22 Ekim 2024 Salı

Terörist başı FETÖ "DOSYA" -22 Ekim 2024-

Fethullah Gülen: Halka karşı işlenen suçlarla dolu bir hayat -soL-

Kendi adıyla anılan dinci-gerici cemaat örgütlenmesinin lideri Fethullah Gülen, Amerika Birleşik Devletleri'nde öldü. Gülen kimdir?

Kendi adıyla anılan dinci-gerici cemaat örgütlenmesinin lideri Fethullah Gülen'in ölümü nedeniyle, daha önce soL'da Ahmet Çınar imzasıyla yayımlanan "Fethullah Gülen Cemaati’nin hikâyesi" adlı yazıyı yayımlıyoruz.

Fethullah Gülen hareketi, yaklaşık yarım asırdır merkez sağ ve merkez sol iktidarlar tarafından, bu iktidarların destekçisi patronlar sınıfı tarafından, 12 Eylül faşist darbesini yapan generaller tarafından, NATO ve bilumum emperyalist kurumlar tarafından desteklenmiş, büyütülmüş, güçlendirilmiş bir karanlık ağ. 2002’de iktidara getirilen AKP’nin yanına fiili “koalisyon ortağı” olarak verilmiş, 12 yıl boyunca AKP’yle birlikte Türkiye’yi yönetmiş bir gerici örgütlenme.

Soğuk Savaş’ın başlamasından kısa bir süre önce Erzurum’un Pasinler İlçesi’nde bir imamın oğlu olarak doğmuş, medrese eğitimlerinden sonra Diyanet teşkilatında imam ve vaiz olarak göreve başlamış sıradan bir devlet memurunun; bir cemaat lideri, devlet kademelerinde örgütlenmiş karanlık ilişkiler ağının bir numarası haline gelmesi elbette tesadüfle açıklanamaz. Ve kendiliğinden olacak bir iş değildir.

Çıkışı: Komünizmle Mücadele Derneği

Fethullah Gülen’in hayatının hangi yönde ilerleyeceği, ileriki yıllarda hangi misyonlarla donatılacağının ilk işareti 1963’te Erzurum’da kuruluşunda bizzat yer aldığı bir dernekle başlar: Komünizmle Mücadele Derneği’dir o derneğin adı.
                  Fethullah Gülen, Komünizmle Mücadele Derneği'ni kurduğu yıllarda...

Soğuk Savaş yılları olanca hızıyla devam ederken, emperyalizmin Türkiye üzerindeki hesapları ve tasarrufları acımasızlığıyla sürerken, Komünizmle Mücadele Dernekleri teşkilatlanmaya başlar Türkiye’de. Fethullah Gülen’in, kamuoyu sahnesine çıkışı işte tam da bu yıllara rastlar. Edirne, Kırklareli, İzmir, Edremit, Manisa, Bornova’da devlet katındaki resmi görevleri sürerken; diğer yandan da “gayriresmi görevleri”ni icra etmektedir Fethullah Gülen. İşte “Hocaefendi” ünvanını da bu yıllarda kazanmaya başlar. 1975-76’da Anadolu’nun çeşitli kentlerinde “turneye” çıkarak “Kuran ve İlim”, “Altın Nesil”, “İçtimai Adalet ve Nübüvvet”, “Darwinizm” başlıklı konferanslar verir ve taraftar toplamaya başlar.

Gülen'e destek 'her daim'

Fethullah Gülen’in bu örgütlenme çalışmaları, Genelkurmayıyla, hükümetiyle, patronlar sınıfıyla bütün bir devlet yönetiminin benimsediği “anti-komünist” yönelimle uyum içindedir. “Soğuk Savaş”ın NATO-ABD cephesinde yerini alan Türkiye, Anadolu’da “Altın Nesil” yaratmaya çalışan bu kendinden menkul “Hocaefendi”den rahatsız olmamakta, bilakis Fethullah Gülen’i alttan alta desteklemekte, büyütmektedir.

12 Mart darbesinden sonra adet olduğu üzere tutuklansa da “beraat ettirilmiş”; 12 Eylül darbesinden sonra adet olduğu üzere hakkında “yakalanma emri” çıksa da adım adım Anadolu’yu gezdiği halde bir türlü “yakalanamamış”tır. 

Arkasındaki “devletlü” desteğini en somut olarak hissettiği yıllar 12 Eylül yıllarıdır Fethullah Gülen’in.

Kenan Evren cuntasına selam: Gülen 'cennetlik' ilan etti

12 Eylül darbesinden bir ay sonra, Sızıntı dergisinin “Ekim 1980” sayısında “Son Karakol” başlıklı bir yazı kaleme alan Fethullah Gülen, Kenan Evren ve cuntasına selam çakmaktadır. Şöyle yazmıştır Gülen: “Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.”

O günden sonra Kenan Evren elinde Kuran’la kent kent gezip ayetler okurken, diğer yandan Fethullah Gülen de Anadolu’yu adım adım gezmekte, darbenin, NATO’nun, ABD’nin, “ulul emre itaat”in  faziletlerini anlatmaktadır lisan-ı hâl ile…

Fethullah Gülen, 80’li yıllardaki “fiili” mesai arkadaşı Kenan Evren’i yıllar sonra “cennetlik” ilan etmiş, 31 Ocak 2005’te Milliyet’e verdiği demeçte, “Evren Paşa, seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasiplerini almışlardır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahirette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir” demiştir.

Fethullah Gülen’in devlet yönetimindekilerle, siyasi aktörlerle daha yakın ilişkisi 1980’lerde giderek daha da artmış, “kanaat önderi” sıfatıyla açılışlarda, toplantılarda, törenlerde boy göstermeye başlamıştır.

Özal hükümetine doğrudan, açık ve tam destek veren cemaat üyeleri, eğitimden sağlığa, ordudan polise kadar kamu teşkilatlarında “önemli mevkilere” gelmeye, getirilmeye başlanmıştır.

Devlete sızmadılar, yerleştirildiler

Fethullah Gülen cemaati hiçbir yere sızmamış, genel bir devlet politikası olarak bulundukları mevkilere, makamlara yerleştirilmişlerdir. Bunda dönemin siyasi iktidarlarının vebali saymakla bitmez.

1980’ler ve 90’larda Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz, Ecevit hükümetleri döneminde tüm kamu kuruluşlarına yerleşmekle kalmamışlar, kendi sermayelerini, finansal güçlerini oluşturmuşlar, işadamlarını yaratmışlardır.

             Merkezi ABD'de bulunan, Yahudilerin kurduğu İftira ve İnkârla Mücadele Birliği'nin Başkanı ABD'li avukat Abraham Foxman ile Gülen'in samimiyeti...

Yine bu dönemde Abraham Foxman, Morton Abramowitz, Papa II. John Paul gibi tanınmış din ve devlet adamları ile temasa geçen Fethullah Gülen, donatıldığı misyon ve vizyonları hakkıyla yerine getirmeye çalışıyordu.

 Fethullah Gülen’in gönüllü PR çalışmasını yapan emperyalist kurum, kuruluş ve yayınlar da az değildi. ABD'den Foreign Policy ve Birleşik Krallık'tan Prospect dergilerinin oluşturduğu “Dünya'nın ilk 100 entellektüeli” listesinde Gülen de yer alıyor, Time dergisi tarafından “dünyanın en etkili 100 kişisinden biri” olarak gösteriliyordu.

Türkiye’de de kimi liberal, postmodern “akademisyenler” Fethullah Gülen üzerine “sosyolojik(!)”, “bilimsel(!)” kanaatler oluşturup, kamuoyuna “toplumsal rıza”lar pompalamakta geri kalmıyorlardı.

Gülen'in beraat ettirildiği dava

Fethullah Gülen’in korunup kollanması ve de himayesi meselesine bir kez daha bakmakta yarar var:

Yıl 2000, Fethullah Gülen hakkında Ankara DGM Başsavcılığı tarafından bir iddianame hazırlanır. İddianamede Fethullah Gülen cemaatinin amacı “Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğünü kurmak” olarak açıklanır.

İddianamede şu satırlar dikkat çekicidir:

“Fethullah Gülen laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni sona erdirip, yerine şer'i yasaların hakim olduğu İslam devletini kurmak için okullarında beyinlerini yıkadığı gençlik ile oluşturacağı toplumu kullanmayı planladığı tespit edilmiştir.

* Fethullah Gülen, demokratik usuller ile ılımlı İslam görüntüsü ile kamufle edilmiş yöntemi,

* Toplumun önemli bir kısmı tarafından kabul görmesine neden olan yurt içi ve yurt dışındaki okulları vasıta olarak kullanması,

* Papa ile görüşerek sadece Türkiye'de değil, dünyadaki müslümanları yönetmeyi amaçlayan ruhani liderliğe olan ilgisi,

* Siyasi parti, kişi ve bazı devlet kadroları tarafından kabul görmesi nedeniyle hedefine ulaşmada devlet rejimini istismar etmesi,

* Dini ve siyasi yapısını sürekli canlı tutan kaynağı belirsiz finans desteği ile, Ülkemizdeki en güçlü ve etkin irticai yapılanma olarak değerlendirilmiştir.”

DGM iddianamesinden: İşte cemaatin stratejisi

Aynı iddianamede Fethullah Gülen örgütünün stratejisi şöyle açıklanmaktadır:

"Fethullah Gülen, İslamcı ideolojik bir yaklaşımla, bulunduğu legal yolu muhafaza ederek, sahibi olduğu etkin mali gücü ile;

* Bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dersaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak,

* Devletin bütün kadrolarında, bütün bürokraside, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Teşkilatında kadrolaşmak,

* Yurt dışında Türkiye’de kurulacak siyasal islama sempati ile bakacak bir gençlik oluşturmak istemektedir.

Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bazı devlet çevrelerini etkileyen Fethullah Gülen, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir.

Cumhuriyet düzenine ‘Kafirler düzeni’ diyen bu şahıs, bugün bu düzeni ister görünerek, bazı kesimleri bu davranışına inandırabilmektedir.

Fethullah Gülen oluşturduğu öğrenci seçme ekipleri ile köy ve semtleri dolaşarak zeki ve becerikli öğrencileri seçmekte, sağladığı imkanlar ile kendisine bağlamaktadır. Fethullah Gülen’in düşünceleri öğrencilere evlerde, okullarda, kamplarda beyin yıkama metotları ile öğretilmektedir. Bu toplantılarda Atatürk, devrimleri ile toplumun İslam’dan ve inançtan uzaklaştırıldığı için Deccal (Ahir zamanda ortaya çıkacak fitnenin başı) olarak tanıtılmaktadır.

Fethullah Gülen sahip olduğu imkanlar ile semavi dinlerin temsilcileri ile başlattığı diyalog vasıtası ile ‘Dünya Dinler Birliği’ adı altında bir oluşuma zemin hazırlamış ve bu oluşum yönünde İslam Dini’nin temsilcisi olma yönünde uluslararası alanda izlenen ve karşılıklı çıkarlara dayanan bir stratejinin ilk sayfalarını da açmıştır.

Fethullah Gülen faaliyetlerinde gösterdiği gizlilik, taraftarlarının kendisine bağlılığı, etkili, kararlı ve merkeziyetçi yönetimi ile ülkemizin en güçlü irticai yapılanmasıdır.

Fethullah Gülen şeriat düzeni hedefine ulaşmak için özellikle gençlik kesimini sabırlı bir yöntem ile kendisine bağlamayı hedefleyen bir strateji takip ederek, bunlar vasıtasıyla toplumun bütününe hakim olmayı ve diğer yönden yürütme ve yasama erklerini hedefi doğrultusunda kullanmayı amaçlayan bir politika izlemektedir."

Cemaatin teşkilat yapısı iddianamede ayrıntılı biçimde yer almış

İddianamede Gülen cemaatinin teşkilatı ise şu sözlerle anlatılmaktadır:

"Zirvede Fethullah Gülen olmak üzere, silsile yolu ile bir yere kadar inen bir yapılanmayı kapsamaktadır.

Tarikatın başı: Fethullah Gülen, danışman kadrosu, şehir imamları, esnafı organize eden imamlar, semtlerden sorumlu imamlar, ev düzeyinde görevli imamlar, bireyleri kontrol eden imamlar. Fethullah Gülen öğrencilerin örgütlenmesine özel bir önem vermektedir. Fethullah Gülen yapılanmasının özünü teşkil eden Işık evlerinde tecrübesiz öğrenciler, kendilerini Fethullah Gülen’e tam bir teslimiyete götürecek eğitimden geçmektedirler.

Fethullah Gülen grubunun faaliyetleri bütün yurt sathında yaygın bir görünüm arz etmekte ise de, özellikle Samsun-Adana hattının batısında kalan illerde, üniversite çevrelerinde ve Doğu’da Erzurum İli’nde yoğunlaşmıştır.

Fethullah Gülen Grubu yurt sathına yaygın 88 vakıf, 20 dernek, 128 özel okul, 218 şirket, 129 dershane ve yaklaşık 500 öğrenci yurdunun yanı sıra biri İngilizce olmak üzere 17 yayın organı, ortalama 250 bin tirajlı gazete, TV İstasyonu, ulusal düzeyde yayın yapan 2 radyo istasyonu, faizsiz finans kurumu, bir sigorta şirketini denetimi altında bulundurmaktadır."

Tabii bu rakamlar 24 sene öncesine ait!

Cemaatin TSK mesaisi 24 yıl önceki iddianamede tek tek anlatılmış

İddianamede şu satırlar ise hayli çarpıcı... Gülen cemaatinin Türk Silahlı Kuvvetleri içinde nasıl örgütlendiği, 2000 tarihini taşıyan bu iddianamede şu satırlarla anlatılıyor: 

"Fethullah Gülen Grubunun özellikle eğitim alanında zaman zaman devletten de ileri imkanlara sahip olduğu gözlenmektedir. Fethullah Gülen Grubu, planlı, programlı, sinsi çalışmalarının önünde tek engel olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı uyguladığı politika, hoş görünme, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı bazı politikacılardan alınmış tavizlerle polisi güçlendirme, böylece denge sağlama, etkinleştiği polis camiasını gerektiğinde Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı kullanma şeklindedir.

Türk Silahlı Kuvvetlerini ele geçirme amacıyla sızma politikasını sessiz ve derinden devam ettirmektedir."

'Cemaat 10 yıl içinde TSK içinde söz sahibi olacak'

"Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasına sızma çalışmalarının yanı sıra subay ve astsubay çocuklarını kendi okullarına ve dershanelerine kaydettirmeye, yetiştirilen bu çocukları askeri okullara sokmaya çalışmaktadır.

Fethullah Gülen tarafından, silahlı kuvvetler içinde yapılanabilmek ve ileride etkinliğe kavuşabilmek amacıyla yeni projeler üretilmeye başlanmış, bu çerçevede askeri okullarda okuyan öğrenciler önce fiili hedef olarak belirlenmiş, kültür düzeyi yüksek, kendine bağlı, türban takmayan bayanların askeri öğrenciler ile tanışmaları ve evlenmelerinin sağlanabilmesi için gerekli vasatı sağlayacak bir yapılanmaya gitmiştir. Fethullah Gülen, bu yöntem ile 10 yıl içinde Türk Silahlı Kuvvetleri içinde söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır.”

2008'de Gülen bu davadan beraat edildi

Nasıl… İlginç değil mi?

Ankara DGM tarafından açılan bu dava, Mart 2007'de Fethullah Gülen'in beraatiyle sonuçlanmış, Haziran 2008'de Yargıtay Genel Kurulu Fethullah Gülen'in beraatini oybirliğiyle onamıştır.

Fethullah Gülen hareketinin büyütülmesinde Tayyip Erdoğan’dan Abdullah Gül’e, Bülent Arınç’dan Melih Gökçek’e, Özal’dan Çiller’re, Ecevit’den Baykal’a, ANAP’dan DYP’ye, SHP’den CHP’ye kadar bütün bir düzen siyasetinin vebali var.

Cemaatin TSK'ye 'sızması' 1986'da Nokta dergisinde

Dönemin ünlü haber-yorum dergisi Nokta (sonraki yıllarda cemaat tarafından satın alınacaktır) bir sayısını Fethullahçılara ayırır.

Derginin 28 Aralık 1986’da yayınlanan sayısının kapağında ifade “Orduya sızan dinci grup: Fethullahçılar” şeklindedir.

Özal-Gülen dostluğu

Gülen, darbe bakiyesi Özal iktidarının en önemli destekçisi haline geliyordu.

Vaazlarında, konferanslarında askere ve ardından gelen Özal hükümetine kayıtsız koşulsuz biatı işaret eden Gülen, ANAP’ın gönüllü militanlığını yapmaktan asla çekinmiyordu.

Kanaat önderi ve tarikat lideri sıfatlarını bu dönemde daha çok kullanmaya başlayan Fethullah Gülen cemaatine, kamuoyunda “hizmet hareketi” de denmeye başlıyordu.

Cemaatin, bağış-zekat yoluyla sermaye biriktirmeye, günlük gazete kurup medyada söz sahibi olmaya başladığı dönem, tam da Özal iktidarının zirvede olduğu yıllara rastlar. 3 Kasım 1986’da Zaman gazetesini kuran cemaat, medyaya da giriş yapmış oluyordu.

Diğer medya kuruluşlarıyla da arayı her zaman iyi tutan Fethullah Gülen, “kültürler arası diyalog”, “sempati”, “empati” gibi postmodern kavramları işte tam da bu dönemde sık sık dillendirmeye başlıyor, cemaat çevresinde bir sempati hâlesi yaratmaya çalışıyordu.

Özal’ın Çankaya’ya çıkması, Süleyman Demirel’in başbakan olması üzerine, Gülen cemaati hem ANAP’la bağlarını koruyor, hem de DYP’ye destek vererek merkez sağ iktidarlarla hiçbir zaman arayı bozmuyordu.
Özal’ın beklenmedik ölümü üzerine 1993’te Demirel’in Çankaya’ya çıkması, DYP’nin ve hükümetin başına Tansu Çiller’in gelmesiyle birlikte de Fethullah Gülen cemaati DYP içinde önemli mevziler ve mevkiler elde ediyordu.

Fethullah Gülen her protokolde

Gülen, 1980'ler ve 1990'lar boyunca törenlerde, açılışlarda, kongre ve konferanslarda, bir tarikat ve cemaat lideri değil de, adeta bir siyasi parti lideriymişçesine protokolde yerini alıyordu. Merkez sağ ve merkez soldaki siyasetçiler, Gülen'e özel bir ihtimam ve hürmet gösteriyor, yer veriyor, onu özel olarak davet ediyorlardı. 

Gülen'in Ecevitli yılları

Ve 28 Şubat…

12 Eylül cuntacılarına selam duran Gülen, “eyyamcı”, “oportünist”, “hem nalına hem mıhına vuran” tavırlarıyla bu dönemi de atlatıyor ve 1999-2002 arasında Bülent Ecevit tarafından kurulan 56’ncı ve 57’nci hükümetler döneminde Başbakan Ecevit’le yakın ilişkiler kuruyordu. O dönemde ülke genelinde yaygın bir fısıltı gazetesi, cemaatin Ecevit’e destek vereceğini kulaktan kulağa yayıyordu.

Öyle ki… Yıllar sonra Fethullah Gülen, Amerika’da yaşadığı evde bir öğle yemeği sırasında, “Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkanı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım” diyecekti.

3 Şubat 2012 tarihli köşesinde Reha Muhtar, “Gülen’in Amerika’ya gitmesinde Ecevit’in rolü” başlıklı bir yazı kaleme alıyor ve şunları anlatıyordu.

“Ecevit’in o dönemde Fethullah Hoca’yla ilişkisinin, Amerika’ya gitmesinde ne derece hayati bir rol oynadığını dün Faruk Mercan’ın Fethullah Gülen’in hayatını anlattığı kitabından detayıyla öğreniyorum...

Şöyle yazıyor Faruk Mercan: Fethullah Gülen için 22 Şubat 1999 tarihi için randevu ayarlandı... Ancak ABD’den arayan Profesör Tarhan ‘Burada havalar çok soğuk... Randevuyu biraz erteleyelim...’ dedi...

Mart ayına gelindiğinde ilginç bir şey oldu...

Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı Nuh Mete Yüksel’in, Gülen hakkında soruşturma açtığına dair bazı haberler İstanbul’a ulaşmaya başladı...

Gülen bu şartlarda ABD’ye gitmeyi doğru bulmuyordu...

Eğer savcı böyle bir soruşturma açmışsa, ABD’ye gitmesi ifade vermekten kaçınmak anlamında algılanabilirdi...

Gülen’e telefon açan Bülent Ecevit, “Sağlığınız çok önemli... Sizinle ilgili böyle bir soruşturma olsa haberimiz olurdu... Lütfen tedavinizi aksatmayın ve Amerika’ya gidin...” dedi...

Gülen’in Amerika’ya gitmesinde en etkili nedenlerden biri Ecevit’in telefonuydu...

Fethullah Gülen 2007 yılında Amerika’da kaldığı evdeki bir öğlen yemeğinde Bülent Ecevit’i şöyle andı:

“Ecevit hayatı boyunca oruç tutmadı... Namaz kılmadı ama inancı sağlamdı... Sosyal demokrat bir zeminde doğdu ve İsmet İnönü’ye ortanın solu dedirtti... Okullara çok sahip çıktı... İşin büyüklüğünü sezmişti... Önüne bir dosya getirildiğinde elinin tersiyle itti... Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkanı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım...”

Habertürk'e 2009’da verdiği röportajda, "Fethullah Gülen'in elini tutan ilk kadın" olduğunu söyleyen Rahşan Ecevit, "Bülent onun okullarını çok beğeniyordu" diyordu.

Cemaatin orduya sızma girişiminin tartışıldığı MGK'de Ecevit Gülen'in avukatlığını yaptı

1998’in Mart ayında gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu’na, Ecevit’in Fethullah Gülen’i savunduğu konuşma damgasını vuruyordu.

MGK'da, Fethullah Gülen'in orduya sızma girişiminden ve çeşitli faaliyetlerinden rahatsızlık duyduklarını söyleyen komutanlara dönemin Başbakan Yardımcısı Ecevit karşı çıkıyor ve “Siz, Gülen'in geçmişinden yola çıkarak bu kanıya varıyorsunuz. Kendisini tanısanız bunları söylemezdiniz. İnsanlar değişip gelişebilir” diyordu.

AKP iktidarı: Fiili koalisyon ortağı Fethullah Gülen Cemaati

3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelen AKP, hemen kucağında adı konulmamış ama “fiili” bir koaliyon ortağı buluyordu. 12 Eylül cuntasıyla kendine gelmiş, Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz, Ecevit hükümetlerince korunup kollanmış, büyütülüp himaye edilmiş, kamu kademelerinde kadrolaşmış bir cemaat: Fethullah Gülen cemaati…

Abdullah Gül tarafından 58. hükümet kuruluyor, bakanlar atanıyordu… Fethullah Gülen cemaati ise bu hükümetin görünmeyen, ilan edilmeyen fiili ortağı olarak kadrolaşma çalışmalarına hız veriyor, kamu yönetiminin her zerresine daha da fazla nüfuz etmeye başlıyordu.

Kabinede Kültür Bakanı olan Hüseyin Çelik’in, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın, Devlet Bakanları Beşir Atalay’ın, Ali Babacan’ın cemaatle yakın ilişkileri olduğu iddia ediliyor, kulislerde konuşuluyordu.

Cemaatle iyi ilişkileri olduğu bilinen isimler, AKP rozetiyle hükümette yer alıyordu.

Ve Fethullah Gülen cemaati, AKP iktidarının fiili koalisyon ortağı olarak büyümeye, kadrolaşmaya, devletin DNA’larına yerleşmeye başlıyordu…

Ergenekon, Balyoz, OdaTV, KCK kumpasları

Türkiye’nin “büyük gerici dönüşüm süreci” içine, “cumhuriyetin tasfiyesi süreci” içine yerleştirilmiş bir araç, bir mekanizma olan ve sonradan hepsi birer birer çöken Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK gibi kumpas davaları dönemi başlıyordu.

Sonradan bu davalarda sahte delil üreten, yasa dışı dinleme-gözleme faaliyeti gösteren polislerin cemaat mensubu ya da sempatizanı olduğu ortaya çıkıyordu. Ergenekon sürecinde görev alan savcı ve hakimlerin de cemaat üyesi oldukları, yıllar sonra anlaşılacaktı.

Bu dönemde cemaatin uluslararası organizasyonu olan Türkçe Olimpiyatları, hemen hemen tüm AKP’li bakanları yolunun geçtiği ve kürsüye çıkan her bakanın Fethullah Gülen’e övgüler yağdırdığı bir platform oluyordu…

Abant toplantıları

Fethullah Gülen cemaati bu yıllar boyunca, sadece siyaset alanında mevzi ve mevki kazanmakla kalmadı. Akademide, medyada, entelektüel dünyada da hegemonya kurmak için çeşitli zeminler, platformlar hazırladı.

Bunlardan biri de Abant Platformu’ydu… Fethullah Gülen cemaatinin Abant Platformu’ndan kimlerin yolu geçmedi ki…

Cemaate meşruiyet sağlamak ve cemaat adına “toplumsal ve akademik rıza oluşturmak” için gerçekleştirilen bu toplantılara katılan katılanaydı.

İşte o isimler:

Mehmet Ali Kılıçbay, Murat Belge, Cüneyt Ülsever, Halit Refiğ, Niyazi Öktem, Ufuk Uras, Toktamış Ateş, Hüseyin Hatemi, Beşir Ayvazoğlu, Hayrettin Karaman, Ali Bardakoğlu, Soli Özel, Nevzat Yalçıntaş, Hüseyin Çelik, Mete Tunçay, Ali Yaşar Sarıbay, İlber Ortaylı, Mehmet Altan, Mustafa Erdoğan, Ali Bulaç, Mustafa Armağan, Mehmet Bekaroğlu, Nilüfer Göle, Doğu Ergil, Ali Müfit Gürtuna, Işıl Karakaş, Mehmet Gündem, Naci Bostancı, Altan Tan, Nazlı Ilıcak, Faik Tunay, Mehmet Metiner, Ergun Özbudun, Fuat Keyman, Ayşe Böhürler, Etyen Mahcupyan, Rasim Ozan Kütahyalı, Cengiz Çandar, Ferhat Kentel, Mithat Sancar, Eser Karakaş, Sadullah Ergin ve daha onlarca isim…

Said Nursi'ye güzellemeler düzen sosyolog

Sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi övgüsü üzerinden, cemaate dolaylı bir destek sağlanmasına yardımcı oluyordu. 

Prof. Dr. Mardin,  "Bediüzzaman Said Nursi" adlı kitabında, Said Nursi güzellemesi yaparak şunları söylüyordu: "Modernleşme yanlısı seçkinlerin safına katılmayan, yoksul kesimlerden destek arayan Said Nursi'nin, radikal-dinci bir düşünür olarak yaptığı, halkın gündelik hayatında önemli yer tutan kültürel kaynaklara, dini söylemlere birlikte sahip çıkarak bunları modern bir topluma uyum sağlayaak biçimde zenginleştirmekti." 

Mardin, Neşe Düzel'e verdiği söyleşide Fethullah Gülen'in yorumlarının "çok özgün" olduğunu ifade ederek, cemaat hakkında şu sözleri sarf ediyordu: "Gülen cemaatine 'nötr' diyeyim. Çünkü ne olduğunu bilemiyoruz. Fakat dünyada böyle büyük bir çark var. Gülen hareketinin o çarktan olumlu ya da olumsuz etkilenmemiş olması mümkün değil. Ben Gülen cemaatinin o çarkın nasıl bir parçası olduğunu ve o çarkın içinde nerede durduğunu çıkaramıyorum."

Mardin ve benzeri akademisyenlerin, Said Nursi gericiliği ve türevlerine sağladığı bu destek de, elbette asla unutulmayacak. 

                                                                /././

'Hizmet hareketi'nden darbe girişimine Fethullah Gülen: Yaşamı boyunca siyasette kollandıktan sonra 'hain' ilan edildi -Gökçer Tahincioğlu/T24-

Gülen cemaatinin lideri, devlet kayıtlarına göre “Paralel Devlet Yapılanması/FETÖ örgütünün elebaşı”, İçişleri Bakanlığı’nın kırmızı kategoride arananlar listesinin başında yer alan, uzun yıllar siyasetçilerin kol kanat gerdiği Fethullah Gülen, son 25 yılını geçirdiği ABD’de, ardında birçok tartışma ve dava bırakarak öldü. Gülen, yaşamı boyunca Nur cemaati içindeki harekat tarzı, kendi cemaatini kurması,  Turgut Özal’dan Bülent Ecevit’e ilişkileri, cemaatine bağlı şirketleri ile tartışıldı. Çözüm sürecini sabote etmek, paralel devlet yapılanması kurmak, devlete sızarak iktidarı ele geçirmeye çalışmakla suçlanan Gülen hakkında yıllar boyunca bu konularda önemli kanıtlara da ulaşıldı. Şimdi Gülen’in ardından cemaati kimin yöneteceği tartışılıyor.

Fethullah Gülen, resmi kayıtlara göre, Erzurum Pasinler Korucuk köyünde 27 Nisan 1941’de dünyaya geldi. Sekiz kardeşli ailenin ikinci çocuğu oldu. Babası, imamdı.

Ancak doğum tarihi tartışmalı. Kendi anlatımına göre 1938’de nüfus memuru Fethullah ismini kaydetmeyince sinirlenen babası, 1942’ye kadar nüfus kaydı yaptırmadı. 1942’de kaydı “Muhammed Fethullah” yerine “Fethullah Gülen” olarak yapıldı. Doğum tarihi de 1938 yerine 1941 olarak yazıldı. Asıl doğum tarihi 1938.

Fetullah Gülen'in doğduğu ev

Yine kendi anlatımına göre 4 yaşında annesinden eğitim aldı ve Kuran’ı hatmetti. İlkokul eğitimi babasının Alvar Köyü’ne imam olması nedeniyle yarım kaldı. İlkokulu dışarıdan bitirdi. Babasından hafızlık eğitimi almaya başladı ve anlatımına göre 13 yaşında, 1951’de hafız oldu. Din eğitimine Hasankale’de ve Erzurum’da Kurşunlu Camii Medresesi’nde devam etti. Ardından Taşmescid’e gitti. Edirne’ye vaiz olarak gidene kadar burada eğitim gördü. İlk vaazını da Erzurum’da verdi. Gülen’e yakın sitelerde, 14 yaşında verdiği vaaz için, “Heyecanını belli etmemeye çalışarak Fethullah'ın konuşmasını bekledi… Fethullah, ilk önce sıkıntı duydu. Hemen ardından açıldı ve mükemmel bir vaaz verdi. Cemaat 14 yaşındaki bu çocuğun vaazıyla coştu. Bazı kişiler neredeyse kendinden geçecek hâle geldiler” yorumu yapılıyor.

Nurcular’la tanışma

Gülen, anlatımına göre, 1957’de Nurcular’la ilk kez tanıştı. Said-i Nursi’nin öğrencilerinin sohbetlerine katıldı ve daha sonra bu sohbetleri bırakmadı. Amasya, Tokat ve Sivas’ta bu çerçevede vaazlar vermeye başladı. Gülen, o dönemi, “Ben zaten sahabe aşığı bir insandım. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim” diye anlatıyordu.

Vaizlik günleri

Gülen, Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olarak 1959 yılında Edirne'de vaiz olarak göreve başladı. Burada yaklaşık dört yıl görev yaptı. Askerlik dönüşünde memleketine dönenerek 1962'de Komünizmle Mücadele Derneğinin Erzurum Şubesinin kurucuları arasında yer aldı, sola karşı faaliyet yürüttü. Daha sonra önce Edirne, ardından Kırklareli'nde imamlık yaptı.

Gülen, hatıralarında bu dönemi de ayrıntılı biçimde anlatıyor:

“Babam mutlaka Erzurum'dan dışarı çıkmamı istiyordu. Buna her defasında annem karşı çıktı. Fakat sonunda babamın dediği oldu. Annemin de muvafakatını alarak Edirne'ye gitmeme karar verildi. Edirne'de Hüseyin Top Hoca vardı. Bizim akrabamızdı. Bana sahip çıkar diye oraya gitmem uygun görülmüştü. 18 yaşını aşmıştım. 'Seyahat Ya Resülallah!' dedik ve Edirne'ye doğru yola çıktık. Edirne'ye giderken, yol güzergahında bazı yerlere uğrayarak gittim. Hüseyin Top Hoca beni İbrahim Efendi'ye (Edirne Müftü Vekili) götürdü. O beni biraz genç görmüş olacak ki imtihan etmesi gerektiğini söyledi. İbrahim Efendi'nin 'Genç ama kendini iyi yetiştirmiş' sözü benden çok Hüseyin Efendi'yi sevindirmişti…”

Erzurum yılları

Edirne’de evlenmesi için kendisine telkinde bulunuldu. Gülen, anlatımına göre bu teklifi reddetti:

“Edirne'de bulunduğum ilk dönemlerde Hüseyin Top aklıma iyice girdi. Edirne eşrafından, temiz ve zengin bir ailenin benimle ilgili bir taleplerinin olduğunu söyledi. Bir bayram günü ikimiz bu aileyi ziyarete gittik. Ancak ben buram buram terledim. Kaşımı kaldırıp etrafa bakamadım. Sonra da talepteki teknik bir yanlışlıktan dolayı canım çok sıkıldı... Hemen sarfı nazar ettim. Ve daha sonra öyle bir şeye teşebbüs etmeme kararı içimde belirdi. Ondan sonra da bir kere de Yaşar Hoca'nın bir tavsiyesi olmuştu. Kalbimin derinliklerindeki gerçek niyeti ancak Allah bilir. Ama zannı tahminim o ki, hizmetin dışında gözlerimin içine başka bir hayalin girmesini istemedim. Esasen bu ailelerin hepsi de iyi ve mazbut insanlardı. Ne var ki ben daha birinci teşebbüste kararımı vermiştim. Kendimi İslami hizmetlere vakfedecek ve evlenmeyecektim.”

1961’de askere gitti. Acemiliğini Ankara Mamak’ta yaptı. Daha sonra İskenderun’a gönderildi. Burada hastalandı ve raporlu olarak Erzurum’a döndü. Bu sırada Erzurum’da vaazler verdi. Bir vaazından dolayı mahkemeye verildi. Mahkemede beraat etti ancak disiplin cezası nedeniyle 10 gün askeri hapishanede yattı.

“Askere giderken Erzurum'a uğrayamamıştım. Aradan dört sene geçmişti. Hasta ve alil bir halde Erzurum'a gitmek üzere trene bindim. Arif Başçavuş bana bir çanta almıştı. Eşyalarımı ona yerleştirdim. O çantayı daha hâlâ, değerli bir hatıra olarak saklarım... Bir ara trende koridora uzanmak zorunda kaldım. Zaten tren tıklım tıklım doluydu. İskenderun sıcak, Erzurum tarafları da çok soğuk olduğundan, ben farkına varmadan, üşütmüşüm. İskenderun’a döndüğümde İskenderun Merkez Camiinde vaaz etmeye başladım. Beni mahkemeye verdiler.

Bana isnat edilen suçlar çok ağır cezayı gerektiren suçlardı. Hadise, ihtilale teşebbüs ve halkı devlet aleyhine ayaklandırma, gibi inanılmayacak şeylerdi. Buna rağmen Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla, hiçbir şey olmadı. Dosyayı da tamamen kaldırdılar. Yeni İstiklal Gazetesi, haberi sür manşet yaptı. Hatırladığıma göre de 'Fatih'in torunu Fethullah' diye yazmışlardı. Diğer gazeteler de kendi duygu ve düşünceleri istikametinde haberi değerlendirdiler.”

İzmir dönemi

1966’da tayini İzmir’e çıktı. Burada hem öğreticilik hem de Kestane Pazarı Kur'an Kursu müdürlüğü yaptı. Bu dönemde etrafında bir çekirdek kadro toplanmaya ve cemaatinin temelleri atılmaya başlandı. 12 Mart 1971'deki askeri muhtırasına kadar burada görev yaptı, vaazlarıyla etrafındaki sempatizan sayısını artırdı. Özellikle gençleri hedef kitlesi yapan Gülen'in vaaz kasetlere alınarak el altında dağıtıldı ve propagandası diğer illere kadar uzandı. İlk öğrencileri arasında yer alan Mustafa ÖzcanAbdullah Aymazİsmail Büyükçelebi ve İlhan İşbilen gibi isimlerdi. Bu isimler daha sonra Gülen yapılanmasının tepesinde yer aldı.

Işık evlerini açıyor

Işık evleri olarak bilinen, öğrenci toplamaya ve yetiştirmeye dayalı örgütlenme modelini İzmir’de uygulamaya başladı. İlk kez İzmir Tepecik'te 1966 yılında "Nur Evleri"ni kurdu. Ancak zamanla cemaatin "Altın Nesil" projesi kapsamında bu evler 1994'ten itibaren adını "Işık Evleri" olarak değiştirdi. Yavaş yavaş Said-i Nursi’nin izini takip eden Yeni Asyacılar’dan koparak kendi cemaatini kurmaya başladı. Eğitime ve Işık evlerine ağırlık verdi.

İzmir dönemini şöyle anlatıyor:

“17 ay kadar askerlik yaptım. Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkadan gönderdiler... Hayatımın en kabuslu günleri sona ermişti. İki sene ihtilaller ve ihtilal teşebbüsleri ile yüz yüze yaşadığım ve 'Korkulu bir rüya görüyorum, uyanınca geçecek' diyerek kendimi ikna ettiğim ve bu ikna ile sabredebildiğim askerlik artık bitmişti. Erzurumlular beni 'Edirneli Hoca' diye tanıyorlardı. Ramazanda Erzurum'daydım. Askerliğim bittiği için Erzurum' a gelmiştim. Müftü Sakıp Efendi'ydi. Bir sene önce, bana seve seve vaaz ettirmesine rağmen, o sene, hadise çıkarıyor gerekçesiyle Sakıp Efendi vaaz ettirmek istemedi. Fakat bu sefer de halk müftülüğün önünde toplanmıştı. 'Edirneli Hocayı konuşturmayacak adamı biz daha göremiyoruz' diyerek müftülüğün önünde bağırıp çağırmışlar. Bu hadise tamamen benim dışımda cereyan etmişti. Ben hadiseyi daha sonra duydum.. Ve Sakıp Efendi bana vaaz ettirmek zorunda kaldı. O sene de vaaz ettim. Hasta olarak geldiğim dönemde, Halk Evine de gidip geliyordum. Güzel çalışmalar yapıyorlardı. Halk Partisi döneminde o zihniyete hizmet eden bu kuruluşlar, müspet düşünceli insanların eline geçince yararlı hizmetler yaptı. Erzurum Halk Evinin yöneticileri, iki kişinin dışında namazlı insanlardı. Gerçi, bir kısım tuhaflıkları vardı ama inançları sağlamdı. En kötüleri dahi inanırdı…

Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum'da Komünizmle Mücadele Derneği'ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir'de vardı. İkincisi de Erzurum'da bizim gayretlerimizle açılacaktı.

İzmir’e tayin oldum. Yaşım yirmi altı veya yirmi yedi dolaylarındaydı. Bir taraftan da İzmir'in içinde iki-üç yerde vaaz veriyordum. Aynı zamanda gitmeye çalışıyordum. Zaten her cuma Kestanepazarı Camii'nde vaaz veriyordum. Bunun dışındaki vaazları mümkün mertebe cumartesi pazar günlerine sıkıştırmaya gayret ediyordum. İzmir Kestanepazarı Kur'an Kursunda hocalık yaparken Diyanet İşleri Başkan Vekili Lütfü Doğan telefonla arayarak Diyanet Görevlisi olarak hacca gönderileceğimi söyleyince o sene ilk kez hacca gittim. 1969 yılında kahve sohbetleri başladım ve Ege Bölgesi'nin çeşitli il ve ilçelerinde vaazlar verdim.

O zaman bana, yarı resmi Ege'nin her yerinde vaaz etme salahiyeti verdiler.”

Fetullah Gülen konuşma yapıyor

12 Mart’a ve işkencehaneye övgü: Müstehak oldukları için

Ocak 1971’de, öğrencilerini toplantılara götürdüğü gerekçesiyle görevinden uzaklaştırıldı. 12 Mart askeri muhtırasından sonra 4 Mayıs 1971’de tutuklandı ve 54 sanıklı Nurculuk davasında yargılandı. 9 Kasım 1971’de tahliye edildi. Üç yıl hapis cezası aldı ama bu cezası Askeri Yargıtay tarafından bozuldu.

“Kestanepazarı'ndan ayrılınca Güzelyalı'da bir eve taşındım. Günler geçmek bilmiyordu. Sanki saniyeler sene olmuştu. Halbuki, talebelerimin arasında bulunduğum günlerde; vaktin arkasından koşturuyor ve adeta zamanla yarışıyordum. Türkiye günden güne bir askeri darbenin eşiğine doğru kayıyordu. 27 Mayıs'ı görmüş olanlar için, görünen tablo pek de iyimser değildi. 12 Mart 1971 Cuma günü saat 13'te radyodan okunan bildiri üzerine Muhtıra resmen verilmiş oldu. Asker devreye girmişti. Sol panik içinde, sağ mütevekkil olacakları bekliyordu… Muhtıradan kısa bir müddet sonra tutuklamalar başladı. Solun liderliğine soyunanların birçoğu müstehak oldukları için, Müslümanlardan birçoğu da sırf denge için tutuklanmış ve gözaltına alınmışlardı. Ve tutuklamalar devam ediyordu… 27 Mayıs sol güdümlü bir harekettir. 12 Mart da öyle olsun isteniyordu. Fakat ihtilale beş kala hadiseye el koyan Memduh Tağmaç ve arkadaşları muhtıranın macerasını birilerinin güdümünden kurtardı. Ondan böyle bir atak beklemeyen solcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Onlarda görülen 12 Mart aleyhtarlığı, biraz da yetişemediğine ekşi diyenin durumu gibi bir tavır. Eğer 9 Mart'ta yapılmak istenen harekata mani olunmasaydı, yapılacak ihtilal çok başka olacak ve 'Devrim Anayasası' adıyla hazırlanan taslak yürürlüğe girecek, Türkiye isim olarak olmasa bile sistem olarak tam bir komünist ülke haline getirilecekti... Bu solcu güçler ve onların akıl hocalığını yapan devrimbaz sivillerin ortak arzusuydu. Nitekim Ziverbey soruşturmasında hepsinin maskesi düşmüş ve menfur düşünceleri bir bir ortaya çıkmıştır. 12 Mart, bir ihtilal ve darbe değildir. Hükümeti belli konularda uyaran bir ikazdır… Beni alıp hücre gibi bir yere tıktılar. Bir de ne göreyim, benden evvel aynı yere Şaban Düz, Harun Reşid Tüylü, Mustafa Birlik ve ülkücülerden de bir arkadaş getirilmiş… Nihayet 7. ayın içinde son bir kere daha mahkemeye çıkarıldık. 9 Kasım 1971 günü tahliye olduktan sonra göreve başlamak için Diyanet'e başvurdum. Sıkıyönetim nedeniyle müspet bir cevap hemen gelmedi. Salepçioğlu ve Alsancak Camilerinde vaaz vermeye başladım. Ve 23 Şubat 1972'de Edremit merkez vaizliğine tayin edildim.”

Demirel ve Çağlayangil

Gülen, 80 darbesine kadar örgütlenme çalışmalarına devam etti. Özellikle Işık evleri ve öğrencileri aracılığıyla örgütlendi. Vaazlarla taraftar topladı. Kurumsallaşma çalışmaları da aynı dönemde başladı.

1975 yılında Kur'an ve İlim, Darwinizm, Altın Nesil, İçtimaî Adalet ve Nübüvvet isimli konferanslar serisine başladı ve 1976 yılında da devam eden bu konferanslar için İzmir dışında Ankara, Çorum, Malatya, Diyarbakır, Konya, Antalya, Aydın gibi illeri ziyaret etti. 1976’da Manisa'dan İzmir Bornova'ya tayin Oldu. Burada 12 Eylül 1980 darbesine kadar görev yaptı.

1977’de görevli olarak Almanya'ya gitti ve burada çeşitli yerlerde konuşmalar yaptı, konferanslar verdi. Aynı yıl ilk kez İstanbul Eminönü'nde Yeni Cami'de vaaz verdi. Vaazın konusu Müslüman'ın öncelikle kendine ve benliğine çeki düzen vermesi idi.

İstanbul'da ikinci vaazını Sultanahmet Camii'nde verdi. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil de dinleyiciler arasındaydı.

Fetullah Gülen ve dönemin Başbakanı Süleyman Demirel

Sızıntı çıkıyor

İlk sayısı Şubat 1979'da çıkan Sızıntı Dergisi'nde başyazıları ve daha sonra orta sayfa yazılarını yazmaya başladı.

12 Eylül 1980 askerî darbesinden bir hafta önce 5 Eylül Cuma günü son vaazına çıktı. Vaazdan sonra Turgut Özal'la camide imam odasında görüştü.

Fetullah Gülen ve 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal

12 Eylül’e de tam destek ve Özal’la yakın ilişki

12 Eylül darbesinden hemen sonra 45 günlük bir heyet raporu aldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra ismi gözaltına alınacaklar arasında geçti. 1981’de, hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Vaizlikten istifa eden Gülen, nasılsa sıkıyönetimden altı yıl kaçmayı başardı. 1986 yılında Burdur'da kardeşine ait kimlikle yakalandı ancak iddiaya göre Turgut Özal'ın devreye girmesiyle bir gün sonra serbest bırakıldı. Gülen'in yakalandığı sırada kendisiyle birlikte hareket eden diğer 13 kişi daha sonra Gülen yapılanmasında önemli yerlere geldi. Gülen, o dönemi şöyle anlatıyor:

“Bence 12 Eylül'ün diğer ihtilallerden pek farklı bir yönü yoktu. Yine gençler silahlı ve sokakta... Yine dillerde Marks ve Lenin… Yine kin ve nefret… Yine yıkıcı siyaset ve meclis polemiği… Yine müdahaleye çağrı ve yine 'hele bir yıkalım sonra oturur ne yapacağımızı düşünürüz' gibi geri kalmış ülkelerin psikolojisiyle hareket etme hastalığı sarmıştı bir baştan bir başa toplumu. Bu arada şunu da vurgulamakta yarar var: Bu son hareketin mimarları bazı müspet icraatta da bulundular. Toplumu, dirilmesi için bir kere daha silkelediler. Sovyet imparatorluğu yıkılma sath-ı mailine girdiği bir dönemde maceracı gençlerin Türkiye'yi Sovyetler'in peyki haline getirme oyununu bozdu ve ülkemizin içinden çıkılmaz bir bataklığa sürüklenmesini bilerek veya bilmeyerek önlediler… Bazı kıymetli vatan evlatlarına millete hizmet etme yollarını açtılar…

İhtilalin bu ilk günlerinde benimle daha ziyade İzmir Emniyet'i uğraşıyordu. Bu sebeple aranmam bir yönüyle mahalli sayılırdı. Türkiye geneline teşmili daha sonra oldu. Onun için tayinimin İzmir dışına yapılmasını istedim. Belki bir çare olabilir, diye düşündüm. Bu vesileyle gidip Tayyar Bey'le görüşmeye karar verdim. Bir müddet kapıda bekledim. Sonra yanına girdim. Bazı evraklarla meşguldü. İşini bitirinceye kadar da bekledikten sonra meseleyi görüşebildik… Çanakkale'ye tayin edildim.

1983'te serbest seçimler yapılmasına rağmen süreç hala askeri yönetimin izlerini taşıyordu.

Hakkında arama emri olduğu gerekçesiyle Burdur'da tevkif edildim. Uzun bir sorgulamadan sonra İzmir'e getirildim. Arama emrinin İzmir'le de bir alâkası olmadığı anlaşılınca serbest bırakıldım. Hem Miraç kandili, hem de Büyük Çamlıca Camii'nin açılışı münasebetiyle altı yıllık aradan sonra ilk defa kürsüye çıktım.

Hac'a gittim. Oradayken arama kararı vardı. Sıkıyönetim Komutanlığına teslim oldum. Suçsuz bulunarak, serbest bırakıldım."

Evren’le görüşemedi

Gülen, bu dönemde darbenin lideri Kenan Evren’le görüşmek de istedi. Evren, bu talebin geldiğini yıllar sonra açıkladı. Evren, talebi gereksiz bularak geri çevirdiğini anlattı.

Siyasetle yakın ilişki

Gülen, vaizlikten istifa etti ama cami kürsülerine çıkmayı sürdürdü. Gülen serbest kaldıktan sonra darbenin yarattığı boşluğu fırsata çevirdi. 1989'den itibaren İzmir ve İstanbul'da Diyanet İşleri Başkanlığından bağımsız şekilde gönüllü olarak vaazlarını sürdürdü.

Aynı dönemde cemaatin çekirdek kadrosu da oluşmuştu. 1980’lerden itibaren özellikle devlete sızma çalışmaları da başlamıştı. Özellikle “mülkiye, adliye ve askeriye” hedefindeydi. Bursa Işıklar Askeri Lisesi o dönemki hedeflerden biriydi. “Hizmet hareketi” adıyla hareket eden Gülen’e yakın kadrolar, askeri okulların sınavlarını çok önemsiyordu.

1990’lardan itibaren yine çekirdek kadro aracılığıyla bir yandan Gülen, “Hoşgörü temsili” olarak gösterilmek istendi hem de cemaatin kurumsallaşması için vakıf ve şirketler kurulmaya başlandı. Gülen’e yakın ilk yurtdışı okulları da bu dönemde açıldı.

Özellikle Sovyetler'in dağılmasıyla birlikte Orta Asya'daki Türk Cumhuriyetleri, Balkan ülkeleri ile Afrika ülkelerinde açılan okul sayısı arttı.

Bank Asya açılıyor

1994’te özellikle kültürel alanda faaliyetlerini kurumsallaştıran Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı açıldı. Aynı yıl Başbakan Tansu Çiller’le baş başa görüşme yaptı. Yurtdışı seyahatlere çıktı.

Ekonomik alanda da güçlenen Gülen, 24 Ekim 1996 tarihinde Altunizade'de Bank Asya'yı açtı. Açılışa Dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, Devlet Bakanı Abdullah Gül, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, eski bakanlardan Abdülkadir Aksu da katılarak kurdeleyi kesti.

Bank Asya açılışında; Fetullah Gülen, dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, Devlet Bakanı Abdullah Gül, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan kurdele kesti

Diğer yandan gıda, eğitim, sağlık, medya gibi alanlarda açılan şirketlerin sayısı arttı. Birçok büyük holding ortaya çıktı, üniversiteler açıldı. Özel okullardan her yıl binlerce öğrenci mezun oldu.

Özellikle Özal, Çiller ve Ecevit’le yakınlığı sürekli tartışıldı. Ecevit’in yurtdışı okulları desteklemesi büyük tartışma yarattı.

Sporla da ilgili olan Gülen, özellikle Galatasaraylı Hakan Şükür’le yakındı. 1995’te Hakan Şükür'ün düğününe katıldı ve nikah şahitliğini yaptı. Sonradan çok sayıda futbolcu Gülen’i ziyaret etti.

Papa ile görüşme

Gülen, 90’lı yıllarda özellikle hoşgörü ve dinler arası diyalog kavramları üzerinden çalışmalarını sürdürdü. Siyasetle zaten yakındı. Okul sayısı hızla artıyordu.

1998’de Papa ile baş başa görüştü. Vatikan’la yakın ilişki kurmaya özen gösteriyordu.

Papa 2. Jean Paul ve Fethullah Gülen

28 Şubat’ta da askere destek

Gülen, bir yandan bu çalışmalarını sürdürüyordu ama diğer yandan ilk kez kamuoyu devlet içinde örgütlenmesini, siyasilerle ilişkisini konuşmaya başladı. Ankara Emniyet Müdürlüğü, o dönemde Gülen’in ilişkileri ile ilgili çalışma başlattı. Bu çalışma daha sonra Türkiye’den çıkmasına yol açacak soruşturmaya dönüşecekti. Aynı dönemde çalışmayı yapan Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında “telekulak” soruşturması başlatıldı. Ekip, görevden alındı. Bu soruşturmanın Gülen kumpası olup olmadığı çok tartışıldı.

Ancak Ankara Emniyeti’nin, “Gülen örgütlenmesi” raporu, yine çok tartışmalı bir isim olan DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in elindeydi. Yüksel, 28 Şubat’ta askeri karşısına almamaya özen gösteren, Refah Partisi’nin kimi eylemlerini eleştiren, “askerin uyarıda bulunduğunu söyleyen”, Gülen hakkında adliye ve mülkiyedeye sızmanın önemine işaret ettiği konuşması nedeniyle soruşturma başlattı.

Gülen, bu soruşturma başlar başlamaz, 21 Mart 1999’da sağlık sorunlarını gerekçe göstererek ABD’ye gitti. ABD’den bir daha geri dönmedi.

Yüksel’e kumpas

Yüksel ise Gülen hakkında “anayasal düzeni yıkmaya çalışmak” iddiasıyla iddianame hazırladı. Bir süre sonra hakkındaki onlarca usulsüzlük iddiasına rağmen soruşturulmayan Yüksel’e ait bir “seks kaseti” kamuoyuna yansıdı. Montaj olup olmadığı belirsiz kaset, Yüksel’in DGM’deki sonunu getirdi. Düz savcılığa atanan Yüksel, daha sonra emekliye ayrıldı.

Gülen’in davası ise yıllarca sürüncemede kaldı. İddianamede o dönem Gülen’e ait olduğu belirtilen şirketler şöyleydi:

“Zaman Gazetesi, Samanyolu TV, CHA (Cihan Haber Ajansı), Sızıntı Dergisi, Aksiyon Dergisi,

İş Hayatı Dayanışma Derneği (İSHAD), Asya Finans Kurumu, Işık Sigorta AŞ., Çağ Öğrenim İşletmeleri A.Ş., Fatih Eğitim ve Öğrenim Kurumları AŞ., Samanyolu Basın Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ., Feza Gazetecilik AŞ., FEM Dershaneleri, Özel Maltepe Dershaneleri,

Fatih Üniversitesi…”

Dava beraatle bitti

AKP iktidara geldikten sonra dava farklı bir seyir izledi. Önce ertelemeyle sonuçlanan dava, beraat talebiyle devam ettirildi. Ardından DGM’de beraat kararı verildi. Karara itiraz eden savcının da hükümeti eleştiren bir ses kaydı sızdırıldı. Dava, Yargıtay’da da beraatle sonuçlandırıldı.

Cemaat kritik kadrolara yerleştirildi

AKP’nin iktidar döneminde özellikle Gülen’e yakın hakim, savcı ve polisler kritik noktalara getirildi. Özel yetkili mahkemeler, savcılıklar ve sulh ceza mahkemelerinde, emniyetin terör ve suç örgütleri ile ilgili birimlerinde bu isimler görev aldı.

2004’te, Gülen'i tehdit olarak gören TSK, MGK toplantısında, "Türkiye'deki Nurculuk Faaliyetleri ve Fethullah Gülen" konusunu gündeme getirdi. Bu konuda eylem planı hazırlanması istendi. İktidar bu MGK kararına imza attı ancak karar uygulanmadı.

Cemaat harekete geçti

AKP’nin kapatılması istemiyle dava açılmasından bir süre sonra yargı ve polisteki cemaat kadroları harekete geçti. Ardı ardına Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, KCK gibi dalga dalga büyüyen soruşturmalar açıldı. Onlarca asker, polis tutuklandı. Yazarlar, gazeteciler operasyonun hedefine konuldu.

TSK’da boşalan kadrolar nedeniyle cemaatçi subaylar hızla ilerledi. Kritik noktalara bu operasyonlar sayesinde geldi.

Karanlık güç odaklarıyla ilgili birçok soruşturma bu şekilde torba dosyaya dönüştürüldü. Cemaat soruşturmaları bu dava ve soruşturmaların da kapatılmasına yol açtı.

Cemaatin devlete sızdığı iddialarını o dönemde değerlendiren Gülen, “Teşvik edilen insanlar da o müesseseler de bu ülkeye ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde Türk milletinden olmayanlar yaptılar hatta belli yere kadar geldiler. Belki endişelerinin altında o sızıntıların fark edilmiş olabileceği endişesi var. Bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır girer oraya; mülkiyeye de girer adliyeye de, istihbarata da girer hariciyeye de" dedi.

2010 referandumu

2010’da cemaat yargıdaki egemenliğini pekiştirdi. Referandumla HSK’nın, Anayasa Mahkemesi’nin ve Yargıtay ile Danıştay’ın yapısı değişti. Cemaat kadroları hakimiyet kuramadığı yüksek yargıya da egemen oldu.

Aynı dönemde Gülen’in ABD’deki oturum sorunu da bitti. ABD yargısı, "olağanüstü yetenekli yabancı"lara tanınan vize statüsü talebini kanunsuzca reddettiği gerekçesiyle Göçmenlik Bürosu'nu (USCIS) ve İdari Temyizler Dairesi'ni dava eden Fethullah Gülen'i haklı buldu.

17-25 Aralık

2013’te Gülen’in geçirdiği küçük bir operasyon sonrası yayımladığı teşekkür mesajı çok tartışıldı.

'Geçmiş olsun' dileklerini iletenlere teşekkür eden Gülen’in ilanında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM Başkanı Cemil Çiçek ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile siyaset, iş ve medya dünyasından çok sayıda isim yer aldı. Sadece iktidar yanlısı isimler değil muhalif saflarda yer aldığını söyleyen isimlerin de ilanda yer bulması tartışma yarattı.

Cemaat artık iktidar ortağı gibi davranmaya başladı. Hemen her kentte cemaat sorumluları en küçük devlet kadrosuna yapılacak atamaya bile müdahale ediyordu. İktidarla uzun zamandır kamuoyuna yansımayan bir gerilim vardı. Özellikle MİT ve bazı bakanlıklarda cemaatin istediği etkiyi gösterememesi krizi derinleştirdi. İlk somut kriz, 7 Nisan 2012'de dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve MİT görevlileri hakkında soruşturma başlatılmasıyla yaşandı. Fidan ve MİT’çiler hakkında gözaltı kararı verildi. Erdoğan, sert tepki göstererek gözaltıları engelledi.

14 Haziran 2012'de katıldığı Türkçe Olimpiyatları'nda Gülen'e "Bu hasret bitsin" diyerek ABD'den dönme çağrısı yaptı.

2013’te AKP, cemaatin en çok önemsediği alan olan eğitime el attı. Dershanelerin kapatılması kararına cemaat sert tepki gösterdi.

Bu karara cemaatin tepkisi, 17-25 Aralık operasyonları oldu. Rıza Sarraf ve bakan çocukları hakkında sızdırılan bazı rüşvet ve iltimas konuşmalarını da içeren telefon görüşmesi kayıtları eşliğinde gözaltı kararı verildi, bakanlar Muammer GülerZafer ÇağlayanErdoğan Bayraktar ve Egemen Bağış hakkında fezleke hazırlandı. 25 Aralık'ta ise Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan ve bazı iş insanlarının adının bulunduğu isimlerle ilgili gözaltı kararı verildi. Ancak 25 Aralık’taki gözaltı kararları uygulanmadı.

Egemen Bağış, Muammer Güler, Erdoğan Bayraktar ve Zafer Çağlayan

AKP, bu operasyonlardan sonra harekete geçti ve önce HSK’daki ve savcılıklardaki cemaat mensuplarını pasifize etti. Bunu Gülen cemaatinin FETÖ terör örgütü ilan edilmesi, 2014’te MGK’da "paralel devlet yapılanması" olarak nitelenen örgütle mücadele kararı alınması izledi.

Gülen’in bu dönemde bir videoda, “Hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler... Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın'' demesi büyük tepki çekti.

15 Temmuz darbe girişimi

2016’da Gülen'in aralarında olduğu 73 kişi hakkında terör örgütü kurmak, yönetmek ve üyesi olmak iddiasıyla "FETÖ çatı iddianame" hazırlandı. İddianamede, örgütün darbe yapacak güce ulaştığı anlatıldı. Ancak iddianame henüz mahkeme tarafından kabul edilmeden 15 Temmuz 2016 tarihinde askeri darbe girişimi yaşandı.

15 Temmuz darbe girişimi

Sınav soruları

Gülen’in kendi cemaatini kurduğu ilk günden bu yana üzerinde en çok durduğu konu devletin kritik kurumlarına öğrencilerinin yerleştirilmesiydi. Zamanla Işık evleri büyüdü, bütün kentlerde onlarca Işık evi açıldı. Önce askeri lise ve harp akademileri sınavlarında, ardından üniversite seçme sınavı ve kamu personel sınavı gibi sınavlarda Gülen cemaati mensuplarının soruları çaldığı iddiaları sürekli gündeme geldi. İlk olarak Nuh Mete Yüksel’in 2000’de açtığı davanın iddianamesinde somut olarak bu konu ele alındı. 15 Temmuz öncesinde üniversite sınav sorularının cemaat eliyle çalındığı öne sürüldü. 15 Temmuz’dan sonra ise kritik bütün kurum sınavlarında hırsızlık yapıldığı iddiasıyla davalar açıldı. Askeri kadrolardan emniyete, yargıdan bürokrasiye kadar her yerde çalıntı sorularla kadrolaşıldığı iddia edildi. Gülen cemaati ise bu iddiaları sürekli yalanladı. Bir dönem cemaat içerisinde bulunan bazı isimler ise soruların çalındığı iddialarını doğrulayan açıklamalar yaptı.

Darbe sonrası sessizlik

Darbe girişiminden sonra cemaatçilerin devletten temizlenmesi için olağanüstü hal ilan edildi. Ancak kararnamelerde hem örgütün yönetim kademesiyle hiçbir ilgisi olmayan isimler hem de darbeyle hiçbir ilgisi bulunmayan sola yakın yüzlerce isim yer aldı. Toplam 130 bine yakın kişi ihraç edildi.  Gülen’le ilgili olarak bu dönemde çok sayıda dava açıldı.

Gülen, 15 Temmuz’dan sonra ağırlıklı olarak sessiz kalmayı seçti. İktidarı uygulamaları nedeniyle eleştirmekle birlikte 15 Temmuz sonrası yaşananların, örgüt içinde kamplaşmalara yol açmasının etkisi kendisini gösterdi.

Kırmızı kategoride arananlar listesinde yer alan Gülen sonrası cemaatin nasıl yönetileceği meçhul. Ancak Türkiye’de etkinliği azalsa da yurtdışında etkinliğini sürdüren cemaatin hala büyük bir serveti var farklı ülkelerde büyük çaplı organizasyonu bulunuyor.

Gülen öldü. 25 yıl boyunca ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki Saylorsburg kasabasında yaşadı ve yaşamını da burada kaybetti. Geriye çok sayıda soru işareti, davalar ve tartışmalar bırakarak…

                                                      /././

Fethullah Gülen: Emperyalizm ve iş birlikçi gericiliğe adanmış bir yaşam-Yusuf Karadaş/Evrensel-

Fethullah Gülen öldü. Yıllarca onun kurdurduğu vakıf ve derneklerin etkinliklerine katılan, medya organlarında boy gösterip devlete yaptığı “hizmet”ten övgüyle söz edenler şimdi arkasından lanet okuyorlar. Oysa o da tıpkı bugünkü iktidar temsilcileri gibi emperyalizme ve tekelci burjuva gericiliğe hizmette kusur etmedi. Ancak 2002’den 2013’e, 11 yıl boyunca birlikte yürüdüğü siyasi ikiziyle giriştiği iktidar kavgasını kaybettiği için ‘terör örgütü elebaşısı’ ilan edilip lanetlendi. Komünizmle Mücadele Derneklerinden 28 Şubat’a ve BOP’tan 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne kadar onun hikayesi aslında bugünkü iktidarın da hikayesidir. 

Gülen’in 1960’lı yılların başında cami imamı olduğu Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneğinin kuruluşu ve yönetiminde görev alması, siyasi yaşamının başlangıcı sayılır. Bu dönem ABD emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne komşu ülkelerde İslamcı tarikat ve cemaatlerin örgütlenmesini özel olarak teşvik edip desteklediği bir dönemdir. Yeşil Kuşak Projesi olarak da adlandıran bu politika, İslamcı örgütlenmelerin “komünizm tehdidi”ne karşı bir kalkan olarak kullanılmasını hedefliyordu.

Bugün Erdoğan’ın ‘rehber’ olarak gördüğü N. Fazıl gibi isimler de o dönemlerde “Komünist tehdide karşı ABD’nin desteklenmesi”ni açıktan savunuyorlardı. 1969’da Deniz Gezmiş’in başını çektiği antiemperyalist, devrimci gençler ABD emperyalizminin 6. Filo’suna karşı eylem yaparken M. Şevki Eygi’nin başını çektiği dinciler “Müslümanların komünizmle çarpışan devlet kuvvetlerine yardımcı olması” çağrısını yapıyorlardı. 

Gülen de daha siyasi yaşamının başında Komünizmle Mücadele Dernekleri içinde yer alarak ABD emperyalizmine sadakatini göstermişti.

1970’li yıllarda Nurculuğun bir kolu olarak kendi cemaatini örgütleyen Gülen, 12 Eylül askeri faşist darbesini açıktan desteklemişti. Bu destek boşuna değildi, çünkü darbeden sonraki Özallı yıllar, Gülen Cemaatinin hızla büyüyüp güç kazandığı bir dönem oldu. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılışı sonrasında “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” hayalini kuran Özal, Gülencilerin Türki cumhuriyetlerde okullar kurup örgütlenmesini bu politik bağlamında özel olarak desteklemişti. Gülencilerin eski SSCB ülkelerindeki örgütlenmesi, bu ülkelerin “ılımlı İslam” üzerinden neoliberal kapitalist sisteme entegre edilmesi için ABD emperyalizmi ve NATO tarafında da teşvik edilmişti.

Gülen, “postmodern darbe” olarak adlandırılan ve Erbakan hükümetini istifaya zorlayan 28 Şubat 1997 askeri müdahalesini de “Askerlerin bazı sivillerden daha demokrat olduğu”nu söyleyerek desteklemişti. Bu dönem Gülen; Türkeş’ten Çiller’e, Mesut Yılmaz’dan Demirel ve Ecevit’e kadar dönemin bütün önemli siyasetçileri tarafından itibar görüp görüşme yapılan bir kişi olmuştu.

Fethullah Gülen, 28 Şubat sürecinde cemaatinin emniyet ve ordu içindeki örgütlenmesi konusunda hazırlanan rapordan sonra 1999’da “sağlık sorunlarını” gerekçe göstererek ölümüne kadar kalacağı ABD’ye kaçtı. Ancak her şeye rağmen 28 Şubat sürecine verdiği destek, Gülen’in kaderinin Erdoğan ile kesişmesi bakımından önemli bir dönemeç oldu. 

28 Şubat sürecinde Refah Partisinin kapatılmasının ve yerine Fazilet Partisinin kurulmasının ardından partinin “gençleri” ya da “yenilikçileri” olarak adlandırılan Erdoğan, Gül ve Arınç gibi isimler partiden ayrılıp 2001’de AKP’yi kurdular.

Rastlantıya bakın ki AKP’nin kuruluşu ABD emperyalizminin 2001 11 Eylül saldırıları sonrasında Ortadoğu’yu “ılımlı İslam” üzerinden dizayn etmek üzere Büyük Ortadoğu Projesi’ni açıklamasıyla kesişmişti. CIA’nın Ortadoğu Şefi G. Fuller, ‘Siyasal İslam’ın Geleceği’ adlı kitabında bu proje kapsamında ABD emperyalizminin “Fethullah Gülen gibi liberal ve reformist İslamcı güçleri desteklemesi” gerektiğini söylüyor ve Türkiye için Erdoğan ve arkadaşlarını işaret ediyordu. AKP’nin 2002 genel seçimlerini kazanması sonrasında Türkiye, Gülen-Erdoğan ortaklığında bu projenin model ülkesi olarak belirlendi. Sonradan inkar etse de Erdoğan’ın başbakanlığının ilk yıllarında kendini “BOP’un eş başkanı” ilan etmesi, aslında iktidara geliş/getiriliş sürecinin arkasında hangi gücün yer aldığını da ortaya koyuyordu.

12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra Türkiye’nin neoliberal dönüşümünün en hızlı gerçekleştiği dönem de Gülen-Erdoğan ortaklığı dönemi oldu. Türkiye’de 1985’ten 2013’e kadarki 28 yılda yapılan 49 milyar dolarlık özelleştirmenin 41 milyar dolarının Gülen-Erdoğan ortaklığı (2003-2013) döneminde olması, bu iktidarın neden uzunca bir süre ABD-AB emperyalistleri tarafından desteklenmeye devam ettiğini de açıklıyordu. Bu dönüşüm sürecinde TÜSİAD’ın yanı sıra MÜSİAD (AKP) ve TUSKON (Gülenciler) içindeki sermaye kuruluşları da özellikle devlet kredi ve ihaleleri üzerinden semirtilmişti.

AKP-Erdoğan ve Gülencilerin Ergenekon-Balyoz operasyonları ve 2010 referandumu ile devlet içindeki rakiplerini tasfiye edip iktidarı tamamen ele geçirmeleri, kendi aralarındaki mücadelenin de başlangıcı oldu.

2010 Mavi Marmara olayında Erdoğan, İsrail’e karşı tepkiyi tıpkı şimdi yapmaya çalıştığı gibi iç kamuoyunda kendisine karşı desteğe dönüştürmek isterken Gülenciler ABD emperyalizminin tepkisini çekebilecek böylesi bir hamleye karşı çıktılar.

Erdoğan’ın Kürtlerin desteğini arkasına almak için başlattığı Oslo sürecinin deşifre edilmesi ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması, bu çelişkinin devlet kurumlarının ele geçirilmesi mücadelesine dönüşmesinin ilanı oldu. Gülencilerin önceliği 2009'da başlatılan KCK operasyonları üzerinden Kürt siyasetinin tasfiye edilmesi ve Kürt coğrafyasında kendi örgütlenmesinin egemen kılınmasıydı. Bu gelişmeleri Erdoğan’ın Gülencilere en güçlü oldukları alan olan eğitim alanında darbe vurmak amacıyla dershaneleri kapatma hamlesini yapması ve buna karşı da Gülencilerin Erdoğan ve çevresinin rüşvet ve kara para ilişkilerini ses kayıtlarıyla ortaya seren 17-25 Aralık (2013) operasyonları takip etmişti.

Erdoğan’ın polis ve yargı içindeki Gülencilere yönelik tasfiye sürecini başlatıp Gülencileri FETÖ/PDY adı altında örgütlenmiş “silahlı bir terör örgütü” olarak tanımlamasıyla da bu ortaklık resmen sona ermiş oldu.

Gülenciler, 2014’te Suriye’deki cihatçılara silah taşıyan MİT tırlarını gündeme getirerek Erdoğan’ı uluslararası arenada sıkıştırmaya çalıştılar. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişi ise Gülencilerin son hamlesi oldu. Erdoğan bu darbe girişimini OHAL ilan edip tek adam iktidarını fiilen kurmanın fırsatına dönüştürdü. MHP’nin desteği ve Kürt siyasetine yönelik tutuklamalar ve sınır ötesi operasyonlar üzerinden de bugünkü rejimin temelleri atıldı.

Bu süreçte, “Ülkeyi askeri vesayetten kurtarmak ve demokratikleştirmek” adına yola çıkan ikiz kardeşlerin birinin darbe girişimine ve diğerinin bu girişimi demokratik kazanımların tamamen askıya alındığı bir baskı rejiminin kuruluşunun aracı haline getirmesine tanık olduk.

Darbe girişiminden sonra Erdoğan iktidarı, Gülen’i ABD’den resmen istese de bu konuda hiç de ısrarcı olmadı. Sadece bu olayı iç kamuoyunda kendisine siyasi propaganda malzemesi yapan bir tutumla sınırlı kaldı. Çünkü “Ne istediler de vermedik” diyen Erdoğan, FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmasının dönüp dolaşıp kendi iktidarını vuracağını biliyordu.

Gülen ömrünü emperyalizme ve iş birlikçi gericiliğe hizmet için harcayan biri olarak öldü. Dün “Beraber yürüdük biz bu yollarda” deyip ona selam yollayanlar, şimdi arkasından lanet okuyarak kendilerini aklamaya çalışsalar da yürüdükleri yol değişmiş değil. O yüzden bugünkü iktidara karşı mücadele edilmeden ne “FETÖ’nün siyasi ayağı” ile hesaplaşılabilir ve ne de emperyalizme ve iş birlikçi sömürücülere karşı halktan yana, bağımsız ve demokratik bir gelecek kurulabilir.

                                                              /././

Gülen yalnız değildi-Berkant Gültekin/Birgün-

10 yıl öncesine kadar Türk sağının “hoca efendisi” olan Fethullah Gülen, 25 yıldır yaşadığı ABD’de öldü. Halka karşı suç işleyen benzerleri gibi bu dünyadan hesap vermeden ayrıldı. Bakmayın bugün arkasından rahatça konuşulduğuna; geçmişte ona yan gözle bakanın başına gelmeyen kalmıyordu. Emniyet, yargı, ordu… Fethullahçı çete devletin tüm organlarında cirit atıyor, örgüt kimi işaret ederse onun bileğine kelepçe takılıyordu. AKP, örgüte ne istediyse veriyordu.

Fethullah Gülen, CIA destekli Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Erzurum şubesinin kurucuları arasındaydı. Gülen, kendi hareketini hep partiler üstü bir yerde gördü. Hareket doğrudan siyasi parti kurmuyordu ancak düzenin tüm partilerine bir şekilde nüfuz ediyordu. Tarih boyunca da başa gelen sağ iktidarları desteklediler ve onların sunduğu devlet olanaklarından yararlandılar. ABD’nin desteğiyle AKP’nin tek başına iktidar olduğu 2002 yılından sonra ise eşi benzeri görülmemiş bir patlama yaşadılar.

AKP iktidarının Fethullahçılarla olan yakınlığı öyle sıradan bir yakınlık değildi. Bu birliktelik, alnı secdeye gelenlerin birbirine inanıp güvenmesinden çok daha fazlasını içeriyordu. Fethullahçı yapı Soğuk Savaş döneminin aparatıydı. ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Orta Asya stratejisinin kilit bir aygıtıydı. AKP-Cemaat ittifakının en güçlü bağlantı noktasını da Amerikancılık oluşturuyordu.

KOL KOLA REJİMİ DEĞİŞTİRDİLER

2000’lerin başında Erdoğan’ı ve partisini, Batı’ya “çalışabilir Müslüman lider” olarak pazarlayanlar liberaller ve Gülencilerdi. AKP’nin ilk iktidara geldiği dönemde, Fethullahçılar partinin ABD ve Batı ülkelerindeki imajı için yoğun çaba sarf ettiler. Batı toplumlarında İslamcılara dönük algı 2000’lerin başında pek olumlu sayılmazdı. Soğuk Savaş boyunca Ortadoğu coğrafyasında sola karşı büyütülen İslamcı örgütler, 90’ların başında Sovyetler’in dağılmasıyla fonksiyonunu büyük oranda yitirmiş ve tehdit haline gelmişlerdi. El Kaide tarafından İkiz Kulelere yapılan saldırı, Batı dünyasında İslamcılığa dönük antipatiyi hepten körükledi. Küresel emperyalist sistem, İslamcılığı revize etmek, onun içinden uyumlu çalışılabilecek aktörler çıkarmak istiyordu. İşte AKP ve Erdoğan bu dönemde Batı dünyası için bir “umut ışığı” olarak öne çıktı. Kendilerini “muhafazakâr demokratlar” olarak tanıtıp sempati topladılar.

2002 sonrası iki siyasal İslamcı yapı rejimi dönüştürmek için pervasız bir saldırı dalgası başlattı. Hukukun ayaklar altına alındığı, sapla samanın birbirine karıştırıldığı ve aydınlarla mafya unsurlarının tek torbaya atıldığı Ergenekon-Balyoz yargılamalarıyla devlet içindeki rakiplerini tasfiye ettiler. “Vesayetle hesaplaşıp ülkeye demokrasi getirdiklerini” vaaz ediyorlardı. Sol liberaller de “derin devletin yargılandığını” söyleyip siyasal İslamcıların önünü açtı. Ülke bu rüzgârla 2010 anayasa değişikliği referandumuna gitti.

Erdoğan, “Bu ülkede bir daha darbelerin yaşanmaması, ülkenin geleceğinin karartılmaması için, demokrasinin kesintiye uğramaması için ‘evet’ diyoruz” nutukları atıyordu. Fethullah Gülen ise “Mezardakilere bile ‘evet’ oyu kullandırmak lazım” mesajıyla motivasyonu artırmaya çalışıyordu. Sonunda istedikleri oldu, yüzde 58’le “evet” kazandı.

Siyasal İslam’ın ideolojik karakterini göremeyen ya da çıkar sağladıkları için kasıtlı olarak görmemeyi tercih eden sol liberal çevreler, referandumda “yetmez ama evet” sloganını kullanarak AKP-Cemaat iktidarının olağanüstü bir güce ulaşmasına katkıda bulundu. Kürt hareketi “hayır” yerine “boykot” tavrını tercih etti. Ülkenin devrimcileri ise İslamcı faşizmin gelişmesine karşı net şekilde “Hayır” tutumu aldı. Türkiye’nin demokratları ve solcuları, tüm itibarsızlaştırma girişimlerine karşın inatla, esas amacın devleti ele geçirmek ve sürecin sonunda rejimi değiştirmek olduğunu vurguladı. Keşke haksız çıkarsalardı!

Gel zaman git zaman vaziyet değişti, AKP ile Fethullahçılar kavgaya tutuştu. “Hocaefendi” “terör elebaşı”, “hizmet hareketi” “FETÖ” oldu. AKP’nin sunduğu imkanlarla devlet içinde kadrolaşan çete, orduda biriktirdiği güçle askeri darbe yapmaya kalkıştı. Erdoğan’ın dediği gibi darbe girişimi iktidar için “Allah’ın lütfu” gibiydi. 2015’te “çözüm” rafa kaldırılıp silahlar devreye alınınca MHP ile yol yürümeye başlayan Erdoğan, 2016’daki darbe girişiminin kendisine sunduğu fırsatı kaçırmayarak OHAL’le, baskıyla tek adam yönetimini inşa etti.

FETÖ İLE GERÇEK HESAPLAŞMA

Resmi olarak kimin FETÖ’cü olup olmadığına mahkemeler karar veriyor. Fakat yargı, karara varırken hukuki değil siyasi bir ölçü koyuyor. Ortada yarım asırdan fazladır Türkiye’de faaliyet yürüten bir yapı dururken, yargı “2013’ten öncesi sayılmaz” diyor. Neden? Çünkü 2013’e kadar AKP ile Fethullahçı yapı müttefikti. İktidar, Gülencilere “ne istedilerse veriyordu”. Eğer 2013’ten öncesi de dahil edilirse, kimin AKP’li kimin Fethullahçı olduğuna nasıl karar verilebilirdi? O yüzden yargı hukuka uyacağına siyasete uydu. Gerçekten Fethullahçıların ve ona yardım edenlerin tamamı değil, 2013’ten sonra “yanlış tarafı” seçenler FETÖ’cü olarak hüküm giydi. “Doğru tarafı” seçen, yani rejime biat edenlere ise kimse dokunmadı. Ama tarih ortada, kimin bu örgütü besleyip büyüttüğünü, kimin ittifak yaptığını, birlikte yol yürüdüğünü herkes biliyor.

AKP iktidarından ayrıştırılabilecek bir Fethullahçılık yok. Aynı şekilde Fethullahçılıktan ayrıştırılabilecek bir AKP de yok. Bu yapının tarihi belki AKP ile başlamadı ancak Fethullahçıların 2002-2013 yılları arasındaki “altın dönemi” AKP’nin eseridir. Türkiye’de kumpas davaları AKP-Cemaat ortaklığıyla tesis edildi. Soruları ve gençlerin geleceğini birlikte çaldılar. Siyasal İslamcılar bir yerden sonra devleti paylaşma kavgasına tutuşmuş olabilirler. Ne var ki bu durum işledikleri her suçta ortak oldukları ve birbirleriyle simbiyotik bir ilişki kurdukları gerçeğini değiştirmiyor. F. Gülen, ait olduğu topraklarda öldü. Fakat AKP zihniyetiyle hesaplaşmadan FETÖ ile de gerçek anlamda hesaplaşmak mümkün olmayacak.

                                                              /././

Parayı kontrol eden liderdir. Vasiyeti var mı? 50 yıllık iktidar sevdasının sonu-Orhan Bursalı/Cumhuriyet-

Aslında, bugün bal gibi ülkeyi birlikte ortaklaşa yönetiyor olabilirlerdi. Aralarına iktidar kim olacak nifakı girmeseydi. Fakat evet Gülen  ve Erdoğan ikilisinden bahsediyorum. Tepede tek koltuk vardı. Oraya kimin oturacağı konusu şüphesiz zamanı gelince ancak şiddet kullanılarak çözümlenebilirdi. Nitekim öyle de oldu.

Böylesine iki gücün son tahlilde uzlaşması siyasi olarak mümkün değildi.

FETÖ’nün başı Gülen, tüm örgütlenmesini 50 yıldır hiç yılmadan iktidara oturmak için yapmıştı. Partiymiş, seçimmiş... Bunlar hava cıva şeylerdi.

Tüm enerjisini her şeyiyle devleti devşirmeye harcadı.

Erdoğan ise tabii ki esas güçtü. Seçilerek gelmişti. Öyle koltuğu bırakacak adam değildi.

SIFIRDAN BAŞLANGIÇ

Gülen 1980’lerde işe sıfırdan başladı: Kendini adamış insan yetiştirmekten. “Altın Nesil”. Dershanelerden, ışık evlerinden, buralarda ideolojik beyin yıkamalarından... Ve bu beyin yıkamalar iş dünyasını da sardı.

Zor bir işe soyunduğunu teslim edelim.

En gizli örgütlenmesi “son kale” ordu içinde oldu. Adım adım devlete, Emniyet’e istihbarata yerleşmeye başladı.

Böylesine iki gücün son tahlilde uzlaşması siyasi olarak mümkün değildi.

FETÖ’nün başı Gülen, tüm örgütlenmesini 50 yıldır hiç yılmadan iktidara oturmak için yapmıştı. Partiymiş, seçimmiş... Bunlar hava cıva şeylerdi.

Tüm enerjisini her şeyiyle devleti devşirmeye harcadı.

Erdoğan ise tabii ki esas güçtü. Seçilerek gelmişti. Öyle koltuğu bırakacak adam değildi.

AKP iktidara geldiğinde devletin çeşitli kademelerine adamlarını yerleştirmişti.  DemirellerEcevitler “bu Türkçe sevdalısı”na az destek çıkmadılar.

2005’ten sonra aralarındaki FETÖ-AKP işbirliği yoğunlaştı, birbirlerine ihtiyaçları vardı.

2007 BİR DÖNÜM NOKTASI

Ordu “bağımsız güç” olarak kalmamalıydı. Orası da ortaklaşa, iktidar güçlerine devşirilmeydi. Muhtıramsı eylemler Gülen, Gül ve Erdoğan’a fırsat yarattı.

Ergenekon ve arkasından Balyoz ve casusluk davalarıyla ordunun her birimine ve kademesine karşı harekete geçtiler. Aralarında güçlü işbirliği vardı. Arkalarında da ABD ve Avrupa desteği. Gülen örgütü içine zaten ABD istihbaratı da yerleşmişti. Fakat Gülen 2010’dan itibaren doğrudan iktidara yürümeye başladı. Yargıyı ele geçirme operasyonu, bu konuyla ilgili anayasa referandumu, Gülen’in yargı üzerinde hâkimiyeti ile sonuçlanan ikilinin ortak operasyonuydu.

Mavi Marmara olayında İsrail ve ABD’yi savundu. 2011 şike davası aslında Erdoğan’ı silkeleme operasyonuydu. Bu davada Gülleri, Arınçları da yanına çekmiş ve RTE’yi yalnızlaştırmaya girişmişti. Başaramadı.

MİT OPERASYONU

2012 erkene alınmış, Emniyet, yargı ve istihbarattaki büyük gücüne dayalı, Gülen’in MİT üzerinden ilk kez Erdoğan’ı yıkma girişimiydi.

Sonra Gülen okulları 2013’te ağır bir çatışma konusu oldu.

İpler artık iyice kopmuştu: 17-25 Aralık 2013 doğrudan iktidarın kalbine yönelen yolsuzluk operasyonu, inanılmaz pislikleri ortaya serdi, yolsuzlukları ayyuka çıkardı. Bilal orada ününe kavuştu!!!

Fakat Erdoğan bunu da atlattı. Nedeni bence halkın henüz Erdoğan’dan vazgeçme noktasında olmamasıydı.

Gülen’in elinde artık “son kale” kalmıştı. 2016 Temmuz’unda kanlı darbe girişimi Gülen’in Türkiye’de 50 yıllık son macerası oldu.

                                                      ***

Sonrası: FETÖ’nün Türkiye’deki malvarlığı, el konarak, FETÖ borsalarında paylaşılarak (Ganimet bir Osmanlı geleneğidir!) bitirildi. Gülenci iş adamlarından pek çoğu servetlerini paylaşarak kurtuldular. Gülen’in peşinden giden, ona övgüler düzen AKP’li politikacılardan pek çoğu bugün yine iktidarın hizmetinde. Bunun nedeni, aslında AKP’nin o ana kadar zaten tepeden tırnağa Gülen destekçisi olmasıydı.

MİLYARLARIN KONTROLÜ KİMDE

Adam öldü. Bazıları onu ölümsüz görüyor bile olabilir. Ama öldü. Geride yerini alacak ve milyarları yönetecek kimseler, kurullar vb. için bir vasiyet bıraktı mı bilmiyoruz.

Dünyanın beş kıtasında, esas tabii ABD’de varlığını sürdürüyor örgüt.

Müritler, inananlar mehdilerini kaybedince hiçbir kimse onun yerine geçemez.

Şuna bakıyorum: Parayı kim kontrol ediyor? Vasiyeti bilmiyoruz ama kontrol eden liderdir. Belki bir mekanizma vardır, belki para üzerinde farklı egemenlikler söz konusudur, bunları bilmiyoruz.

Ama tek vücuttan kimse bahsetmesin.

                                    /././

İki isim öne çıkıyor: FETÖ’nün yeni lideri kim olacak?-Birgün-
                           
Mustafa Özcan (solda) ve Cevdet Türkyolu.

Fethullah Gülen’in ölümünün ardından Fethullahçı yapının başına kim geçeceği merak konusu oldu. Örgüt içinde "bir numara" olduğu söylenen Mustafa Özcan ile Gülen’in karakutusu olarak "Uzun Cevdet" lakaplı Cevdet Türkyolu'nun ismi Gülen'in ardından tartışılan isimler arasında. Bu isimlerin yanında başka örgüt üyelerinin de adı anılıyor.

Fetullah Gülen'in ölümünün ardından FETÖ’nün yeni liderinin kim olacağı tartışmasıcgündeme geldi.1999 yılından bu yana ABD’de yaşayan Gülen’in ölümünün ardından örgüt içindeki çekişmenin büyümesi bekleniyor.

​FETÖ elebaşı Gülen'in sağlık durumunun ağır seyrettiği, akıl sağlığının yerinde olmadığı ve uzun süredir yaşadığı yerleşkeden kaçırıldığı biliniyordu.

​Örgüt içinde meydana gelen bölünmeler çok uzun zamandır gündemdeyken, Gülen ölünce kimin başa geçeceği, örgütün sahip olduğu parayı kimin yöneteceği ile ilgili büyük kavgalar yaşandığı ortaya çıkmıştı.

AA’nın aktardığına göre örgüt içinde, "Uzun Cevdet" lakaplı, Gülen'in karakutusu olarak nitelenen Cevdet Türkyolu ile elebaşı Gülen'in ardından örgüt içinde "bir numara" olduğu söylenen Mustafa Özcan isimleri yeni örgüt elebaşının kim olacağına ilişkin tartışmada yeniden gündeme geldi.

Gülen'in kardeşi Seyfullah Gülen'in kızı Mebruke ile evlendikten sonra Gülen'e yakınlığı artan Türkyolu, örgüt içindeki tüm tartışmaların odağında yer alan bir isim.

GÜLEN’İ DAMADININ EVİNE GÖTÜRDÜ

Örgüte para yardımlarının kesilmemesi için Gülen'e sağlıklı gibi görünmesi için ilaç verdiği, örgütteki dağılmayı engellemek için daha önce çekilen videoları yeniymiş gibi yayımlandığı ortaya çıkan Türkyolu, örgütün parasını kendine göre yönetebilmek için Gülen’i Pensilvanya'daki çiftlikten kaçırıp damadının evine götüren kişi olarak biliniyor.

Cevdet Türkyolu ve aynı soyadını taşıyan aile üyelerinin üzerine kayıtlı yaklaşık 10 ev, villa, malikane ve çiftlik tarzındaki taşınmazın bazılarının oldukça lüks ve büyük oluşu, örgütün gizli kasası konumundaki Türkyolu'nun örgüt paralarını zimmetine geçirdiği iddialarını güçlendirir nitelikte.

ÖZCAN, ÖRGÜTÜN ESKİ "TÜRKİYE İMAMI"

Gülen'in yerine geçebilecek muhtemel isimler arasında görünen Mustafa Özcan'ın adının, merkezi New Jersey eyaletinin Clifton şehrindeki Ant Kitapevi bünyesindeki 3 yayınevinin resmi kuruluşu olan "The Light Inc." şirketinde "President" olarak geçtiği görülüyor.

Türkyolu ile yakın hareket ettiği belirtilen Özcan ayrıca Gülen tarafından "Türkiye imamı" görevine atandıktan sonra, dünyadaki bütün ülke yapılanmalarının gelirlerinin yüzde 15'inin kendisine gönderilmesini zorunlu kılacak sistem kurarken, toplanan nakit paranın ne kadarını örgüt için harcadığı ne kadarını zimmetine geçirdiği konusu da geçen yıllarda sıkça örgüt tabanında gündem oldu.

AVRUPA AYAĞINDA ABDULLAH AYMAZ

Buna karşılık, son dönemde kontrolsüz şekilde zenginleştiği belirtilen Türkyolu'na karşı çıkan ve elebaşı Gülen'in ardından örgütte söz sahibi olmak isteyen örgütün Avrupa ayağını yöneten Abdullah Aymaz'ın ismi de dikkat çekiyor.

Daha önce Aymaz'ın, gerekirse "Avrupa ayağı olarak örgütten ayrılma" bahanesi ile ABD tarafını tehdit ettiği ve örgüt içinde gücü elinde tutmak isteyenler arasında suikastlara kadar varacak sert kavgalar yaşanabileceği iddiaları gündeme geldi.

Örgüt içinde yer alan Mustafa Yeşil, Ali Ursavaş, Barbaros Kocakurt, Talip Büyük, Bilal Karaduman ve İsmail Cingöz gibi bazı ismi öne çıkan örgüt üyeleri, Aymaz ile hareket ediyor.

Cevdet Türkyolu, Mustafa Özcan, Barbaros Kocaoğlu, Ali Ursavaş, eski Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni firari Ekrem Dumanlı, Muhammet Çetin gibi isimlerin yer aldığı ve "Ali Heyet" denen örgüt üst yönetim mekanizması içinde bu süreçte yeni kavgalar yaşanabileceği belirtiliyor.

OSMAN ŞİMŞEK VE SUAT YILDIRIM

Örgüt içinde "Başyüceler Şurası" adı verilen çekirdek kadroda yer alan isimler de Gülen'in ardından örgütün başına geçebilecek potansiyel kişiler olarak bildiriliyor.

Mustafa Özcan, Barbaros Kocakurt, İsmail Büyükçelebi, Adil Öksüz, Abdullah Aymaz ve Ekrem Dumanlı gibi isimlerin de bulunduğu sözde şurada bulunan ve "Mollalar heyeti" olarak adlandırılan yapıyı yöneten Osman Şimşek ismi de dikkati çekiyor.

Ayrıca aynı şurada bulunan Suat Yıldırım adlı örgüt sözde üst düzey yöneticisinin de isminin geçtiği kaydediliyor.

ABD VE AVRUPA EKİBİ KAVGALI

Öte yandan örgütün ABD yapılanmasında en kilit rolü oynayan Türkyolu ve ekibi ile Avrupa yapılanmasını yöneten Aymaz ve ekibi arasındaki güç ve mal paylaşımı kavgaları kamuoyuna yansımıştı.

Aymaz'ın, Türkyolu'nun örgütün maddi varlıklarına fazlasıyla hükmettiğini iddia ederek "gerekirse Avrupa ayağı olarak örgütten ayrılabilir" şeklinde tehditte bulunduğu bildirilmişti.

CENAZE GERİLİMİ

Güvenlik kaynaklarından aktarılan bilgiye göre, Gülen'in ölümünün ardından cenazenin nereye gömüleceği ve cenazeye kimlerin katılabileceği gibi konular, örgüt içinde tartışma konusu oldu.

Gülen'in cenazesine çok az kişinin katılması ve son ikamet ettiği Cevdet Türkyolu'nun damadının evinin arazisindeki ormanlık alanda gömülmesi planlanıyor.

Mezarın bu şekilde güvende olacağı düşünülürken Türkyolu'nun cenazeyi kaçırma ihtimalinin olması da örgütün diğer güç odakları arasında endişeye yol açıyor.

PARAYI KİM YÖNETECEK?

Gülen'in ölümünün ardından örgüt içinde parayı kimin yöneteceğiyle ilgili tartışmalar da çıktı. Türkyolu'nun örgüt içindeki yaşlılardan muhalefet gördüğü biliniyor.

Türkyolu, parayı kendine yakın grupları kontrol etmek için kullanıyor. Bu nedenle mücadele ettiği grupların, Türkyolu'na özellikle maddi meselelerden ağır eleştiriler yönelttiği görülüyor.

Aymaz'ın, Türkyolu ve Özcan'ın etkisini azaltmak için yoğun bir çaba sarf ettiği biliniyor.

Buna göre, örgüt içindeki bölünmenin, Aymaz kontrolündeki Avrupa ve Türkyolu​​​​​​​ kontrolündeki ABD olarak gerçekleşeceği, Afrika ülkelerindeki faaliyetlerin Avrupa etkisinde kalacağı, Asya ülkelerindeki faaliyetlerin ise ABD tarafından kontrol edileceği beklentisi güçleniyor.

                                                            /././

Siyasilerin sevgilisiydi, şeytan oldu -Sertaç Eş/Cumhuriyet-

Bir Cumhuriyet düşmanı olan Fethullah Gülen öldü. Kendisinin yaşam serüveni Türkiye’de rejim değişikliğinin, dincilik akımlarının, dinin siyasete karıştırılmasının bir kesitidir. Nakşibendi Saidi Kürdi’nin öğrencileri arasında siyasete yöneltilen, devleti ele geçirmek için kodlanan Gülen, amacı için siyaseti ve siyasetçileri de kullandı. Siyasette de “takıyye”nin yani kendisini olduğundan farklı, sevimli göstermenin adıydı Gülen…

Nurculuk başından beri merkez sağdaki siyasete sızmıştı. Ancak belirgin ve organize olarak Gülen’in çabalarıyla bu sızma karşılaştırılmamalı. Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’e atfen anlatılan bir olay vardır:

Nurcular seçimden önce Demirel’i destekleme konusunda anlaşırlar, karşılığında kendilerine bir bakanlık verilecektir. Seçim biter Demirel başbakandır, Nurcular kendisini ziyaret eder ve bakanlığı isterler. Demirel’in yanıtı siyasetine yakışan tarzdadır: “Bakanlığı ne yapacaksınız, içinizden biri olarak ben varım ya…”

ÖZAL’LA BAŞLADI

12 Eylül darbesinin ardından iktidara gelen Özal, Nakşibendidir ancak Fethullahçılar için cansuyu olur. Kenan Evren’i öven Gülen, Özal’la birlikte hedefe koyduğu mülkiye, adliye, maarif, askeriye gibi alanlarda ilk nüvelerini atar. Polis Koleji’ne, Polis Akademisine sızılır. Özal koruyucu kanatları altına alır Fethullahçıları… Demirel sonrası DYP’de Gülen hareketine sempati kameralara yansır. Dönemin Başbakanı Çiller’in baş aktörü olduğu ve Asya Finans’ın açılışını yaptığı fotoğrafı bulmak zor değildir. O fotoğraf aslında yaşanan acıların sorumlularının bir kısmını da kapsar. Bugünün FETÖ’sü o dönemin Fethullahçıları kendilerini toplum gözünde normalleştirmek için bu tür görüntülere önem verirler.

28 ŞUBAT VE ERBAKAN

Fethullahçıların deşifre olması 28 Şubat gelişmeleriyle olur. Refah Partisi iktidarı döneminde Gülen, laiklik yanlısıymış gibi mesajlar da verir. O dönem çokça tartışılan türban konusunda “Bu fürüattır” der. Yani teferruat, ayrıntı, buna takılmayın demek istemektedir. Bu da kendisini ve cemaatini meşrulaştırma yaklaşımıdır.

DSP, MHP, ANAP ortaklığındaki hükümetin başbakanı Bülent Ecevit, tabanıyla en çok Fethullah Gülen ve cemaati konusunda ters düşer. Solcu Ecevit, Gülen hareketini “Tasavvufi bir yaklaşım” olarak niteler. Tüm eleştirileri göz ardı eder.

AŞK VE NEFRET

AKP’nin iktidara geldiği 2002’den sonra Gülen yapılanması adeta iktidarla bir aşk yaşamaya başladı. Ecevit’in başbakanı olduğu hükümet döneminde bir kasedinin basına yansıması nedeniyle “Türkiye’den git” denilen Gülen, örgütlenme için sınırsız bir alan kazandı. Kasedi yayımlayan televizyoncuya itibar suikastı düzenlendiğini de unutmamak lazım. AKP döneminde Fethullahçı kadrolar, hükümetin bürokrasisini oluşturdu. Hedefledikleri her kurumda üst görevlere yükseldiler. İlk başlarda “Hasret bitsin, dön ülkene” çağrıları yapıldı. Gülen, “Hoca efendiliğe” terfi ettirildi.

NEFRET BAŞLIYOR

Cemaat, AKP içinde büyüyüp, AKP’yi yok etmeye dahi yeltenecek güce ulaşınca filmin nefret aşamasına geçildi. Özgüven patlaması yaşayan Cemaat, bir MGK toplantısının bildirisinde “Terör örgütü” olarak nitelendi. Oysa o MGK toplantılarında, asker üyelere karşı nasıl da cemaat savunmaları yapılmıştı. AKP-cemaat kavgası 15 Temmuz darbe girişimiyle noktalandı. İslam dünyasında devlet içinden darbeye kalkışan tek cemaatti Fethullah Gülen Hareketi. FETÖ oldu. Ülkenin birkaç kuşağının beynini yıkayan, insan gücünün heba olmasını sağlayan FETÖ devletten halen ayıklanmaya çalışılıyor. FETÖ borsaları, yetersiz, etkisiz soruşturma ve yargılamalar, beraatleri getirdi. AKP, FETÖ ile mücadele işlevini büyük oranda yitirdi.

GÜLEN’DEN SONRA…

FETÖ’nün para kasası Mustafa Özcan’ın Gülen’in yerine gelmesi güçlü olasılık olarak görülüyor. Özcan, AKP’de de etkili olan Necip Fazıl ekolünden “Başyücelik”ten geliyor. Ancak Gülen yaşarken ucu görünen çatlaklar önümüzdeki süreçte derinleşebilir. FETÖ’nün eski gücünü toparlayıp toparlamayacağı ise yapıyı kurgulayanların yarar-zarar hesaplamasına bağlı gibi…

                                                      /././



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder