12 Temmuz 2015 Pazar

Bir Ömer Şerif geldi geçti-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Ömer Şerif’i en son 2003 Venedik Film Festivali filmlerinden olan “Mösyö İbrahim ve Kuran’ın Çiçekleri”nde izledim. 
Şerif’in uluslararası ilgi yaratan son filmi bu oldu. 
Efsane aktör izleyicilerin karşısına, ’50’ler Parisi’nin adları bile birer rüyayı -“Rue Bleue, Rue Paradis”- andıran ufak sokaklarında bir bakkal dükkânını işleten “Mösyö İbrahim” kimliğiyle çıkmıştı. 
Ununu elemiş, eleğini asmış; kendi halinde ama karizmatik bir yaşlı bilgeyi canlandırıyordu. 
Anadolu’dan İran’a dek uzanan topraklardan… Haliç’ten geliyorum ben!” sözleriyle kendisini tanıtan İbrahim, filmde Momo lakabını taktığı 15 yaşında kimsesiz bir Yahudi çocuğu evlat ediniyor ve derken onu kökleriyle buluşturmak için İstanbul’a getiriyordu. 
Asıl adı “Musa” olan “Momo”ya; İstanbul camilerini, kiliselerini, sinagoglarını gezdiriyor: bu toprakların zengin kültürel geçişkenliğini göz önüne seriyordu.

Bir “sufi” olan İbrahim yaşamda önemli olan “değerlerin” gerçekte “Müslüman” ya da “Yahudi” etiketleri ile sınıflandırılamayacağını vurguluyor; “Momo”ya Mevlanaöğretilerini tekrarlıyordu. 
Dostluğu, insanlığı, sevgiyi ve dini bağnazlığın her çeşidine karşı duran bir hikâyeyi perdeye taşıyan “Mösyö İbrahim”, masalsı küçük bir film olmasına karşın “11 Eylülsonrasının” “uygarlık çatışması” ikliminde çok geniş ilgi çekmiş ve beğenilmişti…
‘Çokkültürlü’ İskenderiye’den... 
Görmüş geçirmiş “Türk bakkal” haliyle Türkçe de konuşuyordu. 
Filmi izlerken o konuşmaların montaj olabileceğini düşünmüştüm. 
Meğerse “Türkçe”, Ömer Şerif’in bildiği dillerden (Arapça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Türkçe, Rumca) biriymiş… Öldükten sonra şimdi anlıyorum ki “Mösyö İbrahim”, bir anlamda Ömer Şerif’in kendisiymiş. 
Şerif, her şeyden önce Doğu’nun, “İstanbul” gibi, en “çokkültürlü dünya kentlerinden” biri olan İskenderiye’de, Lübnan ve Suriye asıllı Hıristiyan bir ana-babadan doğmuş… 
Sinema dünyasına adım attığı yıllarda Müslüman bir Mısırlı yıldızla sevişerek, sevdiği kadın için dinini değiştirip “Müslüman”lığı almış. 
Böyle çok iç içe geçmiş kültürler ve uygarlıklar içinde yaşamış ve yoğrulmuş biri Ömer Şerif. 
Arap-Müslüman dünyasının “ilk” Hollywood efsanesi ve uluslararası çaptaki aktörü olması bu sebeple rastlantı değil. 
Yalnız kültürleri değil; kadınları, kumarı ve şöhreti de dibine dek tanımış ve yaşamış biri o. Hayatı roman gibi. 
Kumar masalarında örneğin çok büyük servetler bırakmış…
Hatırı için dinini değiştirdiği kadını, terk edip gittikten sonra bir daha hiç evlenmemiş ve bir evi bile olmamış, hep otel odalarında yalnız yaşamış. 
Her an her şeyi bırakıp gidebilecek kertede birkaç valize sığdırdığı eşyalarla Paris, Kahire otellerini kendisine mesken edinmiş. 
Ömer Şerif’in belleklerde iz bırakan o çok derin ve melankolik bakışlarının ardında işte bu ölçüde inişli çıkışlı bir yaşamın öyküsü var.

‘Hayat hatırlandığı kadar var’ 
Bunca şey yaşayan bir insan sonra bunların hepsini nasıl unutur? 
Jivago’nun ilah denli yakışıklı “Yuri”sinin, “Alzheimer” olduğunu bundan birkaç ay önce duyduğumda ilk aklıma gelen düşünce bu oldu; aynı illeti yaşayan Gabriel Garcia Marquez’i hatırladım. 
Tıpkı Marquez gibi Ömer Şerif de… son döneminde artık yoldan geçenlerin neden durduk yerde kendisine selam verdiklerini anlamlandıramıyormuş. 
Hayat insanın yaşadığı değildir. Aslolan insanın hatırladığıdır!” diyen büyük romancı gibi sonuçta Şerif de her şeyi tümüyle sildiği noktada şalteri indirdi. Toprağı bol olsun!

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

28 Haziran 2015 Pazar

Arcayürek’in tanıklığı...- MUSTAFA BALBAY

Gabriel Garcia Marquez mesleğimizi tanımlarken, “gazeteci, yaşadığı çağın tanığıdır” der. 
Cüneyt Arcayürek, bu tanımın en canlı örneklerinden biriydi. Elbet Türkiye koşullarında gazeteciler çağın tanıklığını yaparken sanığı da olabiliyor. Arcayürek deMenderes döneminde Akis dergisindeki bir yazısı nedeniyle hapislikle tanışmıştı. 
Bir habere ulaşma ve onu yayımlamada öylesine ödünsüzdü ki, yıllar süren dostluklarını feda eder, haberi feda etmezdi. 
Demirel ve Ecevit’le bu nedenle biraz limoni ayrıldı. 
Demirel’in Köşk’e çıkmasıyla birlikte danışman olarak onunla çalışmaya başlaması da onun haberciliğini bitirmedi. Belki tam tersi oldu. Köşk’ü noktalayıp yeniden Cumhuriyet’te yazmaya başladığında her günkü 45 dakikalık kahve içimi konuşmalarımızın ana konusu, Demirel-Çiller dönemi oldu. Çok şeye tanıklık etmişti. Her şeyi olduğu gibi mi yazmalıydı, süzerek mi?
İlhan Selçuk’un Ankara’ya aylık olağan gelişlerinden birinde Çiftlik Merkez Lokantası’nda Arcayürek bu ikilemi sorunca İlhan Ağabey, “en doğrusu hiç yazmaman” dedi. Ertesi gün Cüneyt Abi, “tabii İlhan hiç muhabirlik yapmadı ki” diye mırıldanıp Demirel-Çiller diyaloglarından birini ballandıra ballandıra anlattıktan sonra ekledi: 
“Yavv Balbay, bu da yazılmaz mı?” 
Birkaç kez anlatmıştı; Demirel için “barajlar kralı” manşetini atan oydu. Öyle başlayan ilişki, danışmanlıkla en üst düzeye çıkmıştı, ama Arcayürek yazmadan yapamazdı.
***
Arcayürek Demirel’le olduğu gibi Ecevit’le de çok yakın bir diyalog kurmuştu. Ecevit’in gazetecilik yaptığı, Ulus’a sefertası ile geldiği günleri biliyordu. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda adaya ilk giden gazeteci Arcayürek’ti. Sadece gidiş öyküsü bile belgesel olur. 
18 Nisan 1999 seçimleri öncesinde Ecevit’in sağlığının çok iyi olmadığı görülüyordu. Ama kimse dile getirmiyordu. Cüneyt Abi durur mu? O dönem sabah sohbetimizin ana konusu buydu. Ona göre elbet sağlık özel hayata giriyordu, ama ülkeyi yönetenlerin sağlığını bilmek halkın hakkıydı. Avrupa’da gelenek buydu; örneğinMitterrand’ın kanser olduğu resmen açıklanmıştı. Bunu da araştırmıştı. 
Sonunda yazıyı yazdı. O gün Ecevit’le seçim kampanyası çerçevesinde Antalya mitingine gidecektik. Sedat ErginFikret BilaMurat YetkinBilal Çetin’le VIP salonunda Ecevit’i bekliyorduk. Birkaç kez kızgınlığına denk gelmiştim, ama görmediğim bir hışımla bana doğru yöneldi ve seslendi: 
“Sayın Balbay, bir dahaki geziye doktor Cüneyt Arcayürek’i de çağıralım...” 
Yazı tabii ki ses getirdi. Ecevit alandan haykırdı: 
“Sağlığıma laf edenler bin yıl yaşasın...” 
Ertesi gün Cüneyt Abi gerilimliydi, ama gülümsemesini bozmadı,“ömrümüz uzadı”dedi. 
Cüneyt Abi’nin Ecevit ve Demirel’le arasındaki buzları eritmek için birkaç girişimde bulundum, hep yarım kaldı.
***
Tıp eğitimini bırakıp 1947’de gazeteciliğe başlayan Arcayürek geride binlerce köşe yazısı ve 40’ı aşkın kitap bıraktı. Çok partili sisteme geçişten sonraki tüm dönemlere tanıklık etmiş Arcayürek bu tanıklığı yanında götürmedi, dostluklarını buzlaştırma uğruna miras bıraktı. Bugün Türkiye’nin o dönemlerini araştıracak bir kişi, çare yok, o kitaplara da başvurmak durumunda. 
Dün 55 yıllık hayat arkadaşı Esin Abla’yla konuştuktan sonra kafama takıldı; Cüneyt Abi gittiği yerde ilk kimi aramıştır. Aklıma ilk Örsan Öymen geldi. Onun erken gidişine hep yanardı. Örsan Öymen de onu, “Cüüü nerde kaldın” diye karşılamış olmalı. 
Arcayürek için en iyi dilek, haberler içinde yatsın, demek olur ama... 
Yatmaz ki!

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

21 Haziran 2015 Pazar

Başar Sabuncu ya da yaşasın tiyatro!-ZEYNEP ORAL



Sözü hiç ama hiç dolandırmadan söyleyeceğim: Türkiye’de en yaratıcı üç ya da beş tiyatro yönetmeninin adını söyle deseler bana, hiç kuşkusuz bunlardan biri Başar Sabuncu olurdu. 
O benim için düş gücünü, birikimle, gerçeklikle, sahicilikle, inandırıcılıkla, yetenekle bütünleyen ve bana sık sık “Yaşasın tiyatro” çığlıkları attıran; kimi temsilden sonra“iyi ki yaşıyorum” dedirten, tiyatronun ne muhteşem, ne harikulade, ne müthiş, ne olağanüstü bir düşünce ve eylem sanatı olduğuna beni inandıran yönetmendi.

Kavgayla başlayan hayranlık 
Yıl 1974. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın başında Muhsin Ertuğrul. Askeri darbeyle uzaklaştırıldığı tiyatrosuna döneli çok olmamış. Tiyatro beş sahnesiyle açılımlar yaşıyor. Sınır yok. Müthiş idealist, ütopik bir dönem yaşıyoruz... Herkes “uçuyor”... Tiyatrodaki bir grup genç yönetmen “merkezi yönetim”e karşı, “yerinden yönetim”diye başkaldırdı. İçlerinden biri de Başar Sabuncu. Ben de Sanat Dergisi’nde bu savaşın izini sürüyorum. 
Başar’la bol bol kavga ediyoruz. Tamam “yerinden yönetim”i ben de yeğlerim ama Hoca’ya karşı sürdürülen hoyratlık beni kahrediyor. Sonunda, yerinden yönetim galip geldi. Muhsin Hoca tiyatrodan ayrıldı... Onca kavgamız Fatih Şehir Tiyatrosu’nun başına geçen Başar Sabuncu’nun sahnelediği oyunlara hayran olmamı engellemedi. 
 
1402’liklerin mücadelesi 
Yıl 1980. Her baskı döneminde ilk tokadı sanat yiyordu. 12 Eylül faşizmi İstanbul Şehir Tiyatrosu’nu da vuracaktı. 1402’likler “vatan haini” olarak tiyatrodan atılırlarken aralarında Başar Sabuncu da vardı. Tiyatronun başına getirilen Vasfi Rıza Zobu,“müfettişlik” görevini benimsediğinden kovulanların haklarını aramak bana düştü. 
Bunu aramızda hiç konuşmadık. Ama o mücadeledeki duruşumdan sonra Başar’la hiç ama hiç anlaşamadığımız konularda bile en keyifli tartışmaları yaptık. 
Tam o baskı döneminde Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde Shakespeare’den Can 
Yücel’in çılgın çevirisi (ya da yeniden söyleyişiyle) “Bahar Noktası” (A Midsummer Night’s Dream) oyununu sahnelemişti Başar Sabuncu. Ve tiyatrodan atıldığı için programdan adı silinmişti. Tıpkı üstü siyahla kapatılan kimi oyuncuların adları gibi...
 
Onu eşsiz kılan 
Sevgili Başar, birkaç gündür senin için, daha doğrusu sahnelediğin oyunlar için yazdığım sayfalar dolusu eleştiri yazısını anımsıyorum. Bir araya getirsem, bir kitap olur. Şu birkaç satırda nasıl özetleyeyim ki... 
“Bahar Noktası”nda, gerçeği düşe, düşü gerçeğe çevirdin! Ayrıca her oyuncunun farklı yönetmenin elinde nasıl değişebileceğini gösterdin. Bin kez izlediğim o oyunculara sanki büyülü bir toz serpmiştin. 
Jean Genet’nin “Balkon”unda hepimize kimliklerimizi sorgulattın. Ülkemizi, günümüzde yaşadıklarımızı, tiyatroyu, “oynamayı” sorgulattın... 
Lorca’nın “Kanlı Düğün”de yalınlığın görkemiyle sarstın bizleri. 
Gogol’un “Palto”sunda tiyatronun tüm öğelerini atağa geçirdin. 
“Bir Ata Krallığım” oyununu Shakespeare’in nice oyunundan yazmıştın. Güç, iktidar hırsı ve şiddet arasındaki ilişkiyi gösterdin. Yazdığım yazının başlığı aklımda.“Shakespeare Susurluk’u Biliyor muydu?” 
Hangi birini ansam ki: İstanbul Şehir Tiyatrosu’na taşıdığın Nâzım Hikmet veBrecht’leri mi? Vasıf Öngören’in “Zengin Mutfağı” ya da “Kaldırım Serçesi”ni mi... 
Yazarlığını yönetmenliğinin, yönetmenliğini yazarlığının hizmetine verdin. Bütüncül tiyatroyu seçtin. Toplumsal yaşamla tiyatroyu bütünledin. Hep doğru bildiğini yaptın. Ödün vermedin. Çağrışımları, simgeleri, açılımları çok sevdin. İlişkileri, yazarla, oyuncularınla, tasarımcılarınla ve seyirciyle ilişkilerini sonuna dek zorladın. Tiyatro sanatını muhteşem bir şölene dönüştürdün. 
Ülkem adına, tiyatro sanatı adına, sana çok teşekkür ediyorum. Seni çok özleyeceğiz.

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

7 Haziran 2015 Pazar

Besim Üstünel’in ardından-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Bazı insanlar vardır... en yakın akrabanız, arkadaşınız değildir; ama hayattan göçüp gittiklerinde yaşamınızda ne önemli yer tuttuklarını fark edersiniz. 
Karaoğlan yıllarının eski Maliye Bakanı Besim Üstünel onlardan biriydi. 
Kaybettiğimizi öğrendiğimde önce inanamadım…. 

O kadar canlı, diri, yaşama sıkı sıkıya bağlı bir insan, artık nasıl yaşamıyor olabilirdi?
Üstünel’in takvim yaşı gerçi tabii 80’i aşmıştı. Ama biyolojik yaşı öyle dinçti ki!
Derviş’i o getirmişti… 
Siyasi sohbetlerden acayip hoşlanırdı. Bu köşeyi sürekli okur; beğendiği yazılar için heyecanla arayıp yorumlar yapar ve özel anılarını aktarırdı. Kemal Derviş’i Türkiye’ye ilk onun getirdiğini, yaptığımız bu özel sohbetlerde öğrenmiştim… 
Kendisini düzenli olarak yazları Büyükada’da görürdüm… 
Eşi Gülen Hanım’la birlikte disiplinli bir yaşamı vardı. 
Karıkoca sabahları hiç aksatmadan her gün yüzer, ama güneş kızmadan plajdan saat kurmuş gibi 11’den önce mutlaka ayrılırlardı… 
Besim Bey’in sıcak kanlı, “güneyli” (Gaziantepli!) profiliyle; bu fevkalade dakik İskandinav disiplini beni hem çok etkiler, hem de şaşırtırdı. 
Üstünel’in kadirşinas, sıkı, çok yakın insan ilişkileri vardı. İkram yapmaya bayılır, arar, sorar, çevresiyle her tür ilgilenir; muhabbetini esirgemezdi. 
Ama bunun yanı sıra dünya duruşu açısından Türkiye’de benzerine çok rastlamadığım tarzda “kuzeyli” bir sosyal demokrattı… 
Yalın ve gösterişe kaçmadan yaşar; imkânlarını ihtiyacı olan gençleri okutmak için kullanırdı. 
Kültüre, dayanışmaya, eğitime, takım kurmaya ve bir takım yaratmaya sonuna dek inanan Besim Bey’in okuttuğu öğrencilerin sayısının yılda 20’yi bulduğunu Teşvikiye Camisi’ndeki cenazede öğrendim. 
Çiçeklerle donatılan tabutuna Besim Bey’in yardım ettiği Deniz adındaki bir öğrencinin özel veda mektubu iliştirilmişti: 
Daha size anlatmak istediğim hayallerim ve sizden dinleyeceğim onca hikâye varken…” diye başlayan mektup; “Çok şanslıyım ki sizi tanıdım. Anlattıklarınızla öğrendim, ilham buldum. Yetiştirdiğiniz nice gençten biri olarak sizi hasretle anıyorum Hocam” diyordu… 
 
‘Eski Türkiye’nin değeri 
Hoca”nın dört yıl önce keşfettiği Gaziantepli başka bir genç müzik yeteneğinin öyküsünü, cami avlusunda gene yakın dostum Sabri Kurdoğlu aktardı… 
Hoca’nın babası da biliyorsun terziydi” diye söze girdi Sabri: “Besim Hoca böyle kendi babası gibi, babası Gaziantep’te bir terzi olan Alican Süner isimli çok yetenekli bir çocuk keşfediyor. Çocuğa ilk değerli kemanı o alıyor ve 4 yıldır bu genç müzisyenin sponsorluğunu yapıyor. Çocuk en son İtalya’da bir yarışmada birinci olduğunu Hoca’ya bildirmek için telefon açtığında, Besim Üstünel’in yaşamını yitirdiğini öğreniyor…” 
Eşi ve kendi adına biri Gayrettepe’de, diğeri Silivri’de yapılan iki anaokulu bulunduğunu ve Üstüneller’in Galatasaray Vakfı’nın en büyük bağışçılarından olduğunu gene tesadüfen cenazede öğrendim. 
Besim Hoca bunların reklamını hiç yapmazdı. 
Üstünel’i uğurlarken Türkan Saylan gibi bir “eski Türkiye” “değerimizin” eksildiğini ve bir dönemin bir daha geri gelmemecesine kapandığını iliklerime dek hissettim. 
Bıraktığı boşluk o yüzden çok büyük.... 
Onu son olarak, yokluklar döneminde her zamanki esprili üslubuyla, dönemin Başbakanı Ecevit’e yaptığı bir uyarıyla analım: 
Eğer güçlüyseniz yasaları delebilirsiniz. Biraz daha güçlüyseniz belki anayasayı bile delersiniz. Ama ekonomi yasalarını hiçbir şekilde çiğneyemezsiniz!” 
Her dönemin güçlülerinin her şart altında hatırlaması gereken altın bir kural bu! 
Ama bu hatırlatmaları yapabilecek Üstünel’ler artık yok. 
Işıklar içinde uyusun…


NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

5 Haziran 2015 Cuma

Tayyip’e karşı ulusal koalisyon-ALİ SİRMEN

Siz bakmayın artık iki gün kalmış olan oylamada sandıktan çıkabilecek olan en kötü sonucun koalisyon olacağını söyleyenlere! 
Koalisyonların bütün kötülüklerin anası ve istikrarsızlığın nedeni olduğunu dirençle ileri sürenler, çoğunlukçu dayatmanın savunucularıdırlar. 
Eğer dediği dedik tek adam yönetimi gerçekten istikrarın ve güvenin garantisi olsaydı, 14 yıllık Tayyip Erdoğan iktidarı Türkiye’sinin bir istikrar abidesi olması gerekirdi. 
Gerçek öyle mi?

Türkiye bizden olanlar ve onlardan olanlar diye ikiye bölünmüş durumda. 
Türkiye bütün komşularıyla ihtilaf halinde, sınırları kevgire dönmüş bir ülke konumunda ve büyük bir bölgesel savaşım aktörlerinden biri olması ihtimali çok kuvvetli. 
Türkiye, iyi yönetilemediği takdirde, bir iç savaşa kadar bile varabilecek vahim bir 
Kürt sorunuyla karşı karşıya. 
Ve konunun ilgili tarafları, aslında bu sorunun bir demokrasi sorunu mu, yoksa bir etnik sorun mu olduğu konusunda, kafalarında netleşmiş bir düşünceye sahip değiller, kimse nereye kadar gidilebileceğini bilmiyor. 
Türkiye’de anayasa hukuken değilse bile fiilen rafa kaldırılmış durumda, yargı yürütmenin, yürütmeden de çok, tek kişinin vesayeti altında. 
Seçim ertesinde, bir tek parti iktidarı bile çıksa, ülkeyi büyük bir kargaşa bekliyor. 
Özlenen istikrar bu mu?
***
Gelelim koalisyona: 
Bir koalisyonun olabilmesi için, çeşitli siyasi güçlerin bir amaç etrafında, onu yaşama geçirmek üzere, uzlaşarak bir araya gelmeleri gerekmektedir. 
Bu durumda, 7 Haziran ertesi bir koalisyonun oluşabilmesi için bir amaç etrafında bir araya gelmeye hazır güçlerin olması gerekmektedir. 
Bu hangi amaç çevresinde ve hangi formül ile mümkün olabilir? 
Türkiye’nin bugün birinci sorunu demokrasi sorunu olduğuna göre, formül ulusal koalisyon, amaç da demokrasi olabilir.. 
Yani 7 Haziran ertesinde Türkiye’yi daha yönetilebilir bir ülke haline getirebilecek olan, demokrasi için milli koalisyondur. 
Bu formülün geçerlilik kazanması, bütün partilerin katılmasıyla mümkün olur. Yani 
AKP, CHP, MHP ve barajı geçmesini tahmin ve temenni ettiğimiz HDP’nin katılacakları bir ulusal koalisyon önce, kişiye özel değil, ülkeye yönelik demokrasiye özel bir anayasa yapacak, yargı sorununu çözecek, Kürt sorununun demokratik müzakeresinin önünü açacak bir çözüm için ulusal bir uzlaşı oluşturabilirler. 
Bu koalisyonda bir tarafta bütün partiler, öte tarafta da, Tayyip Bey olacaktır. 
Tıpkı şimdi olduğu gibi... 
Eveet şimdi de, demokrasinin önündeki en büyük engel, politikasıyla ve kişiliğiyle Tayyip Erdoğan’dır. 
Seçim ertesi oluşacak bir koalisyonun amacı, Tayyip’in yaptığı tahribatı tümden ortadan kaldırmasa bile, hafifletmek olacaktır. 
Ama böyle bir koalisyonun önündeki en büyük engel de yine siyasi gücü hâlâ yabana atılmaz olan Tayyip olacaktır. 
Yine de, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu iç ve dış sorunlar ile, bunların kontrolsüz olduğu için artık en yıkıcısı haline gelmiş olan Tayyip Bey’in tasfiye edilmesi için gerekli iç ve dış koşulların oluşabilmesi mümkündür. 
Siyasetin en nefret ettiği şey boşluktur. Tayyip Erdoğan’ın kontrolsüz gücü boşluktan da büyük bir sorun oluşturmaktadır. 
Bu yüzdendir ki şu anda imkânsız gibi görünen çözümler bugünden yarına koşulların oluşmasıyla yaşama geçebilir hale gelecektir. 
Tayyip Bey’in kontrolsüz yıkıcı güç haline gelmesi durumu, AKP için de geçerlidir. 
Bekleyin, bakın seçim ertesi nelere gebe olacak!

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

Mübarek ola anayasa mahkemesi!-Meriç Velidedeoğlu

Yurttaşlar Yasası”nın (Medeni Kanun), resmi nikâh yapılmadan “imam nikâhı”na izin vermeyen kuralını kaldıran “Anayasa Mahkemesi” (AYM) böylece -şu günlere uygun- “mübarek”(!) bir karar vermiş oluyor.
 
“Nikâh”, İslam hukukunda, “aile” kurumuyla ilgili “hükümler” arasında yer alır ve bunlar “inanç” kuralları gibi “değişmesi” söz konusu olmayan dogmalardır; “1400 yıl” önce nasılsa bugün de “şeriat” ile yönetilen ülkelerde öylece yürürlüktedirler; oysa “yaşam”ın kaçınılmaz baş özelliğinin “değişim” olduğu yadsınamaz... 
Ayrıca çağdaş uygarlık hukukunun temeli olan “adalet”in anlamı “eşitlik”tir; oysa“şeriat”ın -hemen hemen- “eşitsizlik” üzerine kurulu olduğu bilinir; bu eşitsizlikten en çok, en açık biçimde “aile” kurumunu düzenleyen “hükümler”de görülür ki, dayanağı “cinsel eşitsizlik”tir ve dolaysiyle bu durum “kadın”ı, “ikinci sınıf kul”düzeyine indirgemiş olmaktadır.
Bu “ikinci sınıflık”, erkeğin dört eş almasına, “Boşol!”la eşini boşamasına“cevaz” vermesi bir yana, eşlerini dövmesini “mubah” kılınmasına dek götürür. 
Ve burada da yine ayraç açarsak bir konuya daha değinelim derim; “faiz”i yasaklayan “ayet”in yorumlana yorumlana -“yani değişen ekonomik yaşamauyularak”“kâr payı” adıyla ortaya konup; eksiksiz bir “şeriat”la yönetilen ülkelerde bile “bankalar”ın açılmasının “Müslüman” dünyaca kabulüne karşın,“kadın”la ilgili ayetlere bu tür bir yaklaşım, “1400” yıldır görülmediği gibi, bunların -dört dörtlük uygun- “sağlam” ayetler olduğu, dolaysiyle böyle bir “yorum”a gerek olmadığı görüşü adeta inançlaştırılmıştır... 
“Şeriat”ın bütün bu olumsuzlukları içererek “aile” kurumunu düzenleyen kuralları,“1923 Atatürk Devrimi”nin ürünü dolaysiyle bir “Devrim Yasası” olan “Türk Yurttaşlar Yasası”nın (Medeni Kanun) kabulü ile “1926” yılında ortadan kalktı, daha sonra da “27 Mayıs Devrimi”nin ürünü olan “1961 Anayasası”nda, öteki devrim yasalarıyla birlikte yer verilip “korumaya” alındı. Ve yasa, bilindiği gibi,“Evlilik belgesi gösterilmeden evlenmenin dinsel töreni yapılamaz” kuralını içeren “110. maddesi”yle Anayasa’da temsil edildi.
Öte yanda, “1961 Anayasası”nı hazırlayan “Bilim Kurulu”nun böyle bir “koruma”kuralına anayasada yer vermelerinin ne denli yerinde olduğu, sonraki yıllarda yaşananlarla -bir bakıma- ispatlanmıştır.
Sanırım bunların ilki, “1978” yılı ortalarında dönemin “Milliyetçi Hareket Partisi”nin“on bir” milletvekili, evlenmelerin “müftüler”ce yapılması için “TBMM”ye bir yasa tasarısı vermesidir. 
Tasarının gerekçesi: “Hıristiyan ülkelerde nikâhın kiliselerde papaz tarafından kıyılması, geçerli sayılması için şart olduğu halde, bizde bu iş laik görevlilere verilmiş ve böylece dinsel geleneklerimize aykırı bir yol tutulmuş. Bunu düzeltmek için, bundan böyle nikâh ‘müftüler’ce kıyılması gerekmektedir” diye ortaya konursa da istenen sonuç alınmaz. 
“12 Eylül 1980”deki “karşıdevrim”in ortaya sürdüğü “1982 Anayasası” da -kimi sosyal hakları özellikle de kimi özgürlükleri kısıtlasa da- “Yurttaşlar Yasası”nın (Medeni Kanun), yasal nikâhtan önce “imam nikâhı”nın yapılmasını önleyen“110.” maddesini korumuş, böylece bu madde “1982 Anayasası”nda da yer almıştır. 
Ne var ki, “1923 Devrimi”nin ürünü olan “Yurttaşlar Yasası” (Medeni Kanun) “1 Ocak2002”de tarihe gömüldü; böylece bu yasanın bir “Devrim Yasası” olmasına da son verildi; çünkü kabul edilen yeni “Yurttaşlar Yasası”nın “madde numaraları da değiştirilmişti”; dolaysiyle hem bu yasaya devrim simgesi niteliğini kazandıran tutarlığı, hem de anayasa “güvence”si yok olmuştu. 
Bu yeni yasanın tasarısı tartışılırken bu duruma pek çok hukukçu, öğretim üyesi ve“STK”ler yoğun olarak karşı çıkmıştı; ne ki yine de bu olumsuzluk önlenememişti. Ama bugün “Anayasa Mahkemesi”nin bu olumsuzluğu -yasanın Anayasa güvencesinin yokluğunuadeta “fırsat” bilip, üstelik bu genel seçim arifesinde ülkeyi içine düşürdüğü durum, insanda “sarsıcı” bir “şaşkınlık” yaratıyor.
 

“AYM”nin, “1961 Anayasası”yla kurulduğunu anımsatalım ve yukarıda da sözü edilen “müftü nikâhı” için, bu Anayasa’yı yazan Ord. Prof. Dr. H. V. Velidedeoğlu’nun, “Bu öneri anayasamızın ‘laiklik’ ilkesine hepten aykırı olduğu için‘kanunlaşsa’ bile, ‘Anayasa Mahkemesi’nce ‘iptal’ olunur!” (8.6.1978) demecini bir kez daha değerlendirmesini umalım. 
Yoksa, “AYM”de de “tuzun koktuğu” iyice ortalığı saracaktır. 

MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet

31 Mayıs 2015 Pazar

Fetih müsameresi…-AYDIN ENGİN

Gece maçı filan oynanıyorsa gazeteler baskıya geç girer. Bize de yazıları geç yollama hakkı ve şansı doğar. 
Bugün (yani dün, cumartesi) İstanbul’da “Yenikapı - Kazlıçeşme maçı” var. 15.00’teHDP Kazlıçeşme’de sahaya çıkacak. 17.30’da da Tayyip Erdoğan ile AhmetDavutoğlu İstanbul’u yeniden fethetme maçı” oynayacaklar. 
Yani yazıya oturmak için önümde epey vakit var… 
Olsun. Beklemeye niyetim yok. 
Bu meslekte acemilik günlerini geride bıraktıktan sonra seçim mitinglerinin ciddiye alınacak bir sonuç göstermediğini öğrendim. Miting meydanlarındaki kalabalık, oraya gelenlerin sıkı partili olduğunu filan göstermez. Olsa olsa il ve ilçe örgütü iyi çalışmıştır, kasaya genel merkez desteği ile iyi para girmiş, otobüs, minibüs filan kiralanmış, hatta “miting kumanyası” bile hazırlanmıştır. Meydan dolar. Tersi söz konusu ise lider boş ya da yarı boş meydanla idare etmek zorunda kalır. Miting sonrasında da yerel parti örgütü liderden okkalı bir zılgıt yer. 
Öyleyse HDP’nin Kazlıçeşme mitingine olsa olsa eş dost görmek, arkadaşlarla halay çekmek, sohbet etmek için gidilirdi. Yani “Acaba kalabalık olacak mı? HDP’nin İstanbul’da alacağı oy oranı ile ilgili ipuçları bulunabilecek mi” gibi sorulara miting meydanında cevap aramak gibi bir niyetim yok. 
Kazlıçeşme mitinginden iki buçuk saat sonra da Cumhurbaşkanı ile Başbakan el ele tutuşup hem bir “fetih müsameresi” düzenleyecekler, hem de fetih bahanesi ile AKP için devlet destekli seçim propagandası yapacaklar… 
Yani… 
Yani bu Tırmık’ı yazmak için ne Kazlıçeşme mitingini, ne “Yenikapı müsameresini” beklemenin âlemi yok. 
Ben de öyle yapıyorum zaten…
***
Yenikapı müsameresi” nitelemesinden hoşlanmayanlar olacak. Biliyorum. Fetih onlar için İslamın kâfiri yenip diz çöktürmesinin simgesi. O yüzden Fetih’e özel bir anlam vermekteler. Onlar için 29 Mayıs 1453 adeta kutsal
Tamam imparatorlukların semirmeye başladığı bir çağdı. İngiltere’nin, İspanya’nın, Fransa’nın imparatorluğa dönüşmeye başladıkları yıllardı ve Osmanlı da ortaçağın simgesi Roma İmparatorluğu’nu yıkıp, başkentini fethedip imparatorluk aşamasına sıçradı… Bu bağlamda anlamlı bir fetihti. 

Peki, ama fetihten 562 yıl sonra yeniden bayram etmeyi, görkemli değilse bile masraflı kutlama törenleri düzenlemeyi nasıl anlamlandıracağız? 
Osmanlı bizim tarihimiz. Yeryüzünün gördüğü en geniş ve güçlü imparatorluklardan biri. 
Peki, ama bu böyle diye onunla övünmenin, onun büyüklüğünden, gücünden, kudretinden pay çıkarmanın nasıl bir anlamı olabilir? 
Tahta çıktığında cülus namazını kardeş kanında aptes alarak kılan padişahlarla “ecdadımız” diyerek niye övünelim ki? 
Sırbistan, Macaristan, Kosova ovalarına, Balkanlar’ın dağ köylerine ve ırmak boyu kasabalarına yalınkılıç dalıp genç oğlan çocuklarını analarından zorla koparıp alıp, İstanbul’a getirip savaşçı olarak yetiştirip birer ölüm makinesine dönüştüren bir sistem bizim için övünç kaynağı olmalı mıdır? 
Sorun elbette imparatorluk yıllarında böyle yapıldığı için Osmanlı’yı suçlamak, kınamak olamaz. Bu, tarihi kendi koşulları ve çağı “zamanın ruhu” içinde kavrayamayan bir aymazlık olur. Ama 2015 yılında hâlâ ecdatla övünmek, her 29 Mayıs’ta fetih kutlamak sorgulanmalı değil midir? 
2015 yılında bir İspanyol çocuğuna, “Bundan birkaç yüzyıl önce ecdadımız Güney Amerika’yı fethetti. Oranın zenginliklerini İspanya’ya taşıdı. Oradaki kâfir Aztekleri, Mayaları köleleştirdi. Boyun eğmeyenlerin kolunu bacağını kesti. İspanya’ya altın çağını yaşattı” diye övünmeye kalkanla en azından alay edilir. 
Hindistan’ı talan eden, soyup soğana çeviren; Çin’i pazarlaştırmak için halkı zorla afyona alıştıran Britanya, ecdadı olan fatihlerinin bu marifetlerine bugün de alkış tutsa ne düşünülür? 
Gel de sorma. 
Acaba ha bire ecdatla övünenlerin dağarcığında kendiyle övünecek bir hüner, bir yetenek, bir marifet, bir zenginlik olmadığından mıdır? 
Galiba…

AYDIN ENGİN
CUMHURİYET

Yalakalığın kitabını yazmak-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Muhteşem Yüzyıl’da Pargalı’nın elinden hiç düşürmediği Dante’nin “İlahi Komedya” kitabını hatırlıyor musunuz?
Cennet, Cehennem, Araf’tan oluşan başyapıtında İtalyan yazar yalakalara özel yer ayırmış…
İnsanlığın temel değerleri, yaşam ve ölüm üzerinde alegorik bir destan olan eserinde Dante, en beter günahları işleyenleri cehennemin dibine yollar…

Türkçede hani “Cehennemin dibine git!” diye bir deyim vardır ya…
Onun gibi…
Yerin kat kat altında, düş gücüyle dizayn ettiği cehennemin en altına Dante, “en aşağılık günah” diye düşündüğü “hainliği” yakıştırmış; cehennemin 9 kat altındaki bu bölümde analarına, babalarına, sevdiklerine, yurttaşlarına, vatanlarına ihanet edenleri konuşlandırmış.
En dipten bir üstteki, cehennemin 8. bölmesinde kim var dersiniz?
Bildiniz: Yalakalar!
Dante, “katilleri” bile “yalakalara” yeğ tutarak onları 7. katta bırakıyor ama yalakaları; din sömürücüleri… rüşvet yiyenler… hile yapanlar… bölücüler… kalpazanlar ve kadın tellallarıyla beraber yerkürenin, hiç kurtuluş ümidi olmayan nerdeyse en dip katmanına yerleştiriyor.
Dante burada “dalkavukları” zebaniler tarafından kırbaçlanmaya mahkûm ediyor. Bununla yetinmiyor, saçlarına dek boka sokup lağımda yüzdürüyor.
‘Madem ki yaladın…’Neden?
Madem ki sen yaşam boyu güçlülerin mabadını yaladın” demek istiyor Dante: “Vücudun o bölgesinden çıkan maddede haydi bakalım ebediyete değin yüz!
Bunları İtalya’da yeni çıkan “yalakalığın” kitabından öğrendim...
İngilizcede yalayıp - yutmak anlamına gelen Slurp başlığıyla yayımlanan kitap, yazar Marco Travaglio’nun imzasını taşıyor.
Travaglio kitapta yalnız Dante indinde yalakalığa yer vermiyor; Dostoyevski,TolstoyProustFlaubertKafkaMannDickensCervantes gibi yalakalığı farklı biçimlerde ilgi alanına dönüştüren diğer dünya yazarlarına da değiniyor.
Bu yazarların kimi yalakalığı yermiş, kimi tasvirle yetinmiş, kimi teorisyenliğini yapıp uygulamıştır” diyor Travaglio. Ve kültürün “büyük iktidar saraylarından” çıktığı yerlerde, hükümrana yaranmak sanatının salgın kertesinde yaygın olduğunu söylüyor. İtalya’yı da bu ülkelerden sayıyor. 500 küsur sayfalık kitapta, Çizme’nin şanlı yalakalarının alıntılarından derlediği seçkiyle ülkenin yalakalık geçmişine ışık tutuyor.
Gönüllü uşaklığa ‘hayır’ 
Muktedir”e “baldan tatlısınız!” güzellemelerinin yapıldığı, Mevlana-Şems aşkıyla methiyeler döşenildiği, gözü kapalı fedailiğine soyunulduğu yerde yalakalığın ibret verici örneklerini bizim de böyle bir araya getirmeye; gelecek nesillere kalacak bir antolojide toplamaya ihtiyacımız var. 
Türkiye tarihinin ölçüsüz ve fütursuz yalakalık örnekleri, Travaglio’nun 500 sayfasına kolayca rahmet okutabilir… 
Slurp”te, Fransız yazar Etienne de la Boétie’den alınan çarpıcı bir değerlendirmeyle yazıya nokta koyalım: 
Boétie, beş yüzyıl önce... ta 16. yüzyılda “Gönüllü Uşaklık Üzerine/Discours de la servitude volontaire” eserinde şu tespiti yapıyor: 

Bunca insan, ülke ve ulusun; başkalarının kendisine atfettiği güçten başka güç sahibi olmayan bir tirana, nasıl olup da müsamaha ettiğini anlayabilmeyi isterdim. Tiran böyle bir gücü, o güce sade tolerans gösterilirse kullanabilir. Destek vermek yerine mukavemet edildiğine, o güç size bir kötülük yapamaz. Tirana savaş açmak ya da tiranı al aşağı etmek gibi şeyler de gerekmez. Halk bizatihi gönüllü uşaklık yapmaktan vazgeçtiğinde tiran kendiliğinden yenilir. Tirandan bir şeyler almak gerekmiyor. Yalnız bir şey vermemek yetiyor. Kendilerini zincire vuranlar sonuçta halklardır. Özgürleşmeleri için de gönüllü uşaklıktan vazgeçmeleri kâfidir.”

NİLGÜN CERRAHOĞLU
CUMHURİYET