soL "Köşebaşı +Gündem" -5 Ekim 2025-

                                                                https://haber.sol.org.tr/

15. yılında Akkuyu Projesi: Nereden nereye..

(Rüzgar Baturoğlu)

Yılan hikayesine dönen Akkuyu Nükleer Santrali'nin öyküsünü ve sürecin nereye doğru evrildiğini soL okurları için tüm ayrıntılarıyla özetledik.

Cumhurbaşkanı ve beraberindeki heyetin ABD ziyareti sırasında imzalanan Sivil Nükleer İşbirliği Mutabakat Zaptı ve peşinden Rusya tarafından gelen açıklamalar dikkatleri tekrar Akkuyu Projesi'ne çekti.

Akkuyu Projesi 2010 yılında Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan, Taner Yıldız’ın ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olduğu bir Türkiye’de AKP’nin özelleştirme ve piyasalaştırma furyasının tam da zirve dönemlerinde imzalandı. O zamanlar doğalgaza olan bağımlılığın azaltılacağı ve iki katına çıkacak elektrik talebinin karşılanacağı söyleniyordu.

İlk nükleer santral projesi olan Akkuyu 2023 yılında tam kapasite devrede olacak, Sinop Nükleer Santrali’nin ilk ünitesi 2023’te devreye girecekti. Akkuyu’yu tamamen Rusya devlet şirketi Rosatom yapacak, ikinci nükleer santral olan Sinop Projesi EÜAŞ ve Japon ortaklığı ile yürütülecek, Trakya’da planlanan üçüncü nükleer santral ise tamamen yerli olacaktı. Hatta Erdoğan’dan sonra Başbakan olan Ahmet Davutoğlu "Üçüncü santrali yeterli insan unsuru yetiştikten sonra 2018-2019’dan itibaren yüzde 100 milli bir şekilde yapma konusunda gerekli çalışmaları başlatma talimatı verdim" diyecekti. 

Akkuyu’nun işletmeye girmesi gereken tarihte ancak inşaatı başlarken Sinop Projesinde Japonya ile yapılan anlaşma iptal oldu, üçüncü nükleer santral projesi ise hiç başlamadı.

Akkuyu’nun kısa hikayesi

Türkiye’nin ilk nükleer santrali için Akkuyu sahası 1976’da seçilmesine rağmen uzun yıllar iptal olan ihaleler ve basına yansıyan rüşvet skandallarının gölgesine proje bir türlü başlayamadı. AKP’li yıllarda 2004’te santralin kurulacağı ilan edildi. 2007’de ilgili mevzuat çıkarıldı ve ihale yapıldı. İhaleyi bugünlerde hakkında yakalama kararı çıkartılan Turgay Ciner’in Park Holding’inin de içinde olduğu bir Türk-Rus konsorsiyumu kazandı. 2009 yılında TMMOB’nin açtığı dava sonucu Danıştay ihaleyi iptal etti. İhale yönteminin çalışmayacağını anlayan AKP hükümeti Kamu İhale Kanunu, Sayıştay denetimleri, Anayasa Mahkemesi’nin yargı çerçevesinden çıkmak için Projeyi bir uluslararası anlaşma ile yürütmeye yöneldi. Böylece 12 Mayıs 2010 tarihinde ““Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde Akkuyu Sahası’nda Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşma” imzalandı.

Anlaşması 2010’da yapılan, böylelikle her türlü denetimden azade kılınan Akkuyu Projesi'nde inşaat çalışmaları ancak 2018 yılında başlayabildi. Arap Baharı'ndaki uluslararası konjonktürden nasibini alan proje 2015’te yaşanan uçak krizi ile durma noktasına geldi. 15 Temmuz ertesinde Rusya ile nisbeten (!) düzelen ilişkiler neticesinde verilen süper teşvikler ile proje ivme kazandı. Türk müteahhit olarak önce Cengiz İnşaat sonrasında İÇTAŞ İnşaat’ın dahil olması ile 2018-19 yıllarında inşaat faaliyetleri hareketlendi. Uzun süre 2023’te ilk ünitesinin devreye alınacağı söylenen projede aradan 2 yıl geçmesine rağmen hala elektrik üretimi gerçekleşmedi.

Santrali kim kuruyor, kim işletecek?

2010’da yapılan anlaşma uyarınca %100 Rus sermayesi ile kurulan özel bir şirket olan Akkuyu Nükleer A.Ş santralin kurulmasından sorumlu. Aslında bu açıdan bakıldığında Akkuyu’nun Rusya’daki santrallerden tek farkı Türkiye topraklarında olması. Yine anlaşma uyarınca santralin ömrü boyunca Rus tarafının şirketteki toplam payı hiçbir zaman %51’den az olamayacak. Bu da santralin hiçbir zaman “yerli ve milli” olamayacağını gösteriyor.

Anlaşmada santralin inşası için yüklenici olarak, Rosatom’un yurtdışındaki nükleer santrallerin inşaatı ve modernizasyonu alanında faaliyet gösteren Atomstroyexport şirketi belirlenmiş. Ancak sahada kötü şöhretli Türk müteahhitleri başta olmak üzere pek çok yüklenici ve alt yüklenicinin bulunduğu biliniyor.

İşletme ömrünün 60 yıl olacağı söylenen santral için anlaşmanın maddeleri uyarınca Akkuyu sahası mevcut altyapısı ile birlikte bedelsiz olarak santralin söküm sürecinin sonuna kadar şirkete verilmiş. Yani şirket arazi için de devlete herhangi bir kira ödemiyor.

Santralin halihazırda sahibi olarak görünen Akkuyu Nükleer A.Ş. santralin işleticisi de olacak. İlk iki ünitenin üreteceği enerjinin %70’ini, üçüncü ve dördüncü ünitenin üreteceği enerjinin %30’unu, 15 yıllık bir satın alma anlaşması süresince, KDV hariç 12,35 ABD senti/ kWh ortalama fiyattan devlete satacak. Bu fiyat şu anda elektriğin piyasa fiyatının yaklaşık iki katı. Ancak yukarıda bahsettiğimiz onca teşvik, imtiyaz, yüksek alım garantileri varken proje bir türlü tamamlanamıyor.

Akkuyu’da yolunda gitmeyen ne?

Her fırsatta bir tören düzenlenen Akkuyu’da işler bir türlü rayına girmiyor. Projenin başından beri sorunların ardı arkası kesilmiyor ve çalkantılarla proje gündeme geliyor. En başında, 2014 yılında arapsaçına dönen ÇED raporu hakkında, sahte imzalar ve yetersiz raporların gölgesinde tam da Vladimir Putin’in Türkiye ziyaretine denk gelecek şekilde ÇED olumlu kararı verilmişti.

Ardından uçak krizi ile akamete uğrayan proje süper teşviklerin gazıyla tekrar ivmelense de inşaat faaliyetleri başlar başlamaz betondaki çatlak haberleri ve zemininde yaşanan sorunlar ile gündeme gelmişti.

Covid-19 dönemi hiç durmadan çalışan Akkuyu inşaatı tüm ünitelerinin inşaata başlaması ile devasa bir emek cehennemine dönüştü. Sürekli iş cinayetleri, ödenmeyen maaşlar, kötü muamele, denetimsizlik ve yolsuzluk haberleri hiç kesilmedi. Akkuyu’da 2024 yılı sonuna kadar en az 19 işçinin öldüğü ve sayısız iş kazasının yaşandığı biliniyor.

En son bu yıl ABD yaptırımları ve finansman krizleri ile gündeme gelen projede Cumhurbaşkanının ABD ziyareti sonrası Rusya’dan peşpeşe gelen açıklamalar yine siyasi konjonktürün projeyi çalkantılarak sürüklediğini gösteriyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar’ın ABD’de olduğu günlerde Bakan Yardımcısının ise Moskova'da düzenlenen "Dünya Nükleer Haftası" kapsamında Akkuyu’nun reaktör kabının yola çıkmasına ilişkin törende, Rusya’da olması dikkatleri çekiyor. Hemen ardından Rusya’dan gelen “'Finansman çözüldü, inşaat sürecek” açıklaması da bu durumu kanıtlar nitelikte.

Akılcı bir planlama ve denetim sürecinde ilerlemeyen projenin ne zaman biteceği bilinmez, ancak her koşulda çalkantılarla devam edeceği açık. Peki, bitmesinin bize ne faydası var? 

Faturalar düşer mi?

Nükleer santrallerin yüksek miktarda elektriği görece düşük maliyetlerle ürettiği ve çok düşük miktarda yakıt ile çok yüksek elektrik üretildiği yıllardır söylenegelir. Enerji ve elektrik üretim teknolojilerindeki maliyet hesapları ve teknik tartışmaları bir kenara bırakıp Akkuyu Projesi'ne odaklanalım.

Halihazırda Türkiye’de elektriğin piyasa takas fiyatı kilovatsaat başına 6,5 – 7,5 dolar sent civarında seyrediyor.

Akkuyu'nun alım garantisi bu fiyatın neredeyse iki katına denk geliyor.

Ayrıca santralin tek başına ülkenin elektriğinin %10’unu karşılayacağı söyleniyor. Böyle bakıldığında ülkedeki elektriğin yüzde 10’u mevcut fiyatın iki katına mal olacak.

Bu durum şüphesiz faturaların yukarı çekilmesi veya alım garantisini karşılayacak kurum olan EÜAŞ’ın zarar etmesi sonucunu doğurur.

Ayrıca, yakıtta tamamen Rusya’ya bağımlı olunması başka riskleri de bereberinde getiriyor. Projenin her siyasi çalkantıdan etkilendiği göz önüne alındığında ve düzen siyasetinin çalkantıdan azade olmasının olanaksızlığı da göz önünde bulundurulduğunda santralin güvenli işletilmesi tehlikeye giriyor.

Son olarak, kâr güdüsü ile işletilen bir nükleer santralin kabaran faturalar dışında ne kadar büyük felaketlere neden olabileceği Fukuşima Kazası ile görülmedi mi? Tamamen özel sektöre terk edilmiş bir nükleer santral sadece Mersin değil, bölgede yaşayan tüm halklar için tehlikeli.

Berlin'deki Kürt-Yahudi Kongresi'ni okumak

(Tevfik Taş)

Kongreyi örgütleyen asıl arka plan, Alman istihbaratı ve İsrail'dir. Garp cephesinde yeni bir şey yok gibi görünmesine karşın, Kürt–Yahudi Kongresi'nde ilk kez İsrail'in Kürt örgütlülüğü içindeki derin bağları açığa çıkmış oldu.

'Berlin Birinci Kürt–Yahudi Kongresi'' 7 Eylül 2025 tarihinde gerçekleştirildi. 

Adı tam olarak bu. "Birinci" olarak ilan edildiğine göre devamı da gelecek. 

Sözü geçen kongrenin resmi organizatörlüğü iki derneğe ihale edilmiş: Almanya Kürt Toplumu ve WerteInitiative adındaki Almanya Yahudi birliğinin bir yan kuruluşu. Gayrı resmi örgütleyiciler ise Almanya İçişleri Bakanlığı ve İsrail Başkonsolosluğu.

İsrail/ABD mandası olmaya pek hevesli Barzani çizgisinin Almanya'daki uzantıları üzerinden hayata geçirilen ''kongre'', doğrudan Alman devletinin İsrail ile koordine ettiği bir etkinlik.

Organizasyonu düzenleyen figürlerin Türkiye kökenli olması sözü geçen çizginin Kürt ulusal hareketi içinde güç kazanmaya başladığının da işareti olarak okunmalı. Öcalan'ın "reel sosyalizmin ağır etkisi altında'' kaldığı döneme lanet okuyarak kapitalizme nihai olarak ikna olduktan sonra geliştirdiği sınırları belirsizleştirerek Kürt sorununu çözmeye dair düşünsel egzersizler yapması dışında Barzanici ekol, geleneksel mandacılığın Kürtler ve Kürdistan için en "gerçekçi" çözüm olacağına dair inancın propagandasını bu etkinlik ile ilan etmiş oluyordu.

Almanya Kürt Toplumu Derneği Genel Başkanı Ali Ertan Toprak ile bu organizasyonun daha az görünen ama daha "derin"deki adamı Mehmet Tanrıverdi kimdir, yakından tanıyalım.

Kamuoyunda Yeşiller Partisi olarak da bilinen ''Bündnis 90/Die Grünen'' partisine "gençlik hevesiyle" üye olan Ali Ertan Toprak, Yeşiller'in sosyal demokratlarla imzaladığı yeni göç politikasını gerekçe göstererek partisinden istifa ediyor. Ardından olgunluk döneminde ilk iş olarak göçmen karşıtı politikaların amiral gemisi Hristiyan Demokrat Birlik Partisi CDU'ya kapağı atıyor. "Yürü ya kulum" denilerek Alman devleti ile olan derin bağları giderek güçleniyor. Nihayetinde Almanya İçişleri Bakanlığı ve İsrail sponsorluğunda Berlin Birinci Kürt–Yahudi Kongresi'ni örgütleyen ekibe dahil oluyor.

Ali Ertan Toprak, İsmet Siverekli adlı YouTuber'ın programında hızını alamayarak, ''Kürt halkının yüzde 90, yüzde 95'i bu kongrenin arkasında'' 1 diyerek ne kadar palavracı olduğunu da ifşa etmiş oluyordu. Oda TV'de Osman Erbil'in kendisi ile yaptığı programda bol bol liberal demokrasi ve İsrail muhipliği yapan Toprak, İsrail'den "bölgenin batılı değerleri savunan tek demokratik ülkesi" diye söz ederek, gerçek anlamda nerede konumlanmak ile kimin kullanılanı olmak arasındaki çizgiyi kalın hatlarla belirginleştirmiş oluyordu.

Almanya Kürt Toplumu Derneği Kurucu Başkanı Mehmet Tanrıverdi ise "Federal Almanya Liyakat Nişanı'' verilmiş bir karanlık figür. Siyasal yaşamına başladığından beri her dönem Kürt ulusal hareketinin ''ılımlı'' ekseninde yer almış. 2010 Anayasa Referandumunda ''yetmez ama evet"çi cephenin Almanya ayağını örgütleyen ekip içinde aktif yer alıyor. Mehmet Tanrıverdi de Ali Ertan Toprak gibi, neredeyse aynı zaman aralığında üyesi olduğu partiden istifa ediyordu. Sosyal demokrat SPD'nin popüler üyeleri arasında yer alan Thilo Sarrazin'in göçmen karşıtı söylemine SPD yönetiminin sessiz kalmasını gerekçe göstererek SPD üyeliğinden istifa etmişti. İçişleri Bakanlığı'nın envanterinde özel yeri olan Tanrıverdi, etkili görevlere getirilerek, devlet tarafından fonlanmaya devam etmektedir.

'İslamofobi' niçin raflardan kaldırıldı?

Göçmenlik başlığında nasıl bir politika izlenmesi gerektiği üzerine kafa yoran Alman kuruluşları ve kişilerin üzerinde mutabık kaldığı iki eğilim vardı: Çokkültürlülük ve Alman kültürünün avangardizmi. Bu iki eğilimden birincisi liberaller tarafından savunulurken, sosyal demokratlar ve Yeşiller üzerinden izlenen politika en iyimser durumda dahi kalın surlarla örülmüş gettolar yarattı. Ve sosyal demokratlar dahi iflas eden bu siyaseti savunamaz duruma düştü. Sarrazin çığırtkanlığı tam da "ben dememiş miydim"e dairdi. Diğer eğilim, Alman öncü kültürü ise Hristiyan Birlik Partileri CDU/CSU'nun geleneksel tutumuydu ve şimdi yürürlüğe konulan da budur. Zamanın ruhuna kulak vermiş Ali Ertan Toprak ve Mehmet Tanrıverdi profilindeki figürler, o günlerde çokkültürcüyken bugün Alman kültürünün önceliğini savunan cepheye yerleştiler.

Bir dönem Alman liberalizminde ''İslamofobi'' başlığı tartışılırken, bugün bu başlık tamamen unutulmuş hatta unutturulmuştur. Niçin? Çünkü ABD/İsrail ortaklığının Ortadoğu'ya dönük harita–kadastro politikalarında radikal değişiklik var da ondan! Arap, Fars, Türk düşmanlığı geçer akçe ilan edildiğinden beri İslamofobi raflardan kaldırıldı. Kimse sokakta Gazze'de yapılan soykırımı protesto etmemeli, yoksa antisemitizm yapmış olur! Ali Ertan Toprak ve Mehmet Tanrıverdi gibi Alman istihbaratının maşası kişiler için ise durum, Kürt şovenizminin hanesine artı olarak yazılabilecek fırsatlara alan açmıştır. Onun için Kürt yurttaşına ve onun eşitlik ve özgürlük mücadelesine değil, İsrail'in koltuk çıkacağı Barzanistan'a odaklanmanın tam zamanıdır!

İsrail'in maşası olma ikrarı ile aba altından sopa gösterme salınımı

Independent Türkçe'nin muhabiri Gülbahar Altaş, ''Tarihin ilk Kürt-Yahudi Kongresi Berlin'de gerçekleşti: Kim, ne dedi?'' 2 haber/yorumunda sözü geçen kongrenin haberini sunmaktan ziyade ballandıra ballandıra propagandasını yapan bir tarafgirlikle kaleme aldığı yazısında, ''İsrail ile Kürtler arasındaki ilişkiler, özellikle 1990'lardan sonra Irak Kürdistan Bölgesi'nin özerklik süreciyle birlikte güçlendi. İsrail, bu dönemde Kürtlere hem askeri hem de diplomatik destek verdi. Ancak bu destek hep gayri resmi düzeyde kaldı. Kürt siyasetçiler, bölgesel dengeler nedeniyle İsrail ile açık bir ittifak kurmaktan çekindiler ve işbirliğini genellikle gölgede yürütmeyi tercih ettiler. Bu bağlamda, Berlin'de düzenlenen kongre, söz konusu tabunun yıkılması ve ilişkilerin daha şeffaf bir temele oturtulması açısından tarihî bir adım olarak değerlendirilmektedir" sözleri ile Yahudi derken İsrail'i, Kürt derken de Barzani'yi kast edildiğinin ikrarı içindedir. Bu, ağızdan kaçan bir ikrar da değildir. Belli ki, "artık açık konuşmanın zamanı gelmiştir" diyen bir nobranlığın cesareti ile ilan edilmiş bir ikrar ile karşı karşıyayız.

Independent Türkçe muhabirinin "haber"e ilişkin dolgu malzemesi yaptığı demokratik değerler vurgusu, ırkçılık karşıtlığı iradesi, bölgesel barış ve benzeri lafların amacının, bir terör devleti olarak İsrail'in şiddetle ihtiyaç duyduğu meşruiyet arayışını karşılamaya dönük halkla ilişkiler çalışması olduğu gizlenemeyecek kadar gözler önündedir. Bir de verdiği istatistiki veriler var ki, tadından yenmez! Almanya'da ''yaklaşık 2 milyon Kürt'' yaşadığı "bilgisi" aktarılırken, bu "bilginin" nasıl ve nereden derlendiği açıklanmıyor. 

2024 resmi verilerine göre Almanya'da yaşayan 25,2 milyon göçmenin yüzde 12'si Türkiye kökenli, yani toplamda 3 milyon.3 Etnik kökene göre yapılmış resmi bir veri olmamasına karşın, bu sayının hangi kriterlere göre yapıldığı bilinmiyor. Şayet Türkiye'den Almanya'ya göçmen olarak gelen insanların nüfus kütükleri üzerinden bir değerlendirme yapılıyorsa, en başta bizzat Almanya Kürt Toplumu Derneği Genel Başkanı Ali Ertan Toprak'ın Ankara doğumlu olması ile uydurulan şablona uymaması gerekiyor! Ama atış serbest tabii, köken avcılığı yapmak artık moda.

Kürt siyasetinin Öcalan çizgisi adına sözü geçen kongreyi değerlendiren Yeni Yaşam yazarı Nesrin Akgül ise şu değerlendirmede bulunuyordu: 

"Öcalan’ın hedeflediğinin aksine, güncellenmeyen ve 'Demokratik Birlik Sözleşmesi'ni inşa edemeyen Türk devleti için İsrail-Kürt ittifakının hangi sonuçlara yol açacağı kulaklara küpe edilerek hızla adım atılmalıdır. Fırtınayı görmezden gelip limana demir atılmazsa, dalgalar gemiyi batıracaktır.'' 4

Yeni Yaşam yazarının "uyarısı" çok açık: "Çözüm süreci" adına kodlanan Yeni Osmanlıcı stratejinin gereksinim duyduğu adımlar atılmazsa, Kürt siyaseti İsrail'e dümen kıracaktır. Bahçeli-Erdoğan ikilisine selam çakılmış oluyor yani.

YouTuber İbrahim Halil Baran5 da kongreye katılan kişilerden biriydi. Kürt ulusal hareketinin Barzanici ekolüne yakınlığı ile tanınan Baran, sözü geçen kongreye ilişkin övgü dolu değerlendirmelerinde Yahudi ve Kürt düşmanlığının aynı kaynaktan beslendiğine dair düpedüz en pespaye cinsten yalancılığa dayanan video sonda, ne düzeyde bir süzme şovenist olduğunu da bir kez daha ilan etmekten geri durmuyor. "2800 yıllık Kürt–Yahudi ilişkilerinde" (ifade bu), Kürt'ten Kürdistan'a geçmenin gerekliliğini öne sürerken, İsrail/ABD planlarının ateşli bir şakşakçısı olarak kaleminden kan damlarcasına ettiği lafların pekala ayrımındadır.

Kongre'yi aslında kimler organize etti?

Kongrede, Alman hükümeti adına İçişleri Bakanlığı Parlamenter Müsteşarı Christoph de Vries (Hristiyan Demokrat Partili/CDU) ve İsrail'in Berlin Büyükelçiliği temsilcisi Guy Giladi konuşma yaptı. Açılış konuşmaları, WerteInitiative Başkanı Elio Adler ve Almanya Kürt Toplumu Başkanı Ali Ertan Toprak tarafından gerçekleştirildi.

Katılımcılar arasında öne çıkan isimler şunlardı: Shila Erlbaum (Almanya Yahudileri Merkez Konseyi, Siyaset ve Din Bölümü Yöneticisi), Rebecca Schönenbach (Totalitarizm araştırmacısı), Cahit Başar (Almanya Kürt Toplumu Genel Sekreteri), Mirjam Rosenstein (WerteInitiative üyesi), Maria Kireenko (Akademisyen), Fatma Keser (Sivil toplum temsilcisi), Veysi Dağ (Hebräische Üniversitesi), Peşrew Muhammed (Akademisyen) İbrahim Baran (YouTuber, PAKURD kurucusu) ve Abdullah Demirbaş (Eski Diyarbakır Sur Belediye Başkanı).

Kongre'yi örgütleyen asıl arka plan, Alman istihbaratı ve İsrail'dir. Alman emperyalizmi daha öncesinde de Alman İslam Konferansı düzenlemiş, İsrail karşıtı olası örgütlülükleri denetim ve baskı altında tutacak bir dizi kararı hayata geçirmişti. Bu açıdan bakıldığında garp cephesinde yeni bir şey yok gibi görünmesine karşın, Kürt–Yahudi Kongresi'nde ilk kez İsrail'in Kürt örgütlülüğü içindeki derin bağları açığa çıkmış oldu.

1https://www.youtube.com/watch?v=7PUD2fgSdr8

2https://www.indyturk.com/node/764717/haber/tarihin-ilk-k%C3%BCrt-yahudi-kongresi-berlinde-ger%C3%A7ekle%C5%9Fti-kim-ne-dedi

3https://www.bpb.de/kurz-knapp/zahlen-und-fakten/soziale-situation-in-deutschland/61646/bevoelkerung-mit-migrationshintergrund/

4https://yeniyasamgazetesi9.com/yahudi-kurt-kongresinin-dusundurdukleri/

5https://yeniyasamgazetesi9.com/yahudi-kurt-kongresinin-dusundurdukleri/

                                                                                 /././

İsrail'le ticaret yalanı: Şu an 7 Türk gemisi Aşdod Limanı'nda!

(Yalçın Çuğ)

Ticaret Bakanı Bolat yalan söyleyeli iki gün, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan yalan söyleyeli iki saat oldu. Siz bu haberi okurken, Türk patronlar İsrail'in Aşdod Limanı'nda "gemilerini yüzdürüyor".
Kamer Marine tarafından işletilen "Bozkurt" isimli gemi şu anda Aşdod Limanı'nda. (Fotoğraf: Kamer Marine)

"Bir kez daha belirtmek isterim ki Türkiye Cumhuriyeti olarak halkımızla, devletimizle hep birlikte İsrail'in bu saldırılarının karşısında durduk. Ve de 1,5 yıldan bu yana Türkiye, İsrail'de hiçbir şekilde ihracat, ithalat dahil, transit ticaret dahil dış ticaret yapmamaktadır. Gümrüklerimiz İsrail için kapalıdır. Ve dış ticaret işlemi sıfırdır."

Bu sözler iki gün önce Ticaret Bakanı Ömer Bolat tarafından sarf edildi.

"Bu kadar eskiye gitmeyelim" dersek, daha birkaç saat önce, ABD Başkanı Donald Trump'ın Gazze planını "fırsat penceresi" ilan eden AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan konuşmasında şöyle demişti:

"Tek bir masumun daha ölmemesi ve Gazzeli yavruların yüzünün gülmesi için ne yapılması gerekiyorsa Türkiye olarak bunu yapmaya devam edeceğiz. Rabb'im Gazze'nin huzura kavuştuğunu görmeyi bize, milletimize, Filistin davasına destek olan vicdan sahibi herkese nasip etsin diyorum. Buradan Gazzeli mazlumlara dayanışma mesajlarımızı iletiyor, Türkiye'nin her zaman yanlarında olacağını tekrar ifade ediyorum."

İsrail'le ticaret 9 Nisan 2024'te kısıtlandı, 2 Mayıs 2024'te ise tamamen durduruldu. En azından AKP'nin kamuoyuna duyurduğu buydu. 

Ticaret Bakanı Bolat, özellikle "transit ticaret dahil" vurgusu yapmıştı. Yani gemideki yükün başka bir ülkeden alınıp, Türkiye'ye uğramadan İsrail'e götürülmesi bile "sıfırlanmıştı".

Oysa soL'un aktaracağı bilgiler, transit ticaretin yanı sıra doğrudan ticaretin bile şu an sürmekte olduğunu ortaya koyuyor.

Patronların tek yaptığı geminin bandırasını, yani direkte dalgalanan bayrağı değiştirmek. Oysa patron Türk, şirketi işleten Türk, kimi örneklerde malın yüklendiği limanlar bile Türk limanları.

Hatta ve hatta bu gemiler şu anda bile İsrail kara sularında demirlemiş bulunuyor.

Türkiye'den yola çıktılar İsrail'e vardılar

Her ne kadar İsrail'le ticaretin durdurulduğu iddia edilsede bu iddia gerçeği yansıtmıyor. Türk şirketlere ait ve Türk şirketler tarafından işletilen gemilere başka ülkelerin bayrağı takılıyor ve bu gemiler Türkiye'den yola çıkarak İsrail'e varıyor.

Şahin 2

2 Eylül’de İzmir Aliağa'daki Nemrut Limanı’ndan kalkan Vanuatu bayraklı "Şahin 2" isimli gemi, tam bir ay sonra yani 2 Ekim’de İsrail’in Aşdod Limanı’na vardı. 

Gemide her ne kadar Büyük Okyanus ülkesi Vanuatu'nun bayrağı bulunsa da geminin sahibi RS Shipping isimli Türk şirket, gemiyi işleten ise bir başka Türk şirketi Baba Gemi İşletmeciliği.

Bozkurt

Liberya bayraklı "Bozkurt" kargo gemisi de 9 Eylül’de Fethiye’den yola çıktı. 27 Eylül’de Aşdod Limanı’na vardı. 

Bu geminin sahibi “Bozkurt Marine SA” ama her ne hikmetse şirketin faaliyet merkezi Marshall Adaları. Gemiyi işleten şirket Kamer Marine Denizlik IC ise İstanbul merkezli bir Türk firması.

Bazıları da ticarete aracılık ediyor

Vera Rose

Kamer Marine Denizclik IC başka bir gemide de karşımıza çıkıyor. Fakat burada ufak bir fark var. Kadir Çolak Shipping & Trading’e ait olan “Vera Rose” isimli kargo gemisini işleten Kamer Marine Denizcilik IC, bu sefer rotasına Türkiye’yi eklemiyor. 

Mısır’ın Port Said Limanı’ndan 26 Eylül’de yola çıkan Saint Kitts ve Nevis bayraklı gemi, ertesi gün Aşdod Limanı’na ulaşıyor. Yani bu sefer Kamer Marine Denizcilik IC ticarete aracılık eden şirket konumuna yerleşiyor.

Navin Harrier

Aynı yöntemi kullanan başka Türk şirketleri de var. İstanbul merkezli “Nordic Cyclone” şirketi, sahibi olduğu “Navin Harrier” isimli gemiyi, bir başka Türk şirketi Bright Denizcilik ve Gemi’ye kiralıyor.

Bright Denizlik ve Gemi de Marshall Adaları bayrağına sahip kargo gemisini 10 Eylül’de Yunanistan'ın Sousaki Limanı'ndan yola çıkartıp dört gün sonra Aşdod Limanı’na ulaştırıyor.

Benigane

Bu yöntemi izleyen bir diğer şirket de Aras Gemicilik. 

Palau bayraklı kargo gemisi “Benigane”, 3 Ekim’de Kıbrıs Cumhuriyeti’nde bulunan Vassiliko Limanı’ndan yola çıkıyor, 4 Ekim’de Aşdod Limanı’na varıyor.

Jasim

Rotasına Türkiye'yi eklemeden İsrail'le ticarete aracılık eden Türk şirketlerden bir başkası Archbulk Gemi İşletmeciliği. Şirket, sahibi olduğu Saint Kitts ve Nevis bayraklı kargo gemisiyle İsrail ticaretine hizmet ediyor.

Mısır’ın El Ariş kentinden 1 Ekim’de çıkan “Jasim”, ertesi gün Aşdod Limanı’na ulaştı.

İş cinayetleriyle gündeme gelen şirket de listede

Öte yandan listemizde dikkat çeken bir şirket daha var. Kestrel Denizcilik ve Ticaret LTD’ye ait “Kestrel S” isimli kargo gemisini işleten Armador Gemi İşletmeciliği.

Armador Gemi İşletmeciliği, EOS Group'un patronu Ebru Paylan Şenkaya'ya ait şirketlerin biri. EOS Group bünyesindeki gemi ve işletmelerde bugüne kadar 16 işçi yaşamını yitirdi. Son cinayet Güllük Limanı'nda yaşandı. İhmalleri, riskleri tek tek kayda alan operatör Mehmet Şah Ece, zorla çıkarıldığı vincin devrilmesiyle geçen sene hayatını kaybetti.

Patron Şenkaya işçileri umursamadığı gibi Filistinlileri de umursamamış olacak ki, Armador Gemi İşletmeciliği’ne ait Liberya bayraklı “Kestrel S” isimli kargo gemisi 1 Ekim’de Aşdod Limanı’na ulaşmış.

                                                ***

ABD’deki NTV olayı: Otosansüre isyan!

(Atilla Özsever)

NTV Washington Temsilcisi Hüseyin Günay, kayıtta olmadığı bir sırada Erdoğan-Trump görüşmesinden Türkiye’nin hiçbir şey kazanmadığını küfürlü ifadelerle anlattı. Bu sözler, AP ajansının kamerasına yansıyınca Günay işten çıkarıldı. 2019 yılında NTV’de çalışan Oğuz Haksever’in de başına benzer bir olay gelmişti. Gazetecinin otosansürü bir yerden sonra patlak veriyor…

NTV Washington Temsilcisi Hüseyin Günay, bu hafta başında ABD Başkanı  Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Beyaz Saray’daki görüşmesi sırasında sarayın bahçesinde Anadolu Ajansı muhabiri Yasin Öztürk’le sohbet ederken Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta Trump’la yaptığı görüşmeye değindi.

NTV Temsilcisi Günay, bu ziyaret sonucu Türkiye’nin hiçbir şey kazanmadığını ifade ederken küfürlü değerlendirmelerde de bulundu. O sırada Amerikan Haber Ajansı Associated Press (AP) kamerası bu sözleri kayda almış, Günay da kayıtta olduğunun farkında değilmiş.

Hüseyin Günay, küfürlü konuşmasının yanı sıra “Biz ‘babayı’ aldık, yani hiçbir şey alamadık. Hakan Fidan’ın (Dış İşleri Bakanı) üstüne oynuyorlar. Bilal (Erdoğan’ın oğlu), damat (Selçuk Bayraktar), Hakan Fidan kavgası var. Üç ekibin kavgası.” şeklinde sözler söyledi. Bu konuşma, sosyal medyada hızla yayılınca NTV işvereni, Hüseyin Günay’ın işine son verdi.

Hüseyin Günay, olay sonrası yaptığı açıklamada, "Bugün gündemdeki talihsiz yerim başka ama sizinle paylaşmaya can attığım bir haber vardı. Bugüne denk geldi, tamamen tesadüf. Mutluluğumu sizinle paylaşmak ve bu sevincimize ortak olmanızı isterim. Baba oldum, artık Hüso baba diyeceksiniz" ifadelerini kullandı. Yani, Günay, bir özür dilemeye gerek duymadı.

Oğuz Haksever’in de başına geldi

Yine NTV’de çalışan deneyimli televizyoncu Oğuz Haksever’in de 27 Mayıs 2019 günü program sırasında başına benzer bir olay gelmişti. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Yassıada’da basın mensuplarıyla gezerken şöyle bir konuşma yapmıştı:  

"Yassıada demiyorum. 'Yaslı ada' diyorum. Temennim odur ki adayı sadece ulusal değil uluslararası bazda da toplantıların yapıldığı bir ada haline getirmektir."

Oğuz Haksever de, saat 13.00'de NTV’de canlı haber bültenini sunarken mikrofonun açık olduğunu unutmuş ve Erdoğan'ın konuşması sırasında, "Ne yaslısı be, canına okumuşsun" deyivermişti. Haksever'in bu sözlerinin ardından reji mikrofonun bağlantısını kesmişti.

Olayın ardından açıklama yapan Oğuz Haksever "Aslında tepkim projeyi hazırlayanlara yöneliktir. Yayın sırasında oluşan bu talihsizlikten ötürü tüm kamuoyundan özür diliyorum." demişti. Daha sonra 20 yıla yakın çalıştığı NTV’den ayrılırken yazdığı veda mektubunda da “Basiretimin bağlandığı bir özürlük olayım varsa beni affetmelerini diliyorum” diye bir ifade kullanmıştı.

Belli bir zaman sonra Oğuz Haksever’in Haber Global ile anlaştığı ve kanaldaki programıyla ilgili tanıtım çekimlerinin yapıldığı belirtilmişti. Fakat bir süre sonra Medyaradar’ın haberine göre, kanalın genel yayın yönetmeni Erdoğan Aktaş’ın Haksever’i arayarak “Oğuz abi Ankara’dan telefon geldi. Seni ekranda istemiyorlar” dediği ifade ediliyordu.

Medyada otosansür

Basın dünyasında otosansür, yani gazetecinin kendi kendini sansür etmesi, hemen hemen her dönemde olmuştur denebilir. Ancak gazetenin ya da medya kuruluşunun bir patronaj müessesesi bünyesinde olmadığı, demokratik, yatay ilişkilerin ağırlıklı olduğu kuruluşlarda bu tür sansür örnekleri sınırlı düzeydedir.

Özellikle 1980 ve de daha çok 1990’lı yıllardan itibaren medyanın mülkiyet yapısındaki değişim sonucu, yani medya patronlarının basın dışı işlerle uğraşması, sanayici olması, başka şirketlerinin bulunması ve medyadaki tekelleşme süreci, gazetecinin otosansürüne daha geniş biçimde yol açmıştır.

AKP öncesi dönemde de medya patronlarının siyasal iktidarla yakın ilişkileri sonucu kendi yayın kuruluşlarında hükümet aleyhine olabilecek haberlerine pek rastlanmazdı. Aslında editoryal bağımsızlık dediğimiz kavram, gazetecinin kendi patronu dahil, sermaye kesimine ve güç odaklarına, siyasal iktidara karşı bağımsız bir konumda haber yapması, yorumda bulunması demektir.

Editoryal bağımsızlık

Editoryal bağımsızlık, 1960-1980 yıllarını kapsayan nispi demokratik dönemde, basında sendikalaşmanın da var olduğu bu süreçte, belli ölçülerde uygulanmışsa da daha sonra ve özellikle şimdi içinde bulunduğumuz AKP döneminde büyük sıkıntı yaşamakta, hükümet aleyhine yazı ve haber kullanımı gazetecinin soruşturulmasına, gözaltına alınmasına ve hatta tutuklanmasına yol açmaktadır.

“Yandaş medya” tanımına giren basın kuruluşlarında AKP aleyhine olabilecek haber ve yorumlara rastlanmadığı gibi gazetecilerin bu otosansür zihniyeti ile hareket etmesi de istenmektedir.

Her şeye rağmen bir ölçüde yaptığı işin evrensel gazetecilik ilkelerine aykırı olduğunu, otosansür anlayışı taşıdığını bilen gazeteciler, “ekmek parası” uğruna bu anlayışa uygun hareket etseler de bir yerden sonra “bilinçaltı” dışa vurum yapıyor, gazetecilik refleksi patlak veriyor. Gazeteci, bir şekilde gerçeği ifade etmek zorunda kalıyor.

Hüseyin Günay ve Oğuz Haksever olaylarına da bu gözle bakmak gerekebilir. Gazeteci, aslında kendisini iş güvencesi açısından güçlü hissettiğinde bu otosansür olayına karşı çıkabilecektir. Nitekim bu güçlülüğün en önemli göstergesi, gazetecinin örgütlü olmasıdır, yani sendikalaşmasıdır, sendikasından güç almasıdır.

Basında sendikalaşma

Ancak günümüzde, medyadaki sendikalaşma oranı, genel sendikalaşma oranının da altındadır. Çalışma Bakanlığı’nın Temmuz 2025 işkolu istatistiğine göre ülke genelindeki sendikalaşma oranı yüzde 14 iken, basın işkolundaki bu oran yüzde 13’tür.

Tabii ki sendikasızlaşmanın bir süre nedeni bulunuyor. O konuya şimdilik girmeden gazetecinin bu güvencesinden eksikliğinin yanında bir emekçi olarak çalışmak zorunda olduğu da aşikardır.

Muhabir, kameraman düzeyinde “yandaş medyada” çalışan arkadaşlarımız, ister istemez otosansür uygulamasına “ekmek parası” uğruna boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Ancak deneyimli, daha önceki çalışmaları sayesinde belli bir ekonomik güce ulaşmış, yazar statüsündeki gazetecilerin siyasal görüş anlamında da AKP zihniyeti ile bir uyuşmazlıkları varsa otosansür anlayışını uygulamaması, evrensel gazetecilik ilkeleri açısından “yandaş medyada” çalışmayı tercih etmemeleri gerekir.

Tüm bu koşullara rağmen bağımsız gazetecilik anlayışını benimseyen, evrensel ilkelere sadık kalan medya çalışanlarının örgütsel anlamda da güçlenip mücadelelerini sürdürmesi dileğimiz olacaktır… 

                                                          /././

Modernizm, postmodernizm ve örgütlülüğe dair

(Fide Lale Durak)

Bir sanat eseri neye göre modern ya da postmodern olabilir? Bunlardan biri sahip çıkılıp diğeri kavga edilmesi gereken bir şey midir? Bugün üretilen her şey çöp ve geçmiş sadece asıl sanat eserlerinden mi oluşur?

Postmodernizm devrimler çağının kapandığını iddia eder. Bu düzeni değiştirmek isteyenlerin postmodernizmin argümanlarına karşı çıkmalarındaki en temel mesele biraz da budur. Modernizm gerçekten de devrimler çağıdır. 1800’lerin başında Fransa’daki kalkışmalar ve dönüşümler, Avrupa’daki kazanımlar, 1917’de Rusya’daki devrim, Türkiye’nin Cumhuriyet’e kavuşmasını da dahil edebileceğimiz 20. yüzyılın başında yaşananlar ve Çin, Küba gibi birçok ülkedeki devrimci dönüşümleri de düşünürsek, hepsinin modern dönemde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Modern dönemi 20. yüzyılın ortalarında sonlandırıp sonlandıramayacağımızdan bağımsız bir şekilde ifade edecek olursak, postmodern dönemde de devrimler yaşandı. Adına renkli devrim denilen karşı devrimlerin özellikle yakın coğrafyamızda yıkıcı etkileri oldu. Ancak postmodern denilen dönemde de kapitalizm ortadan kalkmadığına göre işçi sınıfı adına gerçekleşebilecek bir devrim gerçekliğini korumaya devam ediyor.

Bu dönüm noktaları ve tarihlerden yola çıkarak kolaylık olması açısından modern ve postmodern kavramlarını kullanmaya devam edeceğiz. Kapitalist sistemin devam etmesine paralel olarak modernizmi ortaya çıkaran temel dinamikler de değişmedi ama devrimlerin oluşumunu hazırlayan örgütlü düşünce yıkıma uğradığı için hem insanlık çok uzun süredir devrimsiz kaldı hem de devrimci avangard düşünce delik deşik edildi. İşte postmodernizm tam da bu yıkımın düşüncesi olarak yerleşti. Her örgütlü düşünce gibi kendi davranışlarını, biçimlerini ve kültürünü oluşturdu. Ancak gökten zembille de inmedi. Kapitalist gelişkinliğin ulaştığı tekelleşme ve kâr hırsının durmak bilmez saldırganlığı bir taraftan zenginlere cennet bahçesi yaratırken diğer taraftan toplumu çürütüp, deforme etti. Yıkım maddi ve soyut anlamda her yerde yaşandı, halen yaşanıyor. Benzer şekilde modernizmin yıkıma uğraması da kaçınılmazdı. Postmodern sanat çoğu örnekte modern sanatı kinik biçimde alaya alan bir parodi olarak karşımıza çıktı. Ancak dikkatli gözler modern sanatın avangardlarının da kendinden öncesini alaya aldıklarını görecektir. 

Öyleyse bir sanat eseri neye göre modern ya da postmodern olabilir? Bunlardan biri sahip çıkılıp diğeri kavga edilmesi gereken bir şey midir? Bugün üretilen her şey çöp ve geçmiş sadece asıl sanat eserlerinden mi oluşur?

Sorular uzatılabilir ve hiçbirinin cevabı basit olmaz. Her marksistin yapacağı gibi diyalektik gözlüğünü takarak anlamamız gerekiyor. Sanatçı içinde yaşadığı toplumla iletişim halinde ürettiği için ne tek başına bir insan olarak yenilik getirebilir ne de öznelliği olmaksızın sadece nesnellik ifadelerini sanat olarak üretebilir. Bu tartışma hiçbir zaman toplumların tarihinden bağımsız ele alınamaz. Örneğin, modern sanatın ortaya çıkışında toplumsal üretim araçlarının değişime uğraması, modern sınıfların oluşması ve devrimlerle yönetim sistemlerinin el değiştirmesi, sanatta avangard yaklaşımlara büyük bir zemin oluşturmuştu. Tanrıların yerini gündelik hayattan insanlar alırken bunun bir önceki dönemin kutsalının al aşağı edilerek yapılması ise kaçınılmazdı. Modern sanat, yeni bir biçimin gücüyle, içeriğin kendisini dayatmasıyla, yeniden yorumlamayla ve parodiyle kendinden bir öncekini al aşağı etti.

Bugünün sanatı da elbette yeni olanı arıyor, aramalıdır. Belki güncel olan sadece yenilmişlikte ya da yıkımda bulunabilir. Bugünü anlatmadığı söylenemez, ancak bugünün tamamını ifade ettiği de iddia edilemez. Nesnelliğin türevlerinin imgeleri de sanatsal bir pratik olsa da bizim arayışımız eninde sonunda bunun ötesine geçebilmekte olmalı. 

Peki sadece sanatın izleyicisi olarak ne yapabiliriz? Kestirme bir yöntem olarak gözümüze hoş görünen sanatı sevip geri kalanıyla ilgilenmemek de mümkün ama, her emek verilen konunun hayatımıza bir güzellik katması gibi, sanatı anlamaya emek verdiğimizde de yaşadığımız görsel bombardıman çağında aklımızın savunma kalkanlarını geliştirebilir ve hatta kendi örgütlü düşüncemizi estetik bir biçimle daha etkili hale getirebiliriz. 

Sanat bize daha iyi görebilmemiz için gereken bakış açısını verebilir çünkü gerçekten “görmek” içinde düşünceyi de barındıran bir eylemdir. Bu düşünceli eylem estetiğin ideolojisi ile ilişkilidir. Estetiğin vazgeçilmez bir unsuru olan biçimi kendi hayatımızın filtresinden geçirebiliriz. Bir kavganın estetiği üzerine düşünmekten, bir eylemde ritim tutturmaya ya da bir posteri asarken nasıl daha etkileyici olabileceğini hesaplamaya kadar yan faydalarını sayabiliriz. 

Peki meseleyi bununla sınırlandırsak ve konuyu kapatsak? Sonuçta sanat araçsal değil midir? Öyledir. Sanat çok etkili bir araçtır. Ancak bugün ideolojik alanda kaybedilmiş bir araçtır. Tekrar geri kazanmayı ise sadece siyasal bir devrimin sonucunda beklemek onu devrimin içerisinde yeniden kaybetmeyi neredeyse kesin hale getirir. Kaybedilenin bugünün içinde kavga edilerek geri alınması, ancak işçi sınıfının örgütlülüğüne dair yeni estetik biçimlerin hep beraber aranması ile mümkün olabilir. 

Bunu denememek en kibar tabirle kolaycılıktır. 

Diğer taraftan sanatın araçsallığı, “Amaç mı, araç mı?” sorusunu boşa düşürecek bir gerçekliğe işaret eder ama aynı zamanda tuzak kurar. Çünkü estetik ancak sanatın kendi içindeki amaçlarını kavramakla geliştirilebilir. Bu tuzak, içeriği iyi niyetli ama biçimi vasat işler ürettirirken kaybetmeye de mahkum eder. Sanatın araçsallığını işçi sınıfı adına yeniden kazanabilmemiz için onun en gelişkin estetiğini aramak zorundayız. 

Bunları yapmak bir görev paylaşımı ve sorumluluk getirir. Üretici öznenin ortaklıklar araması, belki burada yazarken akla gelmeyecek deneyselliklere cesaret etmesi, ön açıcı olması ve örgütlenmesi elbette en başa yazılması gerekenlerdir ama bu her öznenin zaten kendi sorumluluğundadır. Bizim bu yazılarla yapabileceğimiz daha genel anlamda yaratabilecek bir ortaklığa katkı koymak olabilir. 

Postmodernizm olarak tanımlanan dönemle kavga ederken ya da belki oluşmuş gelişkinliklerini kavrayıp ileriye bakarken onun üzerinde tepindiği modernizmi iyi anlamamız ve oluşum dinamiklerini bilmemiz, benzetme yerindeyse, savaşa giderken doğru kurşunu almamıza yardımcı olabilir.

soL’un yeni döneminde ele alacağımız yazılarda modernizme odaklanmamızın temel anlamı bu olacak. Güncel konularla zaman zaman zenginleşecek bu yazı dizisinin tamamından bir modern dönem görsel sanatlar okuması yapılmasının mümkün olmasını amaçlayacağız. 

Umarız başarabiliriz. Şimdiden iyi okumalar…

                                                            /././

Meşruiyet Küfesi

(Berkay Kemal Önoğlu)

Memleketinden uzak üniversite okumak için gecesi gündüzü kalmayan öğrencilere, sokak ortasında vurulma korkusuyla yaşamaya mahkum ettikleri kadınlara sökmez bu olmayan meşruiyet. Sırtımızdaki yükten kurtuluruz elbet. O günler için yaşıyoruz inatla. Ha gayret!

“Türkiye sahipsiz. Amerika’ya, İsrail’e teslim oldu... Başta, devlette sahip yok. Her şeyin ipini koyverdi. Zenginlere para dağıtıyor, fakirlere hiç... Gavur parası 50 lira oldu, her şey arttı, ses yok. Onlar sadece ceplerine uğraşıyorlar, fakir fukarayı düşünen yok... Yemek yemedikten sonra geçiniyoruz. Yemiyoruz. Patates olmasa kaldık.”

Konyalı ihtiyar çiftçi 40 yıl işlediği tarlasından koparılıp İstanbul’da bir pazarda sırtında küfesi, uzatılan mikrofona derdini yanıyor. Şimdi hamallık yapıyor. 40 yıl dile kolay. Sonra kuraklık gelip çatıyor. Anlaşılan hazine arazisini değerlendiren çiftçi tapu çıkaramadığı için destek alamıyor. Bir yıl daha deniyor ekinin verimini. Sonraki yıl İstanbul’a göçüyor, sürülüyor 40 yıl sürdüğü toprağından…

Bu kısa seslenişte kameraya yansıyan o gözlerde Anadolu’nun yorgunluğunu, dargın öfkesini ve her şeye rağmen içinde tuttuğu mağrur yaşama inadını aynı anda görüyoruz. Abartı barındırmayan buz gibi bir gerçeği, patates olmasa ortada kalacaklarını söylerken amcanın yüzüne bir gülümseme yayılıyor. Sizde nasıl duygular uyandırdı bilmiyorum ama bana kalırsa işte o gülümseme biriken öfkenin taşmaya en yakın olduğu nokta ve er geç de taşacak. Çünkü “başta, devlette sahip yok”.

Yalnız bugünden değil, yarından da ümidi olmayanlar böyle konuşur. Ve böyle konuşanlar tepelerine çöreklenmiş egemen sınıfların açığını bir kez daha affetmezler. Er ya da geç görecekleri belirgin bir zaafiyetin cezasını illa keserler. Çünkü yaşama inadı her zaman ümitsizliğe ağır basar.

Geçen hafta ABD Başkanı’nın özgün diplomasi anlayışına yakışan cinsten “biz ona meşruiyet verdik” çıkışı gündeme oturmuştu. AKP cenahından durumu toparlamaya yönelik hamleler de gecikmedi elbette. Önce TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş “meşruiyetin kaynağı millet iradesidir” dedi. Sonra da bizzat Erdoğan bu lafı Meclis kürsüsünden dillendirdi. Yalnız sözle yapmadılar. Meclis açılış oturumu ve sonrasında objektiflere yansıyan fotoğraflarla ustaca örülmüş bir PR çalışmasına da şahit olduk. Millet iradesi Meclis'te tecelli ediyor, Meclis de silme Erdoğan’ın dizinin dibine sıralanıyordu.

Doğru söze ne denir? Meşruiyet elbette kaynağını halktan alacak.

Peki önünü göremeyen, güven duygusunu yitirmiş, gelecekten ümit kesmiş halk kendisini yönetme hakkını kime ve neden teslim edecek?

***

Ülkece önemli bir viraja doğru süratle yol aldığımızı hissettiğimiz günlerde, bir yanda böyle yerinden yurdundan edilmiş, ekmeği elinden alınıp gurbete sürülmüş, 70 yaşında sırtında küfe taşıyanlar var.

Öbür yanda?

23 yaşında milyon dolarlık sermayeye ulaşan vurguncu şirketlerin başında AKP’li tosuncuklar. Babalarının nüfuzu ile işledikleri günahlardan sıyrılıp, adalet terazisinin üzerinde muamele gören trafik canavarları. Ultra lüks arabalarında pudra şekerine ekmek banan mafya bozuntusu küçük beyler. Uyuşturucu trafiğininin bir kısmını elinde bulundurduğu artık sır olmayan, devletin valisini, kolluk gücünü karşısına ip gibi dizen haramzadeler. Bakanlığın güya genç yönetmenlere dağıtacağı destek programlarına 50 yaşından sonra göz koyup cebini dolduran yağmacılar…

Sonradan görmeler kadar önceden görüp han-ı iştihada paylarını katlamaya devam edenler de var elbette.

Emin olun, 70’inden sonra sırtlarında küfe taşımaya mahkum bırakılanların küfelerinin içi bunlarla dolu…

Olmayan meşruiyet bu küfenin içinde!

Kenar mahalle pazarlarında, üç harfli ucuzluk marketlerde çürümeye yüz tutmuş meyve sebzeyi ayıklayıp evine götürme derdindekilere, üzerine kilit vurulan merdiven altı atölyelerde 16 saat makine başında ter döken işçilere, memleketinden uzak üniversite okumak için gecesi gündüzü kalmayan öğrencilere, sokak ortasında vurulma korkusuyla yaşamaya mahkum ettikleri kadınlara sökmez bu olmayan meşruiyet.

Sırtımızdaki yükten kurtuluruz elbet. O günler için yaşıyoruz inatla. Ha gayret!

                                                     /././

      https://haber.sol.org.tr/

                              




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ekim 2025-

Viva İspanya -Hasan Göğüş- İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in bir özelliği var. Kişisel bilgilerinde dini inancı “yok” yazıyor. Göreve başla...