24 Ağustos 2014 Pazar

Türkiye Kokuyor mu?- MİNE KIRIKKANAT

İngiliz istihbarat örgütü MI-6’nın, 20. yüzyıl ortalarında jargonuna girmiş ve casusluk operasyonlarında kimin ne işe yaradığını belirtmek için kullanılan iki şifresi vardır: Jacobson’lar ve Feromon’lar.
Sözcük anlamıyla Feremon, pek çok hayvan türünde dişilerin üreme döneminde salgıladıkları hormonal koku olup; erkeklerin bu kokuyu algılayıp çiftleşebileceği dişiyi saptamasını ve dişilerin de erkeği idrar ya da ter kokusundan tanımasını sağlayan burun içi organına da Jacobson denir.
Kolayca anlayacağınız gibi MI-6, biyolojiye değgin bu iki sözcüğü istihbarat toplamakta “koku salan av” ile “avını kokudan tanıyan avcı”ları ayırt etmek için kullanır.
Son yıllarda adeta uluslararası casusluğun fokur fokur kaynadığı dev bir kazana dönüşen Ortadoğu’da, Türkiye’nin Feromon mu, yoksa Jacobson diye mi anıldığına, toparlayacağım bilgilerin ışığında, buyrun siz karar verin:
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, IŞİD’le mücadelede İran’la işbirliği yapmaya hazır olduklarını açıkladı. ABD’nin Avrupa’daki ileri karakolu ve AB’nin bir numaralı gücü Almanya, IŞİD’e karşı savaşan İran’daki ve Irak’taki Kürt peşmergelere silah yardımı yapıyor.

İşte bu Almanya’nın istihbarat örgütü BND’nin 2009’dan beri Türkiye’yi dinlediği ortaya çıktı.
Herhalde sizi, beni dinlemiyor, kimi dinledikleri çok belli. Başbakan Merkel“Neler öğrendiğimizi bilseniz, niçin dinlediğimizi anlar ve hak verirsiniz” anlamına çekilecek bir yorumla, özür dilemeyi bile reddetti!
***
2009 öncesi ne oldu da Almanya’nın kulakları Türkiye’ye doğru dikildi?
Elbetteki Deniz Feneri yolsuzluğu oldu! Almanya, 2008’de bu derneği kapattı, mallarına el koydu ama Türkiye’deki uzantılarını gayet iyi biliyordu ve bizim ellerde örtbas edilen kumpasın peşini bırakması söz konusu olamazdı. Başbakan Erdoğan, Davos’ta Şimon Peres’e “One minute!” deyince Türkiye’yi dinlemek uluslararası gerekçe kazandı ve 2009’da düğmeye basıldı.
Peki, 5 yıldır neler takılmış olabilir bu dinlemeye?
Örneğin 2010’da İHH’nin Gazze’ye Mavi Marmara turunun finansman ve organizasyonu… 2011’den öteye Libya’dan tedavi için getirilen milislerin, silahların ve mühimmatların Suriye’ye sevki ve bittabi, İran’ın uluslararası ambargoyu Türkiye’nin aracılığıyla delerek altın karşılığı petrol ihraç yöntemleri…
Özetliyorum, son beş yılda Türkiye ne yaptıysa ya da dinlemelere ne takıldıysa, Batı dediğimiz küresel ittifakın güvenini yitirdi. Ve bu ittifak, 2013’ten öteye denize düşenin yılana sarılması gibi daha düne kadar düşmanı İran’a sarıldı ve bölgede“ılımlı” başbakan Ruhani’yi resmen muhatap makamına yükseltirken, “hışımlı”Başbakan Erdoğan’ı da tam anlamıyla karantinaya aldı.
***
Arkasına ABD’nin ve AB’nin rüzgârını alan İran, FARS haber ajansını kullanarak, geçen ay Türkiye’yi THY uçaklarıyla IŞİD’e militan taşımakla suçladı. Zaten Türkiye’de iç edilen petrol parasının peşini de 17 Aralık 2013’ten beri bırakmıyor. İranlı milletvekili Emir Abbas Sultani, Şark gazetesine verdiği demeçte bir parlamento heyetinin “İran’ın çalınan parasını araştırmak üzere” çok yakında Türkiye’ye geleceğini açıkladı.
Babek Zencani’nin kendi ayağıyla gidip teslim olduğu İran makamları, Rıza Sarraf’ı istiyor Türkiye’den.
Fakat bizim muktedirler, akıl almaz bir hızla Türk yurttaşı yaptıkları Sarraf’ı, isteseler de veremeyecek bir pozisyona girmiş bulunuyorlar.
İki ara bir dere diyebileceğimiz bu hızlı süreçte, Alman istihbaratı BND’nin İran ile yakın işbirliği içinde olduğunun açıklanmasının, bilmem şaşırtıcı bir yanı var mı?
Batı istihbarat ittifakının İran’ı “jacobson”, Türkiye’yi “feromon” olarak nitelediği çok açık.
Anımsayın.
Libya diktatörü Kaddafi, 24 Eylül 2009’da BM’nin kürsüsünden ona buna caka satıyor, Batı’ya meydan okuyordu. 2011’de NATO’nun bombardımanıyla tahtından indirilip öldürüldü.
Suriye diktatörü Beşşar Esad’ın tepesine 2010 yılında Fransa’da devlet konuğu olarak ağırlandıktan sadece 1 yıl sonra binildi.
Türkiye’yi babasının çiftliği gibi yönetenler, bilmem haklarında “kanıt” toplandığının farkındalar mı?
Y.N. Devamı haftaya.
G NOKTASI
Ayrılığımız
Ağlamıştın gözlerinde kiraz çiçeklerinin kırmızısı kalmıştı kıştan beter bir bahardan çıkmıştık senin gideceğin şehirler vardı benim de keşke dolu cümlelerim
Ankara akşam üzerlerinin yağmurlarına benziyordu ayrılığımız geçer bekleyelim biraz ne yağmurlar kesildi ne beklemelerimiz
İstanbul’da nasıl yaşanıyor hasretler gecelerden sonra da geceler başlıyor kayboldu sabahlar diye kimlere yazıyorsun yoluna çıkıyor mu kumrular zamanın ve hayatın hükmünü ölümler verir duyduğunda üzülme uzak denizlerdeki dalgaların düğünlerini anlatırdım sana rüzgârlarla danslarını büyük özgürlüğümüzü onları hatırla ağlama sakın gözlerinde kiraz çiçeklerinin kırmızısı kalsın.
A. KADRİ ERGİN
“Güven suiistimalinin bayrak altına alınmasına casusluk denir.”
ALAIN  

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet

Davutoğlu ve Türkiye...- MUSTAFA BALBAY

Başbakan tarafından Başbakanlığa atanan Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabını, hapislik günlerinde aylık planlama yaparken bir haftamı ayırıp okumuştum.
Kitabı okuyunca Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’nı deyim yerindeyse Düşişleri Bakanlığı’na çevirmesinin ve her alanda batağa saplanmasının rastlantı olmadığını, özel bir eğitimle gerçekleştiğini görüyorsunuz.

Davutoğlu kendisini iyi yetiştirmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine ve geleneksel politikalarına karşı i-kinci cumhuriyetçileri de gölgede bırakan politikalar, senaryolar üretmiş bir akademisyen siyasetçi.
Staretjik Derinlik kitabında sadece ana konulara ayrılan sayfaları aktarmak bile Davutoğlu’nun ana hayal coğrafyasının neresi olduğunu göstermeye yeter. 563 sayfalık kitapta aslan payını Ortadoğu alıyor. 130 safya yani kitabın dörtte biri bu coğrafyaya ayrılmış. Balkanlar 30, Orta Asya 40, Avrupa ise 50 sayfada özetlenmiş.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan Stratejik Derinlik’te Türkiye’nin kuruluş süreci tamamen küçümsenmiş, örneğin 69. sayfada şu saptamaya yer verilmiş:
“Uluslararası alanda iddialı bir konum yerine Misakı Milli sanırlarını tercih ettik...”
***
Davutoğlu’nun gerek sözünü ettiğimiz kitabı, gerek son 15 yıllık dilim içinde yazdığı makaleler, gerekse Dışişleri Bakanlığı süreci bir bütün olarak ele alındığında önümüzdeki dönemin yeni maceralarla dolu olacağını söyleyebiliriz.
Önümüzdeki 10 aylık dilimde bunları topluma anlatmaya çalışacağız. Zira 2015 genel seçimlerinde bugünkü yapının alacağı sonuç, sonraki 10 yılı biçimlendirecek.
Davutoğlu bundan sonra ne yapacak sorusunun kestirme yanıtı şudur:
Bugüne kadar yaptığını.
Dışişleri Bakanlığı dönemindeki icraatına ilişkin akılda kalan sözlerinden ikisi şu:
Komşularla sıfır sorun ve değerli yalnızlık.
Birbirini sıfırlayan iki söz! İlki, Türkiye’nin öncelikle etrafında çoğalacağını, tüm komşularla ilişkilerinin en üst düzeye çıkacağını müjdeliyordu. İkincisi ise sorunların hemen hiçbirinin çözülmediğini, aksine yeni krizlerde Türkiye’nin aldığı tavrın komşular dahil kimse tarafından benimsenmediğini itiraf ediyordu.
Bu yalnızlık beraberinde Cumhuriyet tarihinde ilk kez Ortadoğu’daki üç önemli ülkede büyükelçimizin olmayışını getirdi. Suriye, İsrail ve Mısır’da artık sıfır sorun değil, sıfır ilişki var.
Aslında Irak’la da ilişkilerimizin büyükelçilik düzeyinde olduğu söylenemez. Musul Başkonsolosluğumuz ise hâlâ rehin.
***
Davutoğlu bütün bu mirası arkasında bırakıp Başbakanlık koltuğuna oturacak.
Tarihini benimsemediği bir ülkenin iki numaralı koltuğunda görev yapacak. Bir numarasında ise kendisini buraya atayan kişi yani yukarıdaki sürecin ana mimarı var.
Davutoğlu Dışişleri Bakanlığı yaparken aslında Türkiye Cumhuriyeti’ne başka bir ülkenin bakanı gibi bakıyordu. Çünkü bu ülkenin tarihinin dışındaydı. Kafasında başka bir tarih vardı. Son 100 yılı neredeyse yaşanmamış saymak, yeni bir tarih yaratmak istiyordu. O yüzden 26 Şubat - 1 Mart 2013 arasında Yeni Şafak gazetesine verdiği seri röportajda şöyle diyordu:
“Yüz yıllık parantezi kapatmanın zamanı geldi!”
Bugün kendisini o demeci verdiği günden daha güçlü hissedebilir...
Gerçekten yüz yıllık parantezi kapatabilir mi?
Bunun zamanı geldi mi?
Son yüz yıl bir parantez kapatır gibi yok sayılacak basitlikte mi?
Bu soruların tümüne yanıtımız şu:
Hayır...
Türkiye Cumhuriyeti’ni parantez içine alacak kadar küçümseyenler o parantezin içinde kaybolur.
Bakmayın bu kör karanlığa...
Anadolu’nun gücü bunu da aşar!  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

17 Ağustos 2014 Pazar

Bir burjuva masalı-Erhan Nalçacı/SOL

Burjuvazi cumhurbaşkanlığı seçimleri adı altında düzenlenen bir ava çıkmış ve bir taşla üç kuş avlamış.
Birinci kuş:
Birinci Cumhuriyeti yıkarken güçlü bir lidere ihtiyaçları vardı, fiili olarak zaten başkan olarak davranan, şiddetli bir toplumsal yarılmayı tetikleyen ve elde ettiği güçle bir burjuva siyasetçisinin doğal bağımsızlık alanını fazlasıyla ihlal ederek sermayenin ayağına takılan Erdoğan’ın törpülenmesi gerekiyordu. Bunu, hem onu onurlandırarak, hem ölümüne korktukları halkı sokağa dökmeden, en emin oldukları alanda, sandıkta başardılar.
Üstelik hala Erdoğan’ın diktatörlüğünü bir tehdit olarak her olasılığa karşı ceplerinde taşıyorlar.
İkinci kuş:
Ekmeleddin’in çatı adaylığı ile Birinci Cumhuriyet’in siyasi refleksleri ve Haziran direnişinin barutu olan düşünceler geniş bir kesimde iğdiş edilmiş oldu.
Bundan 10-20 yıl önce kurt işareti yapan bir CHP lideri hemen akıl hastanesine kapatılır, bir gericinin adaylığının desteklenmesine gülünür geçilirdi.
Yine her olasılığa karşı, ister ana muhalefet, ister koalisyon hükümetleri için hizaya çekilmiş bir merkez sağ ve ikinci Cumhuriyet’in pragmatizmine alıştırılmış, “tıpış tıpış” bir seçmen kitlesi yaratıldı.
Üçüncü kuş:
Türkiye’de çaptan düşmüş, itibar kaybetmiş ve artık sol ile adı birlikte anılmayan liberalizme, yeni bir soluk verildi ve taze bir liberal sol tasarımı oluşturuldu. Kürt ulusal hareketinin merkezinde durduğu, özgürlük ve demokrasiyi hedef alan, ama mülkiyet ilişkilerini değiştirmeyi arkaik veya ütopik kabul eden bir liberal bayrağın altında Türkiye Syriza’sını inşa etme şansını doğurdu.
Köşe yazarlarından oluşan tazı sürüsü kuşları yakalayıp sahibinin ayaklarına getirmiş. Avcı memnun, üç kuşu kemerine asmış avdan dönerken, attığı taş dönmüş, dönmüş kafasına çarpmış ve sekerek üç yerden kafasını yarmış:
Birinci yarık:
Artık 12 yıldır süren burjuva siyasi alanındaki istikrar korunamayacaktır, kendi içinde çalkantılara, kısa erimli hükümetlere ve giderek büyüyen siyasi krizlere gebedir. Erdoğan’ın diktatörlüğü ise bir barut fıçısıdır.
İkinci yarık:
Ana muhalefetin geçirdiği dönüşüm ve terbiye, burjuva siyasetine kapsadıkları büyük yığınları ortaya saçmış, liderlerinin nasıl kusursuz bir burjuva ajanı olduğunu Bilal’e bile anlatabilmiştir. Ortaya saçılan ve aranış içindeki milyonların sosyalizme kazanılma olasılığı vardır.
Üçüncü yarık:
Yaratılan ve bir geleceği olan liberal cephe Türkiye tarihinde bir kez daha komünistlerle liberal solun sınırlarının netleşmesine yol açacaktır. Netlik ve sadeleşme her zaman burjuvazinin esas düşmanı olan komünist siyasete yarar.
Sonuçta; avcının avladıkları ile rahatlaması mümkün değil, ava giderken avlanma olasılığı her geçen gün artmaktadır. Bu masalda hiç kimse kerevete çıkmamış, gökten üç elma düşmemiş, tazıların vaat ettiği sonsuza kadar mutlu bir birliktelik sadece köşe yazılarında kalmıştır.
Aksine sınıf mücadelesi yeni ve heyecan dolu bir evreye girmektedir.
ERHAN NALÇACI / SOL

Bu kez bölecekler-ALPER BİRDAL/SOL

Emekli Korgeneral Jay Garner, Irak işgali sonrasında atanan ABD’nin ilk sömürge valisiydi. İşgalin ardından iki ay gibi kısa bir süre görev yaptı. Ama Irak’la, özellikle de Kürtlerle halen devam eden pek derin bir ilişki kurdu. Merkezi hükümetle Barzani yönetimi arasında petrol yasası tartışmalarının en yoğun olduğu dönemde, Kanadalı petrol tekellerine Irak Kürdistanı’nda iş bağlıyordu. “Kürtlerden tek kuruş almadım, hiçbir zaman da almam” diyor. Kanadalılardan almıştır, Kürtler petrolü veriyor zaten…
Vali Garner efendi geçen hafta Irak’taydı. Guardian gazetesine konuştu ve “Bildiğimiz Irak artık yok” dedi. Devamında da şunları: “Kişisel olarak eski Irak’ın artık yok olduğunu ve geri de gelmeyeceğini düşünüyorum. Şii Irak ve Şiilerin önderliğindeki hükümet İran tarafından kontrol ediliyordu ve halen de ediliyor. Irak, geçmişte olduğu gibi bir reformdan geçirilecekse yine İran’ın olacak, bizim değil.”
“Ya benimsin ya da kara toprağın”, bu kez bir ülke söyleniyor. Eski sömürge valisi, “eski ülke bitti” diyor, “bir bütün olarak yenisini kurmaya kalkarsak ellerin olur” diye ekliyor.
O zaman ne yapmalı? Bir değil, üç ülke kurmalı…
Guardian’dan aktaralım: “Garner’a göre ABD’nin, Irak’ın birliğini korumasına ilişkin umabileceği en iyi ihtimalle ‘Sünnilerin, Kürtlerin ve Şiilerin bir konfederasyonu’ olabilir. Garner, ‘Irak’ın artık parçalandığını ve bunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum’ diyor. ‘Yeniden entegrasyon işe yaramazsa,’ diye ekliyor, ‘bağımsız Kürdistan’ı desteklemeliyiz.’”
Bağımsız Kürdistan, Sünni ve Şii Irak’ın da ayrışması demek elbette…
Bunlar basitçe emekli bir generalin hezeyanları değil, Irak Kürdistanı’nda petrol tekellerine iş bağlayan eski bir sömürge valisinin sözleri… Şimdilerde Ortadoğu’nun her tarafı yine “neocon” kaynıyor. Ve onlara savaş uçaklarının sortileri, sandık sandık silah ve mühimmat ve toplantı üzerine toplantı eşlik ediyor.
Sandık sandık silah gidiyor: Hafta içi Amerikan yönetimi peşmergeye kalaşnikof ve kalaşnikof mermisi yolladığını açıkladı. IŞİD de Amerikan silahlarıyla savaşıyor. Suriye’deki muhaliflerden “ele geçirdikleri” ve Irak ordusundan yağmaladıkları silahlarla…
Uçaklar inip kalkıyor: Obama geçen hafta Sincar Dağı’ndaki IŞİD kuşatmasını kırdıklarını söyledi. Yan, kısacık bir cümleye iki yalan sığdırdı. Kuşatma aslında yoktu, çünkü dağda olduğu söyleyen Ezidiler ABD uçakları daha havalanmadan PKK tarafından Suriye ve Türkiye’ye geçirilmişti. Ayrıca Amerikan uçakları Sincar Dağı’ndan çok daha fazla Kerkük ve çevresinde sorti yapmakta, bu bölgedeki CIA üssünü ve havaalanını korumaktaydı.
Toplantı üzerine toplantı yapılıyor: Amerikan yönetimi Kürtlerin yanı sıra, Nineve, Selahadddin, Diyala ve Anbar’daki Sünni aşiretlerle ve savaş ağalarıyla da işi pişiriyor. 2006-2008 arasında da bu aşiretleri silahlandırdılar, sözde El Kaide’nin üzerine saldılar. Aynı El Kaide artık Irak’ın yarısını kontrol ediyor. Şimdi ekibi yine topladılar, ama savaş ağaları bu kez ödemeyi peşin istiyor. 2008’de başlarına Maliki gelmişti… Örneğin bu toramanlardan biri, Ali Hatem, “IŞİD’e karşı savaşırız ama önce Maliki milislerini çeksin” diyerek peşinat talep ediyor.
Bu Ali Hatem kişisinin mensubu olduğu Dulaim aşiretinin de aralarında olduğu bir dizi Sünni aşiretiyle CIA arasında ay başında görüşmeler oldu. O toplantılardan sızanlara göre savaş ağaları bu defa tek tek aşiretlerin silahlandırılmasını değil, yerel ve profesyonel askeri birlik oluşturulmasını istiyor. Başka bir deyişle bir ordu…
ABD işgali sonrasında Irak’ın bölünmesi hep gündemde olan bir konuydu. Bu defa cihatçı sürüsünün gayreti, işbirlikçilerin hizmetleri, petrol tekellerinin çıkarları ve emperyalizmin demir yumruğuyla bu gerçekleşecek gibi.
Bu durumun IŞİD adına tabur tabur militan toplayan AKP’ye, halen açık duran Kürt masasına etkisi ne olur? Bu da başka bir yazının konusu olsun.

ALPER BİRDAL
SOL

Yılmaz Özdil’i Savunmak-AYDIN ENGİN

Evet, Yılmaz Özdil’i savunmak!.. Bu meslek ahlakımızın da düşünce özgürlüğünün de ertelenemez bir gereğidir. 
“Benim gibi düşünmeyen gebersin… Bizden olmayan yok olsun…” mantığının dört nala kalktığı şu dönemde hemen her konuda benim neredeyse tam zıddımda yer alan Yılmaz Özdil’i savunmak, onun ideolojik çizgisini, siyasal tercihlerini değil, düşüncelerini açıklama, yayma özgürlüğünü savunmak, mesleğimizin olmazsa olmaz ilkelerine sahip çıkmaktır… 
Nedir olay? 
Yılmaz Özdil, daha önceki yazılarına benzer bir yazı yazmış. Kendine özgü ironinin yeni bir örneğini vermiş. Hürriyet yönetimi müdahale etmiş ve yazı yayımlanmamış. Kapalı kapılar ardında ne konuşuldu bilemem. Kimilerine göre Hürriyet Yılmaz Özdil’in işine son vermiş; kimilerine göreyse Yılmaz Özdil Hürriyet’ten istifa etmiş. 
Olayın “istifa etmiş, hayır işine son verilmiş” tartışması beni ilgilendirmiyor ve bu yazının konusu da değil. 
Konumuz: AKP elebaşılarının medyayı iyiden iyiye dikensiz gül bahçesine çevirmek için kolları sıvayıp pervasızca harekete geçtiği, Başbakan’ın miting meydanlarında medya gruplarına tehditler savurduğu, çok bilir ve anlarmış gibi medyanın nasıl olması üstüne inciler yumurtladığı şu günlerde bir gazetecinin yazısının gazetenin sahibi tarafından sayfadan çıkarılması, yayımlanmaması… 

Hürriyet’in bu konuyla ilgili resmi açıklamasına bakalım:
Yazarımız Yılmaz Özdil’in bugün yayımlanması gereken yazısında, Doğan Yayın İlkeleri’ne aykırı bazı ifadeler yer alıyordu. Ancak Özdil, değişiklik yapmak yerine yazısının yayınlanmamasını tercih etti. Okurlarımızla bu bilgiyi paylaşırız.” 
Argodaki “Ufala da civcivler yesin” deyimi tam da böyle durumlar için kullanılır. 
Öyle ya Yılmaz Özdil, daha önceleri Hürriyet’te, ırkçılık sınırında, aşırı faşizan tınılar taşıyan çok yazı yazdı. O yazılar için işlemeyen “Doğan yayın ilkeleri”nin bugün hınzır bir ironinin ötesine geçmeyen bir yazı için işletilmesine bakıp Hürriyet yönetiminin açıklamasına “Ufalayın da civcivler yesin”den daha uygun bir cevabı olan var mı? 
Yılmaz Özdil yazmaya devam eder mi bilemem. Sözcü’den hemen bir “Gel bizde yaz”çağrısı geldi. Yakışır. Ama daha önemlisi yazma olanağı elinden alınan bir gazeteciye Sözcü’nün kucak açmasıdır ve bu iyidir. 
Özdil’in siyasal tercihlerinden, ideolojik çizgisinden nefret edebilirsiniz (ben onlardan biriyim); Sözcü’nün yayın çizgisinden, ideolojik tercihinden nefret edebilirsiniz (ben onlardan biriyim); ama bu bana ve -eğer mutabıksak- size de iktidar baskısından yılıp diz çökenlere sessiz kalma; Tayyip Erdoğan’da cisimleşen “Yalnızca benim yandaşlarım özgür olabilir” saldırısına kayıtsız kalma hakkı vermez. 
Yarın benim ya da benim gibi bir gazetecinin yazma olanakları elinden alınırsa“Özdilgiller” beni, bizi savunur mu, savunmaz mı? Bu sorunun cevabını zerre kadar merak etmiyorum. Umurumda da değil. 
Bildiğim, şiddet içermedikçe gazetecilerin yazma özgürlüklerinin bırakın engellenmesine, o özgürlüğe ucundan kıyısından dokunulmasına göz yumma hakkım yok. 
Demokrasiyi, düşünce özgürlüğünü savunanlar için öyle günler gelir ki susmak da suça katılmak olur. 
Bu yazı “susmadığımı” belgelemek için yazılan kişisel bir yazıdır. Öyle okuyun e mi?..  

AYDIN ENGİN
Cumhuriyet

16 Ağustos 2014 Cumartesi

‘Sonunda Kendini Allah Sanacak...’- ALİ SİRMEN

Gazeteyi okurken önce gözlerime inanamadım. Tayyip Bey aldığı oyu az bulanlara cevap olarak bakın ne demiş:
- Peygamber efendimizi bile desteklemeyenler oldu. 

Tayyip Bey’in kendisini Hz. Peygamber ile kıyaslaması aklıma bir Adnan Menderes-Fahrettin Kerim Gökay öyküsünü getirdi.
Yeni kuşaklar Fahrettin Kerim Gökay’ı (1900 – 1987) bilmezler.
Bu dalın Türkiye’deki kurucusu olarak addedilen Mazhar Osman’dan sonraki en ünlü ruh ve sinir hastalıkları uzmanı olan Fahrettin Kerim Gökay aynı zamanda bir dönem adından çokça söz edilen bir politikacı olmuştu. İstanbul Vali ve Belediye Başkanlığı’nın yanı sıra büyükelçilik (Bern), milletvekilliği, bakanlık (Sağlık Bakanlığı) ve Yeşilay Derneği Başkanlığı yapmış, kendine özgü bir kişiydi. Yeşilay Derneği başkanı olarak içkiyle mücadele savaşının önde gelen yürütücülerinden biriydi. Valiliği sırasında sarhoşları şehir dışına çıkarması, sarhoşken hadise çıkarılanların halkın deyimiyle belinden su aldırdığı söylentileri ile ün yapmış bu çok kısa boylu politikacıya halk ve basın (özellikle de Doğan Nadi) çok takılırdı.
“Mini mini valimiz/ Ne olacak halimiz?” tekerlemesi çok ünlüydü.
***
Fahrettin Kerim daha 1950’li yıllarda “reklamın iyisi kötüsü olmaz” ilkesini benimsemiş biriydi ve kendisine takılanlara fazla kızmazdı.
Hele hele Cumhuriyet’teki kısa “Bir Dakika” sütunuyla dönemin mizah yazarlarının önde gelenlerinden Doğan Nadi ile sık sık atışırlardı.
Nitekim Doğan Bey, Fahrettin Kerim’in kendisini kastederek “Deli doktorundan da vali mi olurmuş diyenler var. Pek de âlâ oldum işte” demesi üzerine şu satırları kaleme almıştı:
“Mini mini Valimiz ‘Deli doktorundan Vali mi olur diyorlar, ben pek de âlâ oldum işte’ demiş. Aklıma Bektaşi fırkası geldi. Bektaşi günün birinde Hoca’ya sormuş: Hoca Efendi abdestsiz namaz olur mu?Olmaz, haşa olmaz! yanıtını vermiş Hoca.
Bektaşi gülmüş:
-Eee ben kıldım pek de âlâ oldu.” Fahrettin Kerim’in döneminde piyasaya çıkarılan 20 santilitrelik rakılara da şişesinin küçüklüğü dolayısıyla Fahrettin Kerim adını koydular. Bu da akşamcıların içki düşmanı Gökay’dan mizah yoluyla intikam almalarıydı.
***
Fahrettin Kerim’i Ekim 1949’da CHP İstanbul’a hem vali hem de belediye başkanı olarak atadı. O zamanlar İstanbul’un hem valiliği hem de belediye başkanlığı siyasi iktidar tarafından atanan tek kişi tarafından yürütülürdü.
1950 seçim kampanyası sırasında, İsmet İnönü’nün katıldığı tarihimizin ilk görkemli Taksim mitinginde F.K.G. İnönü’ye şu iftihar dolu sözlerle meydanı göstermişti:
- İşte Paşam İstanbul!
Birkaç gün sonra seçimde o İstanbul’da CHP çok ağır bir yenilgiye uğrayacaktı.
CHP’nin getirdiği İstanbul valiliği ve belediye başkanlığı görevinde, Gökay’ı Menderes kendi döneminde de tuttu. Ta ki imar hamlelerinin bir bölümünü eleştirene kadar.
1957’de Menderes’in İstanbul ziyaretlerinden birinde Vilayet’te yapılan bir toplantıda, Fahrettin Kerim eleştirince Menderes kendisini sinirli bir şekilde tersler:
- Sen biraz dinlen hocam!
Ruh ve sinir hastalıkları uzmanı Ord. Prof. hemen manidar cevabı yapıştırır:
- Asıl sen biraz dinlen!
Daha sonra da Fahrettin Kerim görevden alındı. (Bern’e büyükelçi atandı)
Fahrettin Kerim bunun üzerine çok sinirlenir ve Menderes hakkında şunları söyler:
- Hırsının sonu yok. Burada durmaz cumhurbaşkanı olur, o da yetmez peygamberliğe tırmanır, o da yetmez kendini Allah sanmaya başlar. Hah işte o zaman da onu alıp bana getirirler. 

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

Yeni Cumhurbaşbakanımız Köşk’e Çıkıyor...- CÜNEYT ARCAYÜREK

Uygulamadaki anayasaya göre RTE’nin renkli rüyalarını süsleyen başkanlık sistemi ile yönetilmeyecek bu ülke.
Biz böyle sanalım, kendimizi avutalım.

Başkanlık sistemi varsın olmasın. RTE’nin engin ihtirasını tatmin edecek; tabii uydurma gerekçeye göre ülkenin yüksek ölçekteki yararlarını daha daha.. ta ki Kafdağı’na kadar çıkaracak başka sistemler de yok değil. Sen ister kabul et, ister etme, fark etmez...
Devletin bilumum iplerini elinde tutacak yeni sistem; ağustos ayının sonundan itibaren, günbegün, peyderpey RTE tarafından yürürlüğe konulacak:
Yeni sistemin adı mı:
Cumhurbaşbakanlık!

***
27 Ağustos’ta AKP yeni genel başkanını, böylece başbakanını seçecek.
O güne dek başbakanlığa sımsıkı sarılan RTE; bir gün sonra yemin ederek fiilen Cumhurbaşkanı olarak göreve başlayacak ve.. yeni başbakanı atayacak, diyorsunuz.
Anayasaya göre RTE’nin Köşk’te cumhurun başkanlığına, kendinden sonraki ilk genel başkan da başbakanlık görevine başlayacak sanıyorsunuz.
Hayır! RTE şimdi Başbakan’la istediği gün ve zamanda ortak çalışabileceği bir olanak arıyor.
Dün hiçbir gazetede FlashTV’nin önceki akşam verdiği haberi görmedik. Haber, RTE’nin olası başbakanla dilediği, üstelik basının haberi olmadığı baş başa çalışma olanağının ilk işaretini veriyor.
RTE, il başkanlarına konuştuktan sonra Ankara’da Orman Çiftliği’nin sayıları yüzleri aşan güzelim ne kadar meyve ağacı varsa kestirdiği geniş arazisine aylarca önce görkemli bir başbakanlık binası inşa ettirmeye başladı.
Yakın aylarda Çankaya’ya çıkması beklenen Başbakan’ın böylesi bir binayı neden gereksindiği sorusuna doyurucu bir yanıt alınmadı.
***
Lakin o habere göre RTE’nin cumhurbaşkanı seçilince görkemli bir başbakanlık binasına neden gereksindiği, birden aydınlığa çıktı.
Başbakan, inşası bitmek üzere olan binayı önceki gün gezmiş, ilgililerden bilgi almış, inşaatta çalışanlarla bina önünde anı fotoğrafı da çektirmiş.
Ne ki habere göre yeni başbakanlık binasının bir bölümünü cumhurbaşkanının dilediği zaman çalışacağı ofisler olarak kullanacak, hükümeti de yönetecek söylemlerine hak vermemek için, anayasanın öngördüğü gibi gereğinde değil, istediği anda ya başbakanla baş başa görüşebilecek veya Bakanlar Kurulu’na başkanlık edecek ve bu görüşmeler kamuoyunda eleştirilere neden olmayacak!
Olmaz olmaz demeyin, şayet bu haber doğruysa, RTE’nin aylardır, yıllardır kafasında işlediği sistem; cumhurbaşkanı ol ama hükümeti de partiyi de elinden çıkarma diye özetlenebilecek sistem...
...Cumhurbaşbakanlık sistemi uygulamaya girmiş olmayacak mı?
***
RTE de seçilince herkesi kucaklayacağını vaat eden açıklamaları 10 Ağustos gecesi söyledi, kamoyunu uyutmak için sonra cümle aralarında yinelendi...
Bir kez daha kanıtlandı; RTE’de siyasete, demokrasiye bakış açısında bir santim değişiklik yok. Kafa dün neyse bugün de o!
Partiyi hükümeti kendine göre dizayn etmekle yetinmiyor artık. “Yeni Türkiye’ye (majestelerine) yeni bir ana muhalefet lazım” demeye başladı.
Dikkatli gözlerde elbette kaçmadı. Yeni genel başkanı seçecek olan örgüt başkanlarına istişare adını verdiği toplantıda uzun uzadıya saptanan (tabii saptayacağı) genel başkan adayından başka isimlere yönelerek “şeytanauymamalarını” ısrarla yineledi.
“Sinsilik, ayak oyunları, tuzaklar, tehditler bu partiye bugüne kadar sirayet edemedi” diyerek, saptadığı genel başkan adayına karşı kongrede birden başka adaylar çıkmasını önlemeye, bu sözlerini güçlendirmeye çalıştı.
İl başkanlarına tehditlerle partide bölünme olasılığı ile korkuttuktan sonra düzenlediği resepsiyonda ayaküstü konuştuğu milletvekillerinin sözüm ona olası genel başkan ve başbakan adayı üzerinde öneri ve düşünceleri aldı ve...
...sonra Meclis kulislerinde başka isimler üzerinde AKP milletvekilleri arasında görüşmeler olduğunu öğrenince... 21 Ağustos’a kadar çalışmasını istediği Meclis’e, ani bir kararla 1 Ekim’e kadar ara verdirdi...
***
Neden mi? Zira RTE’nin AKP milletvekillerinin, kulislerde adı geçen saptadığı aday dışında bir başka isim üzerinden anlaşacaklarından...
...ödü kopuyor ödü!  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

15 Ağustos 2014 Cuma

‘Sineklerle Uğraşmayız!’- Meriç Velidedeoğlu

Başbakan “R.T. Erdoğan” çoğunlukla “diktatör”, dahası “diktatör karikatürü”olarak tanımlanıp ortaya konulurken dış dünyanın medyasında da Türkiye’nin“sultan”ı, “padişah”ı gibi algılanıp gündeme sürülüyor. İtalya’nın“LaStampaGazetesi”, cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan “Erdoğan”ı okurlarına,“21. yüzyılın Sultan’ı böylece taçlandırıldı” diyerek duyurmuş. 
Haklılar... “1923 Devrimi”ni, devrimin önderleri “Atatürk”ü, “İnönü”yü yadsıyan, bununla da kalmayıp onlardan “İki ayyaş” diyerek söz eden ve kurdukları “TC Devleti”ni “Osmanlı”nın devamı olarak kabullenen “Erdoğan” için yerinde bir değerlendirme. 
N e v a r k i , “Osmanlı Padişahları”nın hiçbir engel tanımaz “güçler”i -“Halife”olduktan sonra bile- “Fetva Makamı”nca denetlenebilirdi zaman zaman biçimsel olsa da... 
Ayrıca, cuma namazlarına özgülenen “hutbeler”de de “Gururlanma padişahımsenden büyük Allah var!” çağrısı -bir bakıma- uyarısı gelenekselleşir. 
Bunları “10 Ağustos” Pazar akşamı TV’de “Erdoğan”ın balkon konuşmasını izlerken anımsadım ama izlediğim Erdoğan sanki şöyle diyordu: “Sineklerle uğraşmayız!”, çünkü “Hedefimiz İslam Devletidir!”; görmüyor musunuz ‘Türkiyedinsiz laik bir memleket haline geldi!’; ‘Öyle dağa taşa, ‘Ne mutlu Türküm!’ diye yazmak ilkelliktir!’; ‘cibiliyetsiz bunlar!’; ‘kız mıdır kadın mıdır bilemem!’; ‘edepsizkadın!’, ‘alçak kadın!’, ben ‘ülkemi pazarlamakla mükellefim!’; haa, ‘hastalık halinde dört kadın alınabilir!’; ‘demokrasi mi, tramvaydır, tramvay!’, eeh, ‘ileri demokrasi de hızlı tramvay!’
 Ne olduysa bilemem birdenbire -kin dolu kapkaranlık bakışlarla, nefret taşıyan bir sesle- “iki ayyaş yasası” demeye başladı... 

İnsanı ürperten bu görünümden olsa gerek, o an “ABD’li Senatör Upshow”un uzun yıllar önce yaptığı bir senato konuşmasında, “Atatürk”ten “Kepaze” diye söz etmesini anımsadım. 
“Demek ki” dedim, belediye başkanı olduğu “1994”ten bu yana ABD’nin“Erdoğan”la ilgisini, ilişkisini sürdürmesi Atatürk düşmanlığını “dile” getirmekte de meyvesini vermiş, ABD’li senatörle eşitlemişti; kuşkusuz, bu “dil”“külhanbeyleri”yle ünlü Kasımpaşa’da doğup büyüyen birine pek uygundu... 
Ne ki, hakkını da verelim; başbakanlığının -ya da sultanlığının- daha ilk yıllarında“dünyanın en varsıl başbakanı” olarak “cihan”a ün saldı(!). 
Hiç kuşkumuz olmamalı, şu anda da dünyanın “en varsıl cumhurbaşkanı” değilse bile en varsıl olanlardan biridir... 
Doğrusu bu duruma, insan imrenmekten kendini alamıyor; çünkü “babadan kalma bir servet” değil deniyor; zaten “Erdoğan” da bunu kabul ediyor; sahip olduğu kilolarla“altın”ın, oğullarının sünnet töreninin kazanımı(!) olduğunu açıkça söylüyor. 
Basının ilgisini daha çok çeken “Erdoğan”ın “taşınmazları”; “25 Aralık”taki“Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu”nun “fezlekesi”nde yer alan “villa” gibi. Bu taşınmaz; “fezleke”ye göre, “İzmir-Urla”da “1. derece SİT alanı” olan “antik”bölgede... 
Bu “villa”nın yapımı için “devlet’in nasıl seferber olduğu”nu, “Can Dündar”ayrıntılarıyla “Cumhuriyet”te anlattı. “Hukuk”un; Başbakan ve emrindeki“Bakanlar”la hiçbir “çekince” duymadan nasıl çiğnendiğini gözler önüne serdi... 
Bu “kıyım”a karşı çıkan “İzmir Valisi Can Kıraç” ile Şehircilik ve Çevre Müdürü Erdoğan’ın emriyle görevden alındı... 
Dünya “kültür mirası”nın bir parçası olan, “TC Devleti”nin korumasına bırakılan bu alan “3. dereceye” indirgeniverdi; eşsiz mozaikler yerlerinden sökülüp kaldırıldı; öteki arkeolojik kalıntılar üzerine de -Kültür Bakanı Ömer Çelik’in bilgisinde- Erdoğan ve yedi dostunun villaları yapıldı... 
Katlettirdiği bu “Kültür mirası”nın üzerinde “afiyetle” oturdu TC Devleti’nin“Başbakanı” olarak... 
Şimdi de hem “TC Devleti’nin Cumhurbaşkanı”, hem de şehitlerine “kelle”diyerek -bir bakıma aşağıladığı- “TSK”nin “Başkomutanı” olarak oturacak... 
Ne demiş -Erdoğan’ın da pek sevdiği- Mehmet Akif Ersoy: “Edepten yok payesi;bir kızarmaz yüz, bir yaşarmaz göz...” 
Bu dizeyi, sözde “Balyoz Davası”nda savunmasını yaparken yargıçların gözlerinin içine bakarak söylemişti E. Tuğa. A. Sevim, tam da yerinde olarak... 
Yarın Beşiktaş’ta “Sessiz Çığlık”ta buluşalım!  

 Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET