BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" +AKP’nin ete kemiğe bürünmüş hali: Mesut Özil -11 Nisan 2025-

Kumpaslarınız vız gelir bize-Ebru Çelik-

Gazetemiz BirGün yazarı Timur Soykan ve Cumhuriyet yazarı Murat Ağırel’in gözaltına alınmasının ardından çok sayıda gazeteci, yurttaş ve gözaltına alınan gazetecilerin aileleri İstanbul Emniyeti önüne gelerek dayanışma gösterdi.

SUÇLAMALAR GERÇEKÇİ DEĞİL

Gazetecilerin gözaltı sürecini takip eden Avukat Hüseyin Ersöz, “Dosyada Murat Ağırel’in müştekiyle yaptığı telefon görüşmeleri oldukça nazik bir üslupla gerçekleşmiş. Taraflar birbirlerini ofislerine davet etmiş, kendilerini güvenilir gazeteci olarak tanımlamış. Bu durumda gözaltı kararı olağan bir hukuk uygulaması olamaz,” dedi. Ersöz ayrıca, dosyada yer alan Ekrem İmamoğlu ve Murat Ongun hakkındaki iddiaların soyut ve delilsiz olduğunu, gazetecilerle herhangi bir ilgisinin bulunmadığını belirtti.

TİMUR DİRENÇLİDİR, HER ZAMAN DOĞRUYU YAPTI

Timur Soykan’ın dayanıklı biri olduğunu belirten eşi Derya Soğuk Soykan, “Üzerine suç yapışmaz, herkes bunu biliyor. Sürekli davalarla uğraşıyordu. Böyle bir şeyin olacağını tahmin ediyorduk. Türkiye’de artık gazeteciler için bu tarz durumlar olağan hale geldi. Timur idealist biridir. Ülkenin yükü omuzlarında. Her zaman doğruyu yapmaya çalıştı” diye konuştu.

Gazeteci Barış Terkoğlu ise, Soykan ve Ağırel’in savcıyla dün saat 13.00 için randevulaştığını, buna rağmen sabah evlerinden alınmalarının gözdağı amaçlı olduğunu ifade etti.

Terkoğlu, “İfade vermekle gözaltı arasında fark var. Kendi iradeleriyle gitmiş olsalar yürüyerek çıkacaklardı. Ama bu gözaltı bir mesaj içeriyor. Erkan Korkut’un siyasallaşmış yargı atmosferini kullanarak yaptığı ithamlar, gazeteciler üzerinden dolaşıma sokuldu,” dedi.

YAZMAYA DEVAM EDECEKLER

BirGün'ün Web Yayın Koordinatörü Berkant Gültekin ise meslektaşlarının gözaltına alınmasına "Bu durum, Türkiye’de demokrasinin geldiği noktanın bir yansıması. Medya da bu baskı ortamından payını alıyor. Gazetecileri suçlu ilan etmek, karalamak, gazetecilik faaliyetlerini yargılayıp cezalandırmak istiyorlar" diyerek tepki gösterdi.

Gültekin şu ifadeleri kullandı: "Karakterlerinden, kişiliklerinden ve gazetecilikten başka bir amaç taşımadıklarından şüphemiz yok. Bu faaliyetlerine kefiliz.

Soruşturma dosyasına baktığımızda da gazetecilik dışında bir şey görmüyoruz. Yalnızca bir gazetecinin kaynağıyla yaptığı konuşmalar var. Bu insanlardan suçlu çıkaramazsınız. Çünkü onlar sadece gazetecilik yaptı. Toplumu bilgilendirmek ve aydınlatmak için çalıştılar.

Gazetecilik suç değildir. Biz hem meslektaşlarımızın hem de yazarımız Timur Soykan’ın ve Murat Ağırel’in yanındayız. Bu işin peşini bırakmayacağız. Ne kadar baskı kurulursa kurulsun, gazeteciler, BirGün gibi bağımsız medya organları yazmaya ve topluma gerçekleri ulaştırmaya devam edecek."

                                          ***
İklim Kanunu ve iklim inkârcıları -Özgür Gürbüz-

Peşinen söyleyeyim. Meclis’te görüşülen iklim Kanunu teklifini desteklemiyorum çünkü iklim krizini çözmek için yapılması gereken neredeyse her şeyi ‘pas geçiyor’. Termik santralların ne zaman kapatılacağını söylemiyor, seragazı emisyonlarını artıran mevcut enerji, ulaşım, tarım ve kentleşme politikalarını düzeltme ya da iyileştirmiyor. Adil geçişten bahsetmiyor, bağlayıcı enerji dönüşümü hedefleri koymuyor. Bir tek emisyon ticaretinden bahsediyor…

İklim Kanunu teklifi, emisyon ticaretini başlatmayı ve aslında bununla da Avrupa’ya ürün satan belirli sektörlere ucuza karbon kredisi sağlamayı amaçlıyor. Böylece, AB’nin Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması nedeniyle bir çeşit karbon vergisi yüküyle karşılaşacak gübre, elektrik, çimento, demir-çelik, hidrojen ve alüminyum gibi altı sektöre kolaylık sağlanması hedefleniyor. Elbette bu ticaret ileride genişleyecek ve bir süre sonra birilerine para da kazandıracak. Kanun teklifinin bu haliyle Türkiye’nin seragazı emisyonlarını azaltmada önemli bir araç olacağını söylemek zor. O yüzden de tasarıyı desteklemiyorum ama bu iklim krizinin olmadığı anlamına gelmiyor.

Türkiye’de iklim krizini inkâr eden bir grup var. Meclis’teki İklim Kanunu teklifine karşı çıkıyor gibi görünüyorlar ama aslında iklim krizini inkâr ediyorlar. Aralarında aşı karşıtları, uçakların havada bıraktıkları izi “bizi spreyliyorlar” diye anlatan troller bile var. Karbon ayak izinin ülkenin emperyalistlerce işgaline giden yolu açacağını düşünenlerin olduğu garip bir topluluktan bahsediyoruz. Yelpazenin sağından ve solundan kafası karışmış onlarca insan.

İklim meselesi uluslararası politikaları belirlemeye başladığında, özellikle de Kyoto Protokolü tartışmaları sırasında, petrol şirketlerinin finanse ettiği büyük bir iklim inkarcılığı hareketi vardı. ABD’nin petrol devi Exxon, kömür devi Peabody Energy yıllarca iklim inkarcılarına maddi destek sağladı. Sonra hepsi belgeleriyle ortaya çıktı. Türkiye’deki durumun ise daha farklı olduğunu düşünüyorum çünkü bizde komplo teorileri zaten haber gibi algılanıyor. İnsanlara herkesin söylediğinden farklı bir şey söylemeniz ve arkasına ülkenin çıkarlarını düşünüyormuş gibi birkaç satır eklemeniz yeterli.

Yeniden Refah Partisi Genel Başkan Vekili ve Ar-Ge Başkanı Prof. Dr. Doğan Aydal’ın bir videosuna bile denk geldim. Aydal, atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunu gösteren grafiği göstererek, “dünyanın tabiatında inişler çıkışlar var, dünya kendini normalize ediyor” diyor. 800 bin yıllık veriyi gösteriyor ama izleyicilere geçmişteki değişimlerin on binlerce yılda olduğunu ve atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun geçmiş 800 bin yıl içinde hep 300 ppm’lik değerin altında kaldığını söylemiyor. Ya bilerek söylemiyor ya da gerçekten konuyu bilmiyor. Halbuki gösterdiği grafikte karbondioksit seviyesinin 420’lere ulaştığı (güncel rakam 427) ve bunun tarihte ilk defa 150-200 yıllık bir sürede olduğu görülüyor. 800 bin yılda hiç olmayan bir şey olmuş ve öyle geçmişte olduğu gibi on binlerce yılda değil, sanayi devrimiyle birlikte bu yaşanmış. Yani, petrol, kömür ve gazın kullanımıyla atmosferdeki karbondioksit artmış. Her şey ortada ama siyasi rant bilimin önüne geçiyor.

Ne yazık ki araştırmayan, duyduğuna inanan bir ülkeyiz. Eskiden yanlış bilgi kahvehanelerden yayılırdı şimdi sosyal medyadan. Mantıklı ve analitik düşünme eğitim sisteminde yok. Olsa, şimdi yazacağım şu satırları yazmak zorunda kalmazdım. İklim krizinden çıkmanın yolu petrol, kömür ve gaz kullanımını en aza indirerek enerjiyi verimli kullanmak, fosil yakıtların yerine yerli kaynak rüzgâr, güneş gibi yenilenebilir enerjiye yönelmekten geçiyor. Hem seragazlarını hem de enerjide bağımlılığı azaltıyorsunuz. Türkiye’de petrolün yüzde 90’ı, gazın yüzde 99’u, kömürün de yüzde 50’den fazlası (eşdeğer petrol cinsinden bakıldığında) ithal. Yıllardır bu ithal enerji faturasının yükünü çekiyoruz. İklim bize ithal ettiğini bırak, yerli üretime geç, tasarruf et diyor. Karşımızda ise iklim krizini durdurmanın Türkiye’ye zarar vereceğini söyleyen iklim inkarcıları var. Gel de çık işin içinden!

“Türkiye’de petrol var ama çıkarttırmıyorlar” ile başlayan komplo teorilerinin gerçeklerin önüne geçtiğini gösteren en iyi örnek herhalde 25 yıl Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış Melih Gökçek’in, yeraltında 6 milyar dolarlık jelibon rezervi bulundu şakasını gerçek sanmasıydı. Şair olsam, “ne elementler bulduk ülkeyi zengin eden, ne hikayeler yazdık tüm dünyayı bize düşman eden” diye şiir yazardım.

                                                             /././

Çin, ABD'ye yönelik gümrük vergisini yüzde 125'e çıkardı!

ABD'nin Çin'e uygulanan vergileri yüzde 145'e çıkarmasının ardından Çin, ABD'ye uygulanacak tarifeyi yüzde 125'e çıkardı.

ÇinABD'yle tırmanan ticaret geriliminde, ABD'den ithal ürünlere uyguladığı  gümrük tarifesini yüzde 125'e yükselteceğini bildirdi.

ABD, dün Çin'e uygulanan vergileri yüzde 145'e çıkardı.

TRUMP'IN 'KARŞILIKLI TARİFE' ARTIŞI VE ÇİN'İN TEPKİSİ

ABD Başkanı Donald Trump, 2 Nisan'da "karşılıklı tarifeler" kapsamında Çin'e ek yüzde 34 gümrük tarifesi getireceğini açıklamıştı.

Çin, ABD'nin tarife artışına tepki göstermiş, yüzde 34'lük tarife artışına karşı aynı oranda ek tarife uygulayacağını duyurmuştu.

Başkan Trump da buna karşılık, Çin'in, karşılıklı tarifelere misilleme olarak getirdiği yüzde 34 ek tarife artışını geri çekmediği takdirde yüzde 50 ek tarife daha getireceğini ve Çin ile planlanan görüşmeleri iptal edeceğini bildirmişti.

Beyaz Saray, Çin'e yönelik ek tarifenin bu gece yarısından itibaren yürürlüğe gireceğini belirtmişti.

Yeni tarife artışıyla ABD'nin Çin'den ithal ürünlere uyguladığı asgari gümrük tarifesi yüzde 145'e çıkarken, Çin'in tarifesi yüzde 125'e çıkarıldı.

                                                              ***

Türk devletlerinden Türkiye’ye ‘Rumculuk’ şoku!-Gözde Bedeloğlu-

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Türkiye Yüzyılı’ hedefleri doğrultusunda kararlı olduğunu söylediği konulardan biri de Kıbrıslı Türklerin eşitlik ve egemenlik hakları. Eylül 2024’te Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada uluslararası topluma seslenerek, dünyayı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) bağımsızlığını tanımaya, diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişki kurmaya davet etmişti. O günden bugüne BM’den bu davete icabet eden çıkmadı.

KKTC’YE ‘GÖZLEMCİ ÜYE’ STATÜSÜ

Türkiye’nin, Kıbrıs’ta ‘egemen eşit iki devlet’ olduğu tezinin kabul görmesini beklediği bir diğer topluluk da Türk Devletleri Teşkilatı (TDT). Türk devletleri arasındaki işbirliği ve dayanışmayı, ortak tarih, dil ve kültür mirası çerçevesinde geliştirmeyi amaçlayan bu teşkilatın üyeleri Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan.TDT’nin Kasım 2022’de, Semerkant’ta gerçekleştirilen zirvesine KKTC, ‘gözlemci üye’ olarak katılmıştı. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın tarihi bir gelişme olarak, gurur ve mutlulukla duyurduğu ‘gözlemci üye’ statüsü, KKTC ve TC hükümetlerine göre, KKTC’nin tanınması yolunda kazanılan çok önemli bir adımdı. Ancak, işler bu cenahta da yolunda gitmedi.

ÜÇ TÜRK DEVLETİ KIBRIS CUMHURİYETİ’Nİ TANIDI

Türk Devletleri Teşkilatı Aksakallar Konseyi Başkanı Binali Yıldırım’a göre, Türkiye’nin yeni dönemde ortaya koyduğu, Kıbrıs’ta ‘eşit egemen iki devlet kabul edilsin’ tezi her yerde yankılanıyordu ve Kıbrıs’ta hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı. Son gelişmeler durumun öyle olmadığını gösteriyor. Zira, Yıldırım’ın başkanı olduğu Aksakallar Konseyi’nin üç üyesi, Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan; Kıbrıs Cumhuriyeti’nde büyükelçilik açtı. Özbekistan, Aralık 2024’te, İtalya’daki büyükelçisini Kıbrıs Cumhuriyeti’ne akredite büyükelçi olarak atadı. Ardından Kazakistan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde büyükelçilik açma kararını açıkladı. Türkmenistan da Mart ayında büyükelçi atamasını gerçekleştirdi. Benzer adım Kırgızistan’dan da bekleniyor.

‘KARDEŞ’ ÜLKELER YOLA AB İLE DEVAM EDİYOR

Kıbrıs Cumhuriyeti’ni resmen tanıyan Türk Devletleri Teşkilatı üyesi üç ülkenin de katılımıyla, 3 - 4 Nisan tarihlerinde Semerkant’ta ilk kez Avrupa Birliği (AB) - Orta Asya Türk Devlerleri Zirvesi düzenlendi. Ülkeler arasındaki işbirliği ‘stratejik ortaklık’ seviyesine yükseltildi. Kıbrıs adasında ‘iki ayrı egemen devlet’ olduğu tezini ne BM, ne garantör devletler ne de ABD’ye kabul ettiremeyen Türkiye, ‘ortak dil ve tarih’ taşıdığı için büyük önem atfettiği Türk Devletleri Teşkilatı’ndan da beklediğini bulamadı. Ulusalcı çevrelerin KKTC’yi 12 milyar Euro’ya satmakla suçladığı ‘kardeş ülkeler’, yola belli ki AB ile yürümeye karar vermiş. Kıbrıs’ta ‘eşit egemen iki devlet kabul edilsin’ tezinin her yerde yankılandığını söyleyen TDT Aksakallar Konseyi Başkanı Binali Yıldırım ve iktidar kanadı bu konudaki sessizliğini koruyor.

ANTLAŞMALARA GÖRE KKTC TANINAMAZ

Türkiye’nin uluslararası topluma ısrarla ‘vizyon’ olarak sunduğu; ‘iki devletlilik’ tezinin, altında kendi imzası bulunan Garanti Antlaşması gereği bir karşılığı yok. Herkes, TC Dışişleri Bakanlığı’nın internet sayfasına girip antlaşmanın maddelerini okuyabilir. Buna göre garantör ülkeler Yunanistan, İngiltere ve Türkiye; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleri ile oluşan durumu (state of affairs) tanırlar ve garanti ederler. Diğer yandan, TDT’ye üye devletlerinin KKTC’yi resmi olarak tanımasının önündeki bir başka engel de BM Güvenlik Konseyi’nin 550 ve 541 sayılı kararlarıdır. Konsey 1984 yılında, BM ülkelerine KKTC’nin tanınmaması çağrısı yapmıştı.

KIBRISLI TÜRKLER’DEN LAİKLİK EYLEMİ

Dünya, bir yandan ABD Başkanı Donald Trump’ın, özellikle Çin’i hedef alan, gümrük vergisi açıklamalarıyla büyük bir finansal dalgalanma içindeyken, ülkeler de yeni stratejik işbirliği antlaşmaları peşinde. AB’nin, Orta Asya ile atacağını duyurduğu yeni ticari adımlar, KKTC’yi Türk devletlerine kabul ettirmek arzusundaki AKP’nin gerçekçi olmayan planını da bozmuşa benziyor. Uluslararası toplumu, Kıbrıs’ta çözümün iki ayrı devletin kabulünden geçtiğine ikna etmeye çalışan Türkiye, bu konudaki son reddi de kardeş Türk devletlerinden almış oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu durumda Kıbrıs’ta egemen eşit iki devlete dayanan vizyonunu sürdürmeye aynı kararlılıkla devam edecek mi göreceğiz. Bu arada sosyal, ekonomik ve siyasi anlamda Türkiye’nin müdehale ve dayatlamaları yüzünden özgür iradelerinin gasp edildiğini düşünen on binlerce Kıbrıslı Türk önceki gün başkent Lefkoşa’da eylem düzenledi. Fitili, AKP destekli KKTC hükümetinin ortaokul ve liselerde ‘inanç gereği başörtüsü takılmasını öngören’ disiplin tüzük değişikliği ateşledi.

UBP İÇİNDE ‘TÜZÜK’ ÇATLAĞI

KKTC Anayasası’ndaki laiklik ilkesine ters düştüğü gerekçesiyle, iki büyük eğitim sendikasının (Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası - KTÖS ve Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası - KTOEÖS)  öncülüğünde başlayan eylemler, 8 Nisan günü toplumun geniş kesiminin katıldığı kitlesel bir eyleme dönüştü. Kıbrıslı Türklerin toplum liderleri Rauf Denktaş ve Dr. Fazıl Küçük’ün çocukları Serdar Denktaş ve Mehmet Küçük, halk iradesiyle seçilmiş son Cumhurbaşkanı olarak anılan Mustafa Akıncı, işçi ve memur sendikaları, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, avukatlar, öğretmenler, sağcısı solcusuyla toplumun farklı kesiminden pek çok insan bilimsel ve laik eğitime aykırı olduğunu düşündüğü tüzük değişikliğine karşı başkentte bir araya geldi. Mart ayının ortasında başlayan disiplin tüzük gerilimi, hükümetin kararı geri çekmesine neden olmuştu. Başbakan Ünal Üstel, toplumda oluşan huzursuzluk sebebiyle, gerekli uzlaşıyı sağlamak için düzenlemenin Bakanlar Kurulu’ndan geri çekildiğini açıklamıştı. Hükümetin büyük ortağı Ulusal Birlik Partisi (UBP) içinde de çatlağa neden olan değişiklik, önceki gün eylemin yapıldığı sırada onaylandı. Muhalefet partileri kararı Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacaklarını açıkladı.

SİYASAL İSLAMCILIK DAYATMASINA TEPKİ

Türkiye’deki üniversitelerde yasakken KKTC’de serbest olan türban ile ilgili bugüne kadar herhangi bir sorunla karşılaşmamış Kuzey Kıbrıs’ta şaşkınlık hakim. Türkiye’deki iktidar medyası tarafından 28 Şubatçılıkla suçlanan ve üzerlerine daha önce pek çok kez olduğu gibi, ‘Rumculuk, nankörlük’ iftirası atılan Kıbrıslı Türkler itirazlarının merkezine Türkiye’nin siyasal İslamcılıkla ilgili dayatmacı tavrını oturtmuş. Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçiliği ve AKP Kıbrıs temsilciliğinin konuyla doğrudan ilgili olduğu, disiplin tüzük değişikliği talebinin Ankara’dan geldiği ve KKTC hükümetinin de bu karara uyarak, Kıbrıslı Türklerin çoğunluğunun itirazına rağmen, değişikliği onayladığı konuşuluyor. Müdahale iddialarının odağındaki TC Lefkoşa Büyükelçisi Ali Murat Başçeri’nin, yine aynı görevle KKTC’de bulunduğu 2020 yılında KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış ve Başçeri’nin, Kuzey Kıbrıs’ın iç siyasetine müdahale ettiğine yönelik ciddi iddialar gündeme getirilmişti. AKP’nin kavgalı olduğu Mustafa Akıncı yerine desteklediği Ersin Tatar’ın Cumhurbaşkanı olarak seçildiği seçime, elçilik yoluyla Ankara’dan müdahale edildiğini yazan Kıbrıslı gazeteci Ali Kişmir, on yıl hapis cezasıyla yargılanıyor.

TC ELÇİLİĞİ ÖNÜNE SİYAH ÇELENK

Bir ay önce, (Seçim yılında Kıbrıs’a dikkat çeken atama) yazdığım yazıda, Ekim ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi yeniden Lefkoşa’ya elçi olarak atanan Ali Murat Başçeri’ye dikkat çekmiş ve deneyimli elçinin faaliyetlerinin merakla takip edileceğini söylemiştim. Bir ay sonra görüyoruz ki, Kuzey Kıbrıs’ta halk belki de son on beş, yirmi yılın en büyük kitlesel eylemi için sokağa çıkmış. Görev sınırını aştığı gerekçesiyle TC elçiliği önüne siyah çelenk bırakan eğitim sendikaları, özellikle KTOEÖS başkanı Selma Eylem, AKP medyası çalışanları ve troll hesaplar tarafından hedef gösterilip tehdit ediliyor. Türk Devletleri Teşkilatı üyesi ülkelerin, KKTC’nin bağımsızlığı yerine, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni adanın tek meşru devleti olarak tanıma şokunu üzerlerinden atamadıklarından olsa gerek, iktidar cephesinde konuyla ilgili sessizlik hakim. Diğer yandan, dünyaya KKTC’nin ne kadar bağımsız bir devlet olduğu anlatılıp duruluyorken, Kıbrıslı Türkler de sokaklara dökülüp Türkiye hükümetinin kendilerine karşı uyguladığı siyasi, kültürel ve ekonomik dayatma ve baskıya karşı sesini yükseltiyor. Eşit egemenlik iddiası da böylece durduğu yerde kendini imha etmiş oluyor.

Disiplin tüzüğündeki değişiklikle eğitimde hak ve özgürlüklerin temel alındığını savunan KKTC Başbakanı Ünal Üstel, belki bir ara okul ve kumarhaneler arasındaki 500 metrelik mesafenin neden 100 metreye indirilmeye çalışıldığını da anlatır.

                                                                 /././

Mahir Polat’ı düşünürken...-Şükrü Aslan-

İstanbul Büyükşehir Belediyesine ve ilçe belediyelerine yönelik olarak başlatılan ‘soruşturma’ ve tutuklama furyası, belki de beklenmedik şekilde bu belediyelerin kamucu politika ve faaliyetlerini, dolayısıyla yeni belediyecilik deneyimlerini düşünmeye de vesile oldu. Soruşturmaya konu edilen durumun asıl nedeninin, tam da bu kamucu politikalar-pratikler olduğu yönünde yaygın bir toplumsal kanaat oluştu. Bu yüzden neredeyse her sosyolojik grup alana çıktı, çeşitli biçimlerde belediye başkanını ve başkanlarını sahiplendi.

İBB’ye ve ilçe belediyelerine yönelik müdahalelere karşı gelişen bu toplumsal tepki halinin pek çok nedeni vardır. Ama en önemlisi CHP’li İBB ve ilçe belediyelerinin, boğulmakta olan toplumsal kesimlere bir ölçüde nefes aldıracak sosyal politikalarıdır. Bu politikaların belirlenmesinde de pek çok kişi ve kesimin etkisi vardır kuşkusuz ama mekansal-toplumsal hafızayla ilişkili kamucu politikanın sadece uygulayıcısı değil, aynı zamanda üreticisi olanlardan birisi Dr. Mahir Polat’tır. Onun, kurucusu olduğu İBB Miras, daha şimdiden Türkiye’nin belediyecilik tarihinde çok özel bir yer almış bulunuyor.

ÖZELLEŞTİRME ALIŞKANLIĞINDAN KOPMAK

Uzun yıllardır kamu kaynakları ve mekanlarını özelleştirmeyi adeta alışkanlık haline getiren Türkiye’de yerel ve merkezi düzeyde yöneticiler, genellikle kamu mekanlarını kişilere ve firmalara kiralamış ya da devretmişlerdir. İstanbul bu furyanın herhalde en fazla işlediği şehirdir. Sadece basına yansıyan haberler bile kamuya ait mekanların pervasız biçimde çeşitli kurum ve firmalara satıldığını-sunulduğunu göstermeye yeter.

Kaldı ki gündelik hayat içinde de bu durumu görmek mümkün. İstanbul’da iki yaka arasında vapur yolculuğu yapanlar bilirler, Kadıköy’den Beşiktaş’a giden vapurların iskelesinde üst kat, uzun yıllardır özel bir firma tarafından kullanılıyordu. Kimi zaman düğün-nikah ve özel buluşmalar için bedeli ödenen bir işletmeydi. Diğer iskeleler için de durum farklı değildi. Her biri özel bir firmaya türlü şekillerde kiralanmıştı. Yani “kamu mekanları”ının kullanımı kamusal amaçlarla ilgili değildi. En iyi ihtimalle Üsküdar’daki iskelenin üst katında olduğu gibi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bürokratları için makam ofisleri olarak düzenlenmişti.

Bugün hem Beşiktaş’taki hem de Üsküdar’daki iskeleler, benzeri daha onlarcası gibi, yeme-içme mecburiyeti olmadan oturulabilen, arzu edenlerin kitap okudukları, ders çalıştıkları, araştırma yaptıkları ya da sohbet ettikleri mekanlar olarak İBB tarafından işlevlendirilmiş bulunuyor. İstanbul sahillerinde, ana arterlerinde çeşitli özel firmalara veya kişilere tahsis edilmiş yüzlerce yerin-alanın kamuya kazandırılması gibi. İBB, 2019’dan bu yana, şehri büyük ya da küçük sermaye gruplarının işgalinden kurtarıp, kentin yani herkesin kullanımına sundu. Bu, çok büyük bir başarıdır.

Yakın zamanlarda dolaşıma giren bir kısa videoda, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat tam da bu mekanlara dair kamuculuğa dönüş çabalarına vurgu yapıyordu. Kurduğu tüm cümleler, belediyecilik ve kamusallık ilişkisine dair yüzlerce akademik metnin ve politik tecrübenin özeti gibiydi. Bu şehirde yaşayanların para harcamak zorunda olmadan kullanabilecekleri, korunaklı mekanlar yaratmanın, belediyelerin görevi olduğunu söylüyordu. Üstelik gelenlere bir kültürel dayatmada bulunmayı da gerekli görmüyordu. Sesinin tonu bile kamuculuğu ve toplumsal vicdanı nasıl dert ettiğinin işaretiydi.

İBB MİRAS: ŞEHRİN HAFIZASINA SAYGI

İBB Miras’ın sürdürdüğü çalışmalar ile İstanbul, hem mekansal hafızasıyla buluşuyor, hem de ev sahipliği yaptığı toplumsal hafızayı gelecek nesillere taşıyor. Bir zamanlar bu şehirde yaşamış aile ya da topluluklarla anılan mekanları kamusallaştırarak geçmiş ve geleceğiyle barışık bir yeni politik tahayyül inşa ediyor.

İBB Miras bünyesinde mühendis, mimar, sanat tarihçisi, restoratör, restorasyon ustası, işçisi ve arkeolog gibi alanında uzman kişiler çalışıyor. Dahası “şeffaf restorasyon-açık şantiye” ilkesiyle tüm büyük şantiyelerini İstanbulluların ziyaretine açarak bunu kollektif bir iş olarak gerçekleştiriyor. Yani hafızayı nasıl aktardığını da gayet şeffaf biçimde yapıyor. Bukoleon Sarayı, Rumeli Hisarı, St. Pierre Han, Anadolu Hisarı, Botter Apartmanı gibi önemli şantiyelerde düzenlenen yüzlerce turla hafızayı aktarma ve koruma sürecini şehri yaşayanlarla ortak bir deneyim olarak örgütlüyor.

İBB Miras modern ve muhafazakar yıkıcıların aksine hem hafızayı koruyor hem de kamusallığı yeniden kuruyor. 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’nin muhafazakar partisi işbaşına geldiğinde, bir hükümet yetkilisi, tarihi yarımadanın etrafını çeviren surları; “yıkalım, boşalan alanlara da bu surların taşları ile konut yapalım” demişti. Kendince “Bizans taşlarıyla” konut sorununu çözecek, bir taşla iki kuş vuracaktı. Muhafazakar yıkıcı o iklimden bir şekilde kurtulabilen surlar, bugün İBB Miras’ın elinde bambaşka bir restorasyona konu edilmiş durumda. Daha şimdiden Mevlanakapı Ziyaretçi Merkezi ve Mevlanakapı Karakolu ile Silivrikapı Ziyaretçi Merkezi ve Silivrikapı Hipojesi kent hayatına kazandırılmış bulunuyor.

Sadece istatistiki bilgilere bakıldığında bile İBB Miras’ın devasa bir hafıza alanı inşa ettiği görülüyor. 2019’dan 2024’e kadar 63 anıt eser ve sivil mimarlık eseri, 40 kamusal sanat eseri, 215 tarihi çeşme, 610 tarihi mezar ve hazire ile 19 tarihi türbe İBB Miras’ın titiz çalışmaları ile yeniden hayat bulmuş durumda. Aynı titizlikle süren benzer çalışmalarla 36 yeni müze ve yaşam alanı ve 983 miras alanı şehrin kültürel hayatına katılmış bulunuyor.

HAFIZANIN VE SANATIN BULUŞTUĞU MEKÂNLAR

İBB Miras hafızayı kuşaklara aktarırken, geleceği de sanatla kuruyor. Restorasyona konu olan hemen her hafıza mekanı, kültürel/sanatsal etkinliklerle işlevlendiriliyor. Mesela Kadıköy’de uzun yıllar kaderine terkedilen tarihi Hasanpaşa Gazhanesi bugün “Müze Gazhane” olarak işlev görüyor. İçinde İklim Müzesi, Karikatür ve Mizah Müzesi, Çocuk Bilim Merkezi, Afife Batur Kütüphanesi, Galeri Gazhane, sesli/sessiz çalışma alanları, İBB Şehir Tiyatroları Prof. Dr. Sevda Şener Sahnesi ve Meydan Sahne, Pazar Yeri, İstanbul Kitapçısı, Beltur Kafe gibi farklı ihtiyaçlara yanıt veren çok amaçlı bir mekana dönüşmüş bulunuyor. 150 yıl önce Suriçi’ni aydınlatma işlevi gören Yedikule Gazhanesi de aynı şekilde restore edilerek konser, sergi, söyleşi, film gösterimleri, atölyeler gibi güncel etkinliklere ev sahipliği yapıyor.

Aynı şekilde 100 yıllık endüstri mirası Cendere Pompa İstasyonu, bugün Cendere Sanat Müzesi adıyla kültürel hayata dahil edilmiş bulunuyor. 1984’den beri Beyazıt’ta atıl durumda bulunan 114 yıllık İETT Troleybüs Kuvvet Merkezi, binlerce kitapla, atölyeler ve kültür sanat etkinlikleriyle öğrencilerin-araştırmacıların bir araya geldiği Kütüphane Troleybüs olarak hizmet veriyor. İstanbul’un ilk Art Nouveau yapısı Botter Apartmanı, Casa Botter Sanat ve Tasarım Merkezine dönüşmüş bulunuyor. Yaklaşık yedi asırlık Anadolu Hisarı, Anadolu Hisarı Müzesi olarak çeşitli kültür sanat etkinlikleriyle misafirlerini ağırlıyor. Büyükada’nın Taş Mektep’i, sergi salonu, kitap kafe, atölye ve etkinlik alanlarıyla tüm İstanbullular için gözde bir sanat mekanına dönüşmüş bulunuyor. Onun gibi uzun yıllar kaderine terk edilen Gülhane Parkı Sarnıcı da Gülhane Sanat adıyla sergi-sanat etkinliklerine ev sahipliği yapıyor.

İBB Miras’ın çalışmalarıyla 8 bin metrekarelik bir alanda konumlanan ve Osmanlı dönemi batılılaşma sürecinin önemli adımlarından biri olan Feshane-i Âmire, bugün Artİstanbul Feshane adıyla İstanbul’un en büyük kültür sanat mekânına dönüşmüş görünüyor. Aynı şekilde 18. yüzyıla giden öyküsüyle Osmanlının Baruthanelerinden Ataköy Baruthanesi; kütüphane, müze, kültürel etkinlik alanlarının yanı sıra, kafe gibi sosyal mekanlarıyla da İstanbullulara hizmet veriyor. Dünya mirası Süleymaniye Camii ve Külliyesi’nin bir parçası olan sıra dükkânlar, İBB İstanbul Tasarım Müzesi adıyla yeniden kente kazandırılmış bulunuyor. Dünyada en eski tersanelerden biri olarak kabul edilen Haliç Tersanesi, İstanbul Sanat Müzesi olarak hizmet üretiyor.

Keza 100 yılı aşkın zamandır kent sakinlerinin erişimine kapalı özel bir mülk iken, 2021’de kamusal bir sorumlulukla satın alınan Bulgur Palas; kütüphanesi, çok amaçlı etkinlik alanları, Beltur kafesi, İstanbul Kitapçısı ve seyir terasıyla muhteşem bir İstanbul manzarası ile şehrin hizmetine sunulmuş bulunuyor. Türkiye’de en eski depolama tesislerinden biri olan Çubuklu Siloları da, belki de örnek bir dönüşüm süreci izlenerek; müze, sahne, kütüphane, atölyeler, çocuk oyun alanlarının yanı sıra kafe, restoran ve açık hava etkinlikleri merkezine dönüşmüş bulunuyor.

DEVAM EDEN İBB MİRAS ÇALIŞMALARI

İBB Miras’ın daha pek çok kamucu çalışmasından söz etmek mümkün olduğu gibi devam eden çalışmaları da bulunuyor. Mesela İstanbul silueti içinde belirgin yeri olan Rumeli Hisarı, kültür sanat odaklı yeni işleviyle buluşuyor. 250 yılı aşan öyküsüyle Galata’nın en eski mekanlarından biri olan St. Pierre Han’da restorasyon ve yeniden işlevlendirme çalışmaları devam ediyor. Perşembe Pazarı’nın kalbinde 100 yılı aşan tanıklığı ile yorgun halde günümüze ulaşan Kuyumcu Han’ı, kültür sanat yaşam alanı olarak kurma çabaları sürüyor. 12. yüzyıldan bugüne uzanan Anemas’ı İstanbul turizmine kazandıracak restorasyon ve yeniden işlevlendirme çalışmaları sürüyor. Kadıköy Meydanı’nın simgelerinden Haldun Taner Sahnesi, bu ülkenin kıymetli sanatçılarını ve iz bırakan tiyatro etkinliklerini ağırlayan Muammer Karaca Tiyatrosu, Muhsin Ertuğrul’un girişimleriyle kurulan, Reşat Nuri Güntekin Sahnesi çağdaş bazı düzenlemelerle yeniden “perde” diyeceği günlere hazırlanıyorlar.

SONUÇ

Daha önce de bu sayfalarda yazmıştım, İBB’nin temel sloganı olan “16 milyon için çalışıyoruz” sözü aslında İBB Miras’ın bütün bu kıymetli faaliyetleri gözönüne alındığında yetersiz kalıyor. İBB gerçekte şehrin geçmişiyle geleceği arasında bağ kurduğu için kimbilir kaç 16 milyon için çalışıyor. İBB, bugün bu şehirde yaşamıyor olsa da, bir zamanlar ailesinin yaşadığı bu şehirde kalbi atanlar için de çalışıyor. Üstelik bütün bu hafızayı yeniden inşa ederken, kamu yararını da koruyor.

Türkiye’nin toplumsal belediyecilik tarihinde köklü izler bırakan Vedat Dalokay’ların, Erol Köse’lerin yeni nesil örnekleri olan bu belediye başkanları ve yöneticileri, yerel yönetim tarihinde daha şimdiden belirgin iz bırakmış görünüyorlar. Bugünkü başkanların hapiste olmalarını da bu bağlam içinde düşünmek gerekir. Tam da bu bağlamda bugün İBB ve ilçe belediyelerine yönelik olarak sürdürülen politik tutum, bir toplumsal adalet sınavına dönüşmüş görünüyor. Kim toplumsal adalet ve vicdan arayışından yana, kim ona karşı? Kim kamuculuktan, kim rantçı politikalardan yana? Olan bitenlerin sosyolojik karşılığı tam olarak budur. En sıradan bir gözlem ve inceleme bile Mahir Polat’ın ve birlikte şehri yönettikleri İBB ve ilçe Belediye Başkanlarının kamucu ve toplumsal adalete yönelik tutumunu görebilir.

Aslında bu yeni kamucu politika ve tutuma sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin de büyük ihtiyacı var. Bu ülkenin uzun yıllardır adeta boğuştuğu toplumsal gerilimlerin üstesinden gelebilmesinin yolu da yine buradan geçiyor. Toplumsal barış ve adaletin birinci koşulu kamucu bir politik tercihtir. Fakat tuhaflığa bakın ki kamusallığı ve toplumsal adaleti savunan ve en zor koşullarda uygulamaya çalışanlar bugün hapiste. Hem de ‘kamuculuk’ ve ‘adaletçilik’ adına. Ne büyük çelişki! İktidar sadece CHP’ye ve İBB başkanı, yöneticileri ve ilçe belediye başkanlarına karşı değil, toplumsal barışı vaadeden yeni kamucu belediyeciliğe de savaş açmış durumda. Sosyolojik alandan bu manzaraya baktığımda bu tutum, sadece İBB ve ilçe belediye başkanlarını değil, aynı zamanda bu şehrin ve ülkenin geleceğini de tehdit ediyor.

                                                                 /././

AKP’nin ete kemiğe bürünmüş hali: Mesut Özil -Eren Tütel-

15 Ekim 1988… Almanya’nın Gelsenkirchen kentinde adı Mesut Özil olan bir çocuk doğar. Ailesi 1960’lı yıllarda Zonguldak’tan göç etmiş bir ailenin çocuğu olan Mesut, futbola karşı olan yetenekleriyle dikkat çeker. Henüz 7 yaşında Westfalia 04 Gelsenkirchen’in junior takımında yeşil sahalara adımını atan Özil, yetenekleriyle diğer çocuklardan ayrışır. Sırasıyla 13 yaşında Teutonia Schalke-Nord, Falke Gelsenkirchen’de de oynayan Mesut henüz 12 yaşında bölgenin oyuncu çıkarmakla meşhur olan Rot-Weiss Essen takımına transfer olur.

Essen’de 5 yıl geçiren Özil, 17 yaşında ilk büyük adımını atar ve Almanya’nın en köklü camialardan biri olan Schalke 04’e transfer olur. İlk sezonunda Schalke’nin alt yaş kategorisinde forma giyen ve bu kategoride şampiyonluk yaşayan Özil bir sonraki sezon A takım kadrosuna dahil edilir. Schalke’de 30 maça çıkar ve pek de isteneni veremez 2007-2008 sezonun devre arasında 5 milyon avro bonservis bedeliyle Werder Bremen’e geçer.

Yeşil-beyazlı takımda gerçek potansiyelini göstermeye başlar ve bu potansiyel hemen hemen çoğu futbol otoritesi tarafından çok yüksek görülür. Werder Bremen formasıyla 108 maça çıkar, 18 gol kaydeder, 54 asist yapar. Oyun görüşü, zekâsı ve tekniği herkesi çok etkiler. İdolü Zidane gibi sahada çok rahat hareket eden ve takım arkadaşlarını rahatlatan bir 10 numarayı görürüz onu izlerken. Bu süreçte milli takım tercihini de yapar, o tercih Almanya olur. Yaptığı tercih özellikle Türkiye’de çok tartışılır. Dönemin Milli Takım Teknik Direktörü Fatih Terim her zamanki gibi hamasi üslubuyla yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanır:

“Bir ara tutturdunuz Mesut. Yav adam gelmek istemiyor dedik. Kimse inanmadı istemedi onu dedi. Ben diyorum ki eğer ben bir insana ricayla Türk milli takım formasını vereceksem işte o zaman beni burada çarmıha gerin. Bu forma bizim formamız. Bu forma bu ülkenin forması. Bu forma dünyanın her tarafındaki Türklerin forması. Onun için bunu isteyenler giyecek. Giymediği zaman üzülenler giyecek. Bir şans var bunun dışında. Beni bu görevden alırsanız başkaları nasıl bakarsa öyle bakar. Ama ben olduğum sürece burada bundan sonra bunu isteyerek, ölerek, bayılarak sevenler, isteyenler giyecek’’

Terim’in hamasi ve popülist açıklamalarına karşı Mesut konuya daha rasyonel ve gerçekçi yaklaşır:

“Hayatımda Türkiye'den daha fazla zamanı İspanya'da geçirdim, o zaman ben Almanya-Türkiye kökenli bir İspanyol muyum, yoksa İspanyol bir Almanya-Türkiye kökenli mi? Neden her zaman sınırlarla düşünüyoruz? Ben bir futbolcu olarak değerlendirilmek istiyorum ve futbol uluslararasıdır. Ailenin kökleriyle bir ilgisi yoktur.”

Bu tartışmalar bir yana dursun, Mesut’un kariyeri hızla zirveye doğru çıkar. 2010’da dünyanın en büyük kulüplerinden biri olan Real Madrid’e 27 milyon avro bonservis bedeliyle transfer olur. Jose Mourinho yönetimindeki Real, Cristiano Ronaldo’lu kadrosuna Di Maria’yla Mesut’u da ekler. Yeni bir ‘Los Galactios’ yaratıp Barcelona’nın hegemonyasını kırma hedefindedirler. Mesut, Real kariyerinde oldukça parlak anlar yaşasa da istediği başarılara ulaşamaz. 1 La Liga, 1 de Kral Kupası’ı kazanır ve 2013’te 47 milyon avro bonservis bedeliyle Arsenal’ın yolunu tutar.

Arsenal kariyeri onun için harika başlar. Takımın saha içindeki lideri ve en önemli oyuncularından biri olur. Ta ki 2017’ye kadar. Mesut’un fiilen olmasa da kafasında futbolu bıraktığı tarih. Bundan sonrası saha içinde değil, saha dışında planları olan futbola kafa yormayan Mesut’u gördük.  2017’den 2020’ye kadar karıştığı skandallar yeni kimliğini oluşturmak için ona bir hayli yardımcı oldu. 2018 Dünya Kupası’nda büyük bir hayal kırıklığı yaratıp gruplarda elenen Almanya’da eleştiri oklarının tepesinde Mesut Özil vardı. Ancak Mesut kendisine yapılan eleştirileri başka yöne çekmeye kararlıydı. Eleştirilerin göçmen olduğu için yapıldığını savunan Mesut, bu konuda gerçekten mağdur olan sporcuların da bu sözleriyle hakkına giriyordu:

“Takım arkadaşlarım ve Almanya’nın iyi insanları için her zaman her şeyimi verdim. Federasyon yöneticileri ise benim Türk kökenime saygısızlık etti. Irkçılığı asla kabul edemem. Bu yüzden Almanya Milli Takımı’nda forma giymeyi istemiyorum.”

Evet farklı kökenlerde olup milli takımlarında benimsenmeyen birçok futbolcu var. Özellikle aşırı sağcı grupların ırkçı saldırısına uğrayan sporcuların yaşadığı mağduriyeti ve uğradığı psikolojik şiddeti hepimiz biliyoruz. Ancak Mesut’un yaşadığı böyle bir şey değildi, performansı düşen herhangi bir oyuncunun göreceği tepkiyi gördü ve bunu fırsata çevirdi. Erdoğan’la görüşüp Türkiye’deki mevcut müesses nizamın ‘şefkatli’ kollarına kendini bıraktı. Yıllar önce “Beni kimliğimle değil, futbolumla değerlendirin” diyen Mesut artık İslamcılığın dibini sıyıran, hamasetle beslenen biri haline geldi. Oluşturduğu personanın tam zıttı olarak Arsenal’daki son günlerinde uyuşturucu kullanırken görüntüler ortaya çıktı, antrenmana çıkmamak için Arsenal U 21 rüşvet önerdiği iddia edildi. Bütün disiplinsiz davranışlarına rağmen teknik direktör Michel Arteta’yı suçladı, Arteta ise onun iddialarına şu ifadelerle cevap verdi:

“Herkes düşüncelerini paylaşmakta özgür. Benim tarafımdan söyleyebileceğim tek şey, bu kararın tamamen futbol içi bir karar olduğu. Vicdanım çok rahat çünkü ona her zaman adil davrandım. Kendisiyle iletişimim hep iyiydi ve karşılıklı beklentilerimizin farkındaydık.”

Sonrası yukarıda bahsettiğimiz İslamcı kimliğini pekiştirmek için Türkiye’de ona bulunmaz bir fırsat sunuldu. 2017’den sonra fiilen bitirdiği futbol kariyerine ülkenin en büyük takımlarından biri Fenerbahçe’de devam etti. Burada çalıştığı hiçbir antrenörle anlaşamadı, sürekli tartışma yaşadı uyumsuz bir profil çizdi. Aslında işin aslına bakarsak futbol Mesut’un umrunda bile değildi. Oluşturduğu İslamcı kimliğiyle çoktan futbolun dışında milyonları cebini doldurmaya başlamıştı. 2022’de Sözcü gazetesinden yer alan bir haberde şu ifadelerle Mesut’un ticari girişimleri anlatılıyor:  

“Fenerbahçe taraftarının yeşil sahada büyük beklenti içinde olduğu Mesut Özil, iş imparatorluğunu büyütmekle meşgul. Kahve dükkanı zincirinden, Eva Longoria ve Kate Upton ile futbol kulübü hissesi satın almaya kadar milyonlarca sterlinlik ticaret imparatorluğuna sahip olan Mesut Özil, Başkan Ali Koç'un uyarısına rağmen yeni bir maceraya daha atılıyor…”

Kendine ait bir krampon markası da olan Mesut, özellikle Müslüman nüfusun yoğun olduğu Endonezya gibi ülkelerde milyonlarca avroluk ciro elde etti, hâlâ etmeye devam ediyor. Fenerbahçe’den ayrıldığında da Başakşehir’de hiçbir şey yapmadan bir sezon geçirdiğinde de muhtemelen bunun rahatlığı içerisindeydi.

Yukarıda kariyerine ‘özgürlükçü’ başlayıp kimliğiyle değil futboluyla öne çıkmak isteyen bir futbolcunun sonrasında Batı’nın zulmüne karşı Müslüman ‘kardeşleri’ sayesinde cebini dolduran bir futbolcunun kariyer özetini okudunuz. Şimdilerde Espressolab’ten çıkmayan Özil, tıpkı üyesi olduğu AKP gibi gücün, paranın peşinden savrulan herhangi bir kişiliğe sahip olmayan biri olarak yoluna devam ediyor.

                                                      /././

BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Halkın öfkesi endişe yarattı - BİRGÜN -

19 Mart’tan bu yana güçlü esen itiraz rüzgârı iktidarın gözünü korkutuyor. Yandaşlar üzerinden rejimle uyumlu, yumuşak muhalefet mesajları v...