(I)
2 Aralık 2011… FIFA Başkanı Sepp Blatter, Katar’ın 2022 Dünya Kupası’nın ev sahibi seçildiğini ilan eden zarfı açtığında salon suçlu doluydu. FIFA’nın 24 kişilik icra komitesinden Nijeryalı Amos Adamu ve Tahitili Reynald Temarii Sunday Times tarafından rüşvet isterken suçüstü yakalanmış, oylama öncesinde görevden uzaklaştırılmıştı. Bunlar dışında Blatter ve UEFA Başkanı Michel Platini dahil sürecin içinde olup adı rüşvetle anılmayan yönetici sayısı çok azdı. Issa Hayatou, Chuck Blazer, Jack Warner, Ricardo Teixeira, Nicolas Leoz, Jacques Anouma… Hepsi FIFA’nın sözde “arınma” yıllarında ceza aldı. Dönemin FIFA Başkanı Adayı ve Asya Futbol Federasyonu Başkanı Katarlı Muhammed bin Hammam’ı da unutmayalım tabii. Adaylık sürecini yöneten kişi olarak o salonun en mutlusu ve muhtemelen en suçlusuydu! Ancak ayyuka çıkan iddialara, verilen cezalara ve sonsuza kadar lekelenen kariyerlere rağmen geri dönüş yoktu. Katar, Dünya Kupası’nı satın almıştı ve işin aslı futbolu yönetenler arasında kimse, doğru dürüst bir futbol geleneği olmayan, 1.7 milyon nüfuslu bu küçük emirliğin bunu yapabilmesine şaşırmamıştı. Peki neden?
***
1995’te Hamed bin Halife es-Sani, hovarda babası Şeyh Halife bin Hamed es-Sani İsviçre Alplerinde fink atarken kansız bir saray darbesiyle yönetimi ele geçirdi. Katar, 1970’lerden itibaren yeni keşfedilmiş gaz rezervleriyle müthiş bir gelir elde etmeye başlamıştı. ’90’ların başında Körfez Savaşı’nda ABD’nin yanında yer almış, ABD’nin bölgede devam eden hırslarına yancı olabileceğini kanıtlamıştı. Ancak bu jeopolitik avantajları politik güce dönüştürecek, Katar’ı güçlü komşuları BAE ve Suudi Arabistan’dan ayrıştırabilecek bir vizyon yoktu. Lider değişikliğini meşru kılan bu vizyonun ilanı oldu.
Yeni Emir, koltuğa oturur oturmaz 2 güçlü adım attı. İlk olarak Enformasyon Bakanlığı kapatıldı, doğrudan denetime ve sansüre dayanan geleneksel medya sistemi, Batılı standartlara yakın Al Jazeera projesiyle lağvedildi. İkinci olarak el Udeyd Hava Üssü inşa edildi ve burası ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığının (CENTCOM) bölgedeki en büyük üssü oldu. Katar’ın bolca “yumuşak güç” kullanımı içeren bölgesel güç haline gelme projesinin 3. ayağı spordu. BAE’nin başarılı at yarışı, golf ve tenis turnuvalarıyla elde ettiği prestijin benzeri hedefleniyordu ama projenin merkezinde dünyanın en popüler sporu, futbol vardı. Merdivenlerden planlı ama hızlı bir şekilde çıkılacaktı: Katar, dünya yıldızlarının forma giydiği, şöhretli isimlerin hocalık yaptığı, maaşların şişkin olduğu bir lig olarak adını duyuracak... Ortadoğu, Afrika ve Asya’nın yeteneklerini bünyesinde toplayan bölgesel bir cazibe merkezi olarak öne çıkacak… Yeri geldiğinde bu isimleri ülke vatandaşlığına alarak milli takımına katacak nihayetinde dünya kupasına katılma hakkını elde edecekti. Nasıl ki Al Jazeera, Katar’ın medyadaki “yumuşak güç” üssü ise 2004’te Doha’da inşa edilen muazzam ASPIRE Academy de sporda bu işlevi görecekti. Marcel Desailly, Pep Guardiola, Ronald de Boer, Gabriel Batistuta gibi isimler bu amaçla Katar’a getirilen eski yıldızlar arasındaydı. 2004’te bu sistem milli takıma taşınmak istendi ve o dönem Almanya’da leblebi gibi gol atan ama Katar’la bağı bulunmayan Brezilyalı Ailton, yaklaşık 1.5 milyon avro karşılığında milli takıma transfer edilmek istendi. FIFA devreye girdi ve milli takıma uygunluk kriterlerini belirleyen yasayı değiştirerek Ailton’un dünya kupası hayalini suya düşürdü. Bu, ASPIRE’ın önemini artırdı. Katar, başta Afrika olmak üzere dünyanın yoksul coğrafyalarından yetenekli sporcuları ASPIRE’da ağırlıyor, onlara Katarlı olma zorunluluğu dayatmadan kendilerini geliştirme imkanı sunuyordu. Bu, Avrupa’da kariyer kovalayabilmek için insan kaçakçılarıyla dahi muhatap olan pek çok Afrikalı genç için çok daha güvenli bir ortamdı. Neticede içlerinde Katar vatandaşı olmayı tercih edenler de oluyordu. ASPIRE, Katar için tam bir kazan/kazan stratejisiydi. Ama yeterli olmadı. Katar, bölgesel rakibi İran’a yenilerek 2006 Dünya Kupası hayallerine veda etti. Doha’da düzenlenen ve Katar’ın yıllardır yaptığı yatırımın simgesi olması beklenen 2006 Asya Oyunları’nın adı ise organizasyon skandalları, korkunç hava koşulları, yağmur ve Güney Koreli binici Kim Hyung-chil’in vefatıyla “Ölüm Oyunları”na çıktı. Bu başarısızlıklardan sonra Katar, spordaki hedeflerine ulaşabilmek için daha sert oynamaya karar verdi.
NOT: James Montague, Katar 2022 vesilesiyle “When Friday Comes” kitabını güncelleyerek yeniden yayımladı. Bu seri boyunca Montague’nin yazdıklarından da faydalanmaya çalışacağız.
(II)
İlk yazıda Katar’ın Hamed bin Halife es-Sani iktidarıyla birlikte ‘90’ların 2. yarısından itibaren kurduğu Al Jazeera (Batı standartlarında medya merkezi), El Udeyd (ABD’nin bölgesel çıkarlarına hizmet edecek güçlü bir askeri üs) ve Aspire Akademisi’nin (Ortadoğu, Afrika ve Asya’nın yoksul ülkelerinde doğan yetenekli sporcular için bir çekim merkezi) rastgele yatırımlardan öte Doha’nın etki alanını, popülaritesini, imajını ve jeopolitik gücünü yükseltmek üzere planlanmış birbirleriyle bağlantılı projeler olduğuna dikkati çekmiştik. Bu hamlenin spor ayağının zirvesinde Dünya Kupası’na katılmak vardı. Ancak bu, “doğal yollarla” başarılamayınca Aralık 2011’de Dünya Kupası ev sahipliği, rüşvetin de kullanıldığı yollarla “satın alındı.” Bu “zor kullanımı” Katar’ın o güne kadar çizmeye çalıştığı “yumuşak güç” gösterisinin gerektiğinde nasıl kabalaşabileceğinin kanıtıydı ve bununla sınırlı kalınmadı. Haziran 2013’te Şeyh Temim bin Hamed es-Sani babasının yerine koltuğa geçti. Aynı dönemde Suriye’de başlayan kriz, kısa sürede uluslararası bir vesayet savaşına dönüşürken Katar, sahadaki en hırslı oyunculardan biriydi. Doha’nın yalnızca 2 yıl içinde Suriye’de cihatçı grupların organizasyonuna harcadığı para, Financial Times’a göre 3 milyar doları buluyordu. 2013’te Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü, Katar’ın Suriye’ye en fazla silah gönderen ülke olduğu tespitini yapıyordu. Katar’ın buradaki faaliyetlerinin merkezinde Batı medyası, AKP medyası ya da Al Jazeera’nin klasik retoriği olan “ılımlı muhaliflerin hamiliği” değil silahlı cihatçı grupların hamiliği yer alıyordu. Bu destek, gayriresmi olarak el Kaide bağlantılı gruplardan IŞİD’e kadar uzanan bir ağı kapsıyordu.
Aynı yıllar Katar’ın “Dünya Kupası altyapısını inşa etme” hamlesini de barındırıyordu. Katar bu dönemde Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak 6 stadyumu sıfırdan inşa ederken 2 stadı ise neredeyse baştan yarattı. Bununla birlikte yollar, oteller, apartmanlar derken muazzam bir inşaat ekonomisi nüfusun %85’inden fazlasını oluşturan göçmen işçilerin emekleri üzerinde yükseldi. “Kafala” adı verilen, işçinin çalışma ve seyahat hürriyetini tamamen patronun insafına bırakan kölelik düzeni altında çalışan, çoğunluğu Güney Asya’dan gelen işçiler burada bir güç simgesi olarak sportif savurganlığın kalelerini, rezidanslarını inşa etti. 2010’dan bu yana en az 6.500 göçmen işçi Katar’da hayatını kaybetti.* Uluslararası sendika platformları, Katar’da yaşananlara dikkat çekene kadar FIFA için bu, bir gündem bile değildi. Hatta bu köşede sıkça değindiğimiz gibi Katar, “Daha az demokrasi daha iyi&sorunsuz Dünya Kupası” denklemini en üst düzey ağızlardan itiraf etmiş bir kurum olan FIFA’nın ideal çalışma ortağıydı. Turnuva yaklaştıkça Katar’daki işçi hakları ihlalleri, demokrasi sorunları, kadınların&LGBTİ’lerin burada yaşayacağı problemler daha sık gündeme gelir oldu hatta pek çok Batı Avrupa ülkesinden, takımlardan, liglerden, oyunculardan organize tepkiler gördük, boykot çağrıları yapıldı. Elbette bu tepkilerin hepsi anlamlı, önemli ayrıca dünyanın tüm politik sorunlarının futbol üzerinden, futbolun aktörleri tarafından çözülmesini beklemek de manasız. Ancak Katar 2022’ye dair bir “Batı Avrupa riyakarlığı”ndan bahsedeceksek bunun formülünü uluslararası güvenlik üzerine çalışan ABD’li akademisyen Max Abrams’ın şu vurgusunda bulabiliriz: “Eğer Suriye’de el Kaide destekli ‘isyancı’ları destekleyebiliyorsanız Dünya Kupası’nı da izleyebilirsiniz.”
Katar 2022, modern sporun işleyiş biçimine dair tüm marazları bünyesinde barındıran ve bunları şimdiden tüm dünyanın gözüne sokan bir organizasyon oldu. Buna yönelik tepkilerin, “vicdan rahatlatma”nın ötesinde bir şeylerin çözümüne vesile olması için emperyalist dünya düzeninin spor yönetimini hedef alması gerekiyor. Çünkü Katar, ‘90’lardan itibaren tüm adımlarını bu düzende güçlenmek için, bu düzenin kurallarına göre oynayarak attı. Bunu yaparken “sporla aklanma” tanımının 21. yüzyılda daha ciddi biçimde ele alınması gerektiğini ortaya koyan başat aktörlerden biri oldu. Haftaya Jules Boykoff’un bu kavram üzerine yeni yayımlanan akademik makalesini başka bir başlık altında inceleyerek devam edelim.
* Bu konuda en başından beri, The Guardian’ın da sorumlu olduğu ve sonradan düzelttiği bir yanlış aktarım var. Katar’da 2010’dan bu yana stat inşaatlarında 6.500 işçi ölmedi. 6.500, 2010’dan beri Katar’da herhangi bir sebepten dolayı ölen toplam göçmen işçi sayısı. Bu sayıya Filipinler ve Kenya gibi ülkelerden gelen işçiler dahil değil.
/././
"Sporla aklanma" kavramına bakış
Sporun bir propaganda yöntemi olarak en az 2 bin 500 yıllık bir geçmişi var, 20. yüzyıl da bu anlamda epey zengindi ancak Türkçeye “sporla aklanma” olarak çevirebileceğimiz “sportswashing” kavramı çok daha yeni. Terim ilk kez 2015’te insan hakları savunucusu Rebecca Vincent tarafından o yıl Avrupa oyunlarına da ev sahipliği yapan Azerbaycan’ı hedef alarak kullanıldı. Vincent, Azerbaycan Lideri İlham Aliyev’in ülke içindeki baskıcı yönetimini ve berbat insan hakları karnesini prestijli spor etkinliklerine sponsor ya da ev sahibi olarak unutturmaya çalıştığını dile getiriyordu. Vincent, bu ifadeyi ortaya attığında Rusya, yakın dönemde 2014 Soçi Kış Olimpiyatlarına ev sahipliği yapmış, 2018 Dünya Kupası ev sahipliğine hazırlanıyordu. Brezilya da 2014 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapıp 2016’da Rio Yaz Olimpiyatları’nı beklemeye koyulmuştu. Ekonomik maliyet ve politik yankıları bakımından çarpıcı etkileri olan bu turnuvaların yanı sıra Körfez emirliklerinin Avrupa’nın köklü kulüplerini resmen devletleri adına satın aldığı, ABD ve Rusyalılar başta olmak üzere milyarderlerin 2003’te Roman Abramoviç’in açtığı yoldan çok daha güvenli ve cesur şekilde ilerlediği yılların içerisindeydik. Kavram, iki tartışmalı spor organizasyonu Tokyo 2020 ve Katar 2022’ye giderken 2021’de Norveç Dil Kurulu tarafından “yılın kelimesi” seçildi.
Peki “sporla aklanma”yı kulağa hoş gelen, yeni icat edilmiş bir söz öbeği olmanın ötesinde farklı kılan taraflar var mı? 2 bin 500 yıl önce Atina’da ya da 20. yüzyıl boyunca gördüklerimizden başka bir şeyi mi imliyor bu ifade? ABD’li Yazar Jules Boykoff, yakın dönemde yayımlanan “Toward a Theory of Sportswashing: Mega Events, Soft Power and Political Conflict” başlıklı akademik makalesinde bu soruya yanıt bulmaya çalışıyor. Boykoff, kavramı siyasi liderlerin dünya sahnesinde önemli ya da meşru görünmek için sporu kullanması ve bunu yaparken de -yine sporu kullanarak- içeride milliyetçiliği güçlendirmesi, kronik toplumsal problemleri ve insan hakları ihlallerini unutturması olarak açıklıyor. Bu tanıma göre elimizde örneğin Hitler’in 1936 Berlin’i kullanma amacından çok da farklı bir şey yok. Sporun araçsallaştırılmasında, olimpiyat oyunları, dünya kupası, Formula 1 yarışları, tenis, golf turnuvaları gibi prestijli büyük ya da orta ölçekli turnuvaların önemli bir yeri var. Özellikle olimpiyatlar ve dünya kupası, on milyarlarca dolarlık maliyetleriyle çok güçlü politik, ekonomik, sosyal araçlar olabileceklerini tarih boyunca çok kez gösterdiler. Mega spor organizasyonları her şeyin ötesinde siyasi liderlere meşru bir olağanüstü hal rejimi armağan ediyor ve çoğu zaman onlar da bunu yerel egemenlerin güncel çıkarlarına göre kullanıyor. Yerine göre kentsel dönüşüm, soylulaştırma, “güvenlik” harcamaları, gözetleme teknolojilerinin geliştirilmesi, kamudan özele kaynak aktarımının hızlandırılması, antidemokratik düzenlemelerin önce geçici sonra kalıcı olarak halka dayatılması gibi pratikler hayata geçiriliyor. Bazen de organizasyonun PR başarısına göre mevcut yönetim prestij kazanıyor, milliyetçiliği körüklüyor ve bunu savaş politikaları için bir üsse dönüştürüyor. Rusya hatta Suriye angajmanıyla Katar bunun yakın örnekleri.
“Sporla aklanma” kavramının şu anda karşı karşıya olduğu önemli sorunların başında bunu Batılıların “Doğu’ya”, “otoriter rejimlere” has, yeni bir maraz olarak gösterme çabası geliyor. Oysa gerçek böyle değil ve bunu gösterebilmek için de meselenin tarihsel yanına ve kapitalizmle olan doğrudan bağlantısına dikkati çekmek elzem. Devasa bütçeleriyle mega spor organizasyonları, kapitalizmin kronik aşırı üretim sorununu soğuran, aşırı birikim krizlerine çözüm sunan, mekanı ve politikayı değişime tabi tutan, savaş-güvenlik endüstrisini besleyen, antidemokratik eğilimleri güçlendiren fenomenler olarak toplumu düzenin hizasına sokuyor. Bu anlamda 2012 Londra Olimpiyatları sırasında sendikaların grev tehdidini “Olimpiyatlar tüm ülke için bir kutlamadır ve kesintiye uğratılamaz” diyerek bertaraf etmeye çalışan dönemin İşçi Partisi Lideri Ed Miliband’i hatırlamakta fayda var. Keza Los Angeles 2028, kent yoksullarına, evsizlere, yoksul mahallelere yönelik sınıf savaşında Los Angeles 1984’ten aldığı bayrağı gururla taşıdığını göstermekten çekinmiyor. Kısacası mesele sadece Rusya, Katar, Azerbaycan, Çin vs. değil. “Sporla aklanma”yı egemen dünya düzeninin değil de o düzende yükselmek isteyenlerin silahı olarak görmek vahim bir hata olacaktır.
Mithat Fabian Sözmen / Evrensel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder