduruyor, meydanı istemekten vazgeçmiyor kadınlar. Kadın Savunma Ağı üyesi Rüya Kurtuluş’a göre kadınların Taksim’le ilgili önceliği, meydanda mücadelelerine dikilmiş bir anıttan ziyade, o meydanı güvenli, özgür ve eşit yaşayabilmek:
“Kadınlar olarak tabii ki 25 Kasımları, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşlerini simgeleyen bir iz ya da simgenin meydanda olmasını isteriz. Çünkü örneğin Feminist Gece Yürüyüşleri son yıllarda en az 1 Mayıslar kadar Taksim’i simgeleyen bir gösteriye dönüştü. Ama kent mekânlarını kadınlar için düzenlemek sadece simgesel olamaz, çünkü sorunumuz meydana bir anıt dikerek çözülebilecek bir sorun değil. Patriyarkal sistemin bir sonucu olarak kadınların kent kullanımı çok fazla özel alan sınırlarında. Kamusal alan erkeklere ait bir alan olarak tasarlanmış. Kadınlarsa özel alana hapsedilmiş. Kamusal alan erkeklerin denetiminde, dolayısıyla yüzyıllardır erkek egemen bir bakış açısıyla oluşturuluyor. Pandemiyle beraber bu durum daha da güçlendi. Birçok kadın karantinalar sonrası sokağa çıktığında kendini daha güvensiz hissetti. Burada belirtmek gerekir ki, özel alan sadece ev ya da mahalle değil, çünkü biz kamusal alanları da özel alan gibi kullanıyoruz çoğu zaman: kendimizi koruyarak, kapatarak, oradan bir an önce geçip gitmeye çalışarak. Bu nedenle biz kadınlar için özelleşmiş alanlar istemiyoruz, bütün kent mekânlarının toplumsal cinsiyet eşitliğine göre düzenlenmesini istiyoruz. Köklü bir değişim istiyoruz.”
Rebecca Solnit yürümenin tarihini felsefeden edebiyata, politikadan sanata ve toplumsal cinsiyete uzanan bir yelpazede araştırdığı kapsamlı çalışması Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi’nde kadınlar, cinsellik ve kamusal alana da bir bölüm ayırmış. Tarihin bir noktasında kadınların kamusal alandan dışlanmasına mimarinin nasıl katkı sunduğunu anlatırken şunu söylüyor Solnit: “Kadınları ‘özel’ ya da cinsel olarak, sadece bir erkeğin eli altında ve diğer erkeklerin ulaşamayacağı yerde tutmak için, kadının tüm yaşamı bir tür taştan örtü görevi gören evin özel alanına hapsedilmiş oluyordu.” [2] Kadınların ve feministlerin onyıllardır süren mücadelesi sonrasında bile: “..ister kentsel ister kırsal olsun, kamusal alana toplumsal, siyasi, pratik ve kültürel amaçlarla erişebilmek gündelik yaşamın önemli bir parçası olmasına rağmen, şiddete ve tacize uğrama korkusu nedeniyle kadınların bu alana erişimi sınırlı kaldı” [3] diye de ekliyor. Bugün, kadınların tüm kamusal alanlarda kendilerini güvende ve özgür hissetmeleri, taciz, tecavüz ve şiddet korkusu olmadan günün her saatinde meydanları, parkları ve sokakları emin adımlarla arşınlayabilmeleri için de mücadele ediyor feministler. Rüya Kurtuluş’a göre, Taksim Meydanı’nın ve tüm meydanların yeni düzenlemelerinin toplumsal cinsiyet eşitliği gözetilerek yapılması kadınlar için bu yüzden önemli:
“Kadınlar açısından Taksim Meydanı’ndaki tüm duraklar şu anda korkunç durumda. Biri Atatürk Kitaplığı yanında, oraya giderken gece karanlığında ıssız Gezi Parkı yanından geçmek zorunda kalıyoruz. Diğeri de altgeçitte, yine karanlık ve aşırı güvenliksiz. Taksim gece geç saatte ulaşım için kullanabileceğiniz bir yer, ama meydanın ortasından girilen metro hariç kadınlar için herhangi bir güvenli ulaşım durağı yok. Yapılan projeler ekseriyetle var olanı, mevcut düzeni veri alarak yapılmış. Bizim fikrimiz alınsaydı, kadın örgütleri olarak söyleyecek sözümüz olurdu. O durakların aydınlık olması, yeraltında olmaması, kolay ulaşılabilir olması çok önemli mesela. Kaldırımların yüksekliği, alçaklığı bile bir kadının, engelli ya da yaşlı birinin ihtiyaçları gözetilerek düzenlenmeli. Özellikle Gezi Parkı kentin merkezinde bulunan bir yeşil alan olarak çok önemli. Gezi Direnişi’nden önce orası ölü bir parktı, oturmaya çekinir hale gelmiştik, kadınlar için güvenilir değildi. Gezi’yle beraber orada güvenli alanlar oluştu. Kadınlar direniş alanının düzenlenmesinde çok etkin rol aldılar, küfürsüz hava alanları yapıldı, o direnişin dönüştürdüğü kısa bir an yaşadık. Ama şimdi Gezi Parkı yeniden köhneleşmeye başladı.”
Rüya Kurtuluş: "Kadınlar açısından Taksim Meydanı’ndaki tüm duraklar şu anda korkunç durumda. Biri Atatürk Kitaplığı yanında, oraya giderken gece karanlığında ıssız Gezi Parkı yanından geçmek zorunda kalıyoruz. Diğeri de altgeçitte, yine karanlık ve aşırı güvenliksiz."
Taksim Meydanı hafıza turumuzu sonlandırırken, meydanın kültürel varlığını biçimlendiren ve yaşatmamız gereken üç katmana daha işaret ediyor Murat Çelikkan:
“Taksim Meydanı’nın hafızasına üç şey daha eklemek lâzım: Birincisi, travestilerin önayak olduğu ilk açık LGBTİ+ protestosu da bu meydanda Gezi Parkı merdivenlerinde gerçekleşti. Ayrıca 24 Nisan anmalarının da yasaklanana kadar bu meydanda yapıldığını hatırlamalı. Son olarak da 2013 yılında Gezi Protestoları var. Bu hiç atlanabilecek gibi bir şey değil. Her ne kadar bugün Fethullah Gülen’le hiçbir şekilde yan yana gelmemiş insanlar onunla işbirliği yaptıkları iddiasıyla yargılanıyor olsalar da, Gezi Protestoları sırasında, daha sonra Fethullah Gülen örgütünden mahkûm olup cezaevine giren İstanbul valisi ve polis müdürlerinin talimatlarıyla polislerin savunmasız göstericileri özellikle hedef alarak yaraladığını ve öldürdüğünü biliyoruz. Dolayısıyla İstiklal Caddesi ve Taksim Meydanı bir yandan Türkiye'nin son 200 yılına damgasını vurmuş siyasi akımların her birinin diğerini gölgelemeye çalıştığı bir politik çekişme meydanıdır. Öte yandan da, LGBTİ+ mücadelesinden kadın mücadelesine, işten atılan işçilerden 1 Mayıslara, 24 Nisan anmalarından Onur Yürüyüşlerine ve Gezi Protestolarına kadar bu tür bütün gösteri ve yürüyüşlerin yapıldığı yerdir ve bunların tüm izlerini hâlâ taşır.”