(I)
Bu, büyük, belirsizlik taşıyan bir soru. Bir okyanusa mı açılacağız? Daraltalım, kıyı kıyı gidelim. İki kıyıdan. Biri ekonomi olsun. Öteki de dünya coğrafyasında siyaset iklimi. Jeopolitik de denilebilir (Bunun uzmanları var. O alana giremeyiz. Yakınında duralım).
Ekonomide nereye gidiliyor? Amerika hem kapitalizmin 80 yıllık “ağa devleti” hem de dünya sermayesinin sorumlu sahibi. Bu iki keskin özelliğiyle hepimizi bugüne taşımış. Amerika’nın düşünürleri (her ulustan kendini öyle sayanlar olur) böylece farklı konumda olmalıdırlar. Ne düşünürler?
AYAKBAĞI İSTEMEYİZ: 1971
Kapitalizmin 2008 “Büyük Çöküş”ü üzerine daha önce yazmıştım (21 Şubat, 28 Mart ve 11 Nisan). Zaman yavaşlıyor ve hızlanıyor. Kapitalizm şimdi galiba hız yapmaya başladı. Ekonomik büyümeye geçti, demiyorum. Kendine özgü çelişkiler yaratarak 2008’i geride bıraktı. 1970’ler ise iyice gerilerde kaldı. Ama bugüne erişen yolun kapısı orada açıldı. Anlamaya çalışalım.
1971 Ağustosu’nda bir gün, ABD Başkanı Nixon televizyona çıktı. “Bizim 1944’te imzaladığımız anlaşmada (Bretton Woods’ta) ‘Bana dolar getirene eşdeğeri kadar altın veririm’ diyen kabulümüz yok artık, geçersizdir!” dediğinde “bugünkü zaman”ı başlatmış oldu. “Altın”ın dünya ekonomisindeki “kıymeti harbiye”sini sıfırlayıp bir devri kapattı. “Artık ayakbağı istemiyoruz. Bundan böyle ‘rakipsiz dünya parası’ bizim dolarımızdır! Herhangi bir karşılığı da yoktur. Kabul edeceksiniz!” demiş oldu. Hemen böyle anlaşılmadı.
Anlaşılması için birkaç hamle lazımdı. Yapıldı. Önce, yükseliveren petrol fiyatı ile herkes daha çok dolar aramaya başladı. Güzel. Sonra, 1960’ların sonlarında öteki kapitalizmlerin dolara daha fazla esir düşmemek için icada yeltendikleri bir hesap birimi de (Özel Çekme Hakları) 1970’lerin sonunda ABD’nin elleriyle önemsizleştirildi. Geriye bir hamle daha kaldı.
VURDUK MU SES GETİRİRİZ!
1970’lerde de (bugünkü gibi) kapitalizmlerden doğan bir enflasyon senaryosu var. Bu doların dünya parası (bir paradan daha fazla “bir şey”) olduğunu dosta düşmana kanıtlaması için ideal ortam. Fed’in başkanı Volcker bunu çok iyi kavrıyor. “Enflasyonla mücadelenin ‘hafif programı’ olmaz!” diyor. Ve 1979’da, başında olduğu Fed’in politika faizini (Federal Funds Rate) ağır silah olarak öldüresiye kullanıyor, yüzde 19’a yükseltiyor. Dosta düşmana gösteriyor ki yaptığı şey bir “enflasyonla mücadele”den daha fazlasıdır. Dolarda simgeleşen hegemonyanın duyurusudur. Vurdu mu ses getirmiştir.
Böylece Nixon’dan on yıl sonra taşlar yerine oturmaya başladı. Kapitalizmin yeni dünya senaryosu için sahneye önce dolar çıktı, yerini aldı. Altın tarihe karıştıktan sonra öteki kapitalizmler (ve hemen tüm ekonomiler) artık hesaplarını dolarla kapatmaya, altın yerine dolarla rezerv tutmaya başladılar. Yani, yeşil dolarlarla değil, ABD Hazine kâğıtlarıyla. Böylece, tasarruflarını oraya aktararak ABD’yi, onun “ağa devlet”ini ve politikalarını finanse etmeyi bir bakıma kurumsallaştırdılar. Ve ABD hazinesinin 1990’ların sonlarından başlayarak hız kazanacak “Büyük Borçlanma” politikası rayına oturdu. Bugün ABD federal borcu ABD gayri safi yurtiçi hasılasını aşmış durumda! Demek ki “ağa”, dünyanın kreditörü olmaktan en büyük borçlusu olma pozisyonuna geçmiş. Kapitalizmin yeni senaryosunun önemli bir ipucu. Çünkü basıp dünyaya gönderdiği para, dünyanın tasarruflarını çekip kendisine dönüyor! Büyük hüner.
New York Borsası’nın 5 Ağustos 2022’deki açılışından bir kare. İnsanlar, Wall Street’teki açılış zilinde katta fotoğraf çekiyor.Demek ki rakipsiz dolar kapitalizmin sahnesine önce kendi hazinesini çıkarıyor. Dünya tasarrufları “önce ağaya aktarılacaktır” diyor. Dolar Fed’in tekelindedir. Hazine ile birlikte Fed de sahneye çıkacaktır. Etti iki. Yeter mi? Devletçilik mi yapacağız bunlarla? Maazallah! Vazgeçilmez “esas oğlan”ı, sermayeyi de gecikmeden sahneye çıkarmamız lazım: Wall Street. İsterseniz, şık olsun diye Wall Street yerine “piyasalar” diyebilirsiniz. Böylece, 1990’lar başlarken artık sahne kurulmuştur ve “Kutsal Üçlü” (kapitalizmin ‘Teslis’i) orada yerini almıştır: Fed, Wall Street ve hazine. Kapitalizmin yeni dünya senaryosu bu üçlünün “takım oyunu” ile kurgulanacaktır. Bu kurgu ile önce 2008’in “Büyük Çöküş”üne, oradan da bugünün fotoğrafına geliniyor.
HERKES BORÇLANSIN
Kurgunun (modelin) dinamosu Wall Street’tir. (Ekonomide söze “Piyasalar ne der? Şimdi nasıl bir fiyatlandırma yapar? Neyi alır, neyi bırakır?” diye başlayıp, sözü yine orada bitirince ve bundan bağımsız şeyler konuşmayınca bunu yansıtıyoruz.) Wall Street, dünyada yavrulamıştır, “Wall Street’cikler” yaratmıştır. Ama kapitalizmin yönetim merkezinde, tam ortadadır. Bugün de 2008’in bunu değiştirmeyip pekiştirdiği noktadayız.
Daha önce yazdım, ayrıntıya girmeyelim. Şunu vurgulayacağız: Bu dinamo borçlandırarak çalışır. 1990’larda operasyona geçen model “borçlandırma dişlisi”ni kenardan alıp merkeze, “sentre”ye yerleştiriyor. Buna meslektaşlarımız “finansallaşma” dediler. Amerikan ekonomisinde ve dünyada “finans, sigorta ve gayrimenkul” (İngilizce baş harflerden, FIRE) sektörlerinin başrole geçişini böyle tanımladılar. Başrole geçiş için bunların kaynaşmasıyla yeni bir “cazibe” yaratılmalıydı. Daha önce yazdım, tüm menkullerin (ve gayrimenkullerin) “değerleri” sürekli olarak yükselmeli, böylece herkes sönmeyecek, hep artacak bir “yepyeni zenginlik” sahibi olacağına inandırılmalıydı (1920’lerdeki gibi). Buna, teknik dille “asset inflation” (menkul ve gayrimenkul piyasalarının sürekli yükselişi) deniliyor. Sen de borçlan, sen de kazan! Sürekli kazan! Sonsuz zenginlik yolu! İşte orada Fed görev başında olacak. Faizini hep düşük tutarak, “büyük finans”a ucuz para servisi yapacak ki, piyasayı (Wall Street) koşturacak kredi dişlileri sürekli çalışsın. “El Dorado”ya doğru.
‘ÇİN, BENZİN İSTASYONUMUZ’
Tüm fiyatlar yükselmeli mi? Hayır. Mal ve hizmet fiyatları artmamalı. Çünkü ücretler mal ve hizmet fiyatlarına göre belirlenir. Ücreti belirleyen bu fiyatlarla, sermaye kazançlarının önünü alabildiğine açan “asset inflation” arasında sermaye lehine doğan fark açıldıkça açılmalı. Menkul, gayrimenkullerin fiyatları sürekli yükselmeli, malların fiyatları pek değişmemeli! “Zenginleşme”, kapitalizmin yeni harikası olarak gözle görülmeli, elle tutulmalı. Birincisi bu. Peki, mal ve hizmet fiyatlarını ve böylece ücreti nasıl düşük tutacağız? Tarihin yardımıyla: 1990’larda kesintisiz yüzde 10’luk büyüme hızıyla dünya piyasasının kapılarını zorlayan Çin şöyle demiş oluyor: “Kapitalizmin üreticilerine, şirketlerine zahmet olmasın. Dünyaya ne lazımsa, ben üretirim!” Amerikan ekonomisi için o tarihte bundan büyük nimet olur mu? ABD, 1990’ların sonunda Çin’e, Dünya Ticaret Örgütü’nün kapılarını açtıktan sonra Amerika’da ve her yerde (bizde de) “Büyük Çin Çıkarması” başladı. Çin, tüm mallarla dünyayı sardı. Amerikan ekonomisi, sadece fiyatları, ücretleri düşük tutmanın değil, üretimden önemli ölçüde vazgeçip işleri Çin’e kaydırmanın yolunu da bulmuş oldu. Tarih ve talih buna derler! Amerikan (ve dünya) sermayesi Çin’i ve onun yepyeni bir “nimet” olan kitlesel ucuz emeğini keşfetmişti. Obama da “Çin bizim benzin istasyonumuzdur!” dememiş miydi? İkincisi de bu.
NEREYE VARDIK?
The Economist’in 26 Şubat tarihli “Özel Piyasalar” (Private Markets) raporu açık seçik yazmıştı: “Geçmiş on yıl, özel finans piyasaları için bir altın dönem oldu!” Yani, “rantiye”nin bayram ettiği bir on yılla bugüne geliyoruz. 2008’de Fed, anlayana anlamayana “Yangında kurtarılacak tek şey finans sermayesidir!” diyerek başlattığı politikasını aksatmadan, tutarlılıkla sürdürdükten sonra finans sermayesinin ve böylece “rantiye”nin “en yüce değer” olduğu yere varıyoruz. Burada, geldiğimiz yerde bilenlerin bilmeyenlere anlatması gereken bir “ilahi gerçek” var: Kapitalizmde ekonominin üretim sahnesi ile “piyasalar” diye konuşulduğu zaman söz konusu sahne ayrı (ve son 30 yılda kavranmış olmalı ki apayrı) âlemlerdir. Bir yatırım danışmanının 14 Ekim tarihli sitesi apaçık sunuyor: Dawn Report. Diyor ki: “Enflasyon ekonomiyi perişan ediyor ama piyasalar yükselişe geçiyor!” “Üretim dünyası başka, rantiyelerin dünyası başkadır” diyor kısaca. (Bunu 250 yıl kadar önce, rantiyelerin herhangi bir “değer” yaratmadığını üstüne basarak, kimilerin bugün “piyasa tanrısı” saydığı Adam Smith de söylememiş miydi?)
Credit Suisse’in 2022 Dünya Servet RaporuİNSAN
Rantiyenin bayram ettiği son on yılın kapitalizmde daha önce yaşanmamış büyüklükte bir servet artışı dönemi olduğunu Credit Suisse’in 2022 Dünya Servet Raporu’nda (Global Weath Report 2022) ayrıntılarıyla okuyabiliriz. (Servet menkul ve gayrimenkullerden oluşuyor. “Asset inflation” alanınındır!) Veriler ve analiz oradadır. Okuyucuyu burada o ”malumat”la yormayayım.
Kapitalizmin 1980’den bugüne gelen modelinde, sahnede “Kutsal Üçlü”den başka bir aktör/aktris daha var. Borçlanan ve borç ödeyen ücretli. İkisinin netini almak gerekirse, daima borç ödeyen kişi. Kapitalizm ona “Dünyada her şey var. Ama gelirimle alırım dersen, hiçbirini alamazsın. Devir değişti. Sana borç veririz ve hepsini alırsın!” dedi. Çok basit söylemle, böyle. Ve insan 1990’lardan başlayıp, rantiyenin “en yüce değer”e sahip olduğu modelin içine alınmış oldu. Borçlanmanın yaygınlaşmasıyla insanın kişiliğini daha çok ve daha çok tüketime göre şekillendirmesi iç içe yürüdü. Bilim dilini kullanalım dersek, böylece kişilik gitgide borçlanmanın bir fonksiyonu olmaya başladı.
Felsefe ve edebiyat diliyle söylemeye kalkışırsak belki de Goethe’ye başvurmalıyız. Onun Mefisto’su bugün Wall Street’te yaşıyor. Ve ücretli insanla tutuştuğu bahisleri hep kazanıyor. “Hep borçlan ve hep kazan!” diyor ona, “tek yol bu”. Ve borçlanmaya başladın mı, seni teslim alıyor. Artık kendi başına bir şey yapamazsın. Ruhunu Mefisto’ya veriyorsun. Toplum için bir şey yapamazsın. Çünkü artık topluma ait olmaktan çıkıyorsun. Wall Street’in çatısı altında yaşayacaksın. Sen artık Mefisto ile bahis kazanamayacak olan bir Faust’cuksun, dersek çok mu acı konuşmuş oluruz ?
NOBEL
Fed’in 1979’daki başkanı Volcker, faizi ağır silah olarak kullanıp doların rakipsiz dünya parası statüsünü yerine yerleştirmişti. Aynı vuruşla ücretleri de kelepçeleyip Amerikan kapitalizmini çift dikişle güvenceye almıştı. Vurunca ses getirmişti. Yeni modelin yolunu açmıştı. Görevi tamamlamıştı. Sonra 1990’lar geldi. Artık model, Fed’in ağır silah kullanmasına uygun değildi. Faiz silah olarak değil, finans sermayesine verilecek “çiçek” olarak kullanılacaktı. Yani para ucuz tutulacaktı. İyi günde de (2008’e kadar), kötü günde de (2008’den sonra).
Ben BernankeBu farklı bir ustalık istiyordu. O usta, Fed’in 1980’lerden sonraki başkanı Greenspan oldu. Wall Street’i coşturdu. Aynı zamanda, hazineye devletin açıklarını finanse edecek kaynağı da sağladı. İkili görev kolay değildi. Ama Sovyetler sonrası dünyanın “tek ağa”sı olmanın ABD’ye verdiği rahat konjonktür içinde bu ikili finansmanı yapmakta Greenspan zorluk çekmedi. Ona “maestro” dediler. Sonrası farklı bir konjonktürdü. Fed’in yeni başkanı Bernanke için o ikili görev daha büyük ustalıklar istiyordu. Daha önce denenmemiş boyutlarda, icatlar yaparak yürüttüğü ustalıklar... Becerisini herhalde devletten çok Wall Street takdir etmiştir. Hem rantiye kategorisi başta olmak üzere sermaye sınıfını tehlikeden alıp altın yıllar yaşattı, hem dünya ekonomilerinin “Acaba Fed faizi ne yapacak?” endişesine kilitlenip doların eşsizliğini içselleştirmelerini perçinledi hem de Amerika’nın çalışan sınıflarını düşük ücretle ve borçla yaşamanın “gerekliliği”ne inandırmış oldu. Geçen hafta kendisine 1930 ekonomi krizi üzerine vaktiyle yazdığı makaleler gerekçesiyle Nobel İktisat Ödülü verildi. Ne dersiniz? Bu “akademik gerekçe”yi inandırıcı bulalım mı?
Şimdi yine bir enflasyon senaryosundayız. Modelde ve kahramanlarında bir değişiklik yok. Amerika’nın insan ile Nobel arasında kalan düşünürleri (ve kendilerini izleyenler) neler düşünürler? Hepimizi ilgilendiriyor. İzlemeliyiz.
(II)
Başlıktaki soru şu oluyor: Hep birlikte nereye gidiyoruz? Yanıtı için ipuçlarını hepimizi 80 yıldır alıp bugüne taşımış Amerikalılarda arıyoruz. Öncelikle, geçen yazıda (17 Ekim) son 50 yılın kapitalizminde bir şeyler bulmaya çalıştık. Ekonomi ve finans kıyısından ilerledik. Şimdi filmi daha geriye saralım. Çünkü öykü 1940’ların savaş dünyasından başlıyor. Geriye sarıp ekonomiden bakınca jeopolitik kıyısı da berrak görünebilir. (O kıyıda kalalım, içeri girmeyelim.)
VE... IMF’Yİ YARATTI!
Biliyoruz, 1940-44 arasında kapitalizmin eski “ağa”sı İngiltere ile yeni, güçlü “ağa adayı” ABD, savaş sonrasında dünyanın ekonomi düzeni için bir “eser” yazdılar. 1944 Temmuzunda ABD’nin kuzey doğusundaki Bretton Koruluğu’nda (Woods) bir otelde bunu savaştaki yandaş ülkelere imzalattılar. Anlaşma oldu. Yeni düzenin iki yavrusu doğdu: IMF ile Dünya Bankası. Savaş yılları göstermişti ki, dünyanın açık ara en güçlü ekonomisi ABD’dir. Yavrulara babalık etme hakkı da onundur. Öyle oldu.
Belliydi ki, savaş bitince ABD ekonomisi kimseye muhtaç olmayacaktır. Ötekiler ise onun desteğini arayacaklardır. Yani? Herkese dolar kredisi lazım olacak. Nasıl düzenlenecek? Bir fon oluşturalım. IMF’yi merkeze koyalım. Önce beş büyük üyeyi yazalım: ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ve Çin. (Çin, Çan Kay Şek’in olacak varsayımı ile!) Bunların milli gelir büyüklüklerine göre birer kredi kullanma kotası olsun. ABD’nin 2.5 milyar dolar, bunun yarısı kadar İngiltere ve sömürgelerinin, sonra Sovyetler ve Çin geliyor. Bu “kota sahipleri” düzeninden, daha sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyeleri buluşu doğacak.
IMF, bu “esas oğlanları” ile şunu yansıtıyor: Savaştan sonra artacak kredi kullanımları ile dünya ticareti engelsiz gelişecektir. 1930’ların engelli ticaretler âlemine bir daha dönülmeyecektir. Ve şüphe yok ki üstün ekonomik gücü ile ABD, engelsiz ticareti kendi ekseni etrafında düzenleyecektir. Dikkat: Buna Sovyetler’in de itirazı yoktur! İtiraz ne demek, istiyorlar.
İşin önemli ikinci yönü: ABD Hazinesi savaştan sonra Sovyetler’in yanıp yıkılmış toprakları, kaynaklarının onarımı, kullanılması için 1944’ün yazında onlara 3.5 milyar dolarlık bir kredi paketi hazırlıyor. Bunu önce 6 milyar dolara, 1945’in hemen başında 10 milyara çıkarıyor ve Sovyetler’in IMF’deki kotalarının da İngiltere’ninkinden az olmaması gerektiğini vurguluyor. Hazine Bakanı Morgenthau, 1945’in ilk günü Roosevelt’e “Rusya’ya savaşta yaşadığı ağır yıkımdan sonra toparlanabilmesi için kapsamlı bir yardım paketi hazırladıklarını, bunun iki ülkeye uzun dönemli apaçık yarar sağlayacağını” müjdeleyen bir yazı sunuyor. ABD yönetimi Sovyetler’le işbirliği için kararlıdır. Ancak, Yalta’dan (Şubat 1945) kısa süre sonra Roosevelt ölecektir. Çalışma ekibi de yeni, farklı kişi olan Truman’la uyum sağlayamayıp gitgide etkisizleşecektir.
TrumanÖNCE İNGİLİZİ HALLET
Eski “ağa” İngiltere savaş biterken ağır borç altındadır. Dünyanın en büyük borçlusudur. Hem ABD’ye (dolarla), hem de kendi imparatorluk topluluğuna (kendi parası sterlinle). Borcun altından kalkacak üretim yapısına ve dış pazar bereketine sahip değildir. Tek çıkış yolu ABD’ye avuç açmaktır. Amerika da bunu bekliyor. 1941’deki Lend-Lease (“Şimdi borçlan, sonra geri verirsin”) anlaşması ile İngiliz’in dünyadaki askeri üslerine, mülklerine, vs. sahip olmuştur. Bir büyük savaş sonrasında elbette kaybedenlerin bir ödeme yükümlülüğü vardır. Ama şimdi asıl mesele “kazananlar” arasında gücün artık kime ait olacağıdır. Tarih bir devri kapatıyor. Dünya yeni “güçlü” yü, onun “hegemonya”sını bekleyecektir. Ve görev ABD’nindir. Biliyor. Önce eski “ağa”nın statüsüne son verecektir.
1945’in 17 Ağustosunda ABD’nin yeni başkanı Truman, Lend-Lease’e aniden son verdi. İngiltere’ye beş yıldır gitmekte olan mallar yolda kaldı! İngilizler borç almak için hemen Amerika’ya hareket ettiler. Heyet başkanı Bretton Woods’taki gibi yine Keynes’ti. Üstadın üstün entelektüel kapasitesi ve iktisatçı hünerleri Amerikalıların verilmiş kararını değiştirmedi. Üç ay süren görüşmeler İngiliz talebinin altında, yüzde 2 faizli 3.74 milyar dolarlık borçla sonuçlandı. İşi uzatmadılar. Sonuç, orada bulunan iktisatçı Lionel Robbins’in sözleriyle bir “aşağılanma” idi! Amerika’nın dayattığı sadece “Ne veriyorsak ona razı olun”dan ibaret değildi. İngilizler o güne kadar açmadıkları dominyon ve sömürgelerinin kapılarını açmayı, sterlinin de serbest piyasaya bırakılmasını (konvertibiliteyi) kabul zorunda kaldılar. Avam Kamarası da, Lordlar da “Peki!” dediler. “Pax Britannica’nın sona erişinin kabulü demekti. “Hegemonya’nın ABD’ye devrinin ilk resmi belgesiydi. (Borcun son taksidi 2000’lerin başında ödendi!)
İngiltere 1945’de artık “ikinci keman”dı.
EMPERYALİZMİN ŞEYHİ
19. yüzyıl İngilizlerindi. Onların emperyalizminin şeyhleri vardı. 20. yüzyılın ikinci yarısında Amerikan emperyalizminin “zaman”ı gelmişti, ama şeyhi yoktu! Olsun. Amerikalılara emperyalizm hesabına yanlış iş yapmamalarını hatırlatmak, tutacakları yolu göstermek bir İngiliz “şeyhi”nin tarihi göreviydi. Bu işin piri Churchill’di. Artık başbakan değildi, ama “şeyh”ti. Görevini zaman yitirmeden 5 Mart 1946’da ABD’ye giderek Missouri’nin Fulton kasabasında konuşarak yaptı. En önde, ABD’nin taşrasından, yine Missouri doğumlu yeni başkan Truman oturuyordu. Ünlü konuşmadır. Konuşmayı sıradan bir müzik dinler gibi izlerseniz, tehlike altındaki dünyaya bir demokrasi şampiyonu konuşuyor dersiniz. Ama o müziğin altını kurcalarsanız farklılık anlaşılacaktır.
ChurchillChurchill acemi olarak gördüğü Truman ve ekibinin kulağını çekiyor. Emperyalizm dersi veriyor. Emperyalizm, dünyayı yönetebilme işidir; sadece Anglosakson, şimdi Anglo-Amerikan işidir. Ciddi olalım, güçlerin işbirliği (yani, sizin Sovyetler’le işbirliği niyetiniz) gibi yanlışları kaldırmaz, diyor. Somutlaştırıyor: Sizin ABD’nin sınırı New York’un Long Island’ından değil, Avrupa’nın ortasından başlar, diyor. Bakın, anlayasınız diye buna “Demir Perde” diyorum diyor. Kapitalizmin büyük, en değerli parçası olan Batı Avrupa’ya el koymalısınız, kapitalizmin tamamını yönetecek ekonomik ayağa sahipsiniz. Emperyalizmin vazgeçilmez öteki ayağına jeopolitik derler, gösteriyorum; buna da sahip olun, diye çarpıcı bir deyim buluyor: “Demir Perde”. (Doğu Avrupa’yı 1944 Ekimi’nde Moskova’ya giderek Stalin’e kendisi teklif etmiş ve vermişti. Yunanistan’ı almıştı. Buna “Yüzdeler Anlaşması” adını vermişti! Acaba, o tarihte 1946 Mart konuşması üzerinde mi çalışıyordu?)
Bu “diskur” ile emperyalizmi öğretirken Churchill en ciddi yönetim kuralını da Amerikalılar’ın önüne sermiştir: Düşman yarat, herkesi yönet! Ancak, Amerikalılar arasında da “topa girmeye” başlayanlar vardı. Hemen aynı tarihlerde, ABD’nin Moskova’daki diplomatlarından George Kennan da “Uzun Telgraf” diye bilinen (daha sonraları X imzasıyla makale olarak basılan) bir metin hazırlamıştı. Sovyetler’in çevresini “dikenli telle çevirme”yi (“containment”) öneriyordu. Kısacası, Sovyetlerle barış halinde, işbirliğiyle yaşamayı düşünenlerin yerini ABD yönetiminde bunun tersini düşünenler, önerenler almaya başlıyordu. Bu yeni rüzgâr bir etki yapmaya başladı, ama 1946 sonuna kadar ABD’nin politikasında kökten değişiklik yapmadı.
KOLOMB’A İADEİ ZİYARET
Amerikalılar Avrupa’ya iki kez ayak basmışlardı: 1917 ve 1944. Başkalarına ait savaşlara katılmaya gelmişlerdi. Tarih 1947’ye geldiğinde, ilk kez, kendilerine ait bir uzun savaş için Avrupalıları yandaş yapmaya ve kalmaya geldiler. Kurgulanan savaşın sahnesi Avrupa, merkez üssü Almanya olacak. Adı “Soğuk”tur. Avrupa’ya soğukluk getirecektir. Şeyh Churchill’in 1946 Mart’ında söylediği gibi, kıtaya demirden “perde” çekerek başlayacaktır.
İlginçtir, ilk adım yine İngilizlerden gelecektir. 21 Şubat 1947’de, Vaşington’daki İngiliz büyükelçisi ABD Dışişleri’nin en yetkili adamı (“şahin”) Dean Acheson’a “olağanüstü” önemde bir not sundu: Geçen yüzyılda 2. Abdülhamid’in Kıbrıs’ı vermesinden beri İngiliz hegemonyası altında bulunan Doğu Akdeniz’e artık “para yetiştiremeyecekleri” için, İngilizler orayı dolarların sahibi ABD’nin devralmasını istiyorlardı! Ve böylece “Truman Doktrini” doğdu. Truman tam bir ay sonra yaptığı keskin, şahin konuşmasıyla “Doğu Akdeniz’in artık ABD’den sorulacağı”nı ilan etti. “Yunanistan’a 300 milyon dolarla destek veriyoruz”, dedi. (Yunanistan’da yalnız başlarına haklı bir iç savaş yapan ilerici güçleri çökertmek gerekiyordu !) Son dakikada bu “doktrin paketi”ne 100 milyon dolarla Türkiye’yi de eklediler. ABD Avrupa’ya Kolomb’un ülkesinden değil, İngilizin önerdiği doğu kıyısından adım attı. Ziyaret kalıcı idi.
Kısa tutalım. Üç ay sonra dışişlerinden sorumlu devlet bakanı General Marshall’ın “Avrupa’ya yarım elimizi uzatıyoruz!” konuşması gelecek. Özetle, Soğuk Savaş’ın kurgusundaki yüklü ekonomik destek vaadi. (Henüz yapılmış bir hazırlık çalışması yoktu. Somut “kredi+bağış” paketi bir yıl sonra hazır olacak)
Bu vaat ilk bakışta Sovyetler’e, onların denetimindeki Orta ve Doğu Avrupa’ya da açık görünüyordu. Ancak, paketin ekonomik koşulu ülkelerin dış ticaret kontrollerine son vermesiydi. Onların kabul etmesi olanaksızdı. ABD’nin ekonomiden jeopolitik ayağa geçebilmesi kolaylaştı.
1948’de ABD zamanı hızlandırıyor. Kongre’den Batı Avrupa için dört yılda kullanılmak üzere 17 milyar dolarlık küçümsenmeyecek bir “Marshall paketi” çıkar ve Hazirandan başlayarak dağıtım başlar. Söyledim, politikanın “merkez üssü” Almanya’dır. Ekonomi ve jeopolitik 1948’de birlikte ve mesafe ile hız alarak işleyecektir. Bilindiği gibi, savaş sonunda Almanya dört işgal bölgesine ayrılmıştı. Böyle kontrol altında tutulacaktı. 1947’de ABD’nin ve İngiltere’nin bakışı değişiyor Londra Konferansı). Fransa Almanya’ya ödünsüz bakışını değiştirmek zorunda kalıyor. Uslu çocuk oluyor. Karşılığında Marshall paketinden iyi pay alıyor. Sonra, ABD ve İngiltere “işgal bölgeleri” birleşiyor (Bizonia). 1948 Martında Fransız bölgesi de onlarla birleşiyor (Trizonia). Üç adım atlama gibi oluyor. Ortaya çıkan araziye bir ad verilecektir: Federal Alman Cumhuriyeti! Ve Marshall dolarları ile “para”sı yaratılacaktır: Deutsche Mark! (Bunun üzerine Sovyetler’in hamlesi doğuda Demokratik Alman Cumhuriyeti olacak.)
Artık Avrupa yeni, büyük jeopolitik oyunun merkez alanı oluyor. Soğuk Savaş dünyasının dört dörtlük olabilmesi için bir adım daha lazım. 1949’da geliyor. NATO. ABD için Batı Avrupa’nın tapusudur. Yeni hegemonyanın (“ağalığın”) kuruluşu için müstesna değerde, vazgeçilmez “asset”tir. NATO’nun doğuşu ile Soğuk Savaş, yani ABD’nin kendini cihana kabul ettireceği senaryo artık geri dönüşsüz aşamaya erişiyor. İngiltere’yi silmiş, Sovyetleri “ev hapsi’nde tutmuş, Batı Avrupa’yı da kendi askeri gücünün tekeli altına alarak dünya ölçeğinde “ağalık” kurabilmek için, diyebiliriz ki en büyük adımı atmıştır. Adeta bir büyük savaş kazanmıştır. Oradan “Dünyada Soğuk Savaş’a engelsiz yürüyebilecek, sıcak savaşlar için kolay zemin yaratacak ve gözünü uzaya çevirebilecektir. Roosevelt’in New Deal kadroları dağılacak, kumanda artık tümüyle “şahinler’in olacaktır.
YURTTA VE CİHANDA MCCARTHY
Ölçüsüz ekonomik güç ve bunun desteğinde oluşturulan jeopolitik üstünlük yeterli mi? İnsanların uyumunu da sağlıyor mu? Bu dersi de 1947-57 yıllarının ABD senatörü McCarthy’den öğreniyoruz. Demiş oluyor ki, yeterli değildir: Soğuk Savaş’ın emniyet supabı insanları “komünist olanlar ve olmayanlar” diye sınıflandırıp, komünist bulmak için cadı avları düzenleyerek imal edilebilir. Anlaşılan, ABD’nin suyu ve toprağı da bu ürünün çabuk büyümesine ve yaygınlaşmasına da pek elverişli imiş ki, 1940’ların son yıllarından başlayarak bu Soğuk Savaş modası orada epeyi kurban aldı. Avrupa’da o kadar etkili olmasa da yandaş buldu (Türkiye’deki “komünizmle mücadele cemiyeti” gibi şubeleri çıktı.) Ancak, Soğuk Savaşla yerleşecek yeni hegemonyada, Amerika’nın emperyalizm aşamasında daha da üst mertebelere taşınabilmesinde küçümsenmeyecek bir role sahip oldu: İnsanın düşünce sistemini kilitlemek, bir tür prangaya alarak kişinin “kimliği”ni boşaltmak. Ekonomiye ve jeopolitik tabloya uyumu kolaylaştırmak.
McCarthyO yıllarda bu pratik ABD’de New Deal döneminde serpilen, önem ve değer kazanan, sonra Soğuk Savaş senaryosunun “insani olmayan” özellikleriyle bağdaşmayan düşünce, bilim, kültür insanlarını öncelikle hedef aldı. Toplumun kalite özünü diyebiliriz. Ancak, bunu bir “dar kafalılık” türü gibi görmek yanıltıcı olur. Aynı yıllarda, 1947’de, İsviçre’de iktisatçı, felsefeci, tarihçi, iş insanı gibi “kolektivizm karşıtlığı’nda bir araya gelen kişileri de göz önünde tutalım. Bunun Soğuk Savaş dünyasına nasıl ferahlıkla yerleştiğini düşünelim. Dönüp ters tarafa da bakalım: Aynı yıllarda Sovyetler’in de kendi McCarthy’lerini (“sınıf düşmanları” !) yarattıklarını nasıl yorumlayacağız? Amerika’nın 1940’lardan başlayan emperyalizm aşamasında dünyaya kabul ettirdiği Soğuk Savaş, şimdi daha berrak görülmeli ki, öncelikle insan zihnini “Ben ve Düşman” çerçevesine kilitleyerek yönetme hüneri olmuştur. Ve ABD’nin zamanın akışı içinde çok kısa sayılacak “yükseliş dönemi” başarısını insan aklını kilitleyerek sürdürürken zararını da yine insan aklını geniş ve hoşgörülü düşünmemeye sürüklemekle yaratmış görünüyor. “Yükseliş” yine zamanın akışıyla “İniş”e dönüşmüşse, düşünürler ne düşünüyorlar? Gelecek yazıda bunu arayalım.
(III)
Hep birlikte neredeyiz? Soru bu. “Nereden geldik?”le başladık, bugüne varmaya niyetliyiz. Bir adım sonra “Nereye?”yi arayacağız.
İKİ KARPUZ
Dünyanın 1945’ten sonraki “ağa”sı ABD koltuğunda iki karpuz taşımaya girişir. Ekonomi ile jeopolitik. O iki karpuzu ancak ağa, yani emperyalizmin patronu taşıyabilir. İkisini birden taşımak güce dayanıyor.
Şunu görelim: Japonya’ya atom atıyorsak, herkesi yıldırıyoruz ve dünyaya “ağa”lığımızı duyuruyoruz. Duymayan kalmasın. Ve art arda hamlelerle herkese öğrettik ki yeni dünya düzenimizin adı Soğuk Savaş’tır. Ekonomisini de jeopolitik haritasını da biz yöneteceğiz. O güce sahibiz. Politikası için yeni kurumlar lazım. 1947’de “Marshall Planı” dedik, CIA’yı ve Ulusal Güvenlik Kurulu’nu (NSC) kurduk. Batı Avrupa’yı kanatlar altına alıp 1949’da NATO’ya vardık. Bu adımlarla bir politika damarı oluştu: Militarizasyon. Sorun yaratıp, askeri güçle çözme de diyebilirsiniz. Soğuk Savaş’ın “olmazsa olmazı”dır.
İşlerin karargâhı NSC’dir. Kurgunun “şahin yuvası”dır. NSC 1950’nin ilk aylarında önerisini hazırlıyor. Bir rapor: NSC-68. Özetle, “Sovyetler’i askeri gücümüzü artırarak alt ederiz, mecburuz” diyor. Dışişleri’nde yankısını buluyor. Orada, Politika Planlama’nın (Policy Planning) başındaki ılımlı Kennan devre dışı kalmıştır. Yeni baş Nitze ile Bakan Acheson yüksekten uçan “şahinler”dir. Eli sıkı Kongre’den militarizasyon parası çıkarabilmeleri lazım. Haziranda aranan kan bulunuyor. Kongre askeri güç için yılda (o günün parasıyla) 50 milyar dolar harcamaya “Evet” diyor. Ve Soğuk Savaş ilk “ana sütü”nü alıyor. Acheson sonra şöyle demiş: “Kore imdada yetişti ve bizi kurtardı!” Politika artık şahinlerindir. Soğuk Savaş, kontrol altında, yerel sıcak savaşlardan doping alarak varlık kazanıp büyüyecek ve kemikleşecektir. Kore ile Pasifik kıyısına ulaşmış, Çin Halk Cumhuriyeti’nin doğuşundan az sonra ilk “küresel” adımı atmıştır.
MILITARY-INDUSTRIAL COMPLEX
Türkçesine “bütünleşmiş askeri-sınai yapı” denebilir. ABD kapitalizmi Soğuk Savaş’ın “aort”u olan militarizmi sahipleniyor. Tarih 4 Ekim 1957. Sovyetler Sputnik’i atıyor. 3 Kasım’da da ikincisini yörüngeye yerleştiriyorlar! Yani, “Ne haber? Biz uzaydayız!” diyorlar. ABD “Vanguard’ı atayım”, diyor. Olmuyor. Telaş başlıyor. Büyük sermaye işe el koyacaktır. Soğuk Savaş’ta yerini alacaktır. Ford Foundation öncülüğünde bir komite toplanıp çalışıyor. Bir rapor çıkarıyor. Komite başkanının adıyla “Gaither Report”. Öneri, kıtalararası vurucu stratejik gücü hızla büyütmektir. Sermayeye ilk ihalesi 44 milyar dolardır. Artık ekonomi ile jeopolitikte büyük sermaye yerini alıyor. Güvence veriyor ve yaratıcı olmaya başlıyor. Devlet katında bunu en iyi değerlendiren şahinlerdir. Bugüne varan bir zincir içinde onları tanıyacağız: Kissinger, Brzezinski ve başkaları.
Gaither Report 1957YILDIZ SAVAŞLARI
1980’lere gelelim. ABD 1940’lardan sonra dünya üzerinde yüzlerce askeri üs sahibidir. Masraflı iştir. Bunu kendi vergi mükellefi mi yüklenecek? Sevmez bunu. Militarizasyon masrafını elbette dünya karşılayacak! Önce, sürekli “dış fazla” veren Almanya ve Japonya, ABD’nin “zılgıtı” altında, bu “fazla”ları (yani, tasarruflarını) Amerikan hazine kâğıtlarına yatırdıkça öteki ülkelere de örnek olacaklar. Askeri harcamalarla sürekli açık veren federal bütçenin açığını karşılayacaklar. Bu rutindir. Soğuk Savaş’ın faturasına uyum zorunludur. 1960’ların sonlarında “dış açık” da büyümeye başladıktan sonra ekonomi tıkanma işaretleri verdi. Yeni ayar şart oldu. Ekonomide de jeopolitikte de. Jeopolitik ayarın adı “Detant” oldu. Soğuk Savaş’ın (militarizasyonun) iki taraf için de ağırlaşan yükü altında verilen “mola” diyelim. 1970’lerin 2. yarısına kadar sürdü. Soluk aldırdı. (O arada ABD, Vietnam’ın uzun sıcak savaşından yenilgiyle çıktı.)
Fakat ana çizgi yitirmemeli. 1970’lerin sonunda, 1978’de taşra valiliğinden başkanlığa ilerlemiş olan Carter, NATO’yu artık tümüyle Soğuk Savaş’ın askeri örgütü yapan, siyasetin buna bağımlı olacağını belgeleyen adımı attı. Askeri harcamalar artacaktı. “Mola” bitmişti. Hegemonya tazelenmeliydi. Ayrıntılara girmeyelim.
ReaganNe var ki yeni şahinlik Carter’a değil Hollywood’un eski oyuncusu Reagan’a kısmet oldu. Başkanlık için sicili sağlamdı. 1950’lerin McCarthy’li yıllarında “muhbir vatandaş” olarak görev yapmıştı. 1980’lerde dolar artık rakipsiz dünya parasıydı. Büyük avantaj. Yeni jeopolitik hamle vaktiydi. Yuvalarından çıkan şahinler, Reagan’a “Topa gir, topa gir!” dediler. Büyük sermaye bekliyordu. Kırmadı, 1981-85 dönemi için 1.5 trilyon dolarlık askeri harcama yetkisi aldı. Amerikan GSYİH’sinin yüzde 8’i! 1950’lerden sonra en büyük ihale oldu. Bütçe açığı üçe katlandı. Federal borç GSYİH’nin üçte birine çıktı. (Şaşkınlık geçiren bazı saf ve muhafazakâr iktisatçılar “crowding-out” diye bir “teori” çıkardılar. Yani devlet büyük borçlu olunca sermayeye bir şey kalmıyor, teorisi! Ülkemizde de Türkiye’nin kamu iç borcu henüz pek az iken böyle şeyler yazıp çizenler oldu!)
TUKIDIDES, GELDİNSE ÜÇ KEZ VUR!
Tukidides antik Yunan’da yaşamış general, tarihçi ve gözlemci. MÖ 460’larda doğup MÖ 404’ten az sonra öldüğü anlaşılıyor. Ünü, siyasal gücün analizine odaklanan anlatımla, Peloponez Savaşı’nı, yani 30 yıla yakın Atina ile Sparta arasında süren savaşı tüm yönleriyle mercek altına almış olmasından geliyor. Atina yaşamın tüm yönleriyle kısa sürede hızla gelişen bir deniz gücü, Sparta ise yerine yerleşmiş “hegemon” kara gücü. Otuz yıllık savaş sonunda “ağa” Sparta yeni yetme Atina’yı tepeliyor, pes ettiriyor. Tukidides’in siyasal güç analizinde yaşananlardan gelecek için ders çıkarma vurguları var. Peki, bunlardan bize ne?
Amerikalı siyaset bilimci Graham Allison, 2012’de bir kitap yazıyor: Tukidides Tuzağı. Diyor ki eğer bir “hegemon” varken bir yeni yetme çıkıp “hegemon”luğu almaya niyetlenirse bir tuzağa düşmüş olur!
Tarihin derinliğinde Tukidides bunu böyle söylüyor! Allison devam etti, 2012’de Financial Times’a da şöyle yazdı: “Tukidides Tuzağı Pasifik’te Yayılıyor.” Rand, Brookings, Trilateral gibi yerlerde, benzeri kurullarda da görev yapmış Amerikalı düşünür şunu mu diyor dersiniz Çin’e hitaben: “Ayağınızı denk alın. Tepeleriz ha!” Basitçe böyle mi? Biliyoruz, Çin Devlet Başkanı Şi Amerika’da 2014’te bir konuşma yapıp “Evladım, Tukidides Tuzağı diye bir şey yok, böyle şeylerle boşuna uğraşmayın. Gelin birlikte iş yapalım” dedi. Ama Amerikan düşünürlerinin bu merakı kesilmedi.
Bilemeyiz ama dikkat çekicidir. Acaba ekonomik gücü iniş halinde olan kapitalizmin büyük devletinde bir psikolojik kompleks mi yerleşiyor: Bizi geçecekler. Önlemeliyiz. Tarih büyük devletlerdeki ekonomik inişin geri çevrilemediğini yazıyor. Bunu şu soru izler: Ekonomik güç yetersizse, “ağalık” yeni militarizasyon adımları atarak jeopolitik hamlelerle sürdürülebilir mi? Yeni gerginlikler yaratarak? Bugünün gündemini hesaba katınca, Soğuk Savaş’lı yeni bir dünya gündemi imaline girişerek? Dünya ekonomi haritasını parçalara ayırarak? Teknolojiyi silahlanmada daha çok, daha çok yoğunlaştırarak? Ya da finans piyasalarında, işlemlerde, rezervlerdeki dolar ağırlığına güvenerek? Bugüne gelip kat kat oluşan gündemin içinde, bunların arasında belki de en ciddi ipucu “Tukidides Kompleksi”ndedir. Ne dersiniz? Amerikalı düşünürler ne düşünürler?
GORBAÇOV’UN AMERİKA’YI FETHİ
Reagan 1983’te, yeni militarizasyonda ana damarın yepyeni bir “antibalistik füze sistemi” olacağını ve bunun bir “Yıldız Savaşları” dönemi açacağını “müjde”lemişti. Hem ekonomik hem jeopolitik müjde: 1 trilyon dolar araştırma-geliştirmeye yatacak, bununla 25 trilyon dolarlık iş yaratılacaktı! Hayaldi. Niyet düzeyinde kaldı. Çünkü Gorbaçov, 1986’da Reagan’la buluşarak “Gel, ikimiz de nükleer silahları beş yıl içinde yarıya indirelim. Sen de ekonomik sıkıntıdasın, ben de!” önerisi yapıverdi. Hiç beklenmeyen şeydi. Büyük sürprizdi! Ekonomiyi ferahlatacaktı.
GorbaçovGörüşmeleri ve sonuçları biliyoruz. Sovyetler dünya sahnesinden çekildiler: 1991. Girmeyelim. Sonuca bakalım: Gorbaçov Amerika’yı kurtardı! “Ağalığın” şartı olan askeri harcama yükü ve büyüyen açıklar Gorbaçov’un sihirli değneğiyle ekonomiyi ön plana alarak hafifledi. Üstelik ABD jeopolitik boyutta rakipsiz kalıverdi. İki karpuz birden yeniden koltuğa yerleşmişti. Mucize gibi! Taş atıp kolu yorulmadan ABD “tek ağa” olmuştu. Buna “tek kutuplu dünya” dediler.
1992 başkanlık seçimine Reagan’ın yardımcısı (baba) Bush, Aida’dan “zafer marşı” ile girdi. Hamasetle. Ama rakibi, Amerika’nın bir taşrasından gelen Clinton o anın püf damarını yakaladı: “Zaman şimdi ekonomi zamanı, anlasana”nın Amerikanca sloganı ile kazandı: “It’s the economy, stupid!” Evet, jeopolitik zafer öncelikle Amerika’nın düşünürlerinde sarhoşluk yaratmıştı. Huntington, “Tarihin sonu geldi. Sonsuza kadar bizimdir” demişti. Şahinler de kısa tatil yaptıktan sonra Yugoslavya’yı dağıtmaya, iştahla bir Afrika’ya bir Kafkasya’ya bakmaya başlamışlardı. “Tek ağa” olmanın keyif vaktiydi. Acaba, ekonomik güç yeterli ve sağlam değilse jeopolitik gücün yetersiz, hatta kırılgan olacağı üzerinde düşünmüş olabilirler mi? Keyif zamanı onları aldatmış görünüyor. Buna geliyoruz.
ÖNÜMÜZ AÇIK ARTIK!
Rakipsiz dolara rakipsiz jeopolitik güç eklendikten hemen sonra kapitalizmin Amerikan hegemonyasındaki yeni modeline başlık atmak lazımdı. İlk başlık, 1990’ların hemen başında bulundu: Dünya ekonomisinin Vaşington’a ayarlı kabule oturmuş olduğu. İngilizcesi, “Washington Consensus”. Ve ardından geleceğin büyük müjdesi: “Hiç şüphe olmasın, artık önümüz açıktır. Pupa yelken gideceğiz!” İngilizcesi, “Great Moderation”. Müjdenin sahibini tahmin zor değildir: 2000’lerde (2008’den sonra) Amerikan ve dünya kapitalizmini kurtaracak Fed Başkanı Bernanke. (Daha önce bunları yazdım.) Eklemek lazım: Ekonomide 1947’nin Mont Pélérin Society’sinden feyz almış tüm düşünürleri ve yeni kuşakları da bu güzellemelere katkı yaptılar. Soğuk Savaş dünyasının bağlılıkları bozulmadan bir akademik keyif sergilendi.
Tablo 2000’in dönemecinde ABD’nin Çin’i Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) almasıyla tamamlandı. Amerikan ekonomisi 1980’lerden sonra eskime işaretleri veriyordu. Göller bölgesi çevresindeki sanayi hasta gibiydi. Orada bir “Pas Kuşağı” (Rust Belt) denilen sanayisizleşme dalgası büyüyordu. Çin ise1990’larda, kitlesel ucuz emekle müthiş (yıllık ortalama yüzde 10) büyüme hızı yakalamış, hemen her şeyi üretmeye koyulmuştu. Bir büyük kurtarıcı gibi sahneye alındı. Ucuz Çin ithalatıyla Amerika’da fiyatları ve ücretleri düşük tutmanın fazileti keşfedildi; bir yandan da Amerika’da üretmek yerine aynı işi ucuz emekle orada yaptırmanın (“outsourcing” denildi) cingözlüğü. (Bunlar Türkiye kapitalizmine de ferahlık verdi, malum.) Böylece ekonominin artan zafiyeti aynı yıllarda finansın getirdiği olağan üstü getirilerle perdelendi. Ve bu macera 2008’in çöküşüne kadar sürdü. (Çin konusuna girmiyorum. Mükemmel ve hacimli bir kitap var: Fatih Oktay, “Çin: Yeni Büyük Güç ve Değişen Dünya Dengeleri”, Türkiye İş Bankası Yayını, 2017. Yazar bunu güncellerse büyük hizmet olur. Prof. Seriye Sezen’in sürekli çalışmaları var. Çin toplumu, ekonomisi ve siyaseti üzerine güncel, en berrak bakışı haftalık köşesinde Korkut Boratav’da okuruz.)
Bilsay Kuruç / Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder