Medyanın sefaletinin son perdesini izlerken yirmi gün önce TGC’de andığımız Mumcu’yu düşündüm.
“Gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur” diyordu Uğur Mumcu “gazeteci” tanımını yaparken: “Sır saklayan, haber, bilgi kaynağını gizlemesini bilen; gerektiğinde hükümetlere, güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan gazetecidir!”
Türk basınına adını altın harflerle yazdıran Mumcu; geçen gece Cüneyt Özdemir’in programında “Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu total rezaletin sorumlusu benmiyim?” diyerek “Alo Fatih” durumunu açıklamaya çalışan Fatih Altaylı’yı görse acaba ne derdi?
‘Onurlu yirmi gazeteciden biri’
“Bu olay bilinen medyaya baskısının ortaya çıkmasıdır. Neil Armstrong’un aya ayak basması gibidir... Ben namuslu bir gazeteci olarak bugünlerin elverdiği ortamda elimden geleni yaptım… Herhalde Türkiye’de 20 tane onurlu gazeteci varsa onlardan biriyim” diyen Altaylı’ya Mumcu acaba neler söylerdi?
Türkiye’nin yaşadığı en feci askeri darbe dönemlerinde araştırmacı gazeteciliğin âlâsını yapan/yapabilen Mumcu’yu düşünün bir; bir de “Alo Fatih” gazeteciliğini.
Aradaki fark bir taraftan askeri-sivil baskı dönemleri istibdatını karşılaştırmak açısından somut bir ölçü sunarken bir yandan gazeteciliğin nasıl trajikomik hal aldığını, giderek hatta katlanılması güç bir karikatüre indirgendiğini gösterecektir.
Sadece Altaylı mı?
‘Çok acı bir öykü’
Gezi’nin sanal “Kabataş” mağduru için; “Ben cesur bir kadın tanıdım o gün...Kalabalık bir grup tarafından darp edilen, tacize uğrayan, bebeği ve kendisi içinölümüne korkan, olur da şikâyette bulunursa sokakta tekrar başına bir şey gelir mi kâbusu gören... Travmaya tanık oldum, konuşmasına, bana bakamayışına, olayı konuşurken bebeğini odada istemeyişine... Ellerini hiçbir yere koyamayışına... Geç gelen ama sonrasında hiç bitmeyen gözyaşlarına...
Kâbuslarına, sütten kesilmesine değinmiyorum bile... Ruhunda telafisi imkânsız darbeler yaratmış bir şey yaşadı Z.D. Başına gelmeyen kalmadı. Ne acı” diye hiç olmayan/olmamış bir saldırının psikolojisini nakleden Balçiçek İlter’in “kullanışlıgazeteciliği” için ne derdi acaba Mumcu?
“Çok ama çok acı bir öykü, maalesef gerçek. MOBESE görüntüleri dahil pek çokşey var, savunulur tarafı olmayan bir olay” diye aynı masala kefil olan bir İsmet Berkan için ne derdi?
‘Gazeteciliğin bittiği an’
Esad röportajı için “gidilmeyecek!” komutu aldıklarında gazetecilik adına direnç sergileyemeyen gazetecileri görse Mumcu ne derdi?
O gazetecilerden biri olan Amberin Zaman, -olaydan 1.5 yıl sonra!- dünkü köşesinde “Türkiye’de gazetecilik bitti!” dediği anın, o meşhur Esad röportajı vetosunu yedikleri an olduğunu yazdı!
Kuzey Kore’ye az kaldı…
Mumcu sonra Başbakan Rajoy’la Erdoğan’ın ortak basın toplantısında yaşananları ve o basın toplantısını izleyen El Pais yazarının Ankara’dan gönderdiği dehşetengiz değerlendirmeleri okusa ne derdi?
Bir kreşendo halinde Erdoğan’ın yükselen öfkesini kayda geçen; bu meyanda başbakana soru sormak gafletinde bulunan bir gazetecinin muhatap kaldığı fırçaya ve yalnızlığına tanık olan Avrupalı medya mensubunun “Bir gazetecinin bu kadar açıkçatehdit edilmesine şimdiye kadar hiç tanık olmamıştım!” diyen tweet’lerini görse ne düşünürdü?
Listeyi uzatmak mümkün.
Örnekleri yan yana koyduğunuzda, yuvarlanılan çukurun Mumcu döneminde kullanılan; “yandaşlık/yalakalık” gibi kavramların ötesine geçtiği görülüyor.
Olmayan saldırıları olmuş gibi anlatan…
Buna karşın açık saldırı karşısında başını öte yana çeviren bu “Alo Fatih” gazeteciliği artık “yandaşlık” sınırını geçip bildiğimiz Goebbels propagandasına bağlanmış.
Erdoğan’ın “Bu gazetecilik batsın!” temennisi sonunda gerçek olmuş ve Türkiye’de gazetecilik batmış…
AKP’nin iktidarda olduğu son 10 yılda, Türkiye, basın özgürlüğünde 56 sıra gerileyerek 180 ülke arasında 154. sıraya savrulmuş.
Mumcu dönemine gitmeyip bilançoyu AKP yılları ile sınırladığımızda uluslararası basın örgütleri tarafından kayda geçilen bu korkunç tabloyla karşılaşıyoruz.
“Sınır Tanımayan Gazeteciler”in son raporuna göre Türkiye, basın özgürlüklerinde dünya ülkeleri arasında 2005’teki 98. sıradan -yani ortalardan!- listenin kuyruğundaki 154. sıraya düşmüş.
Bir üstümüzde Irak, bir altımızda Gambiya var!
Ha gayret! Kuzey Kore’nin rekorunu yakalamaya az kaldı.
AKP birkaç yıl daha başımızda kalırsa 180. sıraya doğru hızla koşarak ıskaladığımız bu rekora da ulaşabiliriz!
NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet
“Gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur” diyordu Uğur Mumcu “gazeteci” tanımını yaparken: “Sır saklayan, haber, bilgi kaynağını gizlemesini bilen; gerektiğinde hükümetlere, güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan gazetecidir!”
Türk basınına adını altın harflerle yazdıran Mumcu; geçen gece Cüneyt Özdemir’in programında “Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu total rezaletin sorumlusu benmiyim?” diyerek “Alo Fatih” durumunu açıklamaya çalışan Fatih Altaylı’yı görse acaba ne derdi?
‘Onurlu yirmi gazeteciden biri’
“Bu olay bilinen medyaya baskısının ortaya çıkmasıdır. Neil Armstrong’un aya ayak basması gibidir... Ben namuslu bir gazeteci olarak bugünlerin elverdiği ortamda elimden geleni yaptım… Herhalde Türkiye’de 20 tane onurlu gazeteci varsa onlardan biriyim” diyen Altaylı’ya Mumcu acaba neler söylerdi?
Türkiye’nin yaşadığı en feci askeri darbe dönemlerinde araştırmacı gazeteciliğin âlâsını yapan/yapabilen Mumcu’yu düşünün bir; bir de “Alo Fatih” gazeteciliğini.
Aradaki fark bir taraftan askeri-sivil baskı dönemleri istibdatını karşılaştırmak açısından somut bir ölçü sunarken bir yandan gazeteciliğin nasıl trajikomik hal aldığını, giderek hatta katlanılması güç bir karikatüre indirgendiğini gösterecektir.
Sadece Altaylı mı?
‘Çok acı bir öykü’
Gezi’nin sanal “Kabataş” mağduru için; “Ben cesur bir kadın tanıdım o gün...Kalabalık bir grup tarafından darp edilen, tacize uğrayan, bebeği ve kendisi içinölümüne korkan, olur da şikâyette bulunursa sokakta tekrar başına bir şey gelir mi kâbusu gören... Travmaya tanık oldum, konuşmasına, bana bakamayışına, olayı konuşurken bebeğini odada istemeyişine... Ellerini hiçbir yere koyamayışına... Geç gelen ama sonrasında hiç bitmeyen gözyaşlarına...
Kâbuslarına, sütten kesilmesine değinmiyorum bile... Ruhunda telafisi imkânsız darbeler yaratmış bir şey yaşadı Z.D. Başına gelmeyen kalmadı. Ne acı” diye hiç olmayan/olmamış bir saldırının psikolojisini nakleden Balçiçek İlter’in “kullanışlıgazeteciliği” için ne derdi acaba Mumcu?
“Çok ama çok acı bir öykü, maalesef gerçek. MOBESE görüntüleri dahil pek çokşey var, savunulur tarafı olmayan bir olay” diye aynı masala kefil olan bir İsmet Berkan için ne derdi?
‘Gazeteciliğin bittiği an’
Esad röportajı için “gidilmeyecek!” komutu aldıklarında gazetecilik adına direnç sergileyemeyen gazetecileri görse Mumcu ne derdi?
O gazetecilerden biri olan Amberin Zaman, -olaydan 1.5 yıl sonra!- dünkü köşesinde “Türkiye’de gazetecilik bitti!” dediği anın, o meşhur Esad röportajı vetosunu yedikleri an olduğunu yazdı!
Kuzey Kore’ye az kaldı…
Mumcu sonra Başbakan Rajoy’la Erdoğan’ın ortak basın toplantısında yaşananları ve o basın toplantısını izleyen El Pais yazarının Ankara’dan gönderdiği dehşetengiz değerlendirmeleri okusa ne derdi?
Bir kreşendo halinde Erdoğan’ın yükselen öfkesini kayda geçen; bu meyanda başbakana soru sormak gafletinde bulunan bir gazetecinin muhatap kaldığı fırçaya ve yalnızlığına tanık olan Avrupalı medya mensubunun “Bir gazetecinin bu kadar açıkçatehdit edilmesine şimdiye kadar hiç tanık olmamıştım!” diyen tweet’lerini görse ne düşünürdü?
Listeyi uzatmak mümkün.
Örnekleri yan yana koyduğunuzda, yuvarlanılan çukurun Mumcu döneminde kullanılan; “yandaşlık/yalakalık” gibi kavramların ötesine geçtiği görülüyor.
Olmayan saldırıları olmuş gibi anlatan…
Buna karşın açık saldırı karşısında başını öte yana çeviren bu “Alo Fatih” gazeteciliği artık “yandaşlık” sınırını geçip bildiğimiz Goebbels propagandasına bağlanmış.
Erdoğan’ın “Bu gazetecilik batsın!” temennisi sonunda gerçek olmuş ve Türkiye’de gazetecilik batmış…
AKP’nin iktidarda olduğu son 10 yılda, Türkiye, basın özgürlüğünde 56 sıra gerileyerek 180 ülke arasında 154. sıraya savrulmuş.
Mumcu dönemine gitmeyip bilançoyu AKP yılları ile sınırladığımızda uluslararası basın örgütleri tarafından kayda geçilen bu korkunç tabloyla karşılaşıyoruz.
“Sınır Tanımayan Gazeteciler”in son raporuna göre Türkiye, basın özgürlüklerinde dünya ülkeleri arasında 2005’teki 98. sıradan -yani ortalardan!- listenin kuyruğundaki 154. sıraya düşmüş.
Bir üstümüzde Irak, bir altımızda Gambiya var!
Ha gayret! Kuzey Kore’nin rekorunu yakalamaya az kaldı.
AKP birkaç yıl daha başımızda kalırsa 180. sıraya doğru hızla koşarak ıskaladığımız bu rekora da ulaşabiliriz!
NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet