BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -3 Ekim 2025-

İşçi alacaklarının güvencesizliğine son örnek ve TPI iflası -Hüseyin İrfan Fırat-

Bu günlerde yine ülkemizde işçilerin emeklerinin güvencesizliğine ilişkin bir feryat yükseliyor. Feryat bu kez İzmir’den. ABD merkezli rüzgâr türbini kanadı üreticisi TPI Composites, “mali sıkıntılar” nedeniyle iflas başvurusunda bulundu. Ardından bununla da kalmayarak, Türkiye’deki fabrikalarını adı sanı bilinmeyen bir firmaya (XCS Composites L.L.C-FZ) devretmesi, işçilerin karşı karşıya kaldığı belirsizlik ve hak kayıplarının son örneği olarak karşımıza çıktı.

Bilindiği gibi TPI işçileri dört aydır grevdeydiler ve toplu sözleşme masasında yüzde 120 oranında zam talep ettiler, işverenin yüzde 30 teklif karşısında 13 Mayıs’ta greve çıktılar ve teklifin yüzde 80’e yükseltilmesinin ardından da greve devam kararı aldılar. İşçiler taleplerine yanıt beklerken şirket 11 Ağustos’ta ABD’de iflas başvurusu yaptı. 4 Eylül’de ise fabrikanın Dubai merkezli XCS Composites’e devredileceği açıklandı.

Bu son örnek aynı zamanda ülkemizdeki yerli sermayeli kimi kuruluşların sendika karşıtlığını yabancı sermayeli kuruluşların da nasıl benimsedikleri ve kendi ülkelerinde yapamayacakları benzer işveren oyunlarını ülkemizde nasıl gerçekleştirdiklerini gösteren somut bir örnektir.

İşverenlerin işçilerin sendikal örgütlenmeleri karşısında yetki itirazı ile başlayıp, işyeri kapatma, hileli iflas, mal kaçırma gibi yöntemlere başvurdukları ve işçi tarafının bu yöntemlere karşı başlattıkları yasal süreçlerin yıllarca sürdüğü, ardından bu süreçlerin çoğunun işçilerin mağduriyet ve hak kayıpları ile sonuçlandığı hepimizce bilinmektedir.

Ülkemizde konuya ilişkin yaşanılan benzer pek çok örnek bulunmakla birlikte, bunlardan en çok ses getiren ve kamuoyunca bilinen bir vaka Uzel Makine Sanayi ve Ticaret AŞ örneğidir. 1960’lı yıllarda yerli traktör üretmeye başlayan Türkiye’deki ilk büyük sanayi işletmelerinden biri olan bu fabrikada, 2013 yılında iflas kararı verilmiş ve tasfiye işlemleri başlamıştır. Ancak, 2.200 işçinin maaşları ve tazminatları yıllarca ödenmemiştir. 2020 yılında, maaşlarını 13 yıldır alamayan işçiler fabrika önünde yeniden direnişe geçmiştir. Bu olayda işçiler, 2 milyar 300 milyon lira değerindeki fabrika arsasının 223 milyona satıldığını ve kamunun zarara uğratıldığını iddia ettiler. Ayrıca, fabrika sahipsiz kaldığı dönemde üretim bantları ve traktörler parça parça çalınmış ve fabrikanın güvenlik önlemleri kaldırılmıştı.

Benzer şekilde yakın geçmişte:

• Real: Zincir marketler iflas veya tasfiye süreçlerinde işçilerin hakları eksik ödenmiş, mağduriyetler yaşanmıştır.

• Bimeks: Elektronik perakende zincirinde konkordato süreci işçilerin alacaklarının tahsilini zorlaştırmıştır.

• İş Gıda AŞ (Kentucky/Pizza Hut Türkiye): Şirketin Türkiye operasyonlarının kapanmasıyla binlerce işçi maaş ve tazminatlarını alamamış, işçiler belirsizlik içinde kalmıştır.

• Yimpaş: Geçmişteki iflas süreçlerinde çalışanlar uzun yıllar maaş ve tazminatlarını tahsil edememiştir.

Şimdi TPI somut olayına dönecek olursak akla gelen yine pek çok belirsizlik ve soru var. Bunların başlıcaları şunlar: Grevdeki bir işyeri devredilebilir mi, devralan grev ve toplu iş sözleşmesi haklarını tanıyacak mı, devir alan şirket üretimi sürdürecek mi ve işçileri çalıştıracak mı, devir protokolünde işçilerin hakları nasıl yer alıyor, devralan toplu iş sözleşmesini değiştirebilir veya sınırlayabilir mi, işçiler haklı nedenle fesih yapabilir mi?

Bu soruları çoğaltabilmek elbette mümkündür, ama bunların ötesinde akla gelen en önemli bir diğer soru da bu iflas ve devir olayının sırf sendikalaşan ve greve çıkan işçilerden ve onların haklarından kurtulmak için hileli bir iflas olup olmadığı, hatta devir alan bu adı sanı bilinmeyen şirketin paravan bir şirket olup olmadığı sorusudur.

Bu ve benzer olaylarda hep şuna vurgu yapıyoruz: Türkiye’de işçilerin karşı karşıya kaldığı en temel sorunlardan biri, işçilik haklarının devlet güvencesi altında olmamasıdır. Bu durum, iflas, konkordato veya şirket devri gibi hallerde işçilerin fiilen haklarını alamamasına yol açmaktadır. Yaşanılan örnekler işçilerin haklarının çok daha sağlam yasal düzenlemelerle korunmasının somut bir zorunluluk olduğu ve bu güvenceler sağlanmadığında mağduriyetin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.

                                                      /././

AYM Başkanı açıkladı: "13 yılda 81 bin hak ihlali"

AYM ile Türkiye Adalet Akademisi'nin ortaklaşa düzenlediği programda konuşan AYM Başkanı Kadir Özkaya, "2012'den bugüne 81 bin 481 hak ihlali kararı verildi" dedi.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Kadir Özkaya, 'Mülkiyet ve Adil Yargılanma Hakkı Kapsamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi Uygulamalarında Güncel Meseleler' konulu programın açılışında konuştu. Özkaya, bireysel başvuru istatistiklerini açıkladı.Anayasa Mahkemesi ile Türkiye Adalet Akademisi ortaklığında hakim ve savcılara yönelik düzenlenen eğitim programları kapsamında 'Mülkiyet ve Adil Yargılanma Hakkı Kapsamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi Uygulamalarında Güncel Meseleler' konulu program bugün Anayasa Mahkemesi Başkanı Kadir Özkaya, Adalet akademisi Başkanı Bekir Altun, İstanbul Valisi Davut Gül, İBB Başkanvekili Nuri Aslan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye Hakimi Prof. Dr. Saadet Yüksel, Malta Hakimi Lorraine Schembri Orland, ve Macaristan Hakimi Peter Paczola ve çok sayıda yargı mensubunun katılımı ile gerçekleşti. Programda konuşan Özkaya, Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne taraf olma sürecini hatırlatarak, "Ülkemiz, bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihtiva eden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne 1954 yılında taraf olmuş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkını 1987'de, Mahkemenin kararlarının bağlayıcılığını ise 1990 yılında kabul etmiştir. Bu gelişmelerin ardından 2004 yılında başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, Türkiye'nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelere üstünlük tanıyan anayasa değişikliğini gerçekleştirmiştir" dedi.
("ANAYASA MAHKEMESİ, HUKUK DEVLETİNİN GÜÇLENMESİNDE TEMEL AKTÖR HALİNE GELDİ") Bireysel başvurunun 2012'den bu yana Türkiye'de temel hak ve özgürlüklerin korunmasında hayati rol oynadığını vurgulayan Özkaya, "Bildiğiniz üzere bireysel başvuru kurumu, 2012 yılından bu yana ülkemizde temel hak ve özgürlüklerin korunması bakımından hayati bir rol üstlenmiştir. Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru yoluyla yalnızca bireylerin hak ihlallerine karşı başvurduğu bir merci değil aynı zamanda hukuk devletinin güçlenmesine katkıda bulunan temel bir aktör haline gelmiştir. Bu yönüyle bireysel başvuru, hem bireylerin hak arayışına doğrudan hizmet etmekte hem de hukuk düzenimizin senkronize bir şekilde gelişimini desteklemektedir" diye konuştu.
("2012 TARİHİNDEN BUGÜNE 81 BİN 481 İHLAL KARARI VERİLMİŞTİR") Özkaya, "Bireysel başvuru sistemi kapsamında bugüne kadar Mahkememize yaklaşık 700 bin başvuru yapılmış, bu başvurularda insan hakları yargısında çok sayıda ve çok önemli kararlar verilmiş, binlerce hak ihlali giderilmiş, anayasal ilkelerin daha görünür ve işlevsel hale gelmesine vesile olunmuştur. Bu yönüyle bireysel başvuru, Anayasa'nın yaşayan bir metin olmasına imkan veren, dinamik ve dönüştürücü bir mekanizma niteliğini haiz olmuştur. Bu bağlamda 23 Eylül 2012 tarihinden bugüne kadar makul sürede yargılanma hakkı dahil toplam 81 bin 481 ihlal kararı verilmiştir. 2024 yılı verileri itibarıyla da yalnızca bir yıl içinde yapılan 70 bin başvuruya karşılık, Mahkememizce yaklaşık 67 bin başvuru sonuçlandırılmış ve aynı dönemde 5 bin 551 ihlal kararı verilmiştir. Bugüne kadar verilen toplam ihlal kararlarından icra süreci devam edenlerin sayısı 75'tir. Şüphesiz bu tablo, bireysel başvuru yolunun vatandaşlarımızın temel hak ve özgürlüklerini korumada ne denli önemli bir işlev üstlendiğinin açık bir göstergesidir. Dolayısıyla gönül rahatlığıyla ifade edebiliriz ki, Anayasa Mahkemesi, Yüce Milletimizin 2010 yılında verdiği yetkiye dayanarak hayata geçirilen bireysel başvuru sistemini büyük bir kararlılıkla ve başarıyla uygulamaya devam etmektedir" dedi.
(mstfkrc -YORUM)  Bayram Değil, Seyran Değil Eniştem Beni Niye Öptü? halk arasında sıkça kullanılan tekerlemeye çok uygun başkanın değerlendirmesi. Anayasa değişliğinin gündeme getirilmesi, bu tür bahanelerle adım adım gerçekleştiriliyor!

                                                                 ***

Kavganın hacmi AKP’den büyük -Yaşar Aydın-

İktidar blokunun her parçası, Erdoğan sonrası için kılıçlarını kınından çekmiş durumda. Saray, güvenlik, bürokrasi, iş dünyası, tarikat ve partilerin yer aldığı çok katmanlı iç iktidar mücadelesi başladı.

Geçen haftanın üzerinde en çok durulan konusu dolaylı da olsa 'Erdoğan sonrası ne olacak' sorusuydu. Hem AKP içinden hem Saray cenahından konuya ilişkin bolca malzeme verildi. Özellikle Erdoğan'ın ABD ziyareti ve ardından gerçekleşen Trup görüşmesi meseleyi çok daha öteye taşıdı.

Aslında ziyaret öncesi-sonrası yaşanan tartışmalar BirGün sayfalarında uzunca süre yazdığımız Cumhur İttifakı içinde baş gösteren iç iktidar kavgasını doğrulamış oldu. Hatta artık taraflarıyla bile yazılır oldu.

Cumhur İttifakı içinde Erdoğan'ın bir daha aday olması konusunda görüş ayrılığı yok. Ama bunun koşullu bir destek olduğunu da söylemek lazım. Devlet Bahçeli'den HÜDAPAR'a kadar çok geni bir kesim Erdoğan'a 'evet' dedikten sonra Cumhurbaşkanı'nın önüne yapılması gereken ödevleri masaya koyuyor. Koşullu evetin en önemli gerekçesi Türkiye'nin dolu dizgin Erdoğan'sız bir döneme doğru ilerlemesi yatıyor. Destek veren herkesim Erdoğan'a bir de yol haritası sunuyor. Bu yol haritası aynı zamanda Türkiye'nin istikametini belirlediği için tartışma çok boyutlu çok taraflı bir hal alıyor.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın ABD ziyareti sonrası KAAN uçaklarının motorlarına dair yaptığı açıklama AKP içinde tartışmanın alevlenmesine yol açtı. Medyada ve bürokraside tarafları ortaya çıktı. Eski defterler açıldı. O cenahta kavga devam ediyor ve olay bitecek gibi de değil.

