Her biat adımı, sizi sizden alıp kudretlinin yamacına taşır. Yamaç, dağın zirvesi değil, aşağılarıdır. Tırmanıyorum sandığında bile düşebilirsin!
Saygı ile biat arasında ince değil, kalın bir çizgi var. Ya bu tarafta kalırsın ya o tarafa geçersin!
Biat etmenin kabaca iki türlüsü mevcut sanırım: Biri, boyun eğmek, eğmek zorunda hissetmek, teslim olmak, tahakküme diren(e)memek, belki dert bile etmemek. Bu “pasif.” Diğeri “aktif.” Yanaşmalık, yalakalık, yılışma, yaltaklanma. Nedense hepsi de “Y!”
Çok tartışılan mesele ya Meclis Resepsiyonu, Cumhurbaşkanı ve “muhalif” konukları. CHP ile TİP’in katılmaması, kendi siyasi kararları. Diğer “muhalefet”in katılma kararı da öyle.
Nihayetinde “seçilmiş bir cumhurbaşkanı” var, “seçilenler”den oluşan bir Meclis var; iki karar da kendilerini ilgilendirir.
“Barış süreci”nin tarafı DEM’in, yıllarca, her dönemde, onca zulümden, onca Meclis’ten atılma kararından, onca mapusluktan sonra, bu hassas sürece zeval vermemek için katılma kararına da bir şey diyemem. Lakin “katılmak” başka “el pençe öne atılmak” başka olabilir! Yıllar sonra “meşruiyet”inin
kabulünün gereğini yapmak başka, “meşrebi”ne pek uymayan bir duruşun başka olması gibi.
Bir resepsiyonu “yumuşamak” için değerlendirmenin başka, o an yumoş yumoş olmanın da başka sayılabileceği gibi.
Davutoğlu ve Babacan’ı bu açıdan tartışmam bile! Nihayetinde ne oldularsa, “sayesinde” oldular. Bakan, başbakan rolleri gibi, “Muhalif” rolleri bile Erdoğan’ın sayesinde! Gel deyince gelmeleri, git deyince gitmeleri, gülümse deyince gülümsemeleri, yamacıma otur denince sırıtmaları doğal kabul edilebilir. Erdoğan olmasa ya da onlara makam vermese, yoktular. Erdoğan onları ittirmese de “lider” filan değildiler zaten. Bugün yanıma otur, yarın yanıma gelin dese, koşarlar mı, ben bilemem.
Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ile DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, Meclis'in açılış resepsiyonunda Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'la birlikte
DEM’inkinde ise “şaşırtıcı” bir muhabbet vardı. Elbette kabul ediyorum; “barış süreci” olacaksa, bunun birinci aktörü Cumhurbaşkanı. Elbette, bağrına taş basarak bile, onunla temasın, en azından bu süreçteki rolüne saygın, onun ve iktidarın, devletin tavır ve kararlarının oluşmasında da katkın olacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, TBMM resepsiyonunda DEM Parti ile
Lakin “biat görüntüsü” başka bir şey. Bunu partinin çok isimli ve çok acılı tarihinin de, CHP’ye “kayyum saldırısı”ndaki net desteğinin de farkında, bilincinde olarak söylüyorum. Yıllarca yalnız bırakılmışlığın da.
Bunu “medyada biat iğrençliği”ni, AKP’den önce de görmüş, AKP’yle birlikte bunun nasıl bir çürüme, tiksinti verici bir biat-itaat şahsiyetsizliği olduğunu bilerek, bundan tiksinmiş bir kişi olarak da içtenlikle söylüyorum.
Her biat adımı, sizi sizden alıp kudretlinin yamacına taşır. Yamaç, dağın zirvesi değil, aşağılarıdır. Tırmanıyorum sandığında bile düşebilirsin! Hele hele, kim ne derse desin, onca yılı “dik duruşlu” geçirmeye, bu ülkenin geleneksel baskı ve dışlama şartlarına direnmeye çalışarak; her manada hayatından, hayatiyetinden edile edile geçirmişsen, “omurga”nın herkesten daha sağlam olması beklenir. Çünkü her deneyim, her acı, her baskı, her yalnız bırakılma, dışlanma, eğer yıkmadıysa, omurgayı tahkim eder. Ne bileyim, en azından öyle zannederim!
Çünkü bu ülkenin, “Türkiye partisi” olmak durumundaki her kesimi ilgilendiren ama maalesef muktedirlerin pek umursamadığı, o bir yana, bizzat yarattığı, kanırttığı, kabarttığı bir dolu acısı, trajedisi var. Acı çeken insanları var.
Bunlardan biri, DEM geleneğinin belki de en parlak başkanı Demirtaş’ın bir “kin-intikam” mahkumu olarak hala orada olması mesela. Mahkum mu rehine mi, ayırt edilememesi mesela. “Seçilmiş” bir milletvekilinin, Can Atalay’ın da, Osman Kavala ve diğer “Gezi mahkumları”nın da; “seçilmiş” belediye başkanlarının da aynı “hukuk”la içeride tutulması mesela.
Sadece “siyasi kin ve intikam” meseleleri değil; bu ülkenin nice annesinin evlatlarının akıbetini merak ederken hırpalanabilmesi; bir annenin öldürülen oğlunun davasında bile saldırıya, tehdide, “engelli” oyunlarına muhatap olması gibi de. İntihar eden gençleri, korumasız bırakılıp katliam gibi cinayetlerde
öldürülen kadınları var.
“Tuhaf” tanıklıklarla, acayip ihbarlarla herkesin içeri atılmasının mümkün olduğu bir ülke. “Barış süreci” varken dahi, toplumun birçok kesimi ve ferdine devletin-iktidarın savaş açtığı bir ülkede; saygılı olmak başka, “embeded” yani “ilişmiş” görünmek bambaşka!
“Barış” dendiğinde, bu ülke halkının desteği, AKP ve DEM’in toplam oylarının da ötesinde. Yıllarca “terör-terörle mücadele-şehitler” sarmalında ve iktidarların bunun üzerinde de oynamasıyla nefret ve kin biriktiren insanların bu dönüşümü bile saygıdeğer. Eğer hakkaniyetli yürütülür, gerçekten demokratik bir sürece de kapı açarsa, kim ne diyebilir.
Ne var ki, halihazırdaki tüm acılar, baskılar, iktidarın toplumun önemli bir kesiminin hayatına, zihnine, geleceğine karşı savaşı, tahakküm sevdası, baskısı sürüp giderken, bir resepsiyonda, tamam makama “saygı”nı da göster, olan bitenlerden “kaygı”nı da…
Ne diyeyim başka: İtalya ve İspanya gibi “müslüman” ülkelerde, Gazze ve Sumud filosuna İsrail saldırıları için halk sokaklara dökülürken, işçiler barikat kurup ve greve giderken; resepsiyonun olduğu başkentte Gazze protestocuları bile devlet dayağı yiyip toplanıyor. İsrail’in hamisi Trump’ın yanından kalk, ülkendeki Gazze protestocusunu hırpala!
Burada “saygı”na diyecek yok ama yüzünden, gönlünden “kaygı” eksilmeyecek. O zaman makama (ve barışa) saygıyla el de sıkarsın elbette, ama ellerini biatımsı birleştirip gülüp durmazsın pek!
Bütün bunları, Cumartesi Anneleri’ni, kemikleri 18 yıl sonra bir çukurda bulunan Seyhan’ı, 12 yaşında 13 polis mermisiyle öldürülen Uğur’u ve daha nicelerini, bir de “Seni başkan yaptırmayacağız” dediği için “kin-intikam mahpusu” olan Demirtaş’ı da, yıllarca yazdığım gibi yine aklımdan çıkarmadan yazdım, bitti!
Umur Talu / T24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder