15 Şubat 2014 Cumartesi

Batsın Böyle Gazetecilik - NİLGÜN CERRAHOĞLU



Medyanın sefaletinin son perdesini izlerken yirmi gün önce TGC’de andığımız Mumcu’yu düşündüm. 

Gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur” diyordu Uğur Mumcu gazeteci” tanımını yaparken: “Sır saklayan, haber, bilgi kaynağını gizlemesini bilen; gerektiğinde hükümetlere, güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan gazetecidir!” 
Türk basınına adını altın harflerle yazdıran Mumcu; geçen gece Cüneyt Özdemir’in programında “Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu total rezaletin sorumlusu benmiyim?” diyerek “Alo Fatih” durumunu açıklamaya çalışan Fatih Altaylı’yı görse acaba ne derdi? 
‘Onurlu yirmi gazeteciden biri’ 
“Bu olay bilinen medyaya baskısının ortaya çıkmasıdır. Neil Armstrong’un aya ayak basması gibidir... Ben namuslu bir gazeteci olarak bugünlerin elverdiği ortamda elimden geleni yaptım… Herhalde Türkiye’de 20 tane onurlu gazeteci varsa onlardan biriyim” diyen Altaylı’ya Mumcu acaba neler söylerdi? 
Türkiye’nin yaşadığı en feci askeri darbe dönemlerinde araştırmacı gazeteciliğin âlâsını yapan/yapabilen Mumcu’yu düşünün bir; bir de “Alo Fatih” gazeteciliğini. 
Aradaki fark bir taraftan askeri-sivil baskı dönemleri istibdatını karşılaştırmak açısından somut bir ölçü sunarken bir yandan gazeteciliğin nasıl trajikomik hal aldığını, giderek hatta katlanılması güç bir karikatüre indirgendiğini gösterecektir. 
Sadece Altaylı mı? 
‘Çok acı bir öykü’ 
Gezi’nin sanal “Kabataş” mağduru için; “Ben cesur bir kadın tanıdım o gün...Kalabalık bir grup tarafından darp edilen, tacize uğrayan, bebeği ve kendisi içinölümüne korkan, olur da şikâyette bulunursa sokakta tekrar başına bir şey gelir mi kâbusu gören... Travmaya tanık oldum, konuşmasına, bana bakamayışına, olayı konuşurken bebeğini odada istemeyişine... Ellerini hiçbir yere koyamayışına... Geç gelen ama sonrasında hiç bitmeyen gözyaşlarına... 
Kâbuslarına, sütten kesilmesine değinmiyorum bile... Ruhunda telafisi imkânsız darbeler yaratmış bir şey yaşadı Z.D. Başına gelmeyen kalmadı. Ne acı” diye hiç olmayan/olmamış bir saldırının psikolojisini nakleden Balçiçek İlter’in “kullanışlıgazeteciliği” için ne derdi acaba Mumcu? 
“Çok ama çok acı bir öykü, maalesef gerçek. MOBESE görüntüleri dahil pek çokşey var, savunulur tarafı olmayan bir olay” diye aynı masala kefil olan bir İsmet Berkan için ne derdi? 
‘Gazeteciliğin bittiği an’ 
Esad röportajı için “gidilmeyecek!” komutu aldıklarında gazetecilik adına direnç sergileyemeyen gazetecileri görse Mumcu ne derdi? 
O gazetecilerden biri olan Amberin Zaman, -olaydan 1.5 yıl sonra!- dünkü köşesinde “Türkiye’de gazetecilik bitti!” dediği anın, o meşhur Esad röportajı vetosunu yedikleri an olduğunu yazdı! 
Kuzey Kore’ye az kaldı… 
Mumcu sonra Başbakan Rajoy’la Erdoğan’ın ortak basın toplantısında yaşananları ve o basın toplantısını izleyen El Pais yazarının Ankara’dan gönderdiği dehşetengiz değerlendirmeleri okusa ne derdi? 
Bir kreşendo halinde Erdoğan’ın yükselen öfkesini kayda geçen; bu meyanda başbakana soru sormak gafletinde bulunan bir gazetecinin muhatap kaldığı fırçaya ve yalnızlığına tanık olan Avrupalı medya mensubunun “Bir gazetecinin bu kadar açıkçatehdit edilmesine şimdiye kadar hiç tanık olmamıştım!” diyen tweet’lerini görse ne düşünürdü? 
Listeyi uzatmak mümkün. 
Örnekleri yan yana koyduğunuzda, yuvarlanılan çukurun Mumcu döneminde kullanılan; “yandaşlık/yalakalık” gibi kavramların ötesine geçtiği görülüyor. 
Olmayan saldırıları olmuş gibi anlatan… 
Buna karşın açık saldırı karşısında başını öte yana çeviren bu “Alo Fatih” gazeteciliği artık “yandaşlık” sınırını geçip bildiğimiz Goebbels propagandasına bağlanmış. 
Erdoğan’ın “Bu gazetecilik batsın!” temennisi sonunda gerçek olmuş ve Türkiye’de gazetecilik batmış… 
AKP’nin iktidarda olduğu son 10 yılda, Türkiye, basın özgürlüğünde 56 sıra gerileyerek 180 ülke arasında 154. sıraya savrulmuş. 
Mumcu dönemine gitmeyip bilançoyu AKP yılları ile sınırladığımızda uluslararası basın örgütleri tarafından kayda geçilen bu korkunç tabloyla karşılaşıyoruz. 
Sınır Tanımayan Gazeteciler”in son raporuna göre Türkiye, basın özgürlüklerinde dünya ülkeleri arasında 2005’teki 98. sıradan -yani ortalardan!- listenin kuyruğundaki 154. sıraya düşmüş. 
Bir üstümüzde Irak, bir altımızda Gambiya var! 
Ha gayret! Kuzey Kore’nin rekorunu yakalamaya az kaldı. 
AKP birkaç yıl daha başımızda kalırsa 180. sıraya doğru hızla koşarak ıskaladığımız bu rekora da ulaşabiliriz!  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

13 Şubat 2014 Perşembe

‘Alo Fatih’in Sıradanlığı…- NİLGÜN CERRAHOĞLU

“Kötülüğün Sıradanlığı”nı keşfeden Hannah Arendt’ın filmini yeni gördüm. Festivalde kaçırmıştım… 


’50’li yıllarda yazdığı “Totalitarizmin Kökenleri” isimli kitabıyla baskıcı sistemlerin çözümlenmesinde çığır açan ve sağ/sol “totalitarizmlerin” mantığını, işleyişini mercek altına tutan ilk büyük düşünür olan Arendt, arkadan “Kötülüğün Sıradanlığı” adındaki diğer ünlü eseriyle dünyayı sarstı. 
Alman yönetmen Margarethe von Trotta, iki yıl önce bu olay düşünürle kitabını filme aldı. 
Nicedir izlemeyi düşündüğüm filmi dün gördüm. Mutlaka sizin de DVD/internetten izlemenizi salık veririm. 
Film, SS subayı Adolf Eichmann’ın yakalanması ve İsrail’de yargılanmasıyla başlıyor. 
Nazizmden kaçarak ABD’ye sığınan Arendt, o yıllarda New York’ta New School’da ders veriyor ve New Yorker tarafından Eichmann davasını izlemek üzere İsrail’e Kudüs’e gönderiliyor. 
Mahkemede Eichmann’ın ifadeleri ve sergilediği sıradan tavırların doğrudan tanığı olan Arendt New York’a dönüşünde, siyasi düşünce tarihinde devrim yaratan“Kötülüğün Sıradanlığını” yazıyor. 
Aslında insanlar, Nazizmin en has temsilcilerinden olan Eichmann’ın, diğer insanlardan farklı bir “öcü” olmasını bekliyor. 
Ama Arendt, “Hayır yanılıyorsunuz!” diyor: “O içinizden biri. Sizden hiç farklı değil. O bu kadar içinizden biri olduğu için; aslında kötülük hep bu kadar alelade ve sıradandır!” 
Faşizmin dayanağı 
Bu kadar sıradan biri o korkunç cürümleri peki nasıl işliyor/işleyebiliyor… sorusuna ise Arendt, “Basit”yanıtını veriyor: “Aklını kiraya vererek!” 
Eichmann, sisteme seferber ettiği “aklını” bizzat kendi adına kullanmaktan kaçındığı için, artık “iyi-kötü”/“doğru/yanlış” farkını ayırt etmeyi unutuyor! 
“Büyüklere sadakat” her şeyin üstüne çıkıyor… 
Bu, kariyer kaygısıyla birleştiğinde, ahlaki tüm değerler uyuşuyor. 
Herkes az çok, bu akıl tutulması sonunda “Eichmann-laşıyor”. 
“Benim” diyerek kendisini savunuyor Eichmann: “Yahudilerle alıp veremediğim yok.Ben yalnız bana verilen emirleri ifa ettim!” 
Bunu faşizmin, (“Eichmann sorununun”) en can alıcı yönü olarak tanımlayan Arendt, bu şekilde kötülüğün rutinleştirildiğini / sıradanlaştırıldığını söylüyor: 
“Eichmann sorununun en feci tarafı; Eichmann gibi nicelerinin olması -ki bukişilerin hepsi, ürkütücü ölçüde ‘normaller’ diyor: “Sadist ya da sapık değiller. Bu‘normallik’, yapılan tüm canavarlıkların toplamından daha ürkütücü. Çünkü‘normallik’ şablonuyla hareket eden şahıslar, beter suçları işlerken bir ‘yanlış’ içinde olduklarının ayırdına varmıyorlar…” 
‘Rezaletin sorumlusu ben miyim?’ 
Filmden çıkıp eve döndüğümde, Fatih Altaylı’nın 5N1K’da Cüneyt Özdemir’e verdiği “ses kayıtları” söyleşisiyle karşı karşıya geldim. 
Altaylı’ya “Nazi” yakıştırması yapmıyorum ama maşallahı var; o da var gücüyle “AloFatih”in sıradanlığına sığınıyor! 
“Hiçbirimizin birbirimizden farkı yok!” diyor: “Hepimize baskı var. Özel sohbetlerimizde bunları birbirimize ifade etmiyor muyuz? Medyaya baskı nedir başka türlü? Rica ederiz bunları kullanmaz mısınız mı diyorlar sanıyorlardı… Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu total rezaletin sorumlusu ben miyim? Ben olabildiğince onurlu bir şekilde bu gazeteyi çıkarmaya çalışıyorum. Bugüngazetecilik onuru ayaklar altındadır, her gün bir yerlerden talimatlar yağıyor… Bu olay, bilinen medyaya baskının ortaya çıkmasıdır. Neil Armstrong’un aya ayak basması gibidir… Ben gidersem gazete kalır mı, emin değilim… Ben namuslu bir gazeteci olarak bugünlerin elverdiği ortamda elimden geleni yaptım… Herhalde Türkiye’de 20 tane onurlu gazeteci varsa onlardan biriyim. Kimse de bana ruhunu şeytana satmışsın demiyor.” 
“Yoktur farkımız! Hepimiz aynı şartlardayız. Şartlar ne elverdiyse ben onu yaptım!”kontenjanından kendisini bir çırpıda aklayan Altaylı; bu “rasyonalizasyonu” öyle noktalara vardırıyor ki “Armstrong’un aya ayak basmasıyla” örnek biçtiği olaydan neredeyse kendisine bir kahramanlık payesi çıkarıyor. 
İstibdat ‘tabu’ olmayınca 
Krizin en korkunç yönü bu. 
Olan bitenden kimsenin utanıp sıkılmaması… 
Bir kez olsun bir vicdan muhasebesi, yüzleşme gereksinimi duymaması... 
Niye? 
Çünkü toplu akıl tutulmasında, herkes aklını rutine dönüşen “Alo Fatih”e teslim etmiş… 
“Toplu rezaletin sorumlusu ben miyim?” deyip çıkıveriyor işin içinden… 
Sorun, münferit Fatih Altaylı meselesi değil. 
“Alo Fatih” dalgasını Türkiye, bir doğa olgusu izler gibi izliyor. 
Güneşin doğuşu ve batışını izler gibi veya bir doğa afeti izlercesine olayların arkasından sürükleniyor. 
Baskının bunca sıradanlaştırılması, rutinleştirilmesi ve içselleştirilmesi, son kertede baskıyı yapanı güçlendiriyor. Daha cesaretlendirerek pervasızlaştırıyor. 
Öyle olmasa Başbakan hodri meydan çıkıp, “Habertürk’ü aradıysam ben aradım!”der mi? 
İstibdadın “tabu” olmaktan çıkması, maskeye artık gerek bırakmıyor.  

Bu Koşullarla Güvenli Seçim??? - EMRE KONGAR

Eski Anayasa Mahkemesi Genel Sekreteri ve raportörü Bülent Serim’in, odatv’de 9 Şubat 2014’te, “Adil bir seçim nasıl olur” başlığıyla yayımladığı incelemeden alıntılara, SEÇSİS, UYAP, Baraj ve Af konularıyla devam ediyorum. (Siyahlar benim. E.K.)

***
SEÇSİS ve UYAP. ...SEÇSİS’in altyapısı olmadığından, UYAP’ın (Ulusal Yargı Ağı Projesi) altyapısı kullanılarak veri gönderimi sağlanmaktadır. Yani seçim sistemi, seçmen kütüğünde yapıldığı gibi, siyasal iktidarın, Adalet Bakanlığı’nın iyi niyetine terk edilmiş bulunmaktadır. 
Bu sistemde, ilçelerden yapılan veri girişlerinin, donanıma müdahale edilerek,eklenecek bir korsan yazılım ile merkezi bilgisayara farklı biçimde iletilmesi olanağı vardır ve bu durum uzmanlar yanında üretici firma tarafından da kabul edilmektedir... 
Böyle olduğu içindir ki, Almanya ve Yunanistan bu sistemden vazgeçmiştir. 
...Bilgisayar destekli seçim sisteminden vazgeçilmelidir. Bu yapılmayacaksa, en azından sandıktan çıkan sonuçların tam olarak yansıtıldığına güvenilmesi için, seçim sonuçlarının, sandık tutanaklarından ilçe ve il toplamlarına ulaşabilmeyi olanaklı kılacak ayrıntıda yayımlanması gerekmektedir.
***
Baraj, temsilde adaletsizlik: 
Seçim sisteminde yer alan yüzde 10 Türkiye barajı yüzünden... 2002 genel seçimlerinde geçerli oyların yüzde 34.43’ünü, toplam seçmenin yüzde 25’inin oyunu alan AKP, Meclis’te 363 sandalyeyle yüzde 66 temsil olanağına kavuşmuştur. Denklem akıllara ziyan biçimde şöyle oluşmaktadır: Yüzde 25 =yüzde 66. Bu denklemi çözebilene aşk olsun! 
Yüzde 10 barajına takılıp Meclis’te temsil edilmeyen oy toplamı 14.5 milyondur. 
...Unutulmamalıdır ki yüzde 10 barajı, yurttaşların anayasadan kaynaklanan “seçme”hakkını da ellerinden almaktadır.
***
Seçim suçlarına af, suç işlenmesinin de yolunu açıyor. 
...4 Temmuz 2012 gününde kabul edilen yasayla... 2010 referandumunda ve 2011genel seçimlerinde seçim suçu işleyen tüm suçlular affedilmiştir. 
Bu ilerisi için olumsuz, ama seçimlerin ne kadar demokratik(!) olduğunu göstermesi yönünden önemli bir göstergedir.
***
Bülent Serim, iki gündür özetlediğim incelemesinde, bugüne ışık tutmuş ve gelecekte neler yapılması gerektiğini belirlemiştir. Okunmalı ve saklanmalıdır. 
Not: “Sandık başındayız” adlı bir gönüllü grup, seçim güvenliği için çalışıyormuş. Adresleri: “sandikbasindayiz. org”, Twitter “@ Sandikbasindayz”.  

EMRE KONGAR
Cumhuriyet

10 Şubat 2014 Pazartesi

Kanal İstanbul Cinayeti - ÇİĞDEM TOKER

En az 7 büyüklüğünde deprem beklenen bir metropolde canınızın istediğini yapabilir misiniz?
Başbakan Erdoğan kararlı. 

İstanbul’u, içinden deniz geçen iki şehre dönüştürecek Kanal İstanbul projesini “çok yakında” ihale edeceklerini açıkladı.
Marmara ile Karadeniz birleşecekmiş.
Uzunluğu 44 kilometre. Derinliği 25, genişliği de 150 metre.
325 bin dönüm alan üzerine iki şehir kurulacak.
Dile kolay; 5 milyar metreküp toprak boşaltılacak.
Bu toprağın yarısı, -gerçekte Kanal İstanbul’un bir parçası olan- 3. Havalimanı’nda kullanılacak. Pazarlığı çoktan yapıldı.
Annemize küfreden müteahhit ve diğerleri “tepe tepe” kullanacak...
Ki, İstanbul’u doyuran tarımın yapıldığı topraklardır onlar.
Resmi Gazete “acele kamulaştırma” kararlarıyla tıka basa dolu.
TOKİ “Üç ayda boşaltın” diye beş köye yazıları gönderdi bile.
Köylüler şaşkın: 22-55 TL değer biçilmiş. Paraya tamah ettiklerinden de değil. En çok yerlerinden edilecek olmak ağırlarına gidiyor.
***
İhaleyi yapacak kurum henüz belli değil. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, “Biz yapmayacağız” dedi, bunu biliyoruz.
Havalı olsun diye Panama ve Süveyş’e benzetiliyor.
Maliyeti? 10 milyar dolar deniyor. Ne ki, Panama ve Süveyş’i iyi bilenler “mümkün değil” diyor. Çıkardıkları maliyet 40-50 milyar dolardan aşağı değil...
Bütün dünya, yeni bir küresel krize karşı tetikteyken, bu konjonktürde, bu finansmanı hangi bankalar sağlayacak, aynı firmalara bu kadar büyük ölçekli üst üste proje için kim riske girer; soran yok...
Amaç; İstanbul Boğazı’nı rahatlatmak, Karadeniz’e yeni su yolu açmakmış. Yük gemileriyle tıkanan İstanbul Boğazı, su sporları ve gezi teknelerine ayrılacakmış...
İstanbul halkının tek derdi, Boğaz’da su sporları yapmaktı zaten...
Taksim Meydanı düzenlenirken çekilen çile ortadayken...
5 milyar metreküp için patlatılacak dinamiti, çalışacak iş makinelerini, gürültüyü, hava kirliliğini, göçük tehlikesini düşünün...
***
Bilim adamları feryat ediyor:
Biri, “Panama ve Süveyş Kanalı’nda sadece iki deniz birleşiyor. Denizlerin birbirine akıntısı yok. Sadece bize özgü olan bu eko sistem geri dönüşü olmayacak biçimde tahrip edilecek” diyor.
“Deniz canlıları, su havzaları, verimli tarım alanları, ormanlar mahvolacak. Kanalın alt akıntısı olmayacağı çini bütün kanalizasyon devasa borularla Karadeniz’e verilecek” diyor öteki.
Ne gam.
2011 seçimlerinde, reklamcılık yöntemiyle merak uyandırılarak “Çılgın Proje” diye duyurulan Kanal İstanbul, şimdi de yerel ve ardından gelecek genel seçimlerin propaganda aracına dönüşmüş görünüyor.
Ayakkabı kutularından saçılan rüşvet paralarını, kara para aklama operasyonlarını, medyaya, anketlere müdahaleyi unutalım diye...
“Müteşebbis ruhu zedelenen” müteahhit boşuna küfretmiş olmasın diye...
5 milyar metreküp toprağın, tarım arazisinin ahı tutmaz mı sanılıyor...
Doğa bu. “Taammüden cinayeti” karşılıksız bıraktığı hiç görülmemiş.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

Yolsuzluğun Ekonomi-Politiği - ERGİN YILDIZOĞLU

Rüşvet, yolsuzluk, bir ekonomik modelden diğerine geçerken oluşan belirsizlik ortamında, “yasal boşluklarda” aniden çoğalır (“Benim memurum işini bilir”). Bir siyasi rejimden diğerine geçmeye zorlanan toplumlardaysa rüşvet, yolsuzluk adeta salgın hastalık düzeyinde bir patlama sergiler. Bu yüzden bu konuyu (hele beraberinde bir baskı, sansür rejimi de geliyorsa) bireylerin ahlak bozukluklarının ötesine geçerek anlamaya çalışmak gerekiyor.

Bir geçiş dönemi semptomu 
Benzer bir yolsuzluk, rüşvet patlamasına, 1990’larda SSCB’nin çöküşünün ardından ve neoliberalizm, küresel çapta yerleşik ekonomik yapıları, anlayışları, kültürü yıkarak, yaşamın her alanını metalaştırarak yayılırken tanık olmuştuk. O zaman konu üzerinde düşünürken aktardığım kimi akademik araştırmalara, o yazılarıma ne yazık ki bugün ulaşamıyorum, ama kimi önemli savları anımsıyorum.Bu araştırmalardan biri yolsuzluğu, rüşveti, toplum hızla değişirken oluşan yeni,henüz yasalaştırılamamış ekonomik ekinlik alanlarında ortaya çıkan hizmet ya da mal alışverişi olarak tanımlıyordu. Piyasa ilişkileri yeni alanlara girerken, sermayenin birikimi sürecinin gereksinim duyduğu kimi yeni hizmetler ve mallar ortaya çıkıyor. Sermaye bir talep oluşturuyor, ancak bunu yasal yollarla karşılayamıyor. Henüz yeni yasalar oluşmadığından (bu işlemler yasadışı iken) kimi devlet görevlileri, iktidara sahip ya da yakın siyasiler bu hizmetleri, malları belli bir fiyata karşılamayı belki önce ahlaki zayıflıktan, ama sonra artan oranda sermayeden gelen basıncın etkisiyle üstlenebiliyorlar. Bu “geçiş dönemi” tamamlanırken, yeni yasaların (“reformların”) devreye girmesiyle bu patlama yatışıyor.
Bir süredir tanık olduğumuz, rüşvet ve yolsuzluk patlaması üzerinde bu “modelden”hareketle düşünmeyi deneyebiliriz. Önce “Hangi geçiş süreci” sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Bence bugün ülkeye dayatılan, bir toplum modelinden bir başkasına geçiş sürecidir.
Daha önce yayımlanan yazılarımdan yararlanarak tanımlamaya çalışacağım gibi, bu,kapitalist devletin, kapitalist sınıfların (sermaye birikim sürecinin) önceliklerine göre şekillenmiş parlamenter demokratik biçiminden, siyasal İslamın, liderliğini yapan Sünni-Müslüman entelijensiyanın kendi sınıfsal özelliklerine göre şekillenmiş otoriter bir kapitalist devlet biçimine geçiş sürecidir.
Totaliter otoriterlik fırtınası 
Osmanlı toplumunun egemen sınıfının, çok özel konumundan dolayı, bugüne kadar varlığını sürdürmeye devam eden bir fraksiyonu, Müslüman entelijensiya, 2000’li yılların başında “iç ve dış dinamiklerin örtüşmesi” olarak tanımlanan bir “durum”içinde, liberal entelijensiyanın da katkılarıyla yeni bir “tarihsel blok” kurmaya başlayarak devletin yönetimini ele geçirdi.Bu entelijensiya devletin olanaklarını kullanıyor, kendini egemen (kapitalist) sınıfın içinde hegemonik fraksiyon olarak kurma yönünde yeni adımlar atarak ilerliyor.
Bu entelijensiya, bir tür (dini-ahlaki) bilginin üretiminin, yeniden üretiminin, bu bilginin,giderek de güncel yaşamın bilgisinin (haber ve yorumların) dolaşım kanallarıyla araçlarının, kendi tekelinde bulunmasını varoluşunun önkoşulu, toplumsal ekonomik artığa, kapitalist birikim süreçlerine ulaşmasının aracı olduğunu biliyor. Hızla bir kapitalist sınıf fraksiyonuna dönüşmekte olan bu tabaka (entelijensiya) projesinde iki yoldan ilerliyor.
Birincisi, tekeline almaya çalıştığı bu özel bilginin, toplumun simgesel evrenini tüm farklı söylemleri (ulusal kimlik, etnik-dini aidiyetlerden, komünizme kadar) dışarı atarak doldurması, ait olduğu hakikat rejiminin egemen olması için, devletin disiplin, cezalandırma araçlarının (yargı ve güvenlik güçleri) kontrolünü elinde topluyor. Aynı anda devletin ideolojik aygıtlarının denetimini ele geçirmeye başlıyor, kendi tekelindeki bilgiyi üretmeye daha yatkın yeni ideolojik aygıtlar (tekke, zaviye, hiyerarşik unvanlar) kurmaya hazırlanıyor.
İkincisi, mikro düzeyde, bu “yeni düzene” uygun yeni bireyin üretilmesi sürecini,nüfusun yeniden üretimini (nüfus politikası), bunun alacağı biçimleri (aile-cinsel pratikler, tercihler), bedenin estetiğini (giysi, görünüm) mekânda ve zamanda yerini (ibadet saatleri, yerleri ve ritüelleri) denetleyen, yeniden şekillendiren bir biyopolitik rejimini egemen kılarak yönetmeye çalışıyor.
(Cemaatle, Başbakan’da temsil edilen kesimin arasındaki savaş bu “bilginin”, üretimini, denetimini kontrol etmekle yakından ilgilidir.)
Bu süreç, yalnızca eleştirel aklın ufkunu kapatmakla kalmıyor, özgürlüklerin konuşulmasına olanak veren kavramları silmeye, konuşulabilir olanın sınırlarını belirlemeye başlıyor. Siyasal İslamın bu yönetim anlayışının inşa sürecinde büyük rol oynayan, bir kere seçilirsem istediğimi yaparım anlayışı, vesayet, darbe, paralel devlet kavramları, medya, internet üzerinde denetim kurma kararlılığı, karşımıza bir totaliter devlet, bir organik toplum projesi koyuyor.Bu proje, demokrasinin seçimlere, siyasi iktidarın hükümete, hükümetin de lidere indirgendiği, yalnızca “egemen hakikat rejimiyle” çelişen değil, lideri eleştiren, hükümetin uygulamalarını sorgulayan seslerin de susturulduğu, devlet-toplum ayrımının kalktığı bir organik yapı kurmayı amaçlıyor.
Bu proje devletle toplum arasındaki ayrımı kaldırmayı amaçladığından, rüşvet,yolsuzluk suçlamalarının zeminini oluşturan “ekonomi-siyaset ayrı alanlardır”, “devlette görev alanların, bu konumlarından dolayı ekonomik ayrıcalık, kazanç elde etmeleri ahlaken yanlış, yasal olarak suçtur” varsayımlarını anlamsızlaştırıyor.
Devlet-toplum, ekonomi-siyaset ayrımının kalktığı bu “organik toplumda”, devlet kurumlarına, güç noktalarına erişebilenlerin, bizim durumumuzda Müslüman entelijensiyanın, bu erişimden hareketle toplumsal artığa ulaşma olanağı elde etmesi, bu olanağı kullanarak servet yığmaya başlaması, medya vb., kültürel araçların neyi, ne zaman dillendireceğine karar vermeye başlaması da artık yeni yasalara, egemen ahlak sistemine aykırı olmayan sıradan bir durum olmaya başlıyor.Bu proje, siyasilerin kişisel ihtiraslarından, seçimlerin dönemsel etkilerinden kapitalistdevleti, ekonomiyi korumak, sermaye sınıfının uzun dönemli çıkarlarını güvence altına almak üzere şekillenmiş güçler ayrılığını, bağımsız medya geleneğini, organik devletin oluşturulmasının önündeki engeller olarak görüyor.
Bir taraftan “Ya bu projenin sahipleri bir kez daha seçimleri kazanırlarsa” diye düşünüyorum. Diğer taraftan aklımıza şu sorular geliyor: Devlet yoluyla toplumsal artığa el koyabilenler, ideolojik araçlar (bilgi) üzerindeki egemenliklerini kaybetmeleri durumunda, iktidardan düşerler mi? Bu düşüş biriktirdikleri servetleri kaybetmelerine yol açar mı?” Böyle bir toplumsal tabaka/ sınıf iktidardan uzaklaşmamak için, “her yolu” denemez mi? Bu sorular yüzünden de “iyi ki seçimler var” diyen “stratejik cahillik” beni rahatlatamıyor. 

ERGİN YILDIZOĞLU
Cumhuriyet 

8 Şubat 2014 Cumartesi

Eşik - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Bir ülke demokrasi ve dikta karması “ara/hibrid rejimden” nasıl tiranlığa dönüşür?Bir yerlerde bir kritik eşik atlaması var mıdır?
Varsa o eşik nasıl aşılır?İnsan, eşiğin aşıldığını fark eder mi?Büyük bir eşiğin aşıldığını ben ilk kez, bundan bir buçuk yıl kadar önce Esad röportajına gidecek gazetecilerin hodri meydan... Başbakan’ın çevresi tarafından açık biçimde sansürlendiğinde düşünmüştüm.
Kanal D’den Mehmet Ali Birand...
Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök...Habertürk’ten Amberin Zaman...
Gibi tanınmış ve deneyimli gazeteciler, büyük bir habercilik olayı olarak tasarlanan röportajdan, sırf Başbakan “hazzetmiyor” diye, ayarlanan randevulara karşın göz göre göre vazgeçmişlerdi...
Bu toplu boyun eğişe bir tek Cumhuriyet’ten Utku Çakırözer karşı koyabilmiş, günlerce konuşulan söyleşisini Şam’da gerçekleştirmişti.
Ama şok... Şok... Şok... Olaylar bununla kalmamıştı.
Utku, Esad röportajını izleyen ilk AKP kongresinden gümbürtülü biçimde yasaklanmıştı.
Gazetemizin Ankara temsilcisinin elinden, diğer bazı muhalefet gazeteleri temsilcileriyle beraber, Türkiye’nin siyaset tarihindeki bir ilkle bir parti kongresini izlemek hakkı alınmıştı!
Başbakanlık’tan “tak-şak” yönetilen sansürü sonra Başbakan -yine göz göre göre!-“Etmem, mecbur muyuz (davet) etmeye?” diyerek savunmuş; “Her türlü hakareti yapacaksın, buna rağmen davet edeceğiz. Yok böyle 25 kuruşa simit!” diye açıkçameydan okumuş; “Basına engel konulmazmış, biz zaten koymuyoruz. O medya bize saygısızlık ettiği zaman ona haddini bildirmek de bizim cevabımızdırsözleriyle hepimize gözdağı vermekten çekinmemişti.

Dönüm noktası“Dönüm noktası Esad söyleşisi” diye o zaman yazmıştım:
“Hatırlarsanız, haziran sonunda Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’dan Türkiye’nin ‘önde gelen’ sayılı gazetecileri için randevu alınmış, ancak Başbakan’ın konuya şiddetle vaziyet etmesiyle randevular iptal edilmişti.
Sözüm ona meslekte saçlarını ağartmış kerliferli adamlar, röportaj taleplerini kuzu kuzu geri almakta tereddüt göstermemiştiDünya standartlarında bir gazetecilik olayı olan Esad söyleşisinden vazgeçmeyi aklından dahi geçirmeyen Ankara temsilcimiz, Şam yolundan mesleki tutarlılık ile geri dönmemiş, bu cesareti gösteremeyen diğer meslektaşlarının ayıbını tek başına gidermiştiÜlkemizde sık rastlanmayan bu dört dörtlük profesyonel ‘gazeteci duruşunu’ ihtimaldir ki Başbakan kendisine -çok yanlış biçimde!- açık bir meydan okuma olarak algıladı ve bu olaydan sonra Cumhuriyet’e karşı hepten bir ‘El mi yaman, bey mi yaman?’ havasına girdi. Gazetecilik kriterleri içinde değerlendirilmesi gereken bir konuda, gazetemiz ve Çakırözer’e karşı önüne çıkan ilk fırsatta açık meydan okumayla karşılık vermeye karar verdi.O kadar ki, AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik bu meydan okumayı -şimdiye dek hiç benzerine rastlanmayan bir örnekle- kongre salonunda Utku ile yapılacak bir TV programını durdurmaya kadar vardırdı!
Cumhuriyet’e... Bu açık had bildirme operasyonunu haber aldığımda, aklıma gelen ilk olay ‘Esad söyleşisinin rövanşı’(!) olduGazeteciliğin sınırlarını öyle anlaşılıyor ki, bundan böyle her düzeyde ve her şart altında Başbakan belirleyecek.Türkiye’de gazeteciliğin bugünkü düzeyini dahi arar noktalara geleceğiz.”(4 Ekim 2012, Sağnak)
Tam da işte böyle oldu.
O gün sineye çekilen ulu orta fırçalar, baskılar, göz göre göre yapılan sansürler, gözdağı vermeler sonunda bizi...
Başbakan’ın bizzat, TV haber
 alt yazılarına doğrudan müdahale ettiği noktaya getirdi.Başbakan’ın sansürlediği aslında rastgele bir altyazı değil...
Başbakan medyanın yanı sıra demokrasinin en temel unsurlarından biri olan bir muhalefet liderini, harbiden “muhalefeti”sansürlüyor!Ve ne diyor?“Hemen şey yapmanız gerekiyor!”
“Anlaşılmıştır efendim...”
“Ya anladım diyorsun da, hayret ya, bunlara ne gerek var?”
“Şimdi efendim... Hemen efendim... Başüstüne efendim... Emriniz olur efendim... Hay hay efendim!” Yürekler acısı bir parodi gibi!
Tek adam iktidarı taçlanıyor 
Pandora’nın kutusu misali saçılan skandallara bir tek yaptırım uygulan(a)-mayınca...
Denge-fren mekanizmalarının hiçbiri çalışmayınca...
Muhalefet partileri tümüyle etkisiz kalınca...
Bu yürekler acısı parodinin tek bir sonucu olabilir: Tek adam dokunulmazlığını ve iktidarını taçlandırmak, büsbütün tahkim etmek ve pekiştirmek!
Arkasından internet sansürü de gelir.
Seçim anketiyle de oynanır.
Oyunuza icabında sandıkta manipülasyon da yapılır.
Kurallar bir kez böylesine açıkça ihlal edilmeye görsün.
Her şey olur... Bunlar daha iyi günlerimiz.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

7 Şubat 2014 Cuma

Köle Niye Efendisine Oy Verir? - CAN DÜNDAR

“Üzerimizde tüyü bitmedik yetimin hakkını taşıyoruz” diyordu Başbakan Erdoğan; kabına sığamayan bir emperyal vizyonla atalarından el alıyordu: 
“Benim ecdadım at sırtında Viyana’ya, Yemen’e, Kırım’a kadar giderken, benimecdadım gemisiyle Endülüs’e, Japonya’ya kadar gidip yardım eli uzatırken, bizim bugün koltuğumuza çakılıp kalmamız emanete hıyanettir.” 

Karlar ardında tedavi beklerken ölen tüyü bitmedik Muharrem’inin cesedini, sırtındaki çuvalda şehre taşıyan baba, acı acı gülmüştür, bu sesi duyduysa... 
Japonya’ya el uzatan ecdadın tohumu, Yalınca’ya ulaşamadı diye...
***
“Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, hesabının Hazreti Ömer’den sorulacağına”inananlar... 
Yalınca köyünde yolsuzluktan can veren Muharrem’in hesabını, yolsuzluktan semiren haramzadelerden sormayacak mı? 
Tüyü bitmeden hakkı yenen Muharrem’in un çuvalındaki cesedi, bakan çocuklarının ayakkabı kutusundaki servetine lanet okutmayacak mı? 
AK Parti seçmeni yine “hologram”a bakıp uyuyacak mı?
***
Dünkü Cumhuriyet’in manşetine yerleşen Ayşe Sayın’ın haberi, “Evet uyuyacaklar” diyor. 
KONDA’nın anketine göre AK Parti seçmeninin yarısı, bakan ve oğullarının rüşvet yediğine inanıyor ama oy tercihini değiştirmiyor. 
“Soyduysa beni soydu, size ne” tavrını sürdürüyor. 
“Öyleyse onlara müstahak” demeyin. 
Çünkü soyan, sadece onları değil, bizi de soyuyor.
***
Ah Ünsal (Oskay) Hocam hayatta olsa da, “efendi-köle ilişkisi” üzerine Marx’tan,Freud’dan, Bruce Brown’dan dem vursaydı bugün... 
Sabahları kalabalık otobüslerde işe gidenlerin neden daha fazla otobüs istemek yerine birbirini itip kaktığından... 
Neden otobüste bizden iyi giyimli biri ayağımıza bastığında alttan alırken, sıradan giyimli biri ayağımıza bastığında diklendiğimizden... 
“Bizim gibi“, sokağın diliyle konuşan otoriter liderleri gördüğümüzde, nasıl“aramızdan yırtmış biri” sanıp boyunduruğuna girdiğimizden... 
Servete ve mutluluğa kavuşmak isteyen insanları, birbirini dirseklemeye iten yarışmacı etiğin, nasıl sistemin kullar üzerindeki egemenliğini kolaylaştırdığından bahsetseydi. 
O zaman, siyasal hayatın içindeki kitlelerin siyasetin dışında tutulmasının ve kendilerini köleliğe mahkûm eden efendilerini ha bire alkışlamasının sırrını çözebilirdik. 
Bu sistemi değiştirmenin yegâne yolunun da kölelerin siyasal alana el koymasından, yani -Başbakan’ın korktuğu tabirle- “ayakların baş olmasından” geçtiğini idrak edebilirdik.
***
Köleler, efendilerinin hırsızlığını görecek bilince kavuştukça değişecek haramilerin düzeni... 
Soyduysa beni soydu” diyenler, o soygun yüzünden açılamayan karlı yollarda çocuklarının cesetlerini sırtladıkça değiştirecek reyini... 
İşte o zaman başlayacaklar, “efendi”lerinin Viyana kapılarına dayanan ecdadına sövüp saymaya...  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Halk Neden Unutkan? - ALİ SİRMEN

Salı günkü yazımda Menderes’in bir zamanlar politikasını halkın unutkanlığı üzerine bina ettiğini ve sık sık “Hafızayı beşer nisyan ile maluldür” deyişini tekrarladığını,Özal’ın da, yaptıklarını yadırgayan toplumu, “Alışırlar... Alışırlar!..” diyerek hafife aldığını yazmıştım. 
Tayyip Erdoğan’ın politikası da aynı temellere dayanıyor. O da baskının, zulmün, yolsuzluğun zamanla unutulacağına, unutulmasa bile bunlara alışılacağına güveniyor. 
Dünkü Cumhuriyet’in manşetine bakılınca pek de yanılmıyor görünüyor. 
Dünkü Cumhuriyet’in manşetinde ezcümle şu anlatılıyordu:

“Halkın yüzde 77’si rüşvet ve yolsuzluk var diyor ama oy tercihini değiştirmiyor.” 
Demek ki, yolsuzlukların haberinin patlak vermesi ile sandığa gidilmesi arasında geçen zamanda, toplum her şeyi unutacak kadar nisyan ile malul bir hafızaya sahipmiş ve Menderes de, RTE de haklıymış. 
Belki de olguyu unutkanlık yerine alışkanlığa bağlamak daha doğru olur. 
Belki de, halk unutmasına unutmuyor ama alıştığından hırsızlığa tepki göstermiyor. 
Hırsızlığa, yolsuzluğa tepki göstermeyen, baskıya zulme de göstermez. 
Öyle de oluyor. 
Peki de, neden? 
Neden halkımız kolayca unutuyor veya her şeye her yolsuzluğa kolayca alışıyor?
***
Sanıyorum cevap, ürettiğinden çok üreyen ve tüketen toplum yapısında yatıyor. 
Büyük cari açığa dayalı, ürettiğinden çok üreyen ve tüketen sistemde, kendi yaşamı ve gelişmesi için yeterince üretemeyen toplum neyle geçiniyor? 
Talan ve avanta ile! 
Kendi havasını, suyunu, yeşilini velhasıl çevresini, ulusal zenginliklerini, kültürel ve ekonomik birikimlerini yarın ne olacağını düşünmeden veya “bişşiiyyy olmaz abiii”diyerek hoyratça talan eden, bununla da ayakta kalamayıp dışarıdan yüksek faiz cazibesine kapılarak akan paraya bel bağlayan toplumlarda ekonominin temeli üretim değil, talan ve avantadır. 
Eğer herkesin bu talan, yağma, avanta düzeninden bir çıkarı varsa ona göre örgütlenir. 
Talan ve avanta sistemine dayalı toplumlarda tabii ki talandan en fazla payı egemenler alır. 
Ama herkeste talan ve avantadan ona da bir pay düşeceği algısının uyandırılması önemlidir. Öyle olunca herkes düzenden beklenti içine girer. 
Bu umut, bir türlü paylaşımda sosyal adaleti sağlamayanların onun yerine ikame ettikleri hastalıklı ve varsayımsal “talan sosyal adaletini” oluşturur. 
Üretim düzeninde, ürediği, tükettiği kadar üreten toplumun alın terini kutsal sayan birey, avanta ve talana kendine ait olanı çaldığının bilincinde olduğundan karşıdır. Oysa talan ve avanta düzeninin “Bir gün sıra bana gelir, ben de küpümü doldururum” beklentisinde olan bireyi, üreten gibi hırsızlığa tepki göstermez. 
Bu toplumda, “ama bunlar hırsız çetesi” desen gelecek, pişkin yanıt şu olacaktır: 
- Hepimiz çeteyiz be abi!
***
Peki çare ne? 
Çare zaten düzenin kendi yapısında yatıyor. 
Ülkenin kaynakları, ilanihaye talana elverecek ölçüde sonsuz değil. 
Avanta sanılan dış kaynaklı borç da, sanıldığı gibi avanta değil. 
Bir gün gelir, talan edilmekten kıraçlamış, yurt içinde gırtlağa kadar borca ve yozluğa batmış olan toplum uyanır. Bir de bakar ki, faturayı burnuna dayamışlar. 
İşte o saadet zincirinin koptuğu an, kıyametin koptuğu anla eş zamanlıdır. 
İşte o zaman, uyanış başlar; haykırışlar, inleyişler arşı alayı inletir: 
-Hırsızlar!.. Zalimler!.. Alçaklar!.. Ah keşke bileydik de başımıza bunlar gelmeyeydi!.. 
İşte olay budur. 
Talan ve avantanın kahredici sarhoşluğunun pençesine düşmüş toplumlar başlarını taşa çarpamadan uyanamazlar. 
Bilmem anlatabildim mi?  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

Ekonomik Krizin Neresindeyiz? - ÖZTİN AKGÜÇ

Uzunca bir süredir kriz tellallığı yapmıyor, kriz öngörüsünde bulunuyor, nedenlerini de açıklamaya çalışıyorum. Geçenlerde beni tanıyanlardan biri yolda karşılaştığımızda sordu: “Söylediğiniz kriz geldi, peki krizin
neresindeyiz?” Yanıtım “daha başlangıcındayız” oldu. 
Çözüm için, öngörü için önce tanı koymak gerekir. Yaşanan ekonomik olay neydi? Niçin krizle sonuçlandı? 
Yaşadığımız kriz, 1990’lı yıllarda yükselen piyasa ekonomileri olarak nitelendirilen gelişmekte olan ülkelerde; 1994-95 Meksika, 1997-1998 Doğu Asya ülkelerinde yaşanan borç krizine benzer bir olay. 
Borç krizi, ödemeler dengesi krizi sonuçta kısa sürdü. 
Yabancı sermayenin, sıcak para olarak nitelendirilen yüksek kâr beklentili sermayenin büyük boyutlu ülkeye girişinden kaynaklanıyor. 
Kısa sürede büyük boyutlu spekülatif de olsa yabancı sermaye girişi göz alıcı bazı etkiler doğurduğu gibi bazı yanlışları dengesizlikleri de gizliyor. Açıklık getirmeye çalışayım. Yabancı kaynak girişi banka kredilerini artırıyor, ulusal parayı aşırı değerli hale getiriyor, yarattığı iyimserlikle varlık fiyatları ve menkul kaynak borsası yükseliyor. Gayrimenkul piyasası canlanıyor, ucuz ithalat artışı, enflasyon hızı yavaşlıyor, dış ticaretten alınan vergiler arttığından bütçe açığı azalıyor, ekonomi büyüyor izlenimini uyandırıyor. 
Öte yandan ucuz ithalat, ülkede ara malı üretimini hemen hemen yok ediyor, imalat sanayisi daha az katma değer yaratan montaj sanayisi haline dönüşüyor, özel kesimi yabancı parayla borçlanmaya itiyor; ülkede iç tasarruf oranı düşüyor, yatırım-tasarruf dengesizliği dış borçlanma yoluyla kapatılıyor, dış borçlar sürekli kabarıyor, hane halkının borç yükümlülüğü yıllık gelirinin yarısına ulaşıyor, bilançolar bozuluyor, bazı piyasalarda balonlar oluşuyor, tüm bu olumsuz gelişmeler ya gizleniyor ya da gözden kaçıyor. 
Ucuz yabancı para girişinde, durma bir yana, yavaşladığında dahi tüm olumsuz gelişmeler tüm çıplaklığı ile görülmeye, yaşanmaya başlanıyor. İstikrar, büyüme başarı garantisi kayboluyor, halüsinasyon sona eriyor. Hiçbir ekonomi daha Con Ahmet’in devir daim makinesini keşfedemedi, mucize gerçekleştiremedi. 
Türkiye temel dengesizliğin doğurduğu ödemeler dengesi krizi, borç krizi sürecine girmişse buradan çıkış, sürecin yön değiştirmesi zaman alacaktır. Bir ekonomide sanayinin yapısının değişmesi, iç tasarruf oranının yükselmesi, bilançoların düzelmesi, özel kesim ve hane halkı borçlarının taşınabilir düzeylere inmesi, hatta güven ortamının oluşması kısa sürede gerçekleştirilebilecek gelişmeler değildir. 
Hükümet döviz satma, gizli veya açık zam yapma, faizleri yükseltme gibi bazı önlemlere başvurmuş; fakat sonuç alınamamıştır. Palyatif önlemlerle temel dengesizlik sorunu çözülemez. 
Hükümetin B, C gibi planları olduğunu sanmıyorum. Olsaydı istikrarsızlık bu düzeyde derinleşmeden başlangıçta yürürlüğe konulabilirdi. 
Türkiye’nin mevcut ekonomik programı, bürokrasinin beceri düzeyi, ortalama işadamı kalitesi ve finans sektörünün yönetim kadrosu ile sorunu çözmesi zor, çözüm uzun süre gerektiriyor. 
Geçen yıl IMF’ye borç veriyoruz şenlikleri düzenlenirken aman IMF’nin kapısına yeniden dönmeyin uyarısını yapmıştım. IMF’yi kurtarıcı olarak gördüğümden değil, basiretsizlik, rota belirleyememe, boş övünme, beceri eksikliği ne yazık ki sonunda hükümetleri IMF’ye muhtaç hale getiriyor. 
Sürecin daha başındayız; kriz henüz dip noktasını bulmadı, çıkış zaman gerektiriyor, kendi olanaklarımızı iyice tükettiğimizde sonunda şartlar daha da kötüleşmiş olarak IMF’nin kapısını çalmak zorunda kalabiliriz. Kendimizi aldatmayalım.

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet  

5 Şubat 2014 Çarşamba

Faiz Gerçeği - ERİNÇ YELDAN

Bugünkü yazımızda biraz yakın tarihe geri dönüş yapacağız. Konumuz AKP’niniktidara geldiği 2002’den başlayarak küresel krizin etkilerinin Türkiye’ye uzandığı 2008 Ekim ayına değin Türk mali piyasalarında gerçekleşen faiz oranları ve enflasyonun seyri. Aşağıdaki ilk grafik TC Merkez Bankası (TCMB) ve TC Kalkınma Bakanlığı’ndan derlediğimiz enflasyon ve faiz oranlarına ilişkin verileri sergiliyor.
Türkiye 2001 krizi sonrasında yüzde 60’lar bandında seyreden enflasyonu geriletmeyi başarmış ve yüzde 10 düzeyine indirmiş idi. Enflasyondaki düşüşe koşut olarak faiz oranları da yüzde 20’ler düzeyine geriledi. Oysa, gerek TCMB’nin gecelik faizleri(dönemin politika), gerekse kredi faiz oranları reel olarak yüzde 10-15 düzeyinde korundu. Yüksek faiz uygulaması dönem boyunca Türkiye’nin yükselen bir piyasa ekonomisi olarak ayırt edici özelliği idi. Ancak yüksek faiz, konunun sadece bir boyutu idi. Yabancı yatırımcıları Türkiye’de cezbeden asıl işlem “carry trade” diye de anılan spekülatif sıcak para hareketleriydi.
İşlemi şöyle bir örnek ile açıklayalım: “Yabancı” bir finans yatırımcısının, faizlerin çok ucuz olduğu Japonya ya da benzeri bir ülkeden borçlandığını ve elindeki döviz fonlarını Türkiye’ye getirdiğini varsayalım. O günkü döviz kurundan TL’ye çevrilen fonların yüksek faiz veren bir finansal varlığa yatırıldığını düşünelim. ÖrneğinTürkiye’de sunulan yüzde 25’lik faizler ile, gelişmiş ülkelerde neredeyse yüzde 3-4 düzeyinde olan faiz farkı karşılaştırıldığında bu işlemin ne kadar tatlı kârlar sunduğunu ve uluslararası finans tekellerinin iştahını ne denli kabartmakta olduğunu tahmin etmekgüç olmasa gerek. Dönem sonunda, vadesi bitmiş olan kâğıtlar satılıp, TL’den dövize tekrardan geri dönülüyor. Küresel finans dünyasının spekülatif kazançları şiştikçeşişiyor.Aşağıdaki grafikte ele aldığımız dönem boyunca Türkiye’nin bu tür işlemler aracılığıyla uluslararası yatırımcılara sunmakta olduğu spekülatif getirisinin büyüklüğü gösterilmekte. Hesaplamalardan, Türkiye’nin uluslararası finans spekülatörlerine yıllık ortalama olarak yüzde 20-50 civarında bir getiri sunduğu anlaşılıyor. Sunulan getiri 2003 boyunca yüzde 70’lere uzanıyor (her bir dolarlık yabancı yatırıma, 70 sentlik kazanç!). 2006’nın “mayıs-haziran çalkantısı” sırasında Türkiye’de yaşanan yüksek oranlı kur aşınması (devalüasyon) neticesinde bu işlemin sunduğu spekülatif kazançlar eriyor ve neredeyse sıfırlanıyor. TCMB’nin, sıcak paraya dayalı sermaye girişlerini özendirmek üzere temmuz ayından başlayarak “aktif” bir faiz politikası güttüğü, şekilden rahatlıkla takip edilebiliyor.
Bu arada Türkiye’ye yüksek hacimde döviz girdisi sağlanmış oluyor. Ancak reel yatırımlar ile ilgisi olmayan bu tip “sıcak” nitelikli spekülatif sermaye, ulusal ekonomide yeni iş sahaları açmak ya da teknoloji getirmek gibi kazançlar sağlamak şöyle dursun, Türk Lirası’nı aşırı değerli hale getirerek ithalatımızı kamçılıyor ve dış borçlarımızda da yeni yükler getiriyordu.
***
Sözlerimizi özetleyelim:
1) Türkiye 2003 sonrası dönemde uluslararası iş bölümü içerisinde yüksek faiz sunan bir ekonomi olarak yer almıştır.2) Yüksek faiz politikasının yol açtığı sıcak paraya dayalı döviz girişleri sayesindedöviz ucuzlamış ve bu Türkiye’nin spekülatif büyümesinin ana kaynağını oluşturmuştur.3) Bu dönemde Türkiye reel bazda sadece yüzde 40 büyümesine (ve benzeri gelişmekte olan ekonomilerden daha kötü performans sergilemesine) karşın, ucuzlamış olan dolar bazında sanki üç misli büyüme gösteren sahte bir yanılsama yaratmış; bu da bir mucize öyküsü olarak sunulmuştur.
4) Yüksek faiz - ucuz döviz kuru politikası tüm 1990’lar sonrasında Türkiye’de uygulanan neo liberal ekonomi politikalarının ana dayanak noktasıdır. 2003 sonrasında AKP hükümeti de söz konusu politikalara harfiyen sadık kalmıştır.5) “Faiz lobisi” mi? “Faiz lobisi” 2003’ten bu yana uygulanan programın ta kendisidir...

ERİNÇ YELDAN
Cumhuriyet