FİDAN-BİLAL’İN ÖTESİ

Sesi sokağa taşan tartışma doğal olarak gazetecilerin ve akademisyenlerinde ilgisini çekti. Doç. Dr. Berk Esen yaşananları “İktidar bloğu içinde esas kavga, Erdoğan sonrası Türkiye’nin nasıl şekilleneceği üzerine. Giderek kişiselleşmiş otoriter rejim ayakta mı kalacak (Azerbaycan modeli), yoksa bürokrasi ve güvenlik elitlerinin öne çıktığı bir yapı mı kurulacak (Rusya modeli)?” diyerek özetledi.

Adını koyalım. İfade edilen kavganın bir tarafında Bilal Erdoğan, diğer tarafında ise Hakan Fidan var. Yalnız bu mücadelenin ikisi arasında geçtiğini ve bunun AKP içi mesele olduğunu söylemek doğru değil. Evet, 'Erdoğan sonrası' başladı ve bunun bir tarafında Bilal Erdoğan var. Diğer taraf/taraflar sürekli değişme potansiyeli mevcut. Hakan Fidan'ı mutlak bir namzet olarak görmek, onun elenmesi durumunda kavganın bittiği yanılgısına götürebilir. Çünkü tekrar etmekte fayda var ki bu mücadele içinde MHP, BBP, HÜDAPAR, Saray, aile, güvenlik bürokrasisi, tarikatlar, iş dünyası ve AKP tüm hizipleriyle birer taraf olarak gücü oranında mevcut. Bu yüzdendir ki daha şimdiden kavganın ulaştığı alan AKP ve Saray'ın kapladığı alnın çok daha ötesine geçmiş durumda.

Aranan meşruiyet ABD'de Trump'tan alındığına göre aile Bilal Erdoğan'da ısrar edecek ve bu yolda ilerleyecek. Hem AKP'yi, hem Saray'ı hem de ülkenin iç ve dış siyasetini Bilal Erdoğan'a göre dizayn etmeye çalışacaklar. Tayyip Erdoğan icranın başındayken böyle bir hamleyi önlemek çok mümkün değil. Bunu ABD ziyareti süresinde gördük. Ama başta MHP olmak üzere bu de-facto duruma teslim olmaları beklenmemeli. Belli ki gerilim farklı konular, partiler ve isimler üzerinden devam edecek.

MUHALEFET ÇATLATIR

İktidar blokunun her parçasının yer aldığı ve ülkenin gidişatını etkileyecek mücadelenin bir ucunda muhalefetin olması kaçınılmaz bir durum. Muhalefet, AKP ve Erdoğan yaşadığı iç kavgaları bugüne kadar türbinden izledi. O kavganın sonucunda iki tarafında çatlamasını bekledi. Hiçbirinde beklediği sonuç ortaya çıkmadı. İktidar bloku muhalefetin basıncı olmadığı durumda bu tarihi yarılmayı da atlatma şansına sahip. Bu kadar zayıf ve çaresiz olmasına rağmen bu hala mümkün. Emperyalistlerin desteği, yargı ve güvenlik bürokrasisi bir de bunların üzerine ülke rantını eklediğinizde hala bir kuvvetin ortaya çıkması mümkün. Tabi tersi de.

Muhalefetin ortak tutumu ve direnci artarak devam eder, örgütlü ve programlı bir çerçeveye ulaşırsa Bahçeli geleneksel açıklamasını beklenenden çok önce yapabilir.

                                                            /././

Osmanlıspor dosyasının sırrı -Mustafa Bildircin-

Antalya Büyükşehir Belediyesi’ndeki, “Hafriyat yolsuzluğu” soruşturması Osmanlıspor dosyasını akla getirdi. Dosya bilirkişi raporu ile kapatıldı.

Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalyaspor Kulübü adlı dernek arasında 2017’de imzalanan protokol gereği derneğe aktarılması gereken hafriyat gelirleriyle ilgili yolsuzluk yapıldığı iddia edildi. İddialara yönelik Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik soruşturma başlatıldı. Soruşturmada, Antalyaspor Kulübü önceki dönem başkanı Avukat Aziz Çetin ve belediye yöneticilerinin de aralarında yer aldığı çok sayıda isim gözaltına alındı.

Antalya’da yürütülen soruşturma kapsamında açılan dosyanın Ankara’daki, “Osmanlıspor” dosyası ile benzerliği dikkati çekti. Gözler, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin (ABB) hafriyat döküm bedellerinin belediye kasası yerine başka kaynaklara aktarılmasına yönelik açılan dosyaya çevrildi.

ABB kaynaklarından edinilen bilgiye göre, hafriyat döküm işi Temmuz 2014’te alınan Belediye Meclisi kararı ile ANFA’ya aylık 30 bin TL karşılığında verildi. ANFA’nın ise hafriyat işini Osmanlıspor’a aylık 100 bin TL karşılığında devrettiği belirlendi. İşin maliyetinin daha fazla olduğunu aktaran yetkililer, hafriyat işinin düşük rakamlarla ANFA’ya ve Osmanlıspor’a verilmesi nedeniyle kamunun büyük zarara uğratıldığını anlattı.

SUÇ DUYURUSU

Yaşananlar bunlarla da sınırlı kalmadı. Hafriyat döküm işini belediyeden yalnızca aylık 100 bin TL karşılığında alan Osmanlıspor Ekim 2014’te işi, aylık 400 bin TL’ye özel bir şirkete devretti. Mansur Yavaş başkanlığındaki ABB, “Kamunun zarara uğratılması” gerekçesiyle başlattığı soruşturma ile ABB eski başkanı Melih Gökçek’in de aralarında olduğu sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundu.

KAPANAN DOSYA

Suç duyurusunun ardından savcılık, bilirkişi görevlendirdi. Bilirkişi raporunda, hafriyat işinin devrine yönelik Melih Gökçek imzalı, “Başkanlık olur” yazısı yok sayıldı. Öte yandan raporda, hafriyat gelirlerinin hesaplanamayacağı savunularak şüpheliler lehine değerlendirme yapıldı. Osmanlıspor’un hafriyat işinden aylık 514 bin TL gelir elde ettiği yönündeki beyanı da görmezden gelindi. Dosya, bilirkişinin şüpheliler lehine düzenlediği rapor nedeniyle “Kovuşturmaya yer yok” denilerek işleme alınmadı.

                                                             ***

Hiçbir şey olmuyorsa bile kesinlikle bir şeyler oluyor -Berkant Gültekin-

Türkiye siyasetinde son günlerde oldukça dikkat çekici siyasi gelişmeler yaşanıyor. Ancak tüm bu olan bitenin arkasında ne olduğuna dair tatmin edici bir netlik yok. İktidar mahallesinde bir gerilimin büyümekte olduğu sır değil. Hem ittifak ortakları arasında bir sürtüşme söz konusu hem de AKP içinde Erdoğan sonrası döneme ilişkin yer kapma mücadelesi ve bunun semptomları var.

Özellikle bir süredir, emsallerine yakın dönemde rastlamadığımız sızıntılara şahitlik ediyoruz. Bunlardan en öne çıkanı, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, Erdoğan’ın, Trump’ın oğluyla Dolmabahçe’de görüşme yaptığına ilişkin sözleriydi. Erdoğan “Sağır duymaz uydurur” dedi ama gelişmeler Özel’in anlattıklarıyla birebir örtüştü.

CHP Lideri’nin dün katıldığı canlı yayında, yakaladıkları ipuçlarından sonra bu görüşmeyi “Cumhurbaşkanlığı’ndaki bazı kaynaklardan” doğrulattıklarını söylemesi çarpıcıydı. Özel, Erdoğan’ın Junior Trump’a “300’e yakın Boeing alabileceğini” söylediğini aktardı. Yine Özel’in dediğine göre Erdoğan, Donald Trump’la randevuyu da verdiği bu tür sözler sayesinde ayarlayabildi. Özel, bir lobi şirketinin bu görüşmeye ve sürece aracılık ettiğini belirtiyor. İddiasına göre, Erdoğan ayrıca ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) alınabileceğinin ve Rusya ile ilişkilerin kademeli olarak azaltılacağının da sözünü Trump’ın oğluna vermiş.

Erdoğan’ın ABD’ye gitmeye hazırlanırken gündeme ortağı Devlet Bahçeli’nin Türkiye-Rusya-Çin (TRÇ) ittifakı sözleri düştü. Bahçeli, ABD ve İsrail’e karşı Türkiye’nin Rusya ve Çin ile yan yana gelmesini önerdi. Daha sonra yaptığı açıklamalarla vites küçülttü; NATO yükümlülükleriyle çelişmeyen bir model önerdiğini söyledi. Son olarak “Türkiye’nin her iki yöne bakma zamanı gelmiştir” diyen Bahçeli’nin aklında ne olduğunu henüz kimse tam olarak anlayamadı. Kendisinin işi nereye vardırmak istediğini kavramak biraz daha zaman alacakmış gibi duruyor.

Bu arada kamuoyuna, gazeteci Faruk Bildirici’nin çabasıyla uçak söyleşilerinin nasıl tertip edildiğine ilişkin çarpıcı bilgiler yansıdı. Aslına bakarsanız durum, pek çoklarının tahmin ettiğinden iyiymiş! En azından sorular hazır verilmiyormuş, uçağa davet edilen gazeteciler tarafından hazırlanıyormuş. Ancak Erdoğan soruları, ilk kez o an duymuyormuş. Çünkü “soru tekrarı olmasın” diye, önceden Cumhurbaşkanlığı’na veriliyormuş. İletişim Başkanlığı da soruları önceden alıp sıraya koyuyormuş. Erdoğan’ın verdiği cevapların deşifresi de gazetecilere hazır geliyormuş.

Medya demişken, CNN Türk’teki tartışmayı pas geçmek olmaz. Kanalın iki ekran yüzü, Hande Fırat ve Melik Yiğitel, Trump-Erdoğan görüşmesine dair anlaşamayınca birbirlerine girdi. Programda “En Erdoğancı benim” rolüne soyunan Yiğitel, son derece hararetli bir şekilde ve abartılı jest-mimiklerle Trump-Erdoğan görüşmeni yüceltmeye çalışırken, onun tavırlarına sinirlenen Fırat araya girdi. Yiğitel, Fırat da dahil, stüdyodaki herkesin görüşmeyi küçültmeye çalışmasından rahatsız olduğunu söyleyince ipler koptu. Bir bakıma Yiğitel, arkadaşlarını yukarıya şikâyet etmiş oldu. Canlı yayındaki bu tartışma, iktidar medyasındaki saflaşmanın küçük bir temsili olarak kayıtlara geçti.

Sürecin en sansasyonel çıkışlarından biri ise Dışişleri Hakan Fidan’dan geldi. Bakan Fidan, “KAAN’ın motorları Amerikan Kongresi’nde bekliyor, lisansı durmuş durumda. O lisansların hayata geçip motorların gelmesi lazım ki KAAN’ların üretimi başlayabilsin” diyerek ortaya adeta bir bomba bıraktı. Çünkü iktidar, bu uçakların F-16 ve F-35’lerin yerini alacağını söylüyordu. Ancak Fidan’ın açıklaması, ABD’nin ürettiği uçakların yerini alacağı söylenen uçakların da ABD’nin onayıyla yapılabildiğini gösterdi. Bu, iktidar açısından öylesine sorunlu bir açıklamaydı ki Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün, Fidan’ı düzeltmek zorunda kaldı. Görgün, “KAAN savaş uçağımızın teslimat takviminde bir gecikme bulunmamaktadır” dedi.

KAAN meselesi tartışılmaya devam ederken iktidara yakın isimlerden Cem Küçük de oldukça ilginç sözler sarf etti ve “Erdoğan bu konuyu bilmiyormuş. Erdoğan’a yanlış bilgi veriliyor. Hepsini yerli ve milli motorla yapılacak diye biliyormuş” ifadelerini kullandı. Gerçekten kolay geçiştirilebilecek iddialar değil bunlar. Eğer doğruysa, belli sorulara cevap verilmesi gerekiyor: Erdoğan’a yanlış bilgi verenler kim, bunu ne amaçla yapıyorlar ve nasıl bir kazanım elde etmeyi umuyorlar? Ayrıca Erdoğan, başka hangi konularda doğru olmayan bilgilere sahip?

Yazının başlığındaki tuhaf cümle, AKP’nin İstanbul ve Ankara’yı kaybettiği 2019 yerel seçimlerinden sonra hafızamıza kazınmıştı. Yenilgiyi kabullenmeyen iktidar, İstanbul’da seçimleri tekrarlamayı kafasına koymuş, bu amaçla ipe sapa gelmez argümanları ileri sürmüş ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz da “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu” cümlesiyle olaya adeta tüy dikmişti. Son günlerde yaşanan sıradışı gelişmeler, akla bu sözü getiriyor.

İktidar, dışarıya vermeye çalıştığı imajın aksine yekpare bir siyasi yapı değil. Devlet mekanizması da aynı şekilde… Yukarıdaki örnekler, alan mücadelesi ve paylaşım rekabetinden türeyen sistemsel uyumsuzluğun görünen krizleri. Erdoğan’ın etrafında yaşanan ve farklı noktalara sirayet eden bu güç savaşı, er ya da geç daha sert bir karşılaşmaya dönüşecek. Muhalefetin baskısı ve halkın etkin mücadelesi, sürecin en belirleyici unsurlarından biri olacak.

“Kırmızıçizgi”-Şükrü Aslan-

Son zamanlarda daha yoğun bir şekilde kullanılıyor olsa da “kırmızıçizgi” vurgusu aslında uzun zamandır politik söylemin odağında duruyor. TV tartışmalarında, bildiri ve demeçlerde ve hatta bir ölçüde akademik muhabbetlerde sıklıkla karşılaştığımız bir vurgu olmaya devam ediyor. Bu vurgu, muhataplarını genellikle edilgenleştirirken söyleyeni de sanki ‘görevini yapmış’ duygusuyla rahatlatıyor. Zira “bu, benim kırmızıçizgimdir” diye konuşmaya başlayan birine itiraz etmek zor olduğu gibi, konuşmayı sürdürme imkânı ve ortamı da kalmıyor. Kırmızıçizgi bu özelliğiyle geçilemeyen sınırları, durulması gereken noktayı ifade ediyor ve bir tür stop tabelası işlevi görüyor.

Bir yönüyle bu ifadenin bireysel ilişkilerde bir karşılığı olduğunu söylemek mümkün. Çoğunlukla bireylerin kişilik-karakter özellikleri gibi bu çizgilerin sınırlarını belirler ve bireyler, bu sınırları bilerek ötekiyle temas kurabilir ya da kuramaz. Belki resmi kurumların da, görev sınırlarıyla ilgili olarak bazı kırmızıçizgileri olabilir. Mesela güvenlik alanı/olgusu, bunun bir örneği gibi düşünülebilir. Yani bireysel ilişkilerde olduğu gibi resmi kurumsal ilişkilerde de güvenliği esas alan kırmızıçizgiler bir ölçüde anlaşılabilir.

Ama mesela bir sosyal bilimcinin kendi alanına dair kırmızıçizgiler ileri sürmesi makul olamaz. Doğa bilimlerindeki kesinlikler sosyal bilimlerde olmadığına göre, bu alanda çalışan bir sosyal bilimcinin, resmi/politik bir kurum gibi kırmızıçizgilere gönderme yapması, bilimsel-akademik alandan uzaklaşmasıyla açıklanabilir. Hangi tespitinizi ve sosyal bilim çıkarımınızı yüzyıllar boyu asla ve kata değişmez diye sunabilirsiniz ki? Sosyal bilim dilinin esnekliği de buradan gelir zaten.

Aynı ölçüde olmasa da benzer bir durum politikacılar için de geçerlidir: Herhangi bir politik tespit ve tutum belli koşullara uygun olabilir. Dolayısıyla buradan kaynaklanan dönemsel hassasiyetler de mümkündür. Ama bu hassasiyetlerin yüzyıllar boyu geçerli kalması gerektiğini savunmak makul olanı zorlamak demektir. Bundan dolayıdır ki sosyal bilimcilerin ve politikacıların, alanlarıyla ilgili kırmızıçizgileri genellikle ikna edici ve kalıcı bir zemine oturmamıştır. Zira kırmızıçizgiye konu olan her şey zaman içinde esnemekte, değişmekte ve/veya terkedilebilmektedir. Nitekim laiklik/sekülerlik ve muhafazakârlık gerilimlerinde vaktiyle ileri sürülen pek çok kırmızıçizgi bugün çoğunlukla kaybolmuş ya da karışmış görünüyor.

∗∗∗

Diğer yandan kırmızıçizgi söyleminin belki de en önemli özelliği, çizginin ötesinde ya da dışında kalma/bırakılma haliyle ilgilidir. Zira kırmızıçizgi vurgusu, bu söyleme muhatap olan kesimlerin geleceğini iyileştirmeye ve onlar için yeni bir söz söylemeye dair sınırları en baştan kapatır. Böylece ister “milli” deyin, ister başka bir toplumsal bağlamı içinde düşünün kırmızıçizgi, gerçek anlamda bir birlik yaratmanın imkânsız olduğu bir durumu inşa eder. Hatta birleştiricilik iddiası ileri sürse de gerçekte ayrımcı bir işlev üstlenir. Bu anlamda kırmızıçizgi vurgusu, bir tür ‘bölücülüğe’ de kapı aralar.

Bu yönüyle kırmızıçizgiler, ayrışma ve kutuplaşmanın inşa edildiği bir sosyolojik duruma işaret eder. Dolayısıyla geçmişten gelen bir dizi tehdit, tehlike ya da ayrımcı uygulamaların sürekliliğini de politik olarak sağlar. Unutmamak gerekir ki bugün dahi yaşadığımız sosyolojik gerilimlerin önemli bir kısmı tam da geçmişte inşa edilen bazı kırmızıçizgiler nedeniyledir.

Şu sıralar Türkiye, terörsüzlük idealiyle geleceğini tartışıyor ve görünüşe bakılırsa bu tartışmada politik aktörlerin tespit, düşünce ve önerilerinde kırmızıçizgiler  söylemi yine baskın bir yer tutuyor. ‘Bizim kırmızıçizgilerimiz var’ diye başlayan konuşmalar, her zaman olduğu gibi yine çizginin dışında kalanları edilgenleştiriyor. Bu noktadan itibaren politik konuşma halleri anlamsızlaşıyor ve bir sonrasına dair söz söylenmesini engelliyor. Dolayısıyla gerçekte yeni bir gelecek kurma arayışının kapıları en baştan kapanıyor. Bu ülkede gerçek anlamda barışın inşası, diğer pek çok faktörün yanı sıra, “kırmızıçizgiler” vurgusunun hiç değilse esnemesini gerektiriyor.

                                                              /././

Türkiye “bu dalgayı” da kaçırmamalı -Güldem Atabay-

Trump ticaret savaşlarıyla gündemi meşgul ederken; küresel sermaye çoktan düşük karbonlu üretime akıyor. Tedarik zincirleri Güneydoğu Asya, Doğu Avrupa ve Orta Amerika’ya kayıyor. Çinli şirketler, Körfez fonları ve Avrupalı üreticiler düşük karbonlu üretim hattını en hızlı nerede kuracakları peşinde.

Rakamlar net: BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı’na göre 2024’te Avrupa, Güney Amerika ve Asya’nın bir kısmında doğrudan yatırımlar gerilerken, Afrika’ya girişler yüzde 75 artıp 97 milyar dolara, Güneydoğu Asya’ya girişler yüzde 10 artıp 225 milyar dolara çıktı. Körfez fonları liman, havaalanı ve enerji altyapısına akıyor. Çin kaynaklı yeşil yatırımlar güneş, rüzgâr, batarya, yeni nesil araçlar, şarj ağları ve yeşil hidrojen gibi alanlarda 2022’den beri 54 ülkeye 220 milyar dolar taahhütle yayılmakta.

AKP siyasetinin bürokratik kurum aklını yok etmesi ve cumhurbaşkanlığı sisteminin doğası gereği Türkiye uzun zamandır “kaliteli” doğrudan yabancı yatırım çekemiyor. Türkiye bu yeni değer zincirinin dışında kalırsa, önümüzdeki yıllarda da yüksek enflasyon, düşük büyüme, yüksek işsizlik ve düşük ücret kısır döngüsünde kalacak. Oysa coğrafi konum ve genç nüfus hâlâ avantaj. Seçim net: Eski dünyanın “ucuz emek, yüksek karbon” yolu mu; yoksa yeni dünyanın “yeşil teknoloji, düşük karbon” rotası mı? İlki bolca teşvik; ikincisi hukuk, öngörülebilir kural ve güven istiyor.

Karbonu düşük, verimliliği yüksek üretim sadece “panel-türbin dikmek” de değil; yerinde üretim, teknoloji ve beceri transferi demek. Bu nedenle dünyadaki bu son dalga Türkiye’de üç cephe açısından hayatî önemde.

AB Sınırda Karbon Düzenlemesi 2026’da başlayacak. Yarın “karbonu yüksek” üretim süreçlerine ek vergi konmasıyla Türkiye’de tüm sektörlerin maliyetleri artacak. Düşük karbonlu üretime yatırım yapan Türk şirketleriyse pazarda rekabet gücüne sahip olacak.

Yerli yenilenebilir ekipman, depolama ve şebeke yatırımları enerji ithalat faturasını düşürecek ve sanayici öngörülebilir elektrik fiyatına sahip olacak. Hem cari açığı hem enflasyonu dizginleyecek.

Batarya hatları, güç elektroniği, malzeme bilimi, yazılım ve servis ihracatı yepyeni iş alanları ve genç işsizliğini düşürmek demek. Keza “yeşil fabrika” merkezli yeni bir ekosistem doğuyor ve buna altyapıyla, insana yatırımla hazırlık yapmak gerekiyor.

NEDEN ÇEKEMİYORUZ?

Çünkü yatırımcı kural arıyor, bizde teşvik listesi var. Yatırımcı öngörülebilirlik istiyor bizde yönetim yargıdan ekonomiye günübirlik. 2023 seçimleri ardından Katar’dan geleceği ilan edilen 50 milyar dolar yatırım sermayesinin aradan geçen iki yılda hala Türkiye’ye uğramamış olması rastlantı değil.

TÜRKİYE NE YAPMALI?

Pazar erişimini “yerinde katma değer” şartına bağlayan ülkeler oyunun kurallarını değiştirdi. Örnekler yol gösterici ama sadece yatırımı çekmek yetmiyor. Ücretler, iş güvenliği, çevre ve yerli tedarik zinciri güçlenmiyorsa, fayda dar bölgede kalıyor. Bunun ilacı da yine kural: güçlü denetim, şeffaflık, bölgesel planlama. Akıllı yerli katkı modeli kurarken amaç, tedarik zincirini bozmadan yerli ekosistem kurmak.

“Ulusal Emisyon Ticareti Sistemi” için çok yıllı fiyat aralığı ilan edilmesi ise öngörülebilirliği artırmanın önemli bir parçası. Bu sistemden elde edilecek gelir deprem vergisinde olduğu gibi “yol yaptık” diye siyasetin finansmanına değil, amacına uygun şekilde sanayide karbon azaltımı, enerji verimliliği ve araştırma-geliştirme projelerine bağlanmalı.

Yeşil dönüşümde cazip yatırım alanı olmak için elektrik dağıtımının yeniden kamulaştırılması, 5-10 yıllık bağlantı kapasitesi planı yapılmalı.

Kalkınma bankaları, Avrupa Yatırım Bankası, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Uluslararası Finans Kurumu ve Körfez fonlarıyla karma finans havuzu oluşturan örnekler var. Yatırım harcamasına peşin destek yerine, performansa bağlı işletme dönemi ödemeleri tercih edilmeli.

Türkiye’de eğitim sisteminin siyasallaşmasının en ağır sonucu kuşkusuz beceri açığı. Yeşil dönüşümü sürdürülebilir ve istihdamı artırıcı hale çevirmek için kurulacak “düşük karbonlu organize sanayi bölgelerinde” beceri eğitimi odaklı “Gigafabrika Akademileri” kurulabilir.

Yeşil dönüşüm yatırımının sokakta görünüp toplumsal desteğin artması için yerel yönetimlerin bu sürece entegrasyonu şart.

Bu önerilerin hemen hepsi dünyadan. Türkiye’nin bu değişimi yakalaması, değer zincirinin vazgeçilmez bir parçası olması için de artık zaman sınırlı.

                                                             /././

İstanbul'da 3 adliyenin başsavcısı değişti

HSK Birinci Dairesi tarafından İstanbul Anadolu, Bakırköy ve Beykoz cumhuriyet başsavcılıklarında görev değişikliği yapıldı. Buna göre İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in ‘vekili’ olarak görev yapan Fatih Dönmez, Kartal’daki İstanbul Anadolu Adliyesi'ne Cumhuriyet Başsavcısı olarak atandı.

Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) kararnamesiyle, İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı'na Fatih Dönmez, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı'na Barış Duman ve Beykoz Cumhuriyet Başsavcılığı'na Harun Bulut atandı. HSK Birinci Dairesince, İstanbul Anadolu, Bakırköy ve Beykoz cumhuriyet başsavcılıklarında değişikliğe gidildi.

(AKIN GÜRLEK'İN VEKİLİNİN GÖREV YERİ DEĞİŞTİ) HSK kararnamesinde dikkat çeken bir isim de yer aldı. Karara göre, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in ‘vekili’ olarak görev yapan Fatih Dönmez, Kartal’da bulunan İstanbul Anadolu Adliyesi'ne Cumhuriyet Başsavcısı olarak atandı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Fatih Dönmez, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı'na Beykoz Cumhuriyet Başsavcısı Barış Duman ve Beykoz Cumhuriyet Başsavcılığı'na Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Savcısı Harun Bulut getirildi. İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı Zafer Koç ve Bakırköy Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Gümüş ise Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı'na atandı.

                                                               ***

Lisede akran şiddeti: Müdür ve 2 yardımcısı açığa alındı

Çanakkale’nin Biga ilçesinde ayağına bastığı gerekçesiyle sınıf arkadaşı Y.C. (14) tarafından dövülen M.D.Y.'nin yoğun bakımdaki tedavisi sürüyor. Olaya ilişkin okul müdürü ile 2 müdür yardımcısı açığa alındı.

Çanakkale'de 25 Eylül günü saat 15.30 sıralarında İÇDAŞ Biga Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi'nde M.D.Y., sınıf arkadaşı Y.C.'nin ayağına bastı. Bunun üzerine Y.C., M.D.Y.'ye yumruk attı. Aldığı darbeyle başını sıraya çarpan M.D.Y. yere düştü. Y.C. yerdeki M.D.Y.'yi tekmeleyip yumruklayarak darbetti.Nöbetçi öğretmen, durumu sağlık ekiplerine bildirdi. Gelen sağlık ekipleri, M.D.Y.'nin kalbinin durduğunu belirledi. M.D.Y.'nin duran kalbi ambulansta yapılan müdahale ile tekrar çalıştırıldı. Önce Biga Devlet Hastanesi'ne kaldırılan ardından da Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite Hastanesi'ne sevk edilen M.D.Y.'nin beyin kanaması geçirdiği ve birçok organında hasar oluştuğu tespit edildi.
(ÖĞRENCİ TUTUKLANDI) Olaya  ilişkin soruşturma başlatılırken, gözaltına alınan Y.C., 'Öldürmeye teşebbüs' suçundan tutuklandı. M.D.Y.'nin yoğun bakımdaki tedavisi devam ediyor. Olayın ardından başlatılan idari soruşturma kapsamında İÇDAŞ Biga Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi'nde görevli okul müdürü ile 2 müdür yardımcısı tedbiren açığa alındı.
                              ***
Aziz İhsan Aktaş'ın şirketlerine kayyum: "Neden 4 ay sonra?"
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, Aziz İhsan Aktaş'ın şirketlerine kayyum atanmasına ilişkin açıklama yaptı. Günaydın, "Şirketlere neden tahliyesinden 4 ay sonra kayyum atandı" dedi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, İBB'ye yönelik soruşturma kapsamında tutuklanmasının ardından etkin pişmanlıktan yararlanarak serbest bırakılan Aziz İhsan Aktaş'ın şirketlerine kayyum atanmasına ilişkin açıklama yaptı. Günaydın, Aktaş ile anlaşma yapıldığını savundu.İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne (İBB) yönelik soruşturma kapsamında "suç örgütü lideri" olduğu iddiasıyla tutuklandıktan sonra etkin pişmanlıktan yararlanarak verdiği ifadenin ardından ev hapsi adli kontrol şartıyla tahliye edilen ve daha sonra ev hapsi de kaldırılan Aziz İhsan Aktaş'ın tüm şirketlerine dün kayyum atandı. Aktaş’ın tüm mal varlığı TMSF'ye devredildi. Etkin pişmanlık kapsamında verdiği ifadelerle CHP'li belediyelere yeni operasyonlar yapılmasına neden olan Aktaş'ın şirketlerine tahliyesinden 4 ay sonra kayyum atanmasına CHP'den tepki geldi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, X hesabında yaptığı paylaşımda şu ifadeleri kullandı: "Suç örgütü lideri Aziz İhsan Aktaş, 'etkin pişmanlıktan' yararlanarak, 4 Haziran 2025 günü tahliye edildi. Çıkarıldığı canlı yayında, kendi ağzıyla 99 AKP’li, 27 MHP’li, 21 kayyım belediyesinden ve 132 kamu kuruluşundan ihale aldığını itiraf etmesine karşın, yalnızca bazı CHP’li belediyelere operasyon yapıldığı kamuoyunun bilgisi dahilinde... Yalnızca bu durum dahi, operasyonların hukuki değil siyasi olduğunun açık kanıtı niteliğinde.

Şimdi güncel soru şu: Aziz İhsan Aktaş’ın şirketlerine, neden tutukluyken değil, tahliyeyle birlikte değil de, tahliyeden tam 4 ay sonra TMSF tarafından el konuldu? Üstelik de bu arada şirketler konkordato yolu ile icra tehditlerinden kurtulduktan sonra... Bu işleri azıcık bilenlerin, sözü edilen dönemde o şirketlerin bilançosunda oluşan pozitif ve negatif değişimleri tahmin etmesi asla zor değil. Bir de bunun üstüne iddianame(ler) sonrası duruşmalarda Aziz İhsan Aktaş’tan yararlanılacak olması eklendiğinde, anlaşmanın niteliği ortaya çıkar. Bu işin 'herkesin bildiği sır' niteliğinden çıkarılabilmesinin tek yolu, (en azından) son bir yıl içinde şirketlerin aktif ve pasifindeki değişimin, bağımsız denetim şirketlerince incelenip raporlanarak kamuoyunun bilgisine sunulmasıdır. Bugün sunulmazsa, yarın bakılır. Bu gökyüzü altında hiçbir şey gizli kalmaz."

Kim bu ismi gizlenenler?-İsmail Arı-

AKP’li Yahşihan Belediyesi'ndeki yolsuzluk soruşturmasında ifade veren müteahhit Sivri’nin rüşvet verdiğini açıkladığı iki kişinin isimleri gizlenerek E.A. ve E.Y. olarak kodlandı. Sivri, bu isimlere 1 milyon 30 bin TL verdiğini iddia etti.

                                      Ahmet Sungur

Kırıkkale Yahşihan Belediyesi’nin AKP'li yönetimine yönelik  yolsuzluk  soruşturmasında dikkati çeken bir ayrıntı açığa çıktı. “Soruşturmada rüşvet parası gönderildi” denilen iki ismin adı ve soyadı kodlandı.

Geçen günlerde Kırıkkale Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yürüttüğü soruşturma kapsamında Yahşihan Belediye Başkanı AKP’li Ahmet Sungur dahil beş kişi tutuklandı. Sungur'un da aralarında bulunduğu sekiz şüpheli "icbar yoluyla irtikap" soruşturması kapsamında 19 Eylül'de gözaltına alınmıştı. Başkan Sungur, nüfuzunu kötüye kullanarak muhatap olduğu kişilerden zorla yarar sağlamakla suçlanıyor.

AKP’li Sungur’un ifadesi 19 Eylül’de Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Şube Müdürlüğü’nde alındı. Belediye Başkanı Sungur’a, soruşturmada müşteki sıfatıyla yer alan müteahhit Cihan Sivri’nin beyanları soruldu.

RÜŞVET ALAN E.A. VE E.Y. KİM?

Sivri ifadesinde, “Tadilat ruhsat projesini tekrar talep etmek üzere belediyeye gittiğimde beni Ulaş karşıladı. Bana ‘sen bizim dediğimiz gibi ödeme yap, yoksa bu projenin de iptal edilmesi bizim için büyük bir işlem değil’ dedi… Ben de mecburen Ömer Bey'den rica ettim, Ömer Bey Ziraat Bankası’ndaki Bahadır Grup isimli şirket hesabından farklı tarihlerde Yekta Niyazi Yıldırım’a (Belediye Başkanı Sungur’un eski makam şoförü ve koruması) 5 milyon 820 bin TL, Türkiye İş Bankası hesabından 630 bin TL gönderdi. Ayrıca Ziraat Katılım Bankası hesabından E.A. isimli şahsa 500 bin TL, E.Y. isimli şahsa 530 bin TL gönderdi… Benim talimatım doğrultusunda toplam 13 milyon 30 bin TL ödeme yapıldı. Bu ödemelere ilişkin dekontları sunuyorum” dedi.

Belediye Başkanı Sungur ise müteahhit Sivri’nin bu ifadesine ilişkin “Konu ile ilgili bir bilgim yok” dedi. Toplam 1 milyon 30 bin TL rüşvet aldığı belirtilen ve ifadeye isimleri E.A. ile E.Y. olarak yazılan bu kişilerin kim olduğu ve isimlerinin gizlenme nedeni öğrenilemedi.

KARTIN ÜZERİNDEKİ İSİM SİLİNMİŞTİ

Belediye Başkanı Sungur’un eski makam şoförü ve koruması Yekta Niyazi Yıldırım ise bilgi sahibi olarak alınan ifadesinde, “Belediye Başkanı Sungur 2025 yılı Mayıs-Haziran aylarında Yunus Emre Macit’in kredi kartını kullandı. Yaklaşık 500 bin TL civarında bir harcama yaptı ve borcu hâlâ duruyor” dedi.

AKP’li Sungur ise bu ifadedeki iddia için şu yanıtı verdi: “2025 yılı Haziran ayı gibi tatile gideceğim esnada benim kredi kartımın limiti düşük olduğu için Yekta bana bir kredi kartı verdi. Kartın kendisine ait olduğunu söyledi. Kredi kartının üzerindeki isim kısmı silinmişti. Bu sebeple kime ait olduğunu bilmiyordum, kartı Yekta’nın sanıyordum kendisine olan güvenimden dolayı şüphelenmedim.”

BAŞKANVEKİLİ’NİN ADI DA DOSYADA

Öte yandan önceki gün Yahşihan Belediyesi’nin Başkanvekili belli oldu. Basına kapalı gerçekleştirilen Yahşihan Belediye Meclisi Toplantısı'nda AKP’li Aydın Demirdirek belediye başkanvekili seçildi. Ancak AKP’li Demirdirek’in ismi yolsuzluk soruşturmasında da geçiyor. Astsubay olarak görev yaparken istifa edip siyasete giren Aydın Demirdirek tutuklanan Ahmet Sungur’un Belediye Başkan Yardımcısı olarak görev yapıyordu. Başkan Sungur’un eski makam şoförü Yekta Niyazi Yıldırım’ın beş farklı işlemle Aydın Demirdirek’e toplam 440 bin TL gönderdiği belirlendi. Savcılık dosyasında Demirdirek’in isminin “şüpheli” olarak değil “bilgi sahibi” olarak yer aldığı da öğrenildi.

                                                       ***

BİRGÜN



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet -20 Ekim 2025-

Yine bir finansal krizin eşiğinde Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı.  Jam...