22 Ekim 2024 Salı

Birgün "KÖŞEBAŞI" -22 Ekim 2024-

 Bebekleri bile öldürebiliyorlar -Selçuk Candansayar-

Taraflar arasında bilgi ve güç farkının en büyük olduğu mesleklerden biri doktorluk. Bu güç farkının gönüllüce kabul edilmesinin nedeni ise sağlık. Doktora, ölümden kurtardığı ve hastalığı iyileştirerek şifa vereceği kabul edildiği için güvenilir. Hastanın güvenini bile isteye zedeleyen doktora, diğer tüm doktorların en sert tepkiyi göstermeleri de bu yüzdendir. Eğer doktorlara olan güven azalır ya da kaybolursa bundan en büyük zararı doktorlardan çok hastalar görür. Hastaların kendisine güvenmediğini hisseden doktor zor hastaları tedavi etmekten kaçınır, riskli kararlar alması gereken hastalardan uzaklaşır.

Ağır psikiyatrik hastalıkların tedavisi yerine yaşam koçluğu yapan psikiyatristler; ciddi dermatolojik hastalıkların tedavisi yerine kozmetik güzellik endüstrisine yönelen dermatologlar, yanık ve kaza plastik cerrahisi yerine botoks, kaş kaldırma, karın germeye yönelen plastik cerrahlar; diyabet, kalp hastalığı, kronik böbrek hastalığı yerine genç kalma, yaşlanma önleyici ıvır zıvıra yönelen dahiliyeciler diye uzayıp giden listenin bir nedeni de bu haldir. Hem daha çok para kazanmakta hem de zor hastalar, komplikasyonlar, yan etkiler, kaçınılmaz ölümler gibi zorluklardan kendilerini uzak tutabilmektedirler.

Sağlığı “serbest piyasada” alınıp satılan bir “mal” haline getirirseniz, yani “kapitalist sağlık sistemi”ni kurarsanız, sistemin yetiştireceği uslu ve görünürde pek zararı olmayan “girişimci doktor” yukarıdaki olur. Yukarıdaki örneklerdeki sağlık uygulamaları ile Kütahya Zafer Havalimanı aynı özellikleri taşırlar. Olmasalar da olurdu ve pek de bir işe yaramazlar ama milyarlarca liralık işlem hacmi yaratırlar.

Kapitalizm nadiren uslu, görünürde zararsız girişimciler yetiştirir. Kapitalizmin asıl becerisi “yırtık, sinekten yağ çıkaran, ahlaksız, rüşvetçi” girişimciler yaratabilmesidir. Şimdi “yeni doğan çetesi” olarak adlandırılan çeteye gelebiliriz.

FAZLA ARZA TALEP YARATMAK

Bir ülkede yeni doğan çetesi nasıl kurulur, çetenin üyeleri, kimlerdir?

Ülkede “yeni doğan yoğun bakım ünitesi” ihtiyacı vardır. Hükümet kamu hastanelerine yeni doğan yoğun bakım ünitesi kurulması için gereken bütçeyi ayırmaz, YÖK çok özel ve çok zorlu bir eğitim gerektiren yeni doğan yan dal uzmanlığını (6 yıl tıp + 4 yıl pediyatri + 3 yıl çocuk yoğun bakım, toplam 12 yıl) kadrolarını yeterince vermez. Sosyal Güvenlik Kurumu, yeni doğan ve yoğun bakım, kuvöz gereksinimi olan çocukların günlük tedavileri için diğer tedavilerden çok daha yüksek bir ücret öder. Çok küçük bölümü doktorlara, çoğu sağlıkçı olmayan kişilere (sermayeye) ait olan özel hastaneler kamu bankalarından kredi çekip bünyelerinde yeni doğan yoğun bakım üniteleri açarlar. Bunları denetleyen Sağlık Bakanlığı, ülkenin daha çok yatağa ihtiyacı var diyerek açılan bu ünitelerdeki eksiklikleri görmezden gelir. Ülkede yeterince yeni doğan uzmanı, yeni doğan hemşiresi olmadığından, yine Sağlık Bakanlığı az sayıdaki uzmanın birden fazla hastaneye konsültan(tıbbi danışman) olmasını kabul ederek gezici doktor, gezici hemşire sistemini uygun bulur. Böylece, özel hastanelerde çok sayıda adı yeni doğan ünitesi olan ama gerçekte bilimsel standartlara uygun olmayan yeni doğan yoğun bakım yatağı kurulmuş olur. Yani, çok affedersiniz Marx’ın taa 150 yıl önce söylediği gibi, arz talepten çok hale gelir. Sırada bu fazla arza talep yaratmak vardır.

Peki talep nasıl oluşturulur? Buna da Kanal İstanbul, 3. Köprü ve İstanbul Havalimanı gibi bakabilirsiniz. Bir havalimanı ihtiyacı var. Atatürk Havalimanı’na bir pist daha yapılsa olabilir. Ama Kuzey Ormanları’na yapalım, hatta oraya bir de köprü yapalım ki zaman içinde çevresindeki arazileri de yerleşime açar, satarız… Gelsin paracıklar!

ÖRGÜT ŞEMASI NASIL ÇİZİLMELİ?

Dönelim yeni doğan çetesine. Madem bilimsel tıbbi standartlara uymuyor olsa da, bakanlıkça ruhsatlandırılmış çok sayıda yeni doğan yoğun bakım yatağı var ve SGK da bu yataklara yatan bebeklere gün başına çok para ödüyor, biz de bu yataklara yatmasına tıbbi olarak gerek olmayan bebekleri de yatıralım ve tutabildiğimiz kadar orada tutalım. Ama SGK’ye da neden buraya yatırdığımızı gösteren sahte tanılar yazalım. Hem o tanıları yazdığımızda çok pahalı ilaç ve tedavileri de kullanmış gibi gösterebiliriz ve hem de gerçekte kullanmadığımız ilaçların, hiç uygulamadığımız tedavilerin parasını alabiliriz. Hay Allah, bazı bebekleri bu koşullarda uzun süre tutunca hastane enfeksiyonu oldular ya da beslenme yetersizliğine düştüler. O zaman biraz da entübe edelim (suni solunum) ve makinede yaşatalım ki SGK’den daha da çok para alabilelim! Çok düşük bir oran da olsa hayatla bağdaşmaz koşullarda doğan bebekler mi var? Hemen ölüme bırakmayalım, alalım yoğun bakıma, bağlayalım makineye, tutabildiğimiz kadar canlı tutalım. Yoğun bakıma ne kadar çok bebek yatırıp ne kadar çok tedavi verirsek o kadar para kazanıyoruz sonuçta. Daha çok bebeğe ihtiyacımız var. Nasıl bulabiliriz? O zaman 112 Acil sisteminden uygun kişileri de şirkete (çeteye) alalım, onlar bebekleri bize taşısın. SGK duruma uyanacak gibi. Oradan da şirkete birkaç hissedar almalıyız. Şirketin hissedarı da çok arttı. Hay allah, çok büyüdük, bizi yaşatmazlar, mutlaka siyasi bağlantılara ihtiyacımız var. Siyasileri şirkete alınca aslan payını kaptılar tabi. O zaman daha da çok bebeğe ihtiyaç var!

Marx’a göre modern çağın tanrısı kimdi? Her şey kimin etrafında dönüyordu? Yabancılaşan insan tüm kararlarını hangi hesaba göre yapıyor ve alıyordu? Para değil mi? Sermaye sadece kar için üretir ve ürettiğini de en büyük kar ile paraya çevirmeye çalışır. “Senin dinin, Allah’ın para olmuş” deyimi de Marksist bir deyimdir o yüzden.

İstanbul Havalimanı ve 3. Köprü ya da Kanal İstanbul ile insanı ve doğayı rant uğruna acımasızca sömüren düzenin nasıl bir düzen olduğunu yeni doğan çetesi ile umarım daha net görebiliriz. Ve umarım bu toplumun doktorlara olan güvenini paramparça eden çete sistemi yüzünden hastalar tedavilerinden mahrum kalmazlar.

Ha bir de şu; sizce yeni doğan çetesinin gerçek lideri kim ve örgüt şeması nasıl çizilmeli, ne dersiniz?                     /././

Pişkinliğin resmi -Oğuz Oyan-

Nâzım Hikmet usta bana, “Pişkinliği resmedebilir misin?” diye sorsa Şimşek’in 15 Ekim tarihli televizyon söyleşisini örnek verirdim.

“Sen bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin, işin kolayına kaçmadan ama?” demiş ya Nâzım Hikmet usta, şimdi bana “pişkinliği resmedebilir misin?” diye sorulsa Mehmet Şimşek’in 15 Ekim tarihli televizyon söyleşisini örnek verirdim. Düşünün, anlı şanlı Hazine ve Maliye Bakanı, Meclis’e Savunma Sanayii Destekleme Fonu’na (SSDF) gelir yaratmak amacıyla sundukları yeni vergi paketini savunurken, “Bu konuda milletimizin hiçbir endişesi olmasın. Zerre kadar tereddüde mahal yok. Neden? Çünkü bu paketin bir kuruşu bütçeye gelmeyecek” diyebiliyordu.

BU İFADENİN NERESİNİ DÜZELTEBİLİRİZ?

Bu ifadenin patenti aslında CB Yardımcısı Cevdet Yılmaz’a ait çünkü bu paketi ilk kez o benzer ifadelerle savundu. Aslında daha gerilerde bir Özal mirası olduğu, devasa bir fon sistemi kurarak ilk günahı onun işlediği belirtilmeli. Her ne kadar gelen tepkiler üzerine bu paketin görüşülmesi Bütçe sonrasına ertelendiyse de “neresini düzeltebiliriz” üzerinde mutlaka durulmalı.

PİŞKİNLİĞİN BETİMLENMESİ: BİR İÇERİK ANALİZİ

Paketin maddelerinin içeriğini tartışmak, Bakanın paketi savunurken kullandığı ifadelerin içerik analizini yapmak yanında tali önemde kalır. Bu bakımdan şunlar öncelikle vurgulanmalı:

Bir Hazine ve Maliye Bakanı ve bir CB Yardımcısı, bir kamu gelirinin bütçeye girmeyecek olmasını iyi bir şey olarak sunamaz.

Bir Maliye Bakanı, bir kamu gelirinin bütçeye girecek olmasının vatandaşın “endişe” ve “tereddüdüne” yol açabileceğini düşünüp bu endişeyi giderecek bir konumda olamaz.

OLURSA NE OLUR PEKİ?

• O zaman bütçeye giren paraların doğru düzgün harcanmadığı ve kaynak tahsisinin doğru yapılmadığı itiraf edilmiş olur.

• Bütçe açıklarının bir gayya kuyusuna döndüğü ikrar edilmiş olur.

• Bütçelerin “adem-i tahsis” ilkesine göre çalışıyor olması (yani belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilemez oluşu) bütçe hakkının tarihsel kazanımlarındandır. Aksi durumda bütçe uygulaması teknik olanaksızlıklar cenderesine de sokulmuş olurdu. Tahsis ilkesine göre çalışan fon sistemi işte tam da bu cendereyi oluşturan şeydir ve en berbat örneği de Özal döneminde yaşandı. Ama bakan tam da bu tahsis ilkesini övüyor zaten: “Bu doğrudan doğruya bütçe dışında bir fon olduğu için ademi tahsis ilkesine bir aykırılık yok burada. Bütçede olsaydı bu ilke nedeniyle hani buraya harcanıp harcanmayacağı garanti edilemezdi ama şu anda özel bir fon olduğu için bütçe dışında olduğu için bu konuda bir tereddütte mahal yok.” Bu da pişkinliğin veya “özrü kabahatinden büyük” durumlarının zirvesi oluyor.

Bir Maliye Bakanı bütçesini savunamayacak duruma düşmüşse, iktidar siyaseten düşmüş demektir. Örneğin Maliye Bakanı şu lafları söyleyemez: “Deprem sonrasında vergiler getirilmiş adına da ‘deprem vergisi’ denilmiş. Fakat bunlar bir deprem fonunda toplanmamış. Dolayısıyla depreme ilişkin harcamalar bütçeden yapılmış.” Yani iş bütçeye bırakılınca işler yürümüyor demek istiyor. Peki 1985’te kurulmuş olan SSDF zaten bütçe vergi gelirlerinden pay almıyor mu? Alıyor, Fonun gelirlerinin yüzde 80’den fazlası vergi paylarından geliyor. O zaman elini tutan mı var ey Bakan, bu payları ve SSDF’ye tahsis edilen bütçe ödeneklerini artırırsın olur biter. Böylece en azından gelir yönünden bir denetime tabi olmuş olur. Ama dertleri, adına vergi değil katılma payları dedikleri yeni yükümlülükler getirmek.

Birinci derecede sorumluluğu halkın bütçeye güvenini artırmak olan bir Maliye Bakanı (ve Cumhurbaşkanlığı), bir kıytırık ek gelir kaynağı yaratmak uğruna bu sorumluluğun gereğini yapmaktan geri duramaz, bütçeyi bir “gayya kuyusu” gibi gösteremez.

Bütçeler, bütçe hakkı gereği, iyi kötü bir Meclis denetimine ve onun adına faaliyet gösteren Sayıştay denetimine tabiyken, bu denetimlerin dışında tutulan bir bütçe dışı fon için Meclis’ten kendisini dışarda bırakacak bir düzenleme çıkarması için pişkince yetki istenemez (Nitekim SSDF kaynakları kullanılarak yapılan S-400 alışverişi ve F-35’e kaptırılanlar denetlenemez durumdadır).

KISA BİR TARİHÇE

Bazı okuyucular için tekrar olabilir; ama altını daima çizmek zorundayız. Türkiye’de Özal’ın doğrudan talimatlarıyla 1984’ten başlayarak inanılmaz bir fon furyası başlatılmıştı. Özal’ın bir fon ekonomisi oluşturma sevdası o kadar ileriye gitmişti ki, ANAP’ın son yılına (1991) gelindiğinde sayıları (üniversite fonları dahil) 104’e ulaşmıştı. Bu sayı tek başına bir şey ifade etmeyebilir ama fonlarla toplanan gelirler bütçe gelirlerinin yüzde 57’sine ulaşmıştı! Üstelik ipin ucu öylesine kaçmıştı ki ne Maliye Bakanlığı ne Hazine Müsteşarlığı ne Merkez Bankası ne de DPT, fonların bütününü görebilecek bir veri setine sahip değillerdi. Fonları ve bunlarla ilgili çığ gibi yağan mevzuatı izlemek imkânsız hale gelmişti ve tüm ekonomi bürokrasisi bundan yakınıyordu. Ama Başbakan Özal’ın keyfi yerinde olmalıydı çünkü toplam fon kaynağının yüzde 75’i Başbakanlığın kontrolündeydi ve paraya/mali sisteme istediği gibi müdahale edebiliyordu.

Değerli meslektaşım Ali Rıza Aydın’la birlikte 1985’ten itibaren fonlar üzerine çalışıyorduk ve ortak üç kitabımız da yayınlanmıştı (Bunlardan birinde değerli meslektaşımız Aziz Konukman’ın da imzası vardı). 1991’de DYP-SHP iktidarı kurulunca, ben de başbakanlık danışmanı olarak üç ay görev aldım. Bu kısa süre içinde ilgili kamu kurumlarının verilerini birleştirmek üzere fonlarla ilgili yetkilileri bir araya getirip bir tasfiye planı hazırlanmasına öncülük ettim. Ama uygulanamadı. Ne zaman ki IMF de fonların tasfiyesini istedi, 2000 yılında benzer bir tasfiyeye girişildi!

Fon rezaletini bu çapta yaşayan ilk dünya örneği, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işbirlikçisi Vichy Hükümetinin işgal birliklerinin bakım masraflarını da karşılamak üzere kurduğu çılgın fon sistemiydi. Fransa bunun etkilerinden 1980’lere kadar kurtulamadı. Özal’ın fon sistemi ise 1980’lerde başladı, 2002’ye kadar geldi. Üstelik tüm fonlar da tasfiye edilmedi; SSDF ve SYDTF halen AKP’nin dere tepe kullandığı büyük fonlardandır. AKP kendi katkısını da esirgemedi; Türkiye Varlık “Fonu” adlı tuhaflıkla, Özal’ın toplam fonlarıyla yarışır büyüklükte devasa bir “fon” türetti. Şimdi de “İsrail tehdidi” ve “katılım payları” cinlikleri üzerinden halka yeni yükler getirme peşinde olduğunu gösterdi.

SORUN İKTİDARDA OLMASIN?

Sermayenin gelir ve kurumlar vergilerini artırarak veya bunlara dönük vergi harcamalarını sadece yüzde 20 azaltarak bile bu paketten umulan ek gelirin beş katını sağlamak mümkün. Ama yapamazlar, sermaye iktidarının meşrebi buna müsait değildir. Halkın hesap sorması gereken tam da budur. Aslında tam tersi yapılıyor; “enflasyon düzeltmesi” önleminden sermaye lehine geri adım atılıyor; şans oyunlarından SSDF’ye yapılan kesintiler yarı yarıya düşürülüyor!

Öte yandan ana akım iktisatçılar hâlâ “bütçe politikası dezenflasyonist programı yeterince desteklemiyor” diyebiliyorlar. Peki, daha nasıl destekleyecekti? Tarım destekleri yasal sınırın beşte birinde tutuluyor, personel ödeneklerinin bütçenin dörtte birini aşmasına izin verilmiyor, sosyal yardımlar seçim sonrasında hızla düşürülüyor, sosyal güvenlik sistemini budamak için TES vs gündemde tutuluyor. Gene de bütçe açıkları kontrol edilemiyorsa sakın sorun sermayede ve onun iktidarında olmasın?

                                                            /././

IMF’den kemer sıkma telkinleri -Hayri Kozanoğlu  

Ekonomiyi durgunluk, işsizlik, yoksullaşma bekliyor. Finans kapitalin yüzünü güldürecek, halkı daha da sefalete sürükleyecek bu duruma yol açacak politikalar Şimşek tarafından uygulanıyor, IMF’den de destek buluyor.

Bilindiği gibi geçtiğimiz hafta 2025 yılı merkezi yönetim bütçe büyüklükleri açıklandı. Bütçenin ayrıntılarına girmeden, ekonominin durgunluğa sürüklendiği bir dönemden geçilirken, Orta Vadeli Programda (OVP) %17.5 yılsonu enflasyon öngörülmüşken, bütçenin gerek gelir gerekse harcama kalemlerinin gerçekçi olmadığını vurgulamak gerekiyor.

2025’te bütçe açığının daralarak, GSYH’nin %3.1 oranında gerçekleşmesi planlanıyor. OVP’nin büyüme tahmini de %4. GSYH deflatör artışı, bir bakıma yıla ilişkin ortalama enflasyon da %33.9 hesaplanıyor. Böyle bir yılda vergi gelirlerinin %50.35 artarak 11.1 trilyon TL’ye ulaşması aşırı iyimser görünüyor. Özellikle mal ve hizmet talebinin hız kesmesi amaçlanan bir yılda dahilde alınan KDV’nin 3.38 trilyona dayanması; alkol, tütün, kolalı içecek, otomobil, petrol ve doğalgaz alımında katlandığımız Özel Tüketim Vergisi’nin (ÖTV) 2.15 trilyona varması hiç de ulaşılabilir hedefler izlenimi vermiyor.

Buna karşın 2024 bütçesinde 1.254 milyar TL beklenen faiz giderlerinin %55.5 artışla 1.950 milyar TL’ye sıçraması bekleniyor ki, faizlerin bu yüksek seyrinin sürmesi halinde bu rakamın da aşılarak 2 trilyon TL sınırının aşılması normal karşılanmalı. Bütçe harcamalarının ise %32.84 yükselerek 14.7 trilyona çıkacağı düşünülüyor. Faizi bir yana bırakınca, bu oran %30’a, yılın ortalama enflasyonunun bile altına düşüyor. Böyle sınırlı bir artış ancak ücretlerin çok düşük tutulması yüzünden gerçekleşebilir ki, aşağıda ayırtılarıyla tartışacağımız gibi IMF zaten bu emek karşıtı politikayı telkin ediyor.

IMF’NİN KAPSAMLI RAPORU

Geçtiğimiz hafta IMF’nin kapsamlı Türkiye ekonomisi raporu da paylaşıldı. Korkut Boratav Hoca Sol Portal’daki “IMF uzmanları Türkiye’de: Nicel öngörüleri” başlıklı yazısında, OVP’deki diğer ekonomik beklentilerle, büyüme hedeflerinin birbiriyle uyumlu olmadığını; bir yanda kemer sıkma önlemleriyle enflasyon düşürülmeye çalışılırken, öte yanda %4 büyüme temposunun yakalanamayacağını net biçimde ortaya koydu. Aynen katılıyorum.

IMF büyümenin 2025 yılında %2.7, 2026’da %3.2; OVP’nin %4 ve %4.5 beklentilerinin altında gerçekleşeceğini düşünüyor. Yıl sonu enflasyonları da %24 ve %17.2 ile OVP’nin %17.5 ve %9.7 oranlarının hayli üzerinde. Bütçe açığının ise GSYH’nin %4.6 ve %3.7’si olarak OVP tahminini aşacağını tahmin ediyor.

2025’te özetle, politika faizi ile enflasyon beklentileri arasındaki farkın açılmasını bekliyor. Bu hedef gerçekleşirse önce kredilerin aylık büyüme hızı üzerindeki sınırlamaların kaldırılmasını, ancak ondan sonra faizlerin yavaşça indirilmesini öneriyor. IMF’nin tezi, kısa vadedeki maliyetlerine karşın, enflasyonu düşürme politikalarının daha sert bir dozda uygulanması halinde, kısa vadede ekonomik aktivite yavaşlasa dahi, uzun vadede daha yüksek büyüme hızlarına ulaşılabileceği ve istikrarın sağlanabileceği şeklinde. Daha sıkı para politikasının ücretleri düşürme ve fiyat baskılarını azaltma yoluyla enflasyon beklentilerini aşağı çekeceğini umuyor. Maliye politikalarının kararlı bir şekilde daraltıcı biçimde olmasının daha tutarlı bir politika karışımı ortaya çıkaracağını, gelecek dönem enflasyon beklentisine endekslenen ücretler politikası ve sıkı finansal koşulların orta vadeli büyümeyi yukarı çekeceğini öne sürüyor.

ŞOK TERAPİ

IMF’nin emekçi karşıtı zihniyeti, enflasyonu daha kısa sürede düşüreceğini düşündüğü alternatif senaryoda belirgin biçimde ortaya çıkıyor. İsterseniz bu noktadan sonra raporda 4 numaralı kutuda özetlenen bu senaryo üzerinden tartışmayı sürdürelim.

IMF uzmanlarının politika seti üç bacaklı; önden yüklemeli mali konsolidasyon, gelecek beklentilerine endeksli gelirler politikası ve proaktif parasal sıkılaşma.

Onlara göre; para politikasının etkileri uzun zamanda görülür, o nedenle daraltıcı maliye politikaları kilit önemdedir. Vergiler artırılarak, harcamalar kısılacak ve bu sayede enflasyon 3-5 puan aşağı çekilecektir.

Ücretlerin ve sözleşmelerin geleceğe yönelik enflasyon beklentilerine dayandırılması sonucu ise, enflasyon ataleti kırılacaktır.

Para politikası veri akışına bağlı olarak belirlenmekle birlikte, reel faiz gerçekleşen enflasyon temel alındığında da pozitif bölgede kalmalı, bu sayede enflasyon Merkez Bankası’nın orta nokta hedefine doğru inmeye başlamalıdır.

Yani ücretler beklenen enflasyona bağlanırken, faizler gerçekleşen enflasyonu temel almalıdır!

Enflasyondaki hızlı düşüş, toplam talebin zayıflaması, geriye doğru endekslenmenin kaldırılması, reel kurun değerlenmesi ve sıkı politika duruşu yardımıyla enflasyon beklentilerinin kırılması yoluyla sağlanacaktır. Böylelikle enflasyon 2025 yılı sonunda %14’e, 2027’den itibaren de tek hanelere düşecektir.

2025’te büyüme duracak, tasarruflar artacak ve kredi büyümesi yavaşlayacaktır. Mali konsolidasyon gelirleri doğrudan azaltacak, üretim potansiyelinin altına gerileyecektir. Geriye doğru endekslemenin kalkmasıyla başlangıçtaki yüksek enflasyon reel ücretleri aşındıracak ve toplam talebi daha da aşağı çekecektir. Büyüme %1’in altına düşerken, yabancı para girişleri artacak, döviz rezervleri güçlenecektir. Kurun reel değerlemesi kısa vadede ithalatı uyaracak ancak bu etki düşük toplam taleple dengelenecektir.

Rapora göre şu ana kadarki yavaş geçiş dönemi firmalara ve bankalara zaman ve alan tanımıştır. Ekonomideki keskin yavaşlama firmaların fiyatlama gücünü kısıtlayacak, bu sayede yüksek ücret artışı talebini zayıflatacaktır.

Makro ekonomik istikrar daha yüksek ve sürdürülebilir bir büyümenin önünü açacak, 2027’de %4 hedefi sağlanacaktır.

Görüldüğü gibi IMF’nin gönlünde yatan, daha acımasız, sosyal etkileri daha derin, faturayı halk kitlelerinin sırtına yükleyen bir şok terapidir. Olmadı ana senaryoya, daha yumuşak bir geçişe de rıza gösterebileceğini söylüyor. Tabloda görüldüğü gibi ana senaryoda 2025’te enflasyon %24’e düşerken, alternatif senaryoda %14’e kadar geriliyor. 2025 büyümesi birincide %2.5 olurken, diğerinde %0.8’e kadar düşüyor.

ZATEN IMF’DE YETERLİ KAYNAK YOK

Bilindiği üzere Türkiye’nin şu anda IMF ile bir parasal anlaşması bulunmuyor. Zaten kuruluşun mali kaynakları kısıtlandığı için, şu anda 31 milyar dolar borca sahip Arjantin’i bir yana bırakırsak, IMF kaynaklarını kullananlar sadece çok zor duruma düşmüş yoksul ülkeler. Tüm kredi toplamları da 10 milyar doların altında. Yani Türkiye’nin dişinin kovuğuna yetmez. Buna karşın IMF’nin bir ülkenin programına onay vermesi, uluslararası piyasalardan borçlanmayı kolaylaştırıyor, sıcak para nezdinde itibarını artırıyor. Bu nedenle Şimşek ve ekürisi IMF’nin desteğini almayı önemsiyor. IMF de bu programı destekliyor.

Fiiliyatta Washington’dan önerilen en sert reçete uygulanmasa da yine ücretleri düşürmeye, halkın alım gücünü daha da eriterek toplam mal ve hizmet talebini kısmaya dayalı bir kurgu hayata geçiriliyor. Toplumsal mücadelelerin yükselmesi, belli sermaye kesimlerinin yüksek faizden şikayetlerinin artması, Saray’ın bu tepkiler karşısında erken bir gevşemeyi dayatmasını da getirebilir. Özetle, ekonomiyi önümüzdeki aylarda durgunluk, işsizlik, yoksullaşma bekliyor. Finans kapitalin yüzünü güldürecek, halkı daha da derin bir sefalete sürükleyecek bu duruma yol açacak politikalar Şimşek ekibi tarafından uygulanıyor, IMF’den de destek buluyor. Bu kuruluşun arkasında durduğu programların bir ülkeye hayır getirdiği de görülmüş değil.               /././

Dönüşmüyoruz, çürüyoruz! -Gözde Bedeloğlu-

Geçen yıl, yine bir kabine toplantısından sonra millete seslenen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 50 binden fazla insanın öldüğü 6 Şubat depremlerini hatırlatarak, “kentsel dönüşüm konusu Türkiye için tartışmasız bir beka meselesidir” demişti. Erdoğan’a göre bu hakikati görmezden gelmek, ertelemek, siyasi çıkarlar için istismarına yeltenmek çok açık ve net söylüyordu ki, ülkeye ihanet etmek demekti.

Ne demişti Hazreti Mevlana, “akıl sonradan ah çekmek için değil, düşünüp tedbir almak içindir.” Erdoğan, hükümet olarak kentsel dönüşüm konusuna ilk günden beri hep bu zaviyeden baktıklarını belirtmişti. “Vatandaşlarımızı gecekondu denilen sağlıksız yapılarla birlikte depreme dayanıksız yüksek katlı binalardan da kurtararak onları modern, güvenilir, dayanıklı yuvalara kavuşturmayı hedefledik.”

99 depreminden sonra halktan ‘Özel İletişim Vergisi’ (ÖTV) adlı altında para toplanmaya başlandı. Başlangıçta geçiciydi, sonra depreme bağlı hasarın önlenmesi amacıyla kalıcı hale getirildi. 2011 yılında meydana gelen Van depreminden sonra, deprem için toplanan vergilerin nerede olduğu sorusuna dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “duble yollar ve sağlık harcamalarında kullanıldı” diye cevap vermişti.

Bilim, 99’dan beri İstanbul’da yıkıcılığı çok yüksek bir deprem yaşanacağını ve bu konuda, başta çürük binaların güçlendirilmesi gibi, acil önlemlerin alınması gerektiğini söylüyor. 6 Şubat depremleri öncesinde, Kahramanmaraş için de benzer uyarılar olmuştu. Ancak imar affıyla kaçak binalar ruhsatlandırıldı. Acil toplanma alanları ranta açılarak inşaatlar yapıldı.

Devletin yardım eli kısa kaldı. Yıkıntılar altında kalan yurttaşı kurtarmak için kolları sıvayan ise madenciler oldu. Onlar ki, AKP’li patrona ait maden ocağında güvencesiz ve düşük ücretle çalıştırıldığı için haftalardır eylemde. Bu süre zarfında karşılarına defalarca polis dikildi. Tartaklandılar, gözaltına alındılar.

Barınma, enerji, sağlık, eğitim… hepsi hak, hepsi devletin yurttaşına sağlamakla yükümlü olduğu ihtiyaçlar. Günün sonunda o yoksul insanlar, o gecekondularından, yaşadıkları mahallelerden ya sürüldüler, ya da üzerine para verip evlerini bir daha satın almak zorunda bırakıldılar. Evlerinden çıkmak istemeyenlerin elektriği, suyu kesildi. Kapıları koçbaşıyla kırıldı.

Bilim yine uyarmıştı; hesapsız plansız, sadece kâr amacı güdülerek gerçekleştirilen yıkım ve inşaatların memlekete maliyeti, doğaya ve tarihe verdiği zarar, toplumsal hafızanın taşıyıcısı olan mekânların yitirilmesi, yoksulluğun artması, barınma sorununun devasa bir boyuta ulaşmasına yol açacak dendi. Öyle de oldu, çünkü AKP kentleri dönüştürmedi, sermayeye bölüştürdü.

                                                           ***

Tıpkı yurttaşı barınma hakkından mahrum bırakan kentsel dönüşüm planı gibi, hastayı müşteriye, hastaneleri de ticarethaneye çeviren sağlıkta dönüşüm programının da halkın yararına olmadığı ve sağlık sisteminde yıkıcı sonuçlar doğuracağına dair pek çok uyarı yapıldı. İktidar tarafından üyeleri her fırsatta düşmanlaştırılan, küçümsenen, hatta kapı dışarı edilen meslek odalarından Türk Tabipleri Birliği, sağlık hizmetinde niteliğe değil niceliğe önem verilerek sağlığı piyasa kurallarına teslim etmenin sistemi çürüteceğini defalarca söylemişti.

Öyle de oldu. Devasa şehir hastanelerinin devasa giderleri yurttaşın cebini oydu, zenginleşen hasta garantisi verilen şirket oldu. Ne sağlık emekçileri için güvenli bir çalışma ortamı kaldı ne de yurttaş hakkı olan nitelikli sağlık hizmetine, eşit ve ücretsiz ulaşabilir oldu. Gazeteci Emrullah Erdinç’in ortaya çıkardığı son faciamız aralarında hekim ve sağlık çalışanlarının olduğu yenidoğan çetesi! 112’yi kullanarak, anlaşmalı özel hastanelere sevk ettikleri bebekleri gerekmediği halde yoğun bakımda tutup ölümlerine sebep olmuşlar, ülkenin sosyal güvenlik sistemini dolandırmışlar.

                                                             ***

Daha ne kadar kötülük sığdıracağız bu ülkeye diye isyan etmeli elbette, ancak hesabını da sormak gerekir artık. Temel hak ve ihtiyaçlarımızı sattırmamalıyız! Para için bebek öldürmüşler! Bebek! Sistemi çürütenden hesabını sorma iradesini göstermedikçe kimse kötülükte dip aramasın boşuna, yok çünkü!

Ne demişti Erdoğan, tekrarlayalım: “…bu hakikati görmezden gelmek, ertelemek, siyasi çıkarlar için istismarına yeltenmek çok açık ve net söylüyorum ki, ülkemize ihanet etmek demektir”. Aday ol reis, seni Cumhurbaşkanı seçelim.

                                                           /././

Onlar asla kazanamaz, biz kaybedebiliriz -Nurcan Bilge Gökdemir-

İBB Başkanı İmamoğlu, iktidarın seçim kazanma kapasitesini yitirdiğini söyledi. CHP’ye seçim kazanma konusunda büyük sorumluluk düştüğünü ifade eden İmamoğlu, şu uyarılarda bulundu: “Kendi hatalarımızla eksiklerimizle ya da hazırlıksız olmamızla kaybederiz.”

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Türkiye Belediyeler Birliği Başkanı şapkasını da kullanarak Ankara’daki gazeteler, televizyonlar, ajanslar,  internet üzerinden yayın yapan medya kuruluşlarının temsilcileri ile buluştu. Son yerel seçimden bu yana yapılan görüşme taleplerinin “toptan” karşılanmasının amaçlandığı belli olan bu buluşma, İmamoğlu’nun sunumu ile başladı. İmamoğlu bu sunumda kendisini belediye başkanlığı ve Türkiye Belediyeler Birliği Başkanlığı çerçevesi ile sınırladı. Ancak İstanbul’un ötesinde tüm yerel yönetimlerin özellikle muhalefet partilerinden seçilen başkanlarının yönettiği yerel yönetimlerin tüm sorunlarını anlatan İmamoğlu aslında bir anlamda “Kriz batağındaki Türkiye” fotoğrafını çizdi.

Ankaralı gazetecilerle buluşmasından siyasi anlamlar çıkartılması olasılığına karşı çocukluğundan itibaren Ankara ile bağlarının her zaman güçlü olduğunu, bu kenti çok sık ziyaret ettiğini söyledi. “İmamoğlu Ankara’ya ısınıyor, Ankara’ya açılıyor” değerlendirmelerinin doğru olmayacağını vurguladı.

İmamoğlu uzun ve kapsamlı sunumunu tamamladığında gazeteciler sorularını yöneltmeye başladı. Soruların içeriği ve kapsamı İmamoğlu’nun İBB Başkanlığı’nın ötesinde bir siyasi kimlik olarak kabul edildiğini gösterirken İmamoğlu da bu soruları itiraz etmeden yanıtladı. Uzun saatler süren soru-cevap bölümü her iki tarafın İmamoğlu’nun Türkiye siyasetinin bugün olduğu gibi yarın da tam ortasında yer alacağı kabulüyle hareket ettiğinin açık ifadesiydi.

YANITLAMAYI UNUTUYORUM (!)

Sığınmacı sorunundan depreme karşı alınacak önlemlere, uluslararası konulardan çözüm sürecine, ekonomik sorunlardan toplumun son günlerde yaşadığı travmalara kadar geniş bir alanda soruların yöneltildiği İmamoğlu’na, en yoğun olarak Cumhurbaşkanı adayı olup olmayacağı, CHP Genel Başkan adaylığının söz konusu olup olmadığı, CHP’nin diğer Cumhurbaşkanı adayı olarak ifade edilen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’la ilişkileri soruldu.  CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bazı konulardaki değerlendirmelerine, takındığı tutuma ilişkin görüşlerini de aktarması istendi. Cumhurbaşkanı adaylığına ilişkin soruları yanıtlamaya isteksiz olduğunu “Bu soruyu yanıtlamayı hep unutuyorum” sözleriyle ifade etse de kapsamlı yanıtlar verdi, İmamoğlu.

Özel’in bazı konulardaki tutumuna karşı görüşlerini “Sempatik eleştiri” diyerek anlattı, Mansur Yavaş’la ilişkisini “Yol arkadaşıyız ama farklıyız” çerçevesine aldı. Ne Cumhurbaşkanlığına ne de CHP Genel Başkanlığı'na “Adayım” dedi elbette ama kapıları da kapatmadı, CHP İçtüzüğü’ndeki aday belirlemeye ilişkin işaret edilen yetkili kurullara karşın “Adaya da millet karar verir” dedi.

İmamoğlu’nun cümlelerinde hem geleceğe dönük planlaması hem kaygıları hem de mevcut CHP Genel Merkez yönetimine eleştiri ve mesajları yer aldı. Bunlar özet cümlelerle de olsa art arda sıralandığında İmamoğlu’nun hem Türkiye’nin geleceğinde hem partisinde kendisine tariflediği yeri ve yol haritasını görmek mümkün:

BİZ KAYBETMİŞ OLURUZ: Bugün itibariyle seçim kazanacak bir iktidar önümüzde yoktur. Bu seçimi kaybederse bir tek muhalefet olarak biz kaybederiz. Kendi hatalarımızla eksiklerimizle uyuşmazlığımızla ya da hazırlıksız olmamızla kaybederiz. Bu manada da buna fırsat vermeyecek bir muhalefet yapısını kurmak, toplumsal muhalefeti güçlü bir biçimde bir araya getirmek,  bir muhalefet duruşu ve ortak aklın hakim olduğu bir ortam bize bugünden seçimi kazandırmıştır. Yeter ki bunu yapalım. Bu süreçten sonra tek sorumlu biziz.

YAVAŞ’LA İLİŞKİSİ: Bu yolun yol arkadaşı olmak, yolcusu olmak, öncüsü olmak… Her konumda mücadele eden birisiyim ben. Yeni değil bu. Bu bağlamda bunun bir adaylıkla tarif edilecek bir pozisyonu yok. Günü geldiğinde adaylara da milletimiz karar verecek. Yani, bir kısım elitlerin ya da birkaç kişinin yön vereceği ya da şekil vereceği bir biçim değildir. Kaldı ki benim sonuçta bir partim var. Partimin alacağı karar var. Onun karar mekanizmaları var, bunlar işleyecek.

SAĞ AÇIK, SOL AÇIK OLMAZ: Ben Mansur Bey'in başarısıyla gurur duyarım, onun beğenilmesiyle onur duyarım. 5 yıl boyunca 11 büyükşehir belediye başkanı muazzam bir dayanışma ağı oluşturduk. Bu bağlamda sanki bu bir yarışmış gibi algılanmasına çok üzülüyorum, böyle bir durumumuz yok. Bir başka konu, ben bu mevki işine hiç sıcak değilim, daha doğrusu pozisyon meselesine. Biz takım arkadaşıyız, yol arkadaşıyız. Bu işin sağ açığı, sol açığı olmaz. Yol arkadaşlığı müessesesi benim için önemlidir. Bunu ben Genel Başkanımla da paylaştım bu arada, yani paylaşmadığım bir duygu değil. Ve yol arkadaşlığı, takım arkadaşlığı meselesinin hedefi tektir. Ve biz o hedefe koşan insanlarız. O takımın içindeki insanlarız. Günü geldiğinde dediğim gibi hem partimizin kurulları hem de milletimiz en doğru kararı verecektir.

SEMPATİK ELEŞTİRİ: (Özel’in sağ açık, sol açık sözlerine karşı görüşleri) Bunu sempatik bir eleştiri olarak alabilirsiniz… O sağ açık, sol açık ben takım arkadaşı derken gerçekten böyle bir kıyaslamayı da doğru bulmuyorum. Mansur Bey, şahsına münhasır birisi. Ben kendi kişiliği ve duruşu olan başka birisiyim. Böyle bir şeye ihtiyacımız yok. Bizim belediye başkanlarıyla rekabetimiz sadece başarı rekabetidir. Bunu birbirimizi yaralayan bir rekabete asla dönüştürmeyiz.

CHP GENEL BAŞKAN ADAYLIĞI: Ben öyle fırsatçı bir insan değilim. Yani böyle bir gündemin bir parçası olmam. Olmadım da… Partimin Genel Başkanı var. Gerçekten böyle sıradan bir dava bile denilmeyecek bir meselenin kurtuluşu olarak ‘genel başkan’ ol vesaire… Ben görevimin başındayım ve İstanbul'a hizmet ediyorum. Böylesi bir kavramla değil ama bir süreç gelişir, oluşur ya da dönemimin sonu olur, başka bir vesile olur. Oluşana kadar da İstanbul'a hizmet etmeyi çok önemli buluyorum ve başarılı olmayı istiyorum. Öyle bir gündemim yok. Bir ülkede yargının işlemesi için böyle bir bahanenin konuşulmasını bile çok garipsiyorum açıkçası.

ANKARA’YA ISINMIŞ

İmamoğlu’nun “Açılıyor, ısınıyor…” denilmemesi gerektiğine ilişkin tüm vurgusuna karşın toplantıdan ayrılanların çoğunluğu bu nitelemelerin geleceğe atıfla söylenmesini bile fazlalık olarak niteliyor ve şu yorumu yapıyordu:  “İmamoğlu Ankara’ya, Ankara siyasetine ısınmış…”

                                                        /././

Bölgesel asgari ücret tartışması tuzak! -Aziz Çelik-

Asgari ücret tartışmaları yoğunlaşırken asgari ücreti düşük tutma manevralarından bir yenisi gündemde. Yine tartışılan bölgesel ücret Türkiye’nin 50 yıl önce terk ettiği bir uygulamadır. Bölgesel asgari ücret, eşitlik ve sosyal devlet ilkesine aykırı dipsiz bir kuyu ve tuzaktır.

2025 yılı asgari ücreti Aralık 2024’te saptanacak. Asgari ücret tespit süreci yaklaşırken asgari ücret tartışmaları da yoğunlaşıyor. Asgari ücret tartışmalarının daha da yoğunlaşacağını ve ekonomi ile çalışma yaşamı gündeminin esas meselelerinden biri olacağını söylemek mümkün.

Bunun birbiriyle bağlantılı iki nedeni var. İlki Türkiye’de asgari ücret kapsamında çalışanların oranının oldukça yüksek olması, diğeri ise 2024 yılında asgari ücrete bir kez zam yapılması ve yüksek enflasyon karşısında asgari ücretin erimesi ve beklentilerin yükselmesi. Asgari ücret tartışmaları bir yandan miktar bir yandan da yöntem üzerine yoğunlaşıyor.

Hükümet, işveren ve IMF çevreleri asgari ücret artışlarının sınırlı tutulmasını ve enflasyon “hedefiyle uyumlu” olması gerektiğini iddia ederken bazı işveren çevreleri de bir dipsiz kuyu olan “bölgesel asgari ücret” önerisini yeniden gündeme getiriyor. Bu tartışmalar esas olarak asgari ücret artışını düşük tutmayı hedefliyor. Bu yazımda bölgesel asgari ücret tuzağını ele alacağım.

ASGARİ ÜCRET, AZAMİ KAPSAM

Türkiye’de asgari ücreti tartışırken dikkate alınması gereken en önemli unsur asgari ücretle çalışanların kapsamının yüksekliği ve ortalama ücret düzeyinin asgari ücrete yakınsaması gerçeğidir. Türkiye’de asgari ücret civarında (asgari ücret komşuluğu) ücretle çalışanların oranı toplam ücretle çalışanların yarısı civarındadır.

DİSK-AR uzun yıllardır yaptığı hesaplamalarda asgari ücret komşuluğunda çalışanların oranını yüzde 50 civarında buluyor. Merkez Bankası da bu oranı yaklaşık yüzde 50 bazı sektörlerde ise daha yüksek oranda buluyor.  IMF’nin Ekim 2024 tarihli bir raporuna göre ise kayıtlı çalışanların yaklaşık yüzde 43’ü asgari ücret veya altında ücret alıyor. Bu oranın vahametini anlamak için Avrupa Birliği ülkelerinde asgari ücret komşuluğunda ücretle çalışanların oranının yüzde 4’ün altında olduğunu hatırlamak yeterli.

Türkiye’de asgari ücretle çalışanların kapsamının yüksekliği ortalama ücret düzeyinin asgari ücrete yakınsamasına yol açıyor. Ortalama ücret düzeyi asgari ücrete doğru geriliyor. Örneğin 2005 yılında ortalama ücret düzeyi asgari ücretin 2,2 katı iken 2020’li yılarda bu oran 1,7’ye gerilemiş durumda.  Memur maaşları, kamu işçilerinin ücretleri ve sendikalı işçi ücretleri asgari ücrete yakınsıyor. Farklı vasıflarda, sektörlerde ve bölgelerde ücret düzeyi asgari ücrete doğru bastırılıyor. Pek çok meslekte ücret makası asgari ücrete doğru kapanıyor.

Bu durum farklı sektörlerde, farklı ölçeklerdeki şirketlerde ve farklı bölgelerde asgari ücreti adeta ortalama ücret haline getiriyor. Büyük şirketler bu durumdan memnun görünüyor. Bu yolla ücret düzeyini düşük tutuyorlar. Küçük ve mikro ölçekli işletmeler ise bu durumdan yakınıyor. Asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesi asgari ücret tartışmasını da ister istemez ortalama ücret tartışması haline getiriyor. Asgari ücret ücretlerin alt sınırı iken Türkiye’de asgari ücret ortalama ücret anlamına geliyor.

Bu durum AKP tarafından uzun yıllardır izlenen asgari ücret politikasından kaynaklanıyor. AKP uzun yıllardır otoriter-korporatist bir ücret politikası izliyor.  Asgari ücreti hükümet tarafından belirlenen ortalama ücret haline getiriyor. Asgari Ücret Tespit Komisyonun bir işlevi kalmamış durumda. Hükümet asgari ücreti adeta tek taraflı bir şekilde siyasal ihtiyaçlarına uygun olarak belirliyor. AKP hükümetleri, asgari ücretin toplu pazarlık yoluyla belirlenmesi yerine otoriter-korporatist bir mekanizmayla ve siyasi saiklerle belirlenmesini istiyor.

DİPSİZ KUYU

Ancak hükümetin izlediği bu asgari ücret politikası tıkanmış durumda. Bir yandan izlenen ekonomi politikası ücret düzeylerinin bastırılmasını hedefliyor. Öte yandan farklı sermaye grupları asgari ücretten farklı nedenlerle şikayet ediyor. İhracatçılar ve Anadolu’daki sermaye grupları asgari ücretin düşük tutulmasını istiyor. O yüzden asgari ücrete düşük artış veya bölgesel asgari ücret gibi önerileri gündeme getiriyorlar. Son günlerde yeniden gündeme getirilen bölgesel asgari ücret tartışmalarını bu kapsamda değerlendirmek lazım.

Bölgesel asgari ücret uygulaması Uluslararası Para Fonu (IMF) ve çeşitli işveren örgütleri tarafından uzunca bir süredir savunulan bir konu. Şimdi bu koroya MÜSİAD da katıldı. MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı geçtiğimiz günlerde bölgesel asgari ücreti yeniden gündeme getirdi. Sendikalar ve sosyal politika alanında çalışan bilim insanlarının önemli bir bölümü bu öneriye karşı çıkıyor.

Türkiye’de bölgesel asgari ücret 1951-1974 arasında uygulandı ve 1974’te terk edildi. Bölgesel asgari ücret konusu 50 yıl önce vazgeçilen bir uygulamadır. Türkiye bu yöntemi denemiş ve vazgeçmiştir. 1974 yılında Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki CHP-MSP Koalisyon Hükümeti döneminde bölgelere göre asgari ücret uygulamasından vazgeçilerek ulusal ölçekli tek bir asgari ücret tespit edildi.

Dünyada bölgesel asgari ücret uygulaması eyalet sistemine sahip sınırlı sayıda ülkede (ABD, Kanada, Hindistan, Çin gibi) söz konusudur. Avrupa Birliği  (AB) ülkelerinde bölgesel asgari ücret uygulaması yoktur. Hatta eyalet sistemine sahip Almanya bölgesel asgari ücret sistemi değil ulusal asgari ücret sistemi uyguluyor.  Ulusal ve merkezi devlet yapısına sahip ülkelerde istisnai örnekler dışında bölgesel asgari ücret uygulanmıyor. Bölgesel asgari ücret üniter devlet yapısına sahip ülkelerde anayasal kurallar ve eşitlik ilkesi açısından da ciddi sorunlara yol açabilir. Bölgesel asgari ücret hem hukuksal hem de sosyal sakıncalar yaratır.

Öte yandan bölgesel asgari ücret önerisi asgari ücretin tanımıyla ve özüyle çelişen bir öneridir. Asgari ücret, bir ülkedeki en düşük ücrettir. Onun altı olamaz. Bu anayasaya ve eşitlik ilkesine aykırı olur. Bölgesel asgari ücret mevcut asgari ücret çıtasının çok altına inilmesine ve gelir dağılımı adaletsizliğinin artmasına yol açabilir, bölgeler arası gelir uçurumunu derinleştirici sonuçlar doğurabilir.

Öte yandan bölgesel asgari ücret tartışması dipsiz kuyudur. Bölgelerin hangi esasa göre belirleneceğinin yanı sıra metropoliten kentlerde aynı kent içinde bile ciddi yaşam maliyeti farkı söz konusudur. Örneğin, İstanbul’da Sultanbeyli ile Şişli, aynı yaşam maliyetine sahip değil. Aynı şekilde Ankara’da Çankaya ile Sincan’da da yaşam maliyeti oldukça farklıdır.

Aynı şekilde sektörel ve mesleki asgari ücret tartışmaları da nafile tartışmalardır. Asgari ücret sistemi ücret farklılıklarını düzenleme amacı gütmez. Asgari ücretin amacı ücretlerin en alt düzeyini korumak ve en az ücret düzeyini piyasaya bırakmamaktır.

ÇÖZÜM TOPLU PAZARLIK VE TEŞMİL

Bölgesel asgari ücret talebini ileri sürenlerin bir bölümü büyük kentlerde yaşam maliyetinin yüksekliğini örnek gösteriyor ve bu bölgelerde asgari ücretin yüksek olması gerektiğini savunuyor. Bu saptama doğrudur. Bölgelere, sektörlere ve mesleklere göre ücretlerin farklılaşması doğru bir taleptir. Ancak asgari ücretin işlevi bu değildir. Asgari ücret adı üzerinde insanca yaşamaya yetecek en az ücrettir. Onun altına inilmesi söz konusu değildir. Bölgelere, sektörlere, mesleklere ve işe göre ücret farklılaşmasını sağlayacak olan ise toplu pazarlık sistemidir.

Türkiye’de asıl sorun bölgesel asgari veya sektörel asgari ücret değil asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesidir. Türkiye’de asgari ücret civarı ücret alanların oranı yaklaşık yüzde 50, toplu iş sözleşmesi kapsamı ise genel olarak yüzde 8-10, özel sektörde yüzde 4 civarındadır. AB ülkelerinde ise asgari ücret kapsamı yüzde 4 civarındayken toplu iş sözleşmesi kapsamı ise yüzde 60 civarındadır.  Asıl mesele bu çarpıklığının giderilmesidir.

Asıl sorun asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesidir. Milyonların asgari ücret cenderesinden çıkması için toplu iş sözleşmesi kapsamının genişletilmesi ve asgari ücret kapsamın daraltılması gerekir. Asgari ücret sınırlı bir kesimi ilgilendiren ücret olduğunda bölgesel asgari ücret tartışması da ortadan kalkacaktır.  Sendikalaşmanın artması bunun en önemli ilacıdır. Bölgesel asgari ücret uygulaması Türkiye’de asgari ücret sorununu çözmez, daha da karmaşık hale getirir.

Farklı bölge ve sektörlerde ücretler arasında bir denge kurulmasının bir diğer yolu ise imzalanan toplu iş sözleşmelerinin sendikasız işletmelere teşmil (genişletilmesi) edilmesidir. Teşmil mekanizması Avrupa ülkelerinde yaygın biçimde kullanılıyor. Böylece asgari ücretin kapsamı azalırken n toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı artıyor.  Türkiye’nin sendikal mevzuatında uzun yıllardır teşmil mekanizması vardır.

6356 sayılı Kanun’un “teşmil” başlıklı 40. maddesine göre ilgili işkolunda en çok üyeye sahip sendikanın yapmış olduğu bir toplu iş sözleşmesi o işkolundaki işçi veya işveren sendikalarının veya ilgili işverenlerden birinin ya da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının talebi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından tamamen veya kısmen ya da zorunlu değişiklikleri yapılarak o işkolunda toplu iş sözleşmesi bulunmayan işyeri veya işyerlerine teşmil edilebilir.

Teşmilin yasal dayanağı vardır. Ancak bu konuda yeterli sendikal ve siyasi irade söz konusu değildir.  Sendikalar teşmil mekanizmasında ısrarlı olmuyor. Hükümet de teşmilden kaçınıyor. Bir iki kez bazı işkollarında sendikalar tarafından gündeme getirilen teşmil uygulaması hükümet tarafından yarı yolda bırakıldı.

DÜŞÜK ÜCRET RİSKİ

Bölgesel asgari ücret tartışmaları gündeme getirilirken “İstanbul’da ve Anadolu’da yaşam maliyeti aynı değil” iddiası ileri sürülüyor. Ancak burada istenen İstanbul’da asgari ücretin daha yüksek olması değil tersine Anadolu kentlerinde asgari ücretin daha düşük olmasıdır.  Nitekim bu öneriyi yeniden gündeme getiren hükümete yakın işveren örgütü MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı “Anadolu’da asgari ücretin üçte ikisine çalışmak isteyenler var” diyor.

Bölgesel asgari ücret tartışması büyük kentlerde daha yüksek asgari ücret ödemek için değil tersine küçük kentlerde daha düşük asgari ücret ödemek için yapılıyor. O yüzden bölgesel asgari ücret asgari ücreti düşürme manevralarından biri olarak ele alınmalıdır. Bu tuzağa ilkesel olarak karşı çıkmak gerekiyor.

Asgari ücretin ortalama ücret olmasının yarattığı çeşitli sorunların çözümü asgari ücreti parçalamak değil asgari ücreti sosyal bir koruyucu alt sınır olarak güçlendirmek, kapsamını daraltmak, bölgeye, işe, mesleğe ve sektöre göre daha yüksek ücretleri ise toplu pazarlıkla veya teşmil yoluyla saptamaktır. Çözüm sendikaları güçlendirmek ve toplu sözleşme kapsamını toplu pazarlıkla veya teşmille yaygınlaştırmaktır. Diğer yollar dipsiz kuyudur, tuzaktır ve sorunları daha ağırlaştırır.                                    /././

Her metin öyle başlayıp öyle bitmeli: Önce Saray rejimi yıkılmalı -Yaşar Aydın-

İktidar krizlerden çıkış yolu arıyor. Muhalefet güçleri ise her sözün, her eylemin arkasından “Bu rejimden kurtulmalıyız” demediği müddetçe, ülkece içine sokulduğumuz karanlıktan çıkış yolu bulmamız çok olası değil.

Geçen haftanın en önemli konusu “Yenidoğan çetesi” oldu. Muhalif, kadın, çocuk, hayvan, ağaç derken katledilme sırasının çocuklara geldiği büyük bir çürümeyle karşı karşıyayız. İktidarın ürettiği hangi politika oluşturduğu hangi kurum varsa pislik paçadan akıyor. Tüm kötülükler adres olarak iktidarı işaret ediyor.

Son olarak “Yenidoğan çetesi” için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Bir ucu Sağlık Bakanlığı’na, diğer ucu SGK’ye, öbür ucu İl Sağlık Müdürlüğü’ne ulaşmasına rağmen yine konuyla ilgisi yokmuş gibi havaya bakıp ıslık çalıyorlar. Tıpkı bir önceki hafta canice öldürülen iki genç kadının cinayetiyle ilgili hiçbir sorumluluk almadıkları gibi.

UÇUM’UN ÇİZDİĞİ YOL HARİTASI

Ülkede halkın can güvenliği kalmamışken, her gün soyulurken, adaletsizliğe uğrarken, işsiz kalırken, aç bırakılırken bir yandan da ülkenin tepesinde farklı bir dünya yaşanıyor. Büyük laflar edilip, Türkiye’nin ne kadar güçlü bir ülke olduğu anlatılıyor. Bu bağlamda geçen hafta Bahçeli ile başlayan ve devam eden bir dizi gelişmeyle beraber “yeniden çözüm süreci” en önemli gündem oldu. Ama neyi ne kadar tartışacağımızı da iktidar belirlediği ve dolayısıyla kimse ne olduğunu anlamadığı için “izleme” duygusu baskın geldi.

Bu aralar hiç susmayan Mehmet Uçum bu konunun da esas aktörlerinden biri oldu. Dün uzun süredir üzerinde söz çevirdiği “iç cephe” meselesine açıklık getirdi. İçinde şiddeti anımsatan yanlış anlaşılmaları önlemek için “iç cephenin” dışarıdan gelecek tehditlere karşı CHP’nin ve diğer muhalefet partilerinin de yer aldığı “Türkiye cephesi” olduğunu ifade etti. Ve böylece hepimiz rahatladık!

İktidar cephesi bu aralar muhalefet partilerine çok sıcak. Bir CHP’ye bir DEM’e sesleniyor. Çok farkındalar ki muhalefet cephesi bölünmeden ya da gedik açılmadan istedikleri oyunu kurmak kolay olmayacak.

İktidarı oyunu belliyse muhalefet bunu neden görmüyor? Her şeyin fakında ve iktidara bir daha kazandırma gibi bir niyetleri olmayacağına göre neden böyle davranıyor?

KARŞI MAHALLENİN İSTEĞİ NE OLABİLİR?

DEM meseleyi Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinden okuyup yeni bir fırsat penceresi açıldığını düşünüyor. Buradan ilerlemek istiyor. İlerlerken de iktidarla orta masada buluşmayı dert görmediği gibi gerekli de buluyor. Oradaki sorun iktidarın samimiyeti ve tüm muhalefeti bir kez daha arkasına dizip dizemeyeceği.

CHP yöneticileri izledikleri politikayı karşı mahalleyi ikna yöntemi olarak açıklanıyor. Ama karşı mahallenin ne istediği konusunda belirgin bir fikir yok.

Muhtemelen domatesi, çayı, fındığı para etsin istiyordur. Çocukları iyi bir eğitim alsın sonrasında işsiz kalmasın istiyordur. Sokakları mafyaya çetelere teslim olmamış bir ülkede yaşamak istiyordur. Bebeklerin istismara uğramadığı, çocukların katledilmediği sabahlara uyanmak istiyordur. Kira derdi olmasın istiyordur. En çok da adaletli bir dünyada yaşama talebi vardır. Listeyi uzat uzatabildiğin kadar.

Yani özetle, bir bölümüyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle tanıştığımız, önemli bölümünün o tarihten sonra derinleştiği kronik hale geldiği sorunlardan kurtulmak istiyor.

Aslında memleketin yüzde 80’inin istediği şeyi istiyordur. Geriye kalan cemaat, tarikat, mafya, yandaş sermaye ve AKP döneminde koltuk kapmış bürokrat.

Sorun şu ki muhalefet yüzde 80’in mi yüzde 20’inin mi sözcüsü olacak. Tamamına seslenmek mümkün değil.

İKTİDARLA ÇÖZÜMDE ORTAKLAŞMAK!

Rejimin etrafında dönen, onun minderinde kalan muhalefetin ülkede umut rüzgarı estirme şansı yok deyince de önümüze anket sonuçlarını oyuyorlar. CHP hala birinci parti oyunu artırdı deniliyor. Peki o anketlere bir daha başka bir yerden bakmaya ne dersiniz.

Aynı şirketlerin yaptığı kamuoyu araştırmalarına göre ülkenin yüzde 75’i muhalefet boşluğu var, yüzde 38’i hiçbir parti ülkenin sorunlarını çözemez, yüzde 30 oy vereceğim parti yok diyor.

Bu rakamları şöyle okumak pekala mümkün: Ülke yangın yeri, iktidar dökülüyor ama güven veren muhalefet yok.

Ülkenin geldiği tabloya bakarak “bu rejim yıkılmalı“ demeyen-diyemeyen hiçbir siyasetin değişim iradesini temsil etmesi mümkün değil.

Ekim ayında sadece iktidar oyunlarına tanıklık etmedik. Kadınların, gençlerin, emekçilerin güçlü protestolarını da izledik. Bu tepkiler umut veriyor.

Bu tepkilerin birleşik bir siyasi ve dönüştürücü güce dönüşmesi “bu ucube rejimden kurtulalım” fikrinde ortaklaşmaktan geçiyor.

(BİRGÜN)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder