11 Ekim 2017 Çarşamba

Ağbal’ın 37 milyar ek borç sözü - ÇİĞDEM TOKER

Yeni vergiler getiren torba kanun, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlandı.
Tasarının 37 milyar TL ek borçlanma yetkisi isteyen maddesi, ekonomiyi ve önümüzdeki 2018 bütçe tahminlerini etkileyecek önemde. 
 
Ek borç limiti ve diğer bazı mali düzenlemelerin, “torba” ile eşzamanlı yayımlanan Orta Vadeli Plan’daki hedefleri anında eskittiğini belirtmiştik.
Şimdi de tırmandıkça kur seviyelerini de tırmandıran ABD-Türkiye krizi, OVP’nin, biraz basiret biraz da öngörü eksikliğinden kaynaklanan makro hedef talihsizliğini büyütüyor. Bu talihsizliğin kaybedeni tabii ki dar gelirliler, bedensel ve fikri emeğiyle geçinenler.
Kur artışı, özel sektörün döviz yükümlülüğünü tehdit eden bir risk. Bu gelişmenin borçlanma ihtiyacını artırması da kaçınılmaz. 

 
Maliye Bakanı Naci Ağbal, Meclis görüşmelerinde borçlanma limitinin artırılmasının kendileri açısından öncelikli konu olduğunu söylemiş. Tutanaklara yansıyanlara bakılırsa Ağbal, 37 milyar liralık limitin yalnızca bütçe açığındaki artıştan kaynaklanmadığını söylüyor.
2018-2020 dönemini kapsayan OVP’de 2017’ye dair makro ve kamu maliyesi büyüklüklerinin de revize edildiğini belirtip daha önce 47 milyar TL olarak planlanan bütçe açığının 61 milyar TL’ye çıkarıldığını kaydetmiş. 14 milyar TL artmış bir açıktan söz ediyoruz yani. Aslında yasa gereği, Hazine’nin ancak bütçe açığı kadar borçlanabilmesi gerekiyor. 

Gerekçeyi tek tek paylaşacağız
Maliye Bakanı, borçlanmaya limit artışı getiren maddeden bahsederken, nakit yönetiminin yalnızca bütçe nakit gelir-gider dengesine dayanmadığını söylemiş. Eklemiş:
“Hazine Müsteşarlığı’nın bir emanet nakit yönetimi var, merkezi yönetim bütçesi dışında varlıkları, gelirleri ve yükümlülükleri var. Burada 37 milyar lira ile 14 milyar lira arasındaki fark, tabii ki bu diğer yükümlülüklerden ve görevlerden kaynaklanıyor.”
Ağbal, görüşmelerde sıra bu maddeye geldiğinde Hazine Müsteşarlığı yetkililerinin 37 milyar TL borçlanma limiti artışının kaynaklarının tek tek komisyonda paylaşılacağı sözünü vermiş.
Gelin görün ki, bütçe açığını büyüten harcama artışının dayandırıldığı güvenlik ve savunma harcamaları tek başına inandırıcı olmaktan uzak. 
 
Bütçeden önemli kaynaklar çekmesine karşın, iktidar yetkilileri, bütçe açığı artışında ve harcama yönünde, garantili Kamu Özel İşbirliği projelerinin payı konusunda susmayı tercih ediyor.
Yine bu köşede firma ve tutarlarını vererek sıklıkla işlediğim davetli ihale yöntemi, bütçe açığında ciddi pay sahibidir. Partili müteahhitlere, neredeyse haftalık hale gelen davetlerle dağıtılan yol projelerinin finansmanı için bütçeden, Karayolları ödeneği üzerinden aktarılan tutarlarda 2017’de artış var. Bu ödemelerin normal ihale yöntemiyle pekâlâ aşağıya çekilmesi mümkündü. 
 
Ne var ki, bu tercihin partili müteahhitlere “iş” dağıtmak kadar, büyümeye etki etmesi amacıyla da kullanıldığı anlaşılıyor. Temel hak ve özgürlükleri kullanmanın kriminalize edildiği OHAL döneminde, ekonomik büyümenin düşük maliyetli istihdama dayalı inşaata dayandığı rakamlarla açık.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Ben Amerika’yı seviyorum, Amerika da beni’ - MİNE SÖĞÜT

1974 yılında Alman sanatçı Joseph Beuys bir performans için Amerika’ya gitti.
Uçaktan gözleri kapalı ve bedeni keçeye sarılı bir halde sedyeyle indirildi.
Ayağını Amerika toprağına hiç değdirmeden bir ambulansla sergi salonuna götürüldü.
Salonda zemini yere değmeyen tavana asılı dev bir kafes vardı.
Kafeste de Amerika’da yaşayan bir kurt türü olan vahşi bir Koyote.
Başlangıçta bedeni keçelere sarılı olan Beuys beş gün boyunca o kafeste o vahşi hayvanla birlikte yaşadı.
Hayvan, sanatçının yanındaki Wall Street gazetelerinin üzerine işedi, bir cihazdan yükselen tribün sesleriyle asabileşti, yanında duran bedeni yağlanmış ve keçelere sarılmış eli bastonlu tuhaf yaratığı koklayarak keçeyi parçaladı.
Sonra zamanla tutsak olduğu kafeste bir arada durduğu bu tuhaf canlıya ve onun beraberinde getirdiği nesnelere alıştı.
Evcilleşti.
Ve dönüştü.
Her ikisi de... dönüştüler.
Birbirlerine ehlileştiler.
Performansın adı “Ben Amerika’yı seviyorum, Amerika da beni”ydi.
Sanatçı farklı yorumlara açık bu performansıyla vahşi kapitalizmin bir modellemesini yapmıştı.
Ve protesto amacıyla toprağına ayak basmadan, ülkeye ait tek bir şey görmeden gelip gittiği Amerika’yı eleştirmek için çok ağır ve sert bir dil kullanmıştı.



Sanatın her şeyi önceden görebilen bilgeliği ve lafını sakınmadan söyleme cesareti sadece meseleyi kayıtlara geçirmeye yarar; toplumların kalplerini ve gözlerini açmaya yaramaz.
Toplumlar, ister cahil olsunlar ister kültürlü, hiç fark etmez, sanattan ziyade doğrudan paradan etkilenirler.
Ve dünyadaki üç beş komünizm tecrübesine bakıp antiemperyalist olmanın ağır bedellerini kolayca kavrar ve bundan ölesiye korkarlar ama emperyalizmin kucağına düşmenin daha da ağır olan bedellerine bir türlü vâkıf olamazlar.
Bizim de şu an;
Ne politikanın, ne sanatın evrensel tarihinden; ne de bu ülkenin bir zamanlar Batı’ya ustaca kafa tutmuş yakın tarihinden bir şey öğrenesimiz var.
Okyanus ötesinden eline tutuşturulan ılımlı İslam bayrağını, getirip bu ülkenin tam böğrüne saplayan...
Sonra da bir iç hesaplaşma bahanesiyle “Okyanus ötesine savaş açtım diyerek”...
Koca ülkeyi raydan çıkaran, uçurumlardan aşağıya atan...
Ortada ne demokrasi ne de insan hakları bırakan...
Ve hızla despotluğa soyunup tek adamlık hevesine kapılan...
Neticede Cumhuriyeti hiçe sayıp bu topraklarda yepyeni bir sistem oturtmaya kalkan bu iktidarın düne kadar medet umduğu emperyalizmle yaşadığı tehlikeli flörtü, evcilleşmiş zaaflarımız ve aşılanmış korkularımızla gözümüzü para piyasalarına dikmiş bir şekilde izliyoruz.
Ve en antiemperyalistimiz bile aslında Amerika bizi sevsin; biz de Amerika’yı sevelim istiyoruz.
Hep birlikte düşmanımızla birlikte bir kez daha kafeste...
Bambaşka bir yanımız evcilleşiyor bu sefer de.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Peripatetik Politika’yla nereye kadar? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Böyle bir politika türü yok, ben uydurdum. Peripatetik sözcüğü bize Aristoteles’ten kalma. Bir işin yürüyerek yapılmasını ifade ediyor. Filozofun okuluna, derslerini avlusunda (Peripatos) yürüyerek verdiği için Peripatetik Okul da deniyordu.

Malum, Recep Bey de, taraftarlarınca heybetli yürüdüğüne inanılan bir devlet büyüğü. Yıllar önce memleketi Rize’ye gittiğinde sevenlerinden biri “yürüyüşüne kurban” demişti, hiç unutmam. Recep Bey bunun gerçekten herkes üzerinde etkili olacağına inanıyor. Serde Kasımpaşalılık da var tabii. Beden diline önem verdiğini de biliyoruz. Bu alan da onun için bir mücadele sahası. Batılı bir devlet başkanıyla karşılıklı otururken bacaklarını hangi pozisyona getireceğini muhatabının alacağı tavra göre ayarladığına tanığız. Karşısındaki bacak bacak üstüne mi atıyor, Recep Bey de aynısını yapıveriyor. ABD Türkiye vatandaşlarına vize yasağı koyduğunda aynı yasağın Türkiye tarafından ABD vatandaşlarına uygulanmasını “mütekabiliyet yasası”na bağlayan Recep Bey’in bu “yasayı” her tavrında görmek mümkün yani.


Ancak, bu muhatabının üzerine “yürüyerek” politika yapma tutumu başından beri gerçekçi bir tutum değil. Aldığı hiçbir kararı sonuna kadar götüremeyen bir “yürüyüşçü” Recep Bey. “One minute” diyerek İsrail’e esip gürlediği günün akşamı aynı İsrail’le yeni ticaret anlaşmaları yaptığını Türkiye kamuoyu kısa sürede öğrendi örneğin. ABD ile son yılların en büyük krizi yaşanırken, Ukrayna’ya yaptığı ziyaret sırasında Rusya’yı kızdırıp, Ukrayna’nın dostları ABD ile müttefiklerini memnun edecek “Kırım’ın Rusya tarafından ilhakına karşıyız” açıklaması, kimseye eyvallah etmeden yürür gibi yapan Recep Bey’in Trump’a göz kırpmasıdır. Suriye’de – şimdilik- tabii ki Kürt korkusundan Rusya’yla beraber de olsa, ABD’den vazgeçmeyecek oluşunun ipuçları saklıdır bu açıklamasında Recep Bey’in.

Hep böyle yapıyor. Nazilere benzettiği Almanlarla aslında gayet iyi bir ticaret yapıyor örneğin. “Ey Almanya” diye bağırıp, çağırıyor ama Almanya’dan 2017’nin ilk dört ayında 5 milyon 600 bin avro değerinde silah satın alıyor. Aynı ülkedeki Türk işçilerini hangi Alman partisine oy vermeleri konusunda yönlendiriyor ama Alman sermayesinin kasalarına milyonlarca avroyu kendisi koyuyor. Elbette bu silah alımının önceden imzalanmış uzun vadeli anlaşmalar uyarınca yapıldığını biliyorum. “Yürümek” yerine her şeyi göze alıp o anlaşmaları yırtıp atmasını bekliyor insan.

Çin’den füze almak istediğinde NATO’dan ABD’den tepki gelince anında cayması da “yürüyüşüne kurban” Recep Bey’den beklenecek tavır değilmiş gibi geliyor. Tüm bunları söylerken beyefendiden bu tavırları beklediğim sanılmaz umarım. Yaydığı havanın nasıl gerçek dışı olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Uluslararası ilişkiler, dış politika gerçekliği kolay kolay meydan okumasına izin vermez, ayrıca Recep Bey meydan okuyacak biri de değil. Sevenleri de kendisi de ne kadar tersini söylerlerse söylesinler varlıklarını ABD ile batıya borçlular. Recep Bey de AKP de ABD/Batı ile iyi geçinmek zorundalar. AKP her zaman, ABD ile de Batı ile iyi geçinmeye çalıştı. Bugünkü çelişkileri, rahatlıkla giderilebilecek çelişkilerdir.
AKP’nin ABD ile çelişkisi Türkiye’nin bağımsızlığı konusunda bir çelişki midir?  
Fethullah Gülen Türkiye’ye teslim edilseydi, Recep Bey’in, AKP’nin ABD ile bir kavgası olur muydu?
Şimdi AKP- ABD kavgasında solcular olarak biz neredeyiz peki?
Hep neredeysek tabii ki oradayız.
ABD’ye karşı duruşumuzu AKP belirleyecek değil. ABD’nin elbette karşısındayız. AKP, ABD ileyken de karşıydık, bugün (bunlaryarın barışacaklar bu kesin) yine karşıyız. ABD’nin karşısında olmak, ABD’nin karşısına hasbelkader “düşmüş”lerle aynı safta olmak anlamına gelmez.

Yürüyerek” Rize’deki sevenini, Kasımpaşa’daki seçmenini etkiledi Recep Bey, tamam ama her zaman yürümeyle olmuyor bu işler. “Dostları” bazen çelme de takabilir.

Trump’ın yaptığı nedir sanıyorsunuz?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Dış politikada üç dönem: Batıcılık, yeni-Osmanlıcılık, sözde Avrasyacılık - FATİH YAŞLI

İktidar partisinin dış politikası ana hatlarıyla üç döneme ayrılabilir. 2002’den 2011’e kadar devam eden ve “Batıcı” olarak adlandırabileceğimiz dönem, 2011-2016 arasındaki “yeni-Osmanlıcı” dönem ve Davutoğlu’nun başbakanlıktan azli sonrası yürürlüğe giren ve halen içerisinden geçtiğimiz “sözde Avrasyacılık” dönemi.

İlk döneme damgasını vuran olgu, Milli Görüş gömleğinin çıkarılıp Batı’yla uyumlu bir ılımlı İslam anlayışının benimsenmesine uygun olarak ABD ve AB’yle ilişkileri güçlendirmek ve küresel sistemle entegrasyonu bir “demokratikleşme” programı üzerinden derinleştirmektir. AB ile üyelik müzakereleri, ABD’nin Irak İşgali’ne ortak olma arayışları, Afganistan İşgali’nde ISAF komutanlığı üzerinden etkin bir rol oynama arzusu, Büyük Ortadoğu Projesi’ne dahil olma çabası, İsrail-Hizbullah savaşı sonrası Lübnan’a asker gönderilmesi, NATO’yla ilişkilerin güçlendirilmesi ve IMF’yle stand-by anlaşmalarına imza atılarak neo liberal iktisadi programa sadık kalınmaya devam edilmesi, sözünü ettiğim entegrasyon sürecinin birer yansımasıdır.

Bu sürecin elbette ki iç politikada bir karşılığı vardır: Batı’yla “demokratikleşme” üzerinden entegrasyon, hükümet olmaktan iktidar olmaya geçmek adına ve devlet içerisindeki rakipleri tasfiye etmenin bir aracı olarak kullanılmıştır. Özellikle askerin siyaset üzerindeki etkisinin azaltılması “demokratikleşme” sayesinde söz konusu olmuş, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının uluslararası meşruiyeti “derin devletle hesaplaşma” retoriği üzerinden tesis edilmiştir. Yani dış politika açıkça iç politikaya ilişkin iktidar stratejisinin bir parçası olarak görülmüştür.

İkinci dönemde de Batı’yla ilişkiler devam etmiştir ama bu sefer yöntem, araçlar ve yönelim başkadır. Bu sefer amaç “demokratikleşme” ya da “statükoyla mücadele” değildir. Hedef coğrafya ise artık Avrupa değil, Ortadoğu’dur, amaç Ortadoğu’da etkin bir güç olmaktır ve bu dönüşümdeki en önemli faktör “Arap Baharı”dır. Ortadoğu’daki arkaik rejimlerin toplumsal hareketler aracılığıyla yıkım sürecine ABD müdahil olmuş ve devrilen  iktidarların yerini Batı’yla uyumlu ve “Şii hilali”ni dengeleyecek ılımlı İslamcı rejimlerin alabileceği düşünülmüştür. Buna en uygun aday ise tüm bir coğrafyada en örgütlü İslami güç olan İhvan, yani Müslüman Kardeşler’dir. İktidar partisine ABD’nin biçtiği rol işte bu süreçte İhvan rejimleri kuşağına “ağabeylik” etmesidir. AKP, tüm bir Ortadoğu’ya İslam’la demokrasinin (“kapitalizmin” olarak okuyun) birlikte var olabileceğini gösterecek, İhvan rejimlerine rol model olacaktır.

Libya’ya NATO müdahalesi başladığında önce “Ne işi var NATO’nun orda” denmesi ama çok kısa bir süre içerisinde operasyona dahil olunması tam da bununla ilgilidir. Asıl operasyon ise Suriye’de gerçekleşecek, yeni-Osmanlıcılık cihatçılara verdiği destekle koca bir ülkenin yıkımının baş sorumlularından biri olacaktır. Dışarıdaki bu mezhepçi politika ise içeriye İslamizasyon sürecinin derinleştirilmesi olarak yansımıştır. Siyasal ve toplumsal yaşamın “Osmanlı’nın yeniden diriltilmesi” söylemi üzerinden dinselleştirilmesi, Kemalizm’le hesaplaşma, Alevilerin hedef tahtasına oturtulması, sağ kitlelerin imparatorluk vaatleriyle mobilize edilmesi vs. bunların hepsi Suriye’ye yönelik savaşın iç politikaya taşınması ve iktidar stratejisi doğrultusunda kullanılması anlamına gelmektedir.

Halen içinden geçtiğimiz dönem ise Davutoğlu’nun azledilmesinin ardından başlamış ve özellikle 15 Temmuz’la birlikte ivme kazanmıştır. Rusya ve İran’ın Amerikancı darbe karşısında iktidarın yanında saf tutmasına nicedir Bat’yla yaşanan gerilim eklenince, iktidarın bekasını temin adına yakın zaman önce Suriye sınırında uçağını düşürdüğü Rusya’yla yakınlaşmaktan başka çaresi kalmamış, Kürdistan referandumuyla birlikte buna İran da dâhil olmuştur.


Bu dönemi “sözde Avrasyacılık” olarak adlandırmamızın nedeni ise dönem boyunca ABD’yle ve Atlantik cephesiyle ilişkilerin yeniden tesisi adına birçok hamle yapılmasıyla ilgilidir. Bu süreçte ABD’ye defalarca Rakka’ya ortak operasyon teklifi götürülmüştür, Trump İran’a saldırır beklentisiyle “İran’ın yayılmacılığını ve Pers milliyetçiliğini durdurmalıyız” denilmiştir, kimyasal saldırı bahanesiyle Suriye’ye Tomahawk füzeleri fırlatıldığında “Devamının gelmesini bekliyoruz” açıklaması yapılmıştır. Dahası Katar krizi öncesinde İran’ın en büyük düşmanı Suudi Arabistan’la “İslam ordusu” çatısında buluşulmuştur, İsrail’le Mavi Marmara krizi bitirilerek yakınlaşma süreci başlatılmıştır, Suriye’de ÖSO ve cihatçılar üzerinden kirli işlere devam edilmiştir. Ancak ABD ve Atlantik cephesiyle yeni bir denge düzleminde buluşmak mümkün olmayınca Rusya ipine daha çok sarılmak ve sonrasında İran’a yanaşmak iktidarda kalmak için bir zorunluluk halini almıştır. Yani ortada ilkesel, planlı programlı, hesaplanmış bir eksen değişikliği yoktur, emperyalizmle pazarlık adına yürütülen, ilkeden ve programdan yoksun, pragmatist bir günü kurtarma politikası vardır. ABD “gel” dese koşulacaktır, ama dememiştir.

Dolayısıyla, her üç dönemde de dış politika halkın çıkarları adına değil, iktidarın çıkarları ve ikbali adına yürütülmüş, sırasıyla iktidar olma, iktidarını güçlendirme ve iktidarını kaybetmeme adına kullanılmıştır. Son vize kriziyle birlikte gündeme gelen anti-emperyalizm tartışmalarına da buradan bakılmalıdır. Ortada emperyalizmle mücadele, bağımsızlıkçı bir dış politika arayışı, halkın çıkarları vs. yoktur, düşman ve dostlarını kendi çıkarları ve iktidar stratejileri doğrultusunda sürekli değiştirenlerin iktidar hırsı ve beka kaygısı vardır. İşte tam da bu nedenle bizler bu süreçte ne emperyalistlerden medet umacak ne de doğaları gereği anti-emperyalist olamayacak siyasal İslamcılara koltuk değnekliği yapacağız.
Aynı anda hem emperyalizmi hem gericiliği karşısına alan bir siyaset mümkündür ve bizim işimiz de zaten budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

10 Ekim 2017 Salı

Che, ABD-Bolivya işbirliğiyle 50 yıl önce katledilmişti : La Higuera köylülerinin ‘aziz’i hâlâ yaşıyor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Büyük devrimcinin intikamını, devrimci bir kadın aldı. Ernesto Che Guevara’nın ölümünün sorumlusu Bolivyalı General Roberto Pereira’yı 3 kurşunla öldürdü.


Teniente Ernesto Guevara. Ya da en bilinen adıyla Ernesto Che Guevara tam elli yıl önce, 9 Ekim 1967’de Bolivya Ordusu tarafından vahşice katledilmişti. Dünya devrimci hareketinin bu en ateşin militanı aradan geçen onca yıla rağmen hâlå devrimciler için muazzam bir esin kaynağı. Bugün bile kararlılık, mücadele azmi, boyun eğmeme, nihayet enternasyonalizm denince akla Che geliyor. Che, “arkadaş”, “dost” anlamına gelen bir sözcük. Bu adı Guevara’ya veren de yoldaşı Antonio Nico Lopez’dir. O kadar çok tutuluyor ki bu takma ad, Guevara’nın neredeyse gerçek adının yerini alıyor.
Ernesto Che Guevara, Küba devriminden sonra, bu ülkede üstlendiği görevlerini de bırakarak “devrimciliğini” bölge ülkelerinde sürdürmek için yola koyulduğunda yolu Bolivya’ya düşer. Enternasyonal bir devrimci olmanın gereği olarak gittiği Bolivya’da 8 Ekim 1967’de bir köylünün ihbarı sonucu yakalanır. Büyük devrimci Bolivya’nın ABD tarafından eğitilmiş özel birliği tarafından yaralı olarak ele geçirildiğinde, yakalandığı bölgeye yakın olan La Higuera adlı köyün  okuluna getirilip orada yaralı haldeyken kurşuna dizilerek katledilir.

Che izleniyor muydu?
Che’nin Bolivya’ya gittiği biliniyor muydu? CIA’nın bu ülkede ciddi bir istihbarat ağı vardı. Dönemin ABD Başkanı Lydon Johnson’un, Che’nin Bolivya’da bir kampta devrimcileri eğittiğine dair haberi, dönemin ulusal güvenlik sorumlusu Walt Roastow’dan aldığı da duyulmuştu. Bu nedenle Bolivya’ya CIA’nın iki ajanı yollanmıştır ABD tarafından: İkisi de Kübalı olan Gustavo Villoldo ile Felix Rodriguez.

Che’ye ilk kurşunu kimin sıktığı konusunda farklı görüşler var. Birkaç isim dolaşır yıllardır., Teğmen Mario Teran’ın, Felix Rodriguez’in adı geçer. Rodriguez, Che’yi sorgulayanların arasındadır, hatta askerleri “yüzüne ateş etmeyin” diye uyaran da odur. Üzerinde de Bolivya askeri üniforması vardır tabii. Rodriguez o kadar alçak adamdır ki, Che’nin kolundaki saati de çalmıştır, o saati yıllar sonra gazetecilere gösterecektir de.

Büyük devrimcinin bir ABD-Bolivya işbirliği sonucu ele geçirildiği, yargılanmadan da öldürüldüğü bir gerçektir. Küba devriminden sonra efsaneleşen Ernesto Che Guevara’nın yoksul Bolivya köylüleri arasındaki devrimci çalışmaları bu ülke egemenleri ile sermayedarları için büyük tehlike idi. ABD’nin bölgedeki en iyi müttefiklerinden Bolivya’da bir “komünist ihtilal” olasılığının bertaraf edilmesi için Che’nin ortadan kaldırılması elbette önemliydi. İnfazın dbölgedeki devrimci hareketler üzerindeki moral etkisi de inkar edilecek gibi değildi.

Bolivya hükümetinin öldürme kararını CIA ile görüştükten sonra verdiği söylenir. CIA, Bolivyalı yetkililere öldürmemeleri durumunda Che’nin sorun olacağı uyarısını yapmışlardır. Bir başka mesele de Che’nin gerçekten ölüp ölmediği konusundaki kuşkuları yanıtlamaktır. Bunun yolu da büyük devrmcinin ellerini kesmek olacaktır. Che’nin bir doktor tarafından kesilen ellerinin akıbeti halen bilinmemektedir.

Elleri neden kesildi?
Bunun nedenini yıllar sonra Baltkom adlı Letonya radyosuna açıklamalarda bulunan CIA ajanı Rodriguez açıklıyor: “Bolivya Genelkurmay Başkanı Ovando Candia, Fidel Castro’nun yoldaşı Che’nin öldürdüğüne inanmasının güç olacağını düşünüyordu bu nedenle de çürütülmeyecek bir kanıt göstermeleri gerekiyordu. Burdan yola çıkarak da General, Che’nin kafasını kesmeyi önerdi. Ancak bunu kendisi yapamazdı çünkü konumu gereğince bir insan kellesini tutup da sunum yapması mümkün değildi. Bunun üzerine ben parmaklarını kesmeyi önerdim. Arjantin polisinde Che’nin parmak izi vardı. Bir parmak bile çürütülemez bir kanıt yaratırdı. Ancak General daha somut birşey istiyordu o nedenle ellerini kesmeye karar verdi” dedi.

İntikamını yıllar sonra bir kadın aldı
Ernesto Che Guevara’yı vahşice öldürüp ellerini kesenler belki bu isimlerdi ama olayın asıl sorumlusu Bolivya ordusu generallerinden Roberto Quintanilla Pereira’ydı. Pereira yıllar sonra Monika Ertl adlı bir kadın devrimci tarafından vurularak öldürüldü.

Ertl, 1937 doğumlu bir Alman’dı. 15 yaşındayken Bolivya’ya gelmiş, 1958 yılında Bolivya’ya göçen bir Alman maden mühendisi ile evlenmişti. Kocasından boşandıktan sonra solla tanışan Monika Che’nin çizgisindeki bir gerilla gurubuna katıldı. O da Che gibi “arkadaş” anlamına gelen “İmilla” adını aldı.

Roberto Quintanilla Pereira Che’nin katlinden ötürü hedef olduğunu bildiği için öldürüleceğinden korktuğundan talebi üzerine Almanya’nın Hamburg kentine konsolos olarak gönderilmişti. Pereira’nın Hamburg’da olduğunu öğrenen Monika sahte bir Arjantin pasaportuyla geldiği Hamburg’da kendisini bir Avusturyalı olarak tanıtıp randevu aldığı Pereira’yı 3 kurşunla öldürdü.
Bu yiğit devrimci kadın da 1973 yılında eski  bir Nazi savaş suçlusu olan Klaus Barbie tarafından tuzağa düşürülerek öldürüldü. Mezarı Bolivya’dadır ama yerini kimse bilmez.

Che, öleli elli yıl oldu. Onu bir köylü ihbar etti ama oranın tüm köylüleri Che’yi çok sevmişlerdi. İçlerinden bir hain çıkmış da olsa ora yerlileri hâlå Che’den “Aziz Ernesto” diye söz ederler.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Akpspor küme düşerken - ORHAN GÖKDEMİR

O kadar saplantılıydı ki, bir maç öncesinde sahada horoz kafası bulunduğunu duyunca, "büyü var" diye bağırarak sahadan koşarak kaçmıştı.
Hurafelere bağlılığı elbette bizi ilgilendirmez, kendi karanlığıdır ama 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramına denk gelen bir Fenerbahçe-Galatasaray derbisi öncesinde, “Derbi kutlu doğum haftasına yakışır bir şekilde olsun” demiş, sahadaki oyunun ayaktopundan ve hurafelerden ibaret olmadığını açık etmişti.
Akşam lisesi mezunu. Futbolcu ama ondan önce yobaz bir tarikatçı. Oynadığı kulüpte kendisi gibi cemaatçi olan futbolcularla birlikte bir çete oluşturduğu iddia ediliyordu aktif olduğu yıllarda. Bağlılığını açıkladığı cemaatin lideri nikâhında şahidi olduğunda bile buna inanmayanlar vardı hala. Denildiğine göre o tarihten sonra müritlerinin en gözdeleri arasına girmeyi başardı. Cemaat dedikleri Fethullah Gülen çetesi. O da bu çeteninin oluşturduğu gizli Fethullahspor’un kaptanı. Çetenin futbola yön verme projesinin en önündeki kişi.

Futbolu bırakınca astronomik bir ücretle TRT’de yorumcu oldu. Yorum dedikleri birkaç saplantının tekrarından ibaretti. Futbol hayatındaki kırılmaları Ergenekon davasına bağlamaya çalışıyordu mesela. Örgüt yememiş içmemiş onun önün kesmeye çalışmıştı. Ama o arada Ergenekon işi patladı, davaların Fethullahçı çetenin bir organizasyonu olduğu anlaşıldı. Fethullahspor kaptanı o arada Cemaat kontenjanından AKP milletvekili atanmıştı. Darbe girişiminden bir süre önce yurtdışına kaçtı. Çetesindeki birçok futbolcu da onun gibi soruşturuluyor.

***

Hakan Şükür’den söz ettiğimi anlamışsınızdır. Baktım futbol hayatındaki kırılmalara. 1995’te İtalya’nın Torino takımına transfer olmuş, yalnızca dört ay kalabilmiş takımda. Torinolu Şaban lakabı o dört aylık serüvenden bakiye. 2000’de Milan’a transfer olmuş. Milan başarısız bulunca kiralık olarak Parma’ya yollamış. Orada da bir yıldan az bir süre tutunabilmiş ve ver elini Blacburn Rovers. Her transferinden sonra başı önünde ülkeye dönmüş. Tabii sebebi hep Ergenekon!
Bir de gerçekleşememiş Juventus transferi vakası var kariyerinde ki tam bir orta oyunu. Kayıtlara baktım; Juventus, Fethullahspor kaptanı için 26 milyon doları gözden çıkarmışmış. 1998’de büyük tartışmalara neden olan bu transfer hikâyesine göre Fethullahspor kaptanı dünyanın en büyük kulüplerinden birine gitmek istememiş, ayak sürümüş. Tartışmalar alevlenince Baba Sermet Şükür çıkıp şöyle bir açıklama yapmış: “İşin içinde devlet baskısı var. Başta otomobil olmak üzere bazı sektörler buna el attı. Oğlumun sayesinde iki ülke arasındaki krizi yumuşatmaya çalışacaklar.”
Ne tuhaf değil mi? Bir futbolcunun transferi için devlet neden baskı yapsın? Asıl önemlisi başta otomobil olmak üzere “bazı sektörler” bunun için neden uğraşsın? Aslında nedeni çok basit: Abdullah Öcalan’ın yakalanması nedeniyle Türkiye-İtalya arasında derin bir siyasi kriz ortaya çıktığı günler. Başta FIAT olmak üzere bir dizi İtalyan firması İtalya Başbakanı D'Allema'nın kapısını çalıp soruna çözüm bulmasını rica etmiş. O da, Juventus'a baskı yapmış Türkiye’den sembolik bir futbolcuyu kadrosuna katması için. Paranın bu durumda elbette bir önemi yok, istediğini verecekler Torinolu Şaban’a. Ama Şaban bildiğiniz iflah olmaz bir yobaz, gitmemek için ayak sürümüş gâvur memleketine.

Halkın “Şaban” demesinin sebebi zekâsının kıt oluşuna bir göndermeydi. Kıttı kıt olmasına ama o sırada başka zekâsı kıtlara teslim olmuştu ülke. İnsanımızın içinin boşaltılmasının rol modelidir ve sırf bu nedenle her transferinde bonservis bedelini fukara halkımıza ödetmişlerdir.

***

Bayrampaşalı. Lise mezunu. Tayyip Erdoğan hayranı. Akpspor kaptanı. Görünüşe göre abisi Fethullahspor kaptanını solladı yaptığı transferlerle. İlk durağı Atletico Madrid. Yeni kulübü 15 milyon Avro ödemiş futbolcumuza. Ödediği bu parayı da gidip Türk Hava Yollarından tahsil etmiş. “Sponsorluk anlaşması” deniyor bu tuhaf ticarete. Gerçekte olan şu; Arda’yı A. Madrid’e transfer eden badem bıyıklıların yönettiği Türk Hava Yolları’dır.
Sonrası taze, biliyorsunuz. Bizim Bayrampaşalı ergen kısa bir A. Madrid serüveninin ardından Katalan futbol devi Barcelona'ya 41 milyon Avro bonservis bedeliyle transfer oldu. Bu transferin konuşulduğu sıralarda bir açıklama yapan Atletico Madrid'in başkanı Enrique Cerezo, Arda'nın İnglitere'de oynamak istediğini fakat Türkiye'deki bazı firmaların Barcelona'da oynaması yönünde tavır aldığını söyledi. Cerezo, "Türkiye büyük bir ülke ve Arda bu ülkede tam anlamı ile bir idol haline getirildi. Bazı çevreler Arda Turan'ın Barcelona'da oynamasını istedi ve başarılı da oldular" dedi.
Türkçesi şu: Arda’ya 41 milyon Avro ödeyen Barca, Türk şirketleriyle 61 milyon Avroluk sponsorluk anlaşması imzalamıştı. Bunların başında yine bizim badem bıyık THY vardı. Arda sponsorluk süresince oynadı. Sponsorluk süresi bitince THY ile anlaşmasının iptal eden Katalan ekibi, Qatar Airways ile anlaştı. Arda o tarihten sonra yeşil sahalara hasret kaldı. Çünkü bizim Akpspor kaptanı gerçekte Barcelona’nın değil Türk Hava Yolları’nın malıydı.

***

Arda’yı bıraktık bir tarafa, sahada daha Konyaspor, Kasımpaşa, Başakşehir, Osmanlıspor tuhaflıkları var. Bir tüpçüye rehin bırakılan futbol federasyonu işi var. Kaçak kral, düşük imparator skandalları var. Yeni Türkiye’nin yeni sportif hareketleridir bunlar. İktidara geldikleri ilk günden bu yana esnaf örgütlerinden sendikalara, camilerden okullara, spor kulüplerinden serinofil derneklerine ne varsa düzlemeye, dincileştirmeye, içini boşaltmaya çalışıyorlar. Ama neye el attılarsa çürüyor, neye tutundularsa ellerinde kalıyor.
Bakın son on yılda atletizm alanındaki büyük başarılarına. Hangi sporcu ipi önde göğüslediyse dopingli çıktı. Çünkü ülkenin değil Akpspor’un sporcusuydu. Görünüşte, din-iman-vatan için ama gerçekti bir avuç Dolar için koşmaktaydılar.
Her şehre her kasabaya tonlarca beton döküp devasa futbol sahaları yaptılar. O kadar ki bazı statların kapasitesi yapıldıkları şehrin nüfusunun üstünde. Ama olmuyor işte. Çuvalla para döküp Akpspor’u dünya kupasına göndermeye çalışıyorlar 15 yıldır. Elde var sıfır.
Çaldı düdük, maç bitti. Akpspor küme düştü. Kaptanı başına gelenleri anlayamamanın şaşkınlığıyla suratına yapışıp kalan o tuhaf sırıtışla dolaşıyor ortalıkta. Akpspor’un neden çöktüğünü anlamayan seyirciler Bayrampaşalı zavallı ergenden çıkarmaya çalışıyorlar olup bitenin acısını. Oysa her şey ortada; 15 yıldır insanı kirleterek yerleşmeye çalışan, bilime, akla arkasını dönmüş bir düzenin hazin sonu bu.
Her alanda olduğu gibi kriz var yeşil sahalarda da. “Seyirci kalmaya devam edeyim” diyorsanız bilin ki işiniz zor. Oynayacaksınız seçenek belli; Ya sahaya inip oyuna dâhil olacaksınız ya da Erman Toroğlu ve Rıdvan Dilmen’den beraber ve solo şarkılar dinleyeceksiniz!

Orhan Gökdemir / SOL

‘Siyasal İslam’ Rusya ve Çin’le yakınlaşabilir mi? - EROL MANİSALI

ABD (ve Batı) soğuk savaş sonrası “Yeni Türkiye” olarak desteklediği “siyasal İslamcılar yapılanmasını” 15 Temmuz 2016’da devirmeye çalışınca işler AKP’de değişti. 
 
ABD (ve Avrupa) AKP öncesi iktidarları yerine “daha asli bir ortak” düzenlemesini öne alarak Türkiye’de ve bölgede (BOP) hedeflerine ulaşma tercihini yaptı. Atatürkçü, çağdaş ve demokratik bir yapı istenmiyordu. 
 
Kendi desteklediği “siyasal İslamcılar” yanında ve paralelinde “FETÖ’cü İslamcıları” da “has örgütü” olarak avucunda tuttu. 
 
15 Temmuz 2016’da, başlangıçta kendi desteklediği AKP iktidarını, cebinde tuttuğu FETÖ ile devirip kısa yoldan devleti ele geçirmeyi tercih edince Ankara’da işler karıştı. 
 
ABD (ve Batı) çıkarları açısından daha iyi olur diye düşündüğü operasyon başarısız kalınca, iş kontrolden çıktı. Ankara (ve Erdoğan) Batı’nın siyasal İslam üzerinden ısmarlama ürettiği FETÖ ile saldırıya uğradığını görünce Rusya ve Çin’e yaklaşmak zorunda bırakıldı. İran ile de “mecburen” işbirliğini artırdı. 