BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -30 Eylül 2025-

Kapitalizm nereye gidiyor?-Hayri Kozanoğlu-

Küresel kapitalizmin geleceğini belirleyecek dinamikler ideolojik, ekonomik, ekolojik ve jeopolitik boyutlarıyla giderek dönüşüyor, kapitalizmin geleceğini belirsiz kılıyor. Dönüşümü anlamak için geniş bir perspektif şart.

Başlıktaki bu soruya cevap vermek kolay değil. Şimdilik bir dünya devrimi ufukta görünmediğine göre, yer yer sosyalistlerin seçim başarıları, kamucu belediyecilik uygulamaları, komünal yaşam arayışları gibi örneklerle yetinip küresel kapitalizm içerisinde yaşayacağız gibi görünüyor. O nedenle kapitalizm trendlerine ilişkin analizler özellikle önem taşıyor. Aşağıdaki yazı ise Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin 18. Kongresi’ndeki sunumumun bir özetidir.

1. Kapitalizm ideolojik hegemonyasını, halk nezdinde cazibesini kaybetti. Kapitalist küreselleşmeyle herkesin yüzünün güleceği, refahının artacağı tezlerinin boşa çıktığı görüldü. ABD’de yapılan anketler bile kafalarında bir örgütlenme modeli, geçiş programı, yeni bir toplum tasarımı olmadan gençlerin “bundan kötüsü olmaz” düşüncesiyle sosyalizmi kapitalizme tercih ettiklerini gösteriyor. Çünkü onlar önceki kuşakların bir ev sahibi olma, çocuklarını üniversitede okutabilme gibi olanaklarına dahi erişemeyeceklerini düşünüyorlar. Aslında istemeden, “Bari günümü gün edeyim, bugün daha az tasarruf yapayım, daha çok tüketeyim” zihniyetiyle talebi canlı tutup, kapitalizmin ömrünü uzatıyorlar.

2. Kapitalizmin doğasından kaynaklanan kriz eğilimleri çok boyutlu bir biçimde kendini gösteriyor. “Çoklu krizler” adı verilen, durgunluğun müzminleşmesiyle ekonomik, savaşların yaygınlaşmasıyla jeopolitik, aşırı sağın yükselişi ve otoriter yönetimlerin sıklaşmasıyla ideolojik, küresel ısınmanın durdurulamaması ve doğal felaketlerin artışıyla ekolojik, doğurganlık oranlarının düşüşü, ortalama yaşam süresinin uzaması sonucu işgücünün daralmasıyla demografik boyutları bulunan krizler söz konusu. Bunlar çok boyutlu olmalarının yanı sıra, birbirlerini etkileyen, çoğaltan, toplamlarından fazla bir sarsıntı yaratan bir nitelik taşıyorlar. Örneğin savaşlar doğa tahribatını ağırlaştırıyor; ekonominin kaynaklarının sosyal harcamalara değil silahlanmaya ayrılmasına yol açıyor; çalışma yaşındaki gençlerin ölümüyle işgücünü daraltıyor; aşırı milliyetçi, ırkçı, intikamcı duyguların güçlenmesine kapı aralıyor…

3. Yukarıda sıraladığımız yapısal kriz dinamiklerinin yanı sıra, küresel ekonominin konjonktürel risk eğilimleri de kendini gösteriyor. Bunlardan birisi, gerek kamunun gerekse hem şirketler hem de bireyler kanalıyla özel sektör borçlarının korkutucu boyutlara ulaşması. İkincisi, Trump tarafından tetiklenen ticaret savaşlarının, sürekli değişen gümrük vergilerinin belirsizliği artırması, dış ticaret ve yatırım kararlarının alınmasını zorlaştırması. Üçüncüsü, yapay zeka teknolojisinin geleceğe ilişkin umutları artmasına karşın, henüz ekonomide üretkenliği olumlu etkilememiş olması. Öte yandan işgücünü ayıklama, işsizliği tırmandırma, çok fazla enerji kullanarak fosil yakıt tüketimini körükleme gibi boyutlarının göz ardı edilmemesi gereğinin kendini hissettirmesi. Dördüncüsü gayrimenkul piyasalarındaki çalkantıların, özellikle ticari emlak sektöründe evden çalışmanın yaygınlaşmasıyla daha sıklıkla ortaya çıkması. Ayrıca küresel iklim değişikliğinin belli coğrafyalarda sigortalandırmayı zorlaştırması sonucu zincirleme bir kriz tehlikesinin baş göstermesi. Beşincisi, küresel iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarının özellikle tarım üretimini çok olumsuz etkilemesi. Savaşların da katkısıyla emtia piyasalarında oynaklığın artması.

4. Kapitalizmin üretim alanında ücretli emeğin sömürülmesine dayalı niteliği toplumsal üretimin diğer alanlarındaki baskı ve tahakküm mekanizmalarıyla iç içe geçiyor, Örneğin kadınlara yönelik ayrımcılığın, onların temizlik, yeme-içme, bakım gibi işlere yönlendirilmesinin ve/veya emeklerinin ev içi ücretsiz emekle sınırlandırılmasının sermaye birikim dinamiklerini destekliyor. İşgücü piyasasında ırkçı, ayrımcı zihniyete bağlı olarak azınlıklara, göçmenlere düşük ücret ödenmesi, kayıt dışı çalıştırılmaları gibi pratiklerin tüm emek piyasasında ücretleri aşağı çektiği gözlemleniyor.

5. Çok kutuplu bir dünya görünümü belirginleşiyor. ABD Çin ile giriştiği hegemonya mücadelesinde, hâlâ süren askeri, teknolojik ve finans alanındaki üstünlüğünü, Trump 2.0 dönemiyle iyice belirginleşen biçimde kaba emperyalizme döküyor. Ancak liberal dünya düzeninin çatırdaması, başlıca emperyal güçler arasındaki yarılma, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu orta büyüklükteki güçlere kaldıraç sağlıyor, stratejik özerklikten söz etmelerini kolaylaştırıyor. Buna karşın ABD hegemonyasına alternatif görülen BRICS gibi örgütlenmeler geçmişteki Bağlantısızlar Hareketi’nin aksine, DTÖ üzerinden serbest ticarete, IMF-DB gibi neoliberal yönelimli uluslararası mali kuruluşlara sahip çıkarak adil bir dünya fikrinin yeşermesini baltalıyor.

6. Kapitalist küreselleşmenin tüm dünyada gelir ve servet dağılımı bozukluklarını iyice derinleştirmesi, siyasi gücün elitlerde, teknokratlarda toplanması özellikle metropol kapitalist ülkelerde sisteme yönelik tepkilerin yükselmesini getiriyor. Sorunu kapitalizmde, yerleşik düzende, emek-sermaye çelişkisinde gören sol, sosyalist akımlara göre; aşırı sağ, faşizan hareketler, göçmenlere, mültecilere, yerine göre Müslümanlara, kadınlara, LGBTİ+’lara, aşıya, kürtaja karşıtlık üzerinden özellikle düşük eğitimli, küreselleşme sürecinde konum yitirmiş kesimlerden daha fazla destek alıyorlar.

7. Ekonomik emperyalizm diye adlandırılan ekonominin diğer alanları kolonileştirmesi; ekonomiyi tamamen teknik, sınıfsal ve toplumsal taleplerden kopuk alternatifsiz bir disiplin olarak dayatması kurgusu zayıflıyor. Piyasa toplumu gardiyanlarının her farklı düşünceyi mahkum etme, küçümseme, dışlama çabaları eskisi gibi sonuç vermiyor. Isabella Weber’in satıcılar enflasyonu diye bilinen, şirketlerin uygun ortamı fırsat bilerek yersiz fiyat artırmalarını analiz eden veya Mariana Mazzucato’nun kamu sektörünün yatırım, yenilikçilik ve Ar-Ge’deki rolünün yaşamsallığını öne çıkaran yaklaşımları genel kabul görüyor. Kamucu, emek egemen, toplum çıkarını karın önüne koyan sistem dışı görüşlerin gelecekte de karşılık bulma şansını artırıyor.

8. Ekonomik büyümenin durdurulması veya sınırlandırılması gerektiğini savunan, küresel iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini öne çıkaran “büyümeme” eğilimi taraftar buluyor. Buna karşın pastayı büyütmeden; gerek ülkeler arasındaki gerek ülkeler içindeki derin gelir ve servet uçurumlarının değil giderilmesi, törpülenmesi bile çok zor görünüyor. Güç ve mülkiyet ilişkilerini dönüştürmeden, küresel ısınmanın yarattığı sorunları aşmanın olanaksızlığı anlaşılıyor. Yukarıda çizilen genel tablonun ötesine geçip bu tür tartışmaları sürdürmek, derinleştirmek gereği kendini hissettiriyor.

9. Diğer bir tartışma konusu da tekno-feodalizme, modern teknolojik gelişmelerin, platform ekonomisinin yaygınlaşmasının feodalizme benzer bir yapı oluşturduğuna ilişkindir. Yanis Varoufakis, Jodi Dean ve Cedric Durand’ın başlıca savunucusu olarak öne çıktıkları bu tartışmada, sınırlı sayıda çekirdek personele, çok miktarda ucuz emeğe dayanan, kullanıcıların emeğini bedava kullanan bu sistemin “köylü-feodal lord” ilişkisinin benzerini günümüzde yarattığı öne sürülüyor. Kapitalizmin kar ve rekabete dayalı dinamiğinden kopuşla, rant ve tekelcilik üzerinde yükselen bir mantıktan söz ediliyor. Ancak kapitalizmin çoğu sektörde bu kurgu dışında sürdüğünü, platform ekonomisinde çalışanların da işgücü piyasasında başka şirketlere veya iş kollarına geçebilecekleri üzerinden kapitalizmin doğasının değişmediği görüşü de yaygın kabul görüyor. Bu yine kapitalizmin gidişatını doğru değerlendirmek için üzerinde kafa yorulması gereken bir ödev olarak önümüzde duruyor.

10. Tüm dünyada sanayi politikası uygulamasının kabul gördüğü, belli ölçüde planlamanın hayata geçtiği, kamunun yatırımlarının hız kazandığı, sübvansiyonların arttığı gibi somut olgular üzerinden neoliberalizmin devrinin dolduğu, artık devlet kapitalizmine geçildiğine ilişkin bir tez de dolaşıma sokuluyor. Çin ekonomisinin başarısının da bu yönelimleri teşvik ettiği düşünülüyor. Özellikle Trump’ın yeni döneminde ABD devletinin US Steel çelik firmasında altın hisseye sahip olması, İntel’e yüzde 10 ortaklıkla girmesi, Nvidia yarı iletken şirketinin %15 karına el koymayı kabul ettirmesi gibi örnekler bu teze güç veriyor. Ancak sermaye birikiminin yine emek karşıtı politikalar zemininde yürümesi, önceliğin sermaye kesiminin vergi yükünün azaltılmasına tanınması, küresel sermaye akımlarının serbestçe sürmesi, tahvil piyasalarının zaman zaman Trump’a bile ayar veren egemenliğinin devam etmesi, başkalaşım geçirse de neoliberalizmin yerinde durduğu görüşüne destek veriyor. Bu eksende de araştırmaların yoğunlaşmasına, farklı görüşlerin yarıştırılmasına tanık olacağımız bir döneme girdiğimizi söylemek olanaklı.

                                                                /././

Özel hastanelerin soygunu Sayıştay raporunda: Apaçık vurgun -Osman Öztürk-

Bazı özel hastaneler ceza tutarının düşük olmasından faydalanarak hastalardan yüksek ücret almak için ameliyatlarda hastaları ‘özel hasta’ veya ‘ücretli hasta’ diye kabul ediyor. Hastane SGK’ye şikayet edilse dahi ceza tutarı 31 bin 692 TL. Buna rağmen hastane beş misli kazanıyor.

Sosyal Güvenlik Kurumu 2024 Yılı Sayıştay Denetim Raporu geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Raporda ağırlıklı olarak idari ve mali bulgular yer alıyor. En sonda da “Özel Sağlık Hizmet Sunucularına Uygulanan Hasta Kabul Edilmeme Cezasının Yetersiz Olması ve Hastalara Yeterli Bilgilendirmenin Yapılmaması”na yer verilmiş.

Önce kısaca onu aktarayım.

Kurum ile özel sağlık hizmet sunucuları arasında imzalanan 2024 yılı Sağlık Hizmeti Satın Alım Sözleşmesi’nin 8.1.1’inci maddesinde; Sağlık Hizmet Sunucularının (SHS), doğrudan veya sevk edilmek suretiyle başvuran hastayı kimlik tespiti işlemlerini de yaparak Kurum mevzuatına uygun olarak kabul etmek zorunda oldukları, kabul edilmeyen hastaya kabul edilmeme gerekçesinin SHS yetkilisinin imzasıyla yazılı olarak bildirileceği, kabul edilmeyen hastanın yazılı olarak Kuruma müracaatı halinde SHS tarafından belirtilen gerekçenin Kurum tarafından uygun bulunması gerektiği, aksi takdirde her bir hasta için 31.692 TL ceza uygulanacağı ve tespit edilen fiilin açıkça belirtilmek suretiyle SHS’ye tebliğ edileceği belirtilmiştir.

Yapılan incelemede bazı özel hastanelerin ceza tutarının düşük olmasından faydalanarak, hastalardan yüksek ücret almak amacıyla bazı ameliyatlarda hastaları ‘özel hasta’ veya ‘ücretli hasta’ gibi çeşitli isimlerde kabul ettiği, bu hastaları SGK anlaşması kapsamından çıkarıp yasal olarak alabilecekleri ücretlerin üzerinde ücret aldıkları tespit edilmiştir. Hasta tarafından şikâyete konu edilse bile ceza tutarı düşük olduğu için hastaneler bu durumdan kazanç sağlamaktadır.”

∗∗∗

Yani ne oluyormuş?

Diyelim ki sigortalı bir hasta ameliyat için bir özel hastaneye başvuruyor ve bu ameliyat da SGK’nın ödeme kapsamında. Bu durumda özel hastanenin o hastayı kabul edip ameliyatını yapması gerekiyor. Bunun karşılığında hastadan bir ücret alabilir ama bu ücret de SGK’nın belirlediği ücretin en fazla iki katı kadar olabilir.

Ve diyelim ki özel hastane hastadan daha çok para sızdırmak istiyor. Bu durumda “O ameliyatı SGK karşılamıyor”, “Bizim o branşta SGK anlaşmamız yok” gibi bahanelerle hastayı doğrudan ücretli hasta kategorisine sokuyor ve ameliyatını paralı olarak yapıyor.

Hasta durumun farkına varıp da SGK’ya şikayette bulunursa ne oluyor? SGK o özel hastaneye, geçen yılın fiyatıyla, 31.692 TL ceza kesiyor.

Peki bir özel hastane nasıl oluyor da bu cezayı ödemeyi göze alıp böylesi bir yola başvurabiliyor?

∗∗∗

Sayıştay Raporu son sorunun cevabını somut bir olay üzerinden örneklemiş.

“Örneğin endometriyoma ve endometriyozis operasyonu kapsamında bir özel hastaneye başvuran hastanın ameliyatı SGK anlaşması kapsamından çıkartılmış, ücretli hasta adı altında hastadan 120.000 TL ilave ücret alınmıştır. Hasta tarafından SGK'ya yapılan şikâyet sonucunda gerçekleştirilen incelemede, endometriyoma ve endometriyozis operasyonlarının SGK anlaşması kapsamında kuruma fatura edilebilecek ve hastanenin bu durumda en fazla 15.000 TL ilave ücret alabilecek olmasına rağmen, hastanenin ceza riskini kabul ederek hastadan 120.000 TL ilave ücret aldığı görülmüştür. Bu durumda hastane ceza tutarı ve ameliyat ücreti tutarı düşüldüğünde 120.000 TL – (15.000 TL + 31.692, TL) = 73.308 TL kazanç elde etmiştir.”

Yani ne olmuş?

Güya SGK usulsüzlüğü tespit edip cezayı kesmiş ama gene de özel hastane kazanmış. Hem de normalde kazanacağının beş katına yakın kazanmış.

Apaçık vurgun!

∗∗∗

Aslında bu vurgun ilave ücret soygunu yanında devede kulak bile sayılmaz ama gene de özel hastanelerin Sayıştay’ın radarına girmesi iyi olmuş. Umarım ve dilerim gelecek yıllarda diğer yolsuzluklar da yer alır.

Yalnız, Sayıştay vurgunu tespit etmiş de SGK ne yapmış?

Para cezasının 31.692 TL olan tutarını 2025 yılında 45.614 TL'ye çıkarmış, maddede yer alan “her bir hasta” ifadesini “her bir başvuru” şeklinde değiştirerek sözde cezai şartı ağırlaştırmış ve de SGK il müdürlüklerine ilave ücret hesaplanması için uyarıda bulunmuş!

Peki, Sayıştay vurgunu tespit etmiş de çözüm için ne önermiş?

Sayıştay’a göre cezanın, maktu tutarın haricinde hastalardan fazla alınan ücretin belirli bir oranında ceza uygulanması yoluyla arttırılması ve hastalara fazla alınan ilave ücret tutarı hakkında yeterli bilgilendirmelerin yapılması gerekiyormuş.

∗∗∗

Tabii ki ne SGK’nın aldığı sözde önlem ne de Sayıştay’ın önerisi bu vurgunu engellemez. Çünkü Yenidoğan Çetesi olayında da gördüğümüz gibi ortada arızi değil yapısal bir sorun var. O nedenle AKP, SGK’nın kasasını özellere açtığı günden beri bu yolsuzlukların sonu gelmiyor.

SGK’nın özel hastanelerle her türlü bağını kesmedikçe de kumardaki “Her zaman kasa kazanır!” kuralı misali bu soygun çarkı böyle devam eder.

SGK ilk olarak bu türden dolandırıcılık yapan özel hastanelerle sözleşmesini iptal etmeli, sonra da özelden hizmet satın almaktan tamamen vazgeçmelidir.

AKP öncesi olduğu gibi.

                                                           /././

Gerilim gizlenemez boyuta geldi: Erdoğan sonrasına hazırlık kavgası mı?

Erdoğan sonrası ülkeyi kimin yöneteceğine ilişkin gerilimler şimdiden bazı kulis ve medyadaki tartışmalara yansıdı. Fidan’ın KAAN uçaklarına dair çıkışından Erdoğan’a sorulan soruların sızdırılmasına dek pek çok gelişme içerideki hegemonya mücadelesinin yansıması oldu.

Sandıkta geniş kitlelerin desteğini yitirdiğini gören iktidar, bir yandan sırtını Trump’a yaslayarak ayakta kalmaya çalışırken diğer yandan içeride krizlerle boğuşuyor. Krizin bir ayağını ise Erdoğan sonrası ülkeyi kimin yöneteceği tartışması oluşturuyor. Bu tartışma aynı zamanda Cumhur İttifakı ortaklarından MHP’nin de geleceğine ilişkin bir hegemonya mücadelesini kapsıyor. Çekişmenin öne çıkan aktörlerinin ise başta Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Hakan Fidan olduğu, damat Selçuk Bayraktar’dan İbrahim Kalın ve çok düşük bir ihtimal de olsa diğer damat Berat Albayrak’a uzandığı öne sürülüyor.

Hakan Fidan’ın KAAN uçaklarına ilişkin açıklaması, MKE’deki tutuklamalar, medya önünde yandaşların birbirini suçlayan çıkışları içerideki gerilimi daha net ortaya çıkaran gelişmeler oldu. Hatta MHP Lideri Bahçeli’nin Erdoğan’ın Trump ile masaya oturduğu günlerde NATO ve ABD’ye alternatif olarak önerdiği Türkiye, Rusya ve Çin ittifakı çıkışlarının da içerideki birtakım rahatsızlıkların ifadesi mi? sorusunu akıllara getiriyor. Son günlerde öne çıkan bazı kulis ve medyaya yansıyan tartışmaları yeniden hatırlatalım.

NELER YAŞANDI?

• Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sorulan soruların önceden hazırlandığını yazması ardından başlayan polemik sürüyor. Gazeteci Cem Küçük muhalif gazetecilerin de uçağa alınması gerektiğini yazarken soruların Bildirici’ye "Kimin sızdırdığı" sorusu da kamuoyunun gündemine geldi. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan da soruların önceden verildiğini doğrulayarak, amacın mükerrer soru sormak olmadığını iddia etmişti.

• Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın CAATSA yaptırımları ve KAAN savaş uçaklarına ilişkin sözlerine dair tartışmalar sürüyor. Fidan, KAAN'da kullanılacak motorlara ilişkin lisansların durdurulduğunu ve üretime devam edilmesi için ABD Kongresi'nin onay vermesi gerektiğini söylemişti. Bakan Fidan, "Şu anda almayı beklediğimiz F-35 ve KAAN'ın motorları var. ABD Kongresi'nde bekletiliyor ve lisansları durmuş durumda. Onların lisanslarının hayata geçirilmesi ve motorların gelmesi lazım ki KAAN'ların üretimi başlayabilsin. Bizim ABD ile olan ilişkimizde sınırlamaların olması, bizi ister istemez uluslararası sistemde daha farklı arayışların içerisine itecek" demişti. CHP'nin Gölge Dışişleri Bakanı Namık Tan da sosyal medya hesabından paylaştığı iddialarda, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın damadı Selçuk Bayraktar'ın F-16'ların alımına karşı olduğunu ve onun yerine KAAN için motor alımına öncelik verilmesini istediğini söyledi. Fidan'ın sözlerini hatırlayan Tan, şunları kaydetti: "Oysa, benim edindiğim bilgilere göre; F-16’lar konusunda Türkiye bugüne kadar 1.5 milyar dolar ödediği halde Selçuk Bayraktar’ın bu alımı desteklemediği kaydediliyor. Buna göre Bayraktar, KAAN uçağının yapımına ve geliştirilmesine öncelik verilmesi düşüncesindeymiş. Ancak, ABD’de hem Trump hem Kongre, önemli bir gelir kaynağı olması nedeniyle Türkiye’ye F-16 satışı yapılmasında ısrar ediyormuş. Dolayısıyla, Bayraktar’ın F-16 tedarikini istememesinin ABD tarafından memnuniyetsizlikle karşılandığı rivayet olunuyor.

• Eski Makine ve Kimya Endüstrisi’nin Yönetim Kurulu Başkanı İsmet Sayhan ağustos sonunda tutuklanmıştı. MHP'ye yakınlığıyla bilinen bir avukat olan Sayhan, casuslukla suçlanıyor. Öte yandan 20 Temmuz'da da Sayhan'ın gözaltına alındığına yönelik haberler gündeme gelmiş, Sayhan iddiaları yalanlamıştı. Söz konusu gelişme, “MHP’ye bir mesaj mı?” sorusunu da beraberinde getirmişti. Sayhan, 2024 yılının Kasım ayında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi ziyaret etmişti.

• AKP içindeki farklı klikler arasında yaşanan gerilim, bu kez CNN Türk ekranlarına taşındı. Hande Fırat ile Melik Yiğitel "Erdoğan'ın Trump ziyaretini neden yüceltmiyorsun" kavgasına girdi. AKP’li Mehmet Metiner de CNN Türk yönetimine sert çıkarak “Bu haliyle iktidara da zarar veriyor” dedi. AKP'li Mehmet Metiner görüntüleri sosyal medya hesabında paylaşıp CNN Türk'te "yenilenme" çağrısı yaptı. Metiner, "CNN Türk iyi yönetilmiyor. Sil baştan yenilenmesi şart. Bu haliyle iktidara da zarar, Demirören ailesine de" ifadelerini kullandı.

• Erdoğan sonrası başkanlık yarışının Bilal Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Hakan Fidan arasında geçeceği tartışılıyor. İl Başkanlarının ardından ilçe başkanlarının da devam eden istifaları, Teşkilat Başkanlığına Ahmet Büyükgümüş’ün atanması, Bağcılar Belediye Başkanı Abdullah Özdemir’in İstanbul İl Başkanlığına getirilmesi ve MKYK’nın üçte birinin Bilal Erdoğan’ın yaşıtları ile yakın çalışma arkadaşlarından oluşması gibi pek çok durum da parti içinde ekip hazırlığı olarak değerlendiriliyor.

                                                             ***

soL "Köşebaşı +Gündem" -30 Eylül 2025-

Erdoğan Netanyahu'nun 'savaş hedeflerimize ulaşıyoruz' dediği plana desteğini ilan etti

Erdoğan, Netanyahu'nun kabul ettiği Trump'ın Gazze planına katkı vermeye devam edeceklerini belirtti.

ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Beyaz Saray'da bir araya geldi. Netanyahu, Trump'ın Gazze'de Hamas'ı ve Filistin direnişini tasfiyeyi öngören planını kabul etti.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bir açıklama yaparak sürece katkı vermeye devam edeceklerini ilan etti. Erdoğan Türkçe mesajında "tarafların kabul edeceği" ifadesini kullanırken, İngilizce yaptığı paylaşımda "tüm tarafların kabul edebileceği" diye belirtti.

Trump'ın planının duyurulmasının ardından Erdoğan sosyal medya hesabından "Gazze’de akan kanın durması ve ateşkesin sağlanması için ABD Başkanı Sayın Trump’ın gösterdiği çabayı ve liderliği takdir ediyorum. Tarafların kabul edeceği adil ve kalıcı bir barışın tesis edilmesi için Türkiye olarak biz de sürece katkı vermeye devam edeceğiz" şeklinde bir açıklama yaptı.

Erdoğan bu açıklamasını İngilizce olarak da paylaşırken, İngilizce metnin ikinci cümlesinde küçük bir nüans yer aldı: "Türkiye, tüm tarafların kabul edebileceği adil ve kalıcı bir barışın tesisi amacıyla sürece katkı sağlamaya devam edecektir."

Netanyahu Trump'la düzenlenen ortak basın toplantısında planı kabul ettiğini belirterek, "savaş hedeflerimize ulaşıyoruz" demişti. Hamas henüz kendilerine plana ilişkin yazılı bir teklifin ulaşmadığını duyurmuştu.

                                                            ***

Erdoğan'ın ABD, İmamoğlu'nun Guardian çıkarması -Çağdaş Gökbel-

Yoksul Anadolu evlatlarının, Memetlerin vay haline! Çanlar, onlar için çalıyor! NATO, en büyük ikinci ordusunu Trump’ın ağzından sahaya davet ediyor! 

New York’ta yapılan geleneksel Birleşmiş Milletler toplantısı, bir kez daha milletlerin emperyalist tahakküm altında alabildiğine ezildiğini ve aşağılandığını gösterdi.

Soykırım suçu işlediği, Uluslararası Ceza Mahkemesi (Lahey) tarafından da tespit edilen ve hakkında tutuklama kararı çıkarılan bir katilin kürsüden tüm dünya halklarına hitap ettiğine tanıklık ettik. Tüm bunlar gerçekleşirken, yeni dahiyane projelerle bir kez daha şok olduk. Filistin’deki soykırım, onların deyimiyle savaş biterse eğer, Filistin’e atayacakları geçici yönetimin başına Tony Blair’i geçirmek istediklerini öğrendik.1 Muhteşem bir plan! Irak savaşındaki kararlarından dolayı ‘savaş suçlusu’ olarak kabul edilmesi gereken bir adam Blair. İşte emperyalizm, küresel iletişim silahıyla dumura uğrattığı halkların akıllarıyla böyle dalga geçiyor. BM, artık her şeyiyle çivisi çıkmış bir yapı. Çünkü, ikinci dünya savaşından sonra inşa edilen uluslarası hukuk düzeni tamamıyla çöktü. Peki, neden? SSCB’nin çöktüğü bir siyasi denklemde emperyalistlerin, ‘yeni kolonizasyon’ dalgasını başlatabilmesi için uluslararası hukukun ilgası şarttı. Bunu dünya sahnesinde ilk duyuran ya da haykıran kişi, İrlanda Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins oldu.

Yeni kolonizasyon çağının koçbaşı İsrail. Soykırım, işgal ve soykırımı meşrulaştırmak için ayağını Nazizme basan, Avrupa’da sokakları kontrol etmeye çalışan lümpen ordularının ABD ile birlikte sponsoru. İşte Recep Tayyip Erdoğan, böylesi bir siyasi iklimde BM genel kuruluna ayak bastı.

Genel kurul öncesinde ise, ana muhalefet lideri Özgür Özel’in doğrulanan iddiaları gündeme damga vurmaya çalışmıştı. Başkan ve adamları akıllı insanlardı. Donald Trump, denen kriminal adamın her şeyi yapabileceğini biliyorlardı. Zelenski’nin başına gelenler, tüm dünya liderlerinin kabusu olmuştu. Bu yüzden önden Trump’ın oğlu ile pazarlıklar yapılmış, açlıkla yüzyüze olan yoksul Anadolu halkının üç kuruşu, uçaklar ve gaz pazarlığına (Sıvılaştırılmış gaz alımı için 40 milyar dolardan bahsediliyor) kurban edilmişti. Emekli olmamamakta ısrar eden ve kamuoyunu hiçkimseye yurtseverlik payesi bırakmayacak biçimde domine eden, emekli paşaların anti-emperyalist Erdoğan rüyaları bu pazarlıklarla suya düşüyordu. İnsan, televizyon ekranında gördüğü ve dinlediği bazı emekli paşalara bakınca, koca ordunun bunlara nasıl teslim edildiğine hayret ediyor gerçekten. Yoksul Anadolu evlatlarının, Memetlerin vay haline! Çanlar, onlar için çalıyor! NATO, en büyük ikinci ordusunu Trump’ın ağzından sahaya davet ediyor!

Bayraktar, SİHA ve KAAN mucizesi derken, yine mesele döndü dolaştı F-35 acizliğimize geldi. Tarihin garip benzerliklerle bizlere göz kırptığı bir çağda, Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar yıkılmaya yüz tutmuş Osmanlı’ya benziyor. Ve bu sefer de üçüncü paylaşım savaşının eşiğindeyiz ve ibre maalesef NATO’ya doğru kaymış görünüyor. Parasını ödediği ve bakım masrafları yüzünden de ödemeye devam ettiği uçakları alamayan ama içerideki propaganda aparatları sayesinde, emperyalizme kafa tuttuğu iddia edilen bir ülke ve Osmanlı özentisi eğreti bir rejim. Üçüncü paylaşım savaşının arifesinde böylesi bir tablo halklarımız açısından hiç hayra alamet değil.

Yazıyı uzatacak ve üzerine sayfalarca fikir yürütecek bir mesele yok ortada. ABD’ye gittik, haydut Trump ve ekibine boyun eğdik ve ‘ne istedilerse verdik’. Böylece takiyeci İslamcıların mumu yatsıya kadar yanmış oldu. Bu anlaşmalardaki en ilginç ve anlamakta zorlandığım bölüme değinip geçeyim. Türkiye, Rusya’dan aldığı gazdan vazgeçecek (istatistiklere bakan biri buna doya doya gülebilir) ve haritanın bir ucundaki ABD’den kaya gazı alacak. Kapitalizmin, rasyonalizm propagandası ile kendisini ‘akılcı’ gösterdiği ve öyle pazarladığı bir gerçek. Oysa bu rasyonalizm, kendi içerisinde saf bir irrasyonalizmi barındırır. Aptallığın ve şuursuzluğun bu kadarına pes! Doğal kaynaklarını emperyalist şirketlere, vahşi yağma için açan ve kendi yoksul köylüsünü jandarmalara coplatanlara PES!

Şimdi, gelelim bir diğer garabete! Tutuklu İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, yaklaşık bir hafta önce kendi siyasi tutsaklığını ve ülkenin durumunu anlattığı bir yazı kaleme aldı. Peki, bu yazı nerede ve hangi gazetede yayınlandı? Yazı, ‘The Guardian’ gazetesinde yayınlandı.2 İmamoğlu, tutuklu olduğu için bu hususta ağır tenkitler yazmak istemiyorum. 
Ancak insan bu gazeteyi ve yazıyı bir anda görünce, çıldırmamak gerçekten içten değil diyor kendi kendine. Türkiye’de tutuklu bir insan, seslenmesi gereken topluma neden bir İngiliz gazetesi üzerinden seslenir? Bu durumu şununla karıştırmamak gerekiyor, elbette bir siyasi ülkesindeki ve dünyadaki siyasi gelişmelerle ilgili dünyadaki herhangi bir gazeteye mülakat verebilir ya da makale kaleme alabilir. 
Ancak tutuklu ya da siyasi olarak esir olan bir siyasetçinin meşruyetini kendi toplumunda aramadan önce bir İngiliz gazetesine başvurması oldukça entresan. Muhtemelen uzmanlar ve danışmanlar terörizminin kurbanı Ekrem başkan. 

Anlaşılan küçük başkan ve adamları çareyi yanlış yerlerde arıyor. Britanya adalarında yaşayan bir gazeteci ve yazar olarak, kendilerine kötü bir haber vermek isterim. Yoksul İngiliz halkının, çok da umurunda bilmem kaç kilometre ötedeki belediye başkanının tutukluluğu! Burada murat edilen şey, elbette yoksul İngilizlerin ne düşündüğü değil. Siyaseti domine eden İngiliz aristokrasisine bir şeyler anlatılmaya çalışılıyor gibi görünüyor. Çok yazık, milyonlarca hatta milyarlarca insanın siyaset dışına itildiği ve kaderlerinin bir avuç soytarının elinde olduğu karanlık bir çağdayız. 
Ekrem İmamoğlu, Türkiye’de makale yayınlayacak bir gazete bulamadı mı? Bu yüzden mi kendi dilinde, kendi toplumuna seslenmek ve adalet aramak yerine Atlantik kıyılarına vurdu, bilinmez!

Neticede büyük başkan ve adamlarının meşruiyeti ABD’de aradığı yerde, kimsenin aklına dönüp Anadolu’ya bakmak gelmiyor. Kim takar, Anadolu halkını? Seçimler, kitle iletişim araçlarıyla gerçekleştirilen dijital savaşlar sonunda kazanılmıyor mu? Meşruiyet denen şey parayla satın alınmıyor mu? Böyle bir denklemde meclisler, saraylar, yüce divanlar, emekli paşalar, büyük popüler yazarlar ve daha niceleri ‘biz kara koyunları’ düşünür mü?

Tüm bu kocaman kara komedinin ortasında Filistinli çocuklar, Filistinli bebekler! Soykırımdan geçiyor! BM genel kurulunda bir araya gelen yüzlerce halk bir İsrail’in, bir ABD’nin hakkından gelemiyor. Bu yüzden ABD terör devleti, hiç utanmadan yaptığı açıklamalardan dolayı Kolombiya devlet başkanı Gustavo Petro’yu vize iptali ve sınır dışı edilmekle tehdit ediyor. Petro, katıldığı eylemde yaptığı konuşmada seslendiği kitlelerden Arapça bilmediği için özür diliyor ve Arapça öğrenmek istediğini söylüyor. Bunca rezilliğin, cinayetin ve arsızlığın ortasında erdemli sesler duymak insana ne iyi geliyor. Şimdi, Gustavo Petro ile aynı utancı paylaştığımı hissediyorum. Komşu halkların dilini öğrenmemek ve bu halklarla aramıza görünmez duvarlar örmek bizim en büyük ayıbımız. Bu ayıp kapitalist sistemin bizi yabancılaştıran, sömüren ve yaşamdan söküp alan vahşi yapısından ileri geliyor ve elbette kültür emperyalizmi denen ve insanı en aşağılık ruh hallerine sokarak ezen akılsızlıktan kaynaklanıyor. Tüm bunların yaşanabileceğini görseydim, İngilizce için harcadığım çabanın yüz katını Filistin halkının dilini öğrenebilmek için harcardım.

Kolombiya devlet başkanı Petro’nun sözleri, bizim siyasilerimiz için de büyük dersler barındırıyor. Sömürücü sınıfımızın siyasileri ise, bu dersi alabilecek kabiliyete, hayallere ve ufka sahip değiller. Çünkü, sermaye siyaseti çöktü. Çöken bu rezil düzenin altında hayatta kalmak istiyorsak, bedenimize tonlarca ağırlık bindiren ve hareket etmemizi engelleyen bu moloz yığınını üzerimizden atmak ve devrime doğru yürümek zorundayız.

1‘Gazze'yi eski İngiltere Başbakanı Tony Blair mi yönetecek?’ https://www.bbc.com/turkce/articles/c2lxg74z7nqo Erişim Tarihi: 28/05/2025

2‘I was elected mayor of Istanbul, but I write this from jail: Turkish democracy is under grave threat’ https://www.theguardian.com/commentisfree/2025/sep/24/mayor-istanbul-jail-ekrem-imamoglu-turkey-democracy Erişim Tarihi: 28/09/2025

                                                                          /././

Akwel işçisi fabrikada kurulan kölelik düzenini anlattı: Küfür, tehdit, taciz, hak gaspı...

Akwel Otomotiv'de çalışan işçiler, mobbing, zorla fazla mesai, küfür, taciz ve kıdem tazminatına el koyma gibi uygulamalarla karşı karşıya olduklarını anlattı. Fabrikada, vardiya amirlerinin işçilere baskı kurduğu, kadın işçilere yönelik tehdit ve hakaretlerin arttığı belirtiliyor.

ocaeli’nin Gebze ilçesinde faaliyet gösteren Akwel Otomotiv Sanayisi’nde çalışan işçiler bir süredir mobbing, üretim arttırma baskısı ile mücadele ediyor.

Ancak işçilerin Akwel’de yaşadıkları sadece bunlarla sınırlı değil. İşçiler işyerini kendine mesken edinen patrondan aldığı güçle zorbalık yapan bir vardiya amiri ile karşı karşıyalar.

Yaklaşık 800 işçinin çalıştığı fabrikada ise yetkili sendika Türk Metal Sendikası.

Patronların Ensesindeyiz Ağı’na konuşan işçiler çalışma koşullarını ve yöneticisi baskısını anlattı.

Akwel’de bir süredir işçiler yan yana geliyor, bu yan yana gelişin nedenleri nedir?

A: Öncelikle Akwel’deki çalışma koşullarının sadece bize özgü olmadığını biliyoruz. Fazla mesai, iş yetiştirme baskısı ve daha birçok şey sayabiliriz ve Türkiye’nin birçok yerinde benzer koşullarda binlerce işçi çalışıyor bunu da biliyoruz ancak kimileri patrondan aldığı güçle kraldan çok kralcılık yapıp bu koşulları daha da ağır hale getiriyor.

İşçi arkadaşlarla yan yana gelişimizdeki temel sebep de bu. Bizler yalnız kaldıkça, tek başımıza durdukça vardiya amirinin baskısı daha da artıyor.

Vardiya amirinin çalışma koşullarınızı nasıl ağırlaştırdığını açıklayabilir misiniz?

A: Şöyle ki vardiya amirleri patronların karını garanti altına almak, fabrikanın huzuru için bir düzen kuruyorlar.

Bizim Vardiya amirimiz ise bunu sonuna kadar yapıyor.  Mesela şöyle bir şey düşünün; hukuken öğrendiğim kadarıyla fazla mesaiye kalmak son noktada işçilerin kararı ancak bizim vardiya amirimiz fazla mesaiye kalmak istemeyenlerin yanına gelip “Bunun faturası size ağır olacak” söylemleriyle işten atmakla tehdit ediyor.

Kadınlara küfür, taciz ve mobbing

A: Son derece zor koşullarda çalışıyoruz, sürekli belli hedefler var ve onu tamamlamaya uğraşıyoruz. İnanır mısınız makinenin başından ayrılıp su içmeye vaktimiz olmuyor. Bunun bir sonu da yok, hedefleri tamamladıkça daha da artırıyorlar. Başımızda akbaba gibi vardiya amiri ve adamları bekliyor. Molalardan dönüşte 1 dakika geç kalsak hemen başımıza üşüşüyorlar. Nerede kaldınız? Böyle giderse sayıyı tutturamayacaksınız?

D: Herhangi bir işçiden tepki gelmeyeceğine çok güveniyorlar. O nedenle yaptıklarının sınırı yok. Kadın çalışanlara karşı ise -işe ihtiyacı olduğunu bildikleri için- daha da kabalar. Moladan biraz geç dönene, izin isteyene fazla mesaiye kalmayacağım diyene küfür kıyametle, tehditle cevap veriyorlar.

Bu da yetmiyor. Siz bu baskıdan bunalıp başka bölüme geçmek isterseniz, ya da bu mobbinge maruz kalmak istemezseniz de bu da aynı vardiya amirine takılıyor. Kendisine hediyeler almadan geçişinize izin vermiyor. Düşünsenize fabrika içinde insanları tehdit eden, küfreden üstüne bunu yaptığı insanları kendine hediye aldırtmak zorunda bırakan biri var.

Vardiya amiri kıdem tazminatına çöktü

D: Biz işçiler için belki de en hayati şeylerden biri kıdem tazminatıdır. Hele ki Türkiye’de bugün işten çıkan tüm arkadaşlarımız için sıcak paranın değeri büyük. Diyelim ekonomik sıkıntı yaşıyorsunuz tazminatınızı alıp işten çıkmak istiyorsunuz işten çıkacaksınız yönetime yakınlığıyla bilinen vardiya amirine yönlendiriyorlar tam da burada vardiya amiri kıdem tazminatı işinizi çözüyor. “Kıdemi almak istiyorsan benim de payımı vereceksin” diyor. Zaten bir süre işsiz kalacak arkadaşlarımız da ihtiyaçları olan bu paraya kavuşabilmek için her ne kadar istemeseler de bunu kabul etmek zorunda kalıyorlar. Kısacası yıllardır çalıştığınız emeğin bir kısmına bu vardiya amiri el koyuyor. Bunu göz göre göre yapıyorlar.

Akwel’de bundan sonrası nasıl olacak peki?

A: Yukarıda bahsettiğimiz olayların tümü aslında bizim yalnız ve tek başımıza durmamızdan kaynaklanıyor. Biz tek kaldıkça üzerimize daha fazla gelmeye devam edecekler bunun sonu yok. Bizler de artık buna engel olmak için yan yana geldik insani koşullarda çalışmak ve insan yerine konmak istiyoruz. Birçok arkadaşımızla beraber mücadelemize devam edeceğiz.

Akwel’de bundan sonra ne olur bilmiyoruz ancak hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

                                                         ***

TOKİ'nin deprem konutlarında üç aydır maaş alamayan işçiler isyan etti: İşçiler kule vinçte eylemde

Hatay’da TOKİ şantiyesinde çalışan işçiler üç aydır maaşlarını alamadıkları için kule vinçlere çıkarak iş bırakma eylemine başladı. Patronlarla görüşmelerden sonuç alamayan işçiler, "Alacaklarımız ödenmeden inmeyeceğiz" dedi.

Hatay Antakya Çekmece TOKİ 6. Bölge 1. Etap şantiyesinde çalışan inşaat işçileri, üç aydır ücretlerini alamıyor. Patronlarla görüşmelerden sonuç çıkmaması üzerine kule vinç işçileri, iş makinelerinin üzerine çıkarak eylem başlattı.

Kule vinçlerde direniş

Kanca asarak kule vinçlerde oturan işçiler gün boyunca iş bıraktı, gece saatlerinde de eylemlerini sürdürdü. Patronların Ensesindeyiz İşçilerin Dayanışma, Haberleşme ve Mücadele Ağı’na ulaşan işçiler, akşam saatlerinde hâlâ vinçlerin tepesinde beklediklerini bildirdi.

“Şu an tepedeyiz, havada rüzgar var. Ama alacağımızı, hakkımızı almadan inmeyeceğiz” diyen işçiler soL’a konuştu.

İşçilere gözaltı ve darp

Gün içinde ücret alacakları için görüşmek üzere kule vinçten inen bir işçi darp edilip gözaltına alındı. İşçilerin ifadesine göre şantiyede taşeron firma Elçi Yapı’nın yetkilileri ya da yakınları tarafından saldırıya uğrayan işçi, yaralandı ve karakola götürüldü.

'Sürekli oyaladılar'

İşçiler, üç aydır patronların çeşitli bahanelerle ödeme yapmadığını belirtiyor:

“Sürekli ‘15’inde ödeme yapacağız, hak ediş yapacağız’ gibi sözlerle oyaladılar. Hiçbir ödeme yapılmadı. Avans ya da harçlık da vermediler.”

İşçiler, hak ettikleri ücretlerin ödenmesini talep ediyor. Taşeron firma Elçi Yapı’nın ise “paraları yatırdık” diyerek ödeme yaptığını iddia ettiği, ancak hiçbir dekont sunmadığı ifade ediliyor. İşçiler ayrıca, kendilerine sektördeki ortalamanın çok altında ücret teklif edildiğini belirtiyor.

Eylemlerini vinçlerin tepesinde sürdüren işçiler, aç ve susuz kaldıklarını, bir arkadaşlarının da fenalaştığını aktardı. Polise durum bildirilmesine rağmen herhangi bir adım atılmadığı belirtildi.

“Paramız ödenene kadar inmeyeceğiz” diyen işçiler, şantiyedeki baskı ve şiddete rağmen direnişlerini sürdürmekte kararlı olduklarını açıkladı.

(https://x.com/pensendeyiz/status/1972743961706909867)

                                                                 ***

DOĞA-ÇEVRE (Gündem)-29 Eylül 2025-

 

Zeytinlik yasasından Akbelen ve İliç'e; enerji ve maden hikâyesinde kaybolan gelecek -Bekir Ağırdır/T24-

Ekonomi mi, doğa mı? Enerji faturası mı, zeytin ağacı mı? Türkiye’nin uzun süredir tartıştığı bu ikilem, Akbelen’den zeytin yasasına uzanan mücadelelerde yeniden gündeme geldi. Peki, bu tartışma gerçekten sadece kalkınma ve çevre meselesi mi, yoksa toplumun geleceğe dair güvensizliğinin ve umutsuzluğunun bir yansıması mı?

zeytinlik

Bu topraklarda zeytin ağacı yalnızca tarımsal üretim değil, bir yaşam biçimi. Ege’de, Akdeniz’de köylünün geçim kaynağı ama aynı zamanda kültürel belleğin simgesi. Ancak son yıllarda defalarca gündeme gelen “zeytin yasası değişiklikleri”, enerji ve maden yatırımlarına alan açmak için zeytinliklerin sınırlarını gevşetmeye, zeytin ağacı katliamına gerekçe üretiyor. Bir yandan köylünün geçim ağacı sözde bir başka ekonomik üretim uğruna feda ediliyor. Bir yandan bu toprakların kültürel belleği yok ediliyor. Bugünün hoyratlığıyla memleketin geleceği sökülüyor. Zeytin ağacına dokunmak, aslında toplumsal belleğe dokunmak gibi. Çünkü zeytin, Anadolu’daki on iki bin yıllık geçmişin ve geleceğin sembolü.

Muğla’daki Akbelen ormanları çevresinde kömür madeni genişletme girişimi, yalnızca yerel bir doğa mücadelesi olarak başlamadı; kısa sürede ülke çapında sembolik bir direnişe dönüştü. Çünkü Akbelen, “Kömür için orman feda edilir mi?” sorusunu hepimizin önüne koydu. Bir yanda enerji ihtiyacı söylemiyle kömür çıkarılmasını savunan iktidar, diğer yanda ormanlarını savunan köylüler ve çevreciler...

Zeytin yasası ve Akbelen direnişi Türkiye’de çevre mücadelesinin yalnızca doğayı korumak değil, aynı zamanda demokrasi ve yaşam hakkı mücadelesi olduğunu gösteriyor. Yavaş yavaş bir direniş belleği oluşuyor: Kaz Dağları, Cerattepe, İkizdere, Akbelen… Zeytin yasası kalkınma uğruna kültürel belleğin ve geçim kaynaklarının göz ardı edilmesini sembolleştirdi. Akbelen köylülerinin mücadelesi doğanın korunmasıyla demokrasinin korunmasının aynı anda mümkün olduğunu hatırlattı. Bu iki örnek bize şunu söylüyor: Türkiye’nin enerji ve maden politikaları, yalnızca ekonomik ve teknik değil, aynı zamanda kültürel ve demokratik bir meseledir.

Enerji ve maden hikayesinde kaybolan gelecek

Aslında bu mesele etrafında yine aynı soruyla yüzleşiyoruz: Para mı, doğa mı? Enerji faturaları mı, zeytin ağaçları mı? Kömür mü, orman mı? Kalkınma mı, çevre mi?

Bu sorular yalnızca ekonomik ve teknik tercihler değil. Aslında toplumun geleceğe dair güvenini, devletle ilişkisini, kendi yaşamına sahip çıkma iradesini gösteren aynalar. Son yıllarda yapılan araştırmalar, zeytin yasası tartışmaları ve Akbelen direnişi, hep aynı fotoğrafı önümüze koyuyor: Türkiye toplumu bilgi eksikliği, güven kaybı ve umut yoksunluğu içinde, kendi geleceğini göremiyor. Toplum iklim değişikliğini, doğa felaketlerini, hava ve su kirliliği gibi meseleleri biliyor. Buna karşılık gündelik yaşamı radikal biçimde etkileyen gıda erişimi, enerji kaynağı, göç, deniz seviyesi yükselmesi gibi meseleleri daha az biliyor. Aynı bilgisizlik madenlerde de var. Altın madenlerinde kullanılan siyanürün gerçek risklerini bilen çok az kişi var.
Toplumun bilgisi ve farkındalığı kendi deneyimi üzerinden ve doğrudan kendi yaşamına değen sorunlardan biçimleniyor. O nedenle bu topraklarda, kendi yaşamında sıkça yaşamakta olduğu sıcaklık artışının, yağışlardaki azalmanın, kuraklığın, temiz suya erişim sorunlarının toplum farkında, duyarlılığı da yüksek. Toplumun hemen her sınıfsal, kültürel, demografik kesimi kendini bu meselelere karşı son derece kırılgan hissediyor. Öte yandan bilgi eksikliği yurttaşı edilgen hale getiriyor. Ta ki Akbelen’de, Kaz Dağları’nda olduğu gibi olan bitenin doğrudan kendi yaşamına, hanesine yönelik tehdide, saldırıya dönüştüğü ana kadar.

Yaşanan tüm iklim ve çevre krizleri toplumsal bellekte birikiyor, bilgi ve farkındalık artıyor. İçgüdüsel olarak yaşamı savunma güdüsü yükseliyor. Bir yandan da memleketin her yeri maden uğruna delik deşik ediliyor. Maden sahaları köylünün suyunu, tarlasını tehdit ediyor. Hemen her hafta bir yerlerde maden göçükleri, atık havuzu kaçakları yaşanıyor. Zeytin yasası değişiklikleri, köylünün geçim ağacını enerji üretimi uğruna feda ediyor ama aynı zamanda enerji faturaları her ay cebi yakmaya devam ediyor.

Bu süreç iki konuda güven krizi üretiyor. Birincisi yurttaşın devlete, iktidara ve hukuka güveni giderek azalıyor. Çünkü toplum her seferinde devletin sermayedardan yana tavır aldığını görüyor. Maden izni verilirken yurttaşa, yaşamı doğrudan yok olacak köylüye sorulmuyor. Örneğin TEMA Vakfı’nın pilot seçilen 15 ile odaklanan raporuna göre, bu 15 ilin yüzölçümlerinin yüzde 60’ını kapsayan topraklar için iktidarın iradesiyle maden arama ya da işletme ruhsatı verilmiş durumda.

Karanlık tünelde umut yitimi ve kimliklere sıkışma

Soma maden göçüğünde, İliç altın madeni sahasında heyelan ve zehirli atık kaçağı vakasında, Kaz Dağları'nda, Yırca köyünde, İkizdere’de devletin yurttaşlara karşı hoyratlığına tanıklık ediyor toplum. Pandemide, depremlerde, doğal felaketler ve yıkımlarda çaresizliği yaşıyor. Her akşam haberlerde başka ülkelerde de yaşanan felaketleri dinliyor, öğreniyor. Pandemide gördüğü gibi meselelerin küreselleştiğini deneyimliyor. Ukrayna savaşıyla beraber insanlığın nasıl bir enerji krizine girdiği, o zamana dek verilen küresel sözlerin nasıl birdenbire çöp olduğunu görüyor. Yaşananların kökünde yalnızca bu topraklara dair değil insanlığa ve gezegene dair daha büyük bir değişimin emareleri olduğunu hissediyor.

Toplumun kaygıları, korkuları katmerleniyor. Karşılaşılan hoyratlık, yaşanılan çaresizlik, toplumsal farkındalığı artırıyor ama paradoksal biçimde geleceğe dair umudu değil umutsuzluğu yükseltiyor. İnsanlar “ne yaparsak yapalım sonuç değişmeyecek” duygusuna kayıyor.

Yaşananlar yalnızca umut kaybı üretmiyor aynı zamanda bir başka kadim zihin ve duygusal meselemizi de canlandırıyor. Her bir meseledeki tutum ve davranışımızı, tercihimizi belirleyen zihni ve duygusal ambargolarımız var. Bu ambargoların en önemlisi kültürel kimliklerimiz. Toplumdaki kadim muhafazakar ve seküler kimlik ve siyasal kutuplaşma ekseni iklim ve çevre krizlerine bakışımızda da belirleyici. İkinci bir katman olarak kalkınma ve çevre ikilemlerindeki pozisyonlarımızı da belirleyici. İklim değişikliği, çevre meseleleri, enerji veya maden politikalarını tartışmaya başladığımız zaman görüyoruz ki bilgisizliğin başladığı yerde kültürel kimliklere aşkımız, sadakatimiz, kolaycılığımız devreye giriyor.

Örneğin araştırmaların bulguları enerji tercihlerinde dahi siyasal kimliklerin belirleyici olduğunu, kültürel ve siyasal kutuplaşmanın ne kadar derinleştiğini gösteriyor. Birçok konuda olduğu gibi, enerji meselesi de “yerli-milli” ya da “modern-evrensel” gerilimine sıkışmış durumda. Muhafazakar kesimler yerli kömür ya da yerli doğalgazdan yana olurken, modern kesimler rüzgar ve güneşi savunuyor. Aynı zamanda sınıfsal pozisyonlar da elbette etkili, örneğin doğa meselelerine dair algılarda, kırsalda, alt sınıflarda, mavi yakalarda ekonomi ve geçim, şehirde, görece üst sınıflarda, beyaz yakalılarda çevre öne çıkıyor.

İkinci bir zihni ve duygusal ambargomuz da kadim siyasi gerilim ekseni olarak kalkınma mı çevre mi ikileminde vücut buluyor. Türkiye’nin kalkınma hikayesi uzun yıllar “ne pahasına olursa olsun büyüme” üzerine kuruldu. Barajlarla sular altında kalan köyler, kömür ocaklarındaki facialar, siyanür gölgesindeki tarım alanları… Hep aynı cümle tekrarlandı: “Ülkenin kalkınması için fedakarlık yapmak gerek.” Bu anlatı aynı zamanda ülkeyi yöneten sağ parti iktidarlarının da anlatısı.

Toprak, doğa, kalkınma ve demokrasi arasında köprü

Her toplumun toprağıyla, doğasıyla ilişkisi, aslında kendi geleceğine bakışının da bir aynası. Kimi toplumlar toprağını bir hazine sandığı gibi görüyor, sonuna kadar kazmak, tüketmek istiyor. Kimisi için toprak ve doğa kutsaldır, uğruna savaşılacak bir kimliktir, ona dokunmak bile kutsallığı bozmak olarak algılanıyor. Kimisi içinse toprak ve doğa, gelecek kuşakların emaneti. Bizim ise toprağımızla, doğamızla kurduğumuz ilişki, bu üç bakışın hiçbirinde netleşmiş değil. Çünkü her tartışmada aynı ikilem gündemi ve zihinleri ele geçiriyor: Kalkınma mı çevre mi?

Bugün geldiğimiz noktada toplumun büyük kısmı hâlâ “kalkınma ile çevre arasında seçim yapmak zorundayız” ikilemine sıkışmış durumda. Örneğin geçenlerde İliç vakasında çalışan bir uzman, yurttaşların bir an önce madenin yeniden çalışmaya başlamasını talep ettiklerini, kasabanın ekonomik geçiminin madene bağımlı olduğunu anlatıyordu bir toplantıda. Bu tartışmalar ve İliç vakasına dair anekdot da Akbelen köylülerinin çaresizliği de aslında bir hikaye boşluğuna işaret ediyor. Geleceğe dair bir hikâyemizin olmayışı, toplumu ortak bir gelecek tahayyülünden mahrum bırakıyor. İnsanlar bireysel yaşam öncelikleriyle ülkenin geleceği arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.

Artık toplum bu hikâyenin sonuna geldi. Çünkü insanlar daha sık biçimde görüyor ki, bugünün büyümesi yarının yaşamını tüketiyor. Bu tablo, çıkışı olduğundan emin olamadığımız bir tünelde yolculuk gibi. En büyük tehlike işte bu umutsuzluk hissi. Ve biliyoruz ki umut yoksa, gelecek de yok.

Siyaset toplumun önüne yeni bir hikaye koyacaksa, bu hikayenin iklim ve doğa politikaları kendi başına değil, aynı zamanda ekonomik eşitsizlikler ve toplumsal kırılganlıklarla iç içe düşünülmeli. Doğaya uyum, iklimle mücadele programları, sosyal yardımlar ve eşitsizlik azaltıcı mekanizmalarla, sosyal devletin yeniden inşasıyla birlikte ele alınmalı.

Bugün ihtiyacımız olan, korkunun ve felaketin diliyle değil, umut ve bereketin diliyle konuşan yeni bir hikaye. Zeytin ağacını da Akbelen ormanını da köylünün geçimini de şehrin havasını da aynı hikayeye dahil edecek bir dil. Köylünün geçim kaygısına, kentlinin temiz hava ihtiyacına, emeğin ve istihdamın iş talebine seslenen bir dil. Afet bütçelerinin yerini dayanıklılık bütçeleri aldığında, madenin gölgesi yerine bereketli toprağın umudu öne çıktığında, bu ülke yeniden geleceğe güvenle bakabileceğimizden kuşkum yok.

Çünkü aslında mesele sadece zeytin ağacını korumak, bir ormanı savunmak değil. Asıl mesele geleceği, umudu ve demokrasiyi yeniden inşa etmek. Ve bu topraklarda umut yeniden yeşerirse, biliyoruz ki bereket de yeniden filizlenecek.

Oksijen'den alınmıştır.

                                                               /././

Cengiz yazlığı örnek aldı -Sözcü-

Bodrum’un nadide bölgelerinden Cennet Koyu’nda Cengiz Holding inşaata devam ederken, projede yazlık sarayda olduğu gibi hilal şeklinde iki ayrı plaj yapılacak. AKP iktidarı döneminde aldığı milyarlık ihalelere 2012 yılında Bodrum’un en özel koylarından olan 700 dönümlük Cennet Koyu arazisini de ekleyen Mehmet Cengiz,  Bulgari ile anlaştığı projede yapacağı 2 plaj için Cumhurbaşkanlığı’nın Okluk Koyu’ndaki ‘yazlık saray’dan ilham aldı. Bulgari Hotels & Resorts, Jeweler of Hospitality koleksiyonunun 12’nci halkası olarak planlanan ve 2027’de açılması beklenen proje kapsamında iki adet yazlık saray benzeri hilal şeklinde plaj yapılması hedefleniyor. İnşaat görüntüsü ile çokça tartışılan projeyi yerinde gören Gazeteci Yazar Ertuğrul Özkök yazısında projelerin de detaylarına da yer vererek, projede 2.000 metrekarelik malikanelerin yer aldığına dikkat çekti.(EVİNİN 5 KATI) İnşaat projesi için “Dışardan bakıldığında gerçekten insanı rahatsız eden bir görüntüsü vardı” ifadelerini kullanan Özkök, Bulgari Grup Başkan Yardımcısı ve Bulgari Otel Kurucusu Silvio Ursini ile dev bir malikanede buluştuğunu belirtti. Proje detaylarına ilişkin “Silvio ile yarımadanın rezidans olarak yapılan bölümde tamamlanmış evlerden birinde konuştuk ve yemek yedik.  Ev dediysem, gerçekten Hamptons’taki malikanelere taş çıkartacak bir bina. İç mekanı 2.000 metrekare. Benim evimin 400 metrekare olduğunu düşünürsem, beş katı. 20 tane 100 metrekarelik apartman dairesi yani” bilgilerini veren Özkök’ün yazısına göre projede toplam 101 Bulgari Mansion ile otel kısmında 43 misafir odası ile 40 bağımsız villa yer alacak. (277 milyon TL’ye aldı) Bodrum Gölköy Mahallesi’ndeki Cennet Koyu’nda 700 dönümlük arazi, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 1 Haziran 2010 tarihli kararıyla özelleştirme kapsam ve programına alındı. Mülkiyeti Hazine’ye ait olan ve halk arasında ‘Cennet Koyu’ olarak bilinen 423 No’lu parselin satış ihalesi, 12 Temmuz 2012 tarihinde yapıldı. Mülkiyeti o dönemde Hazine’ye ait olan kamu arazisini Mehmet Cengiz ortağı olduğu ‘Bodrumbir’ isimli şirketi, 277 milyon TL’ye satın almıştı. Daha sonra şirket Cengiz Holding’e devredilirken, sit alanı olan bölgede proje başladı.

                                                         ***

TOKİ dere yatağına mahalle inşa edecek -Birgün-

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın (
TOKİAntalya Konyaaltı’nda yapacağı 6 etaptan oluşan yeni toplu konut projesi için seçilen yer tartışma yarattı. Evrensel’in haberine göre Çakırlar Mahallesi sınırlarında bulunan arazi, Boğaçayı’nın kolu olan Çandır Çayı’nın yatağında yer alıyor.

206 bloktan oluşan projede iki ilkokul ve bir cami de yer alıyor. Geçmişte kum ve çakıl ocaklarının bulunduğu bölge, AFAD’ın hazırladığı İl Afet Azaltım Raporunda taşkın riski olan yerler arasında gösteriliyor. Dere yatağı ve dağ eteğindeki arazi, hızlı gelişen seller için de risk taşıyor. TOKİ’nin hazırladığı proje tanıtım dosyasında ise, "Proje sahasında proje kriterlerini etkileyecek yavaş gelişen, hızlı gelişen ve ani gelişen seller söz konusu değildir" ifadelerine yer verilmesi dikkati çekiyor.
                                         ***

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -31 Ekim 2025-

  Hüküm devletin, tasarruf işgalcinin!-Yusuf Yavuz- Sayıştay’ın Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda yaptığı denetimlerde, d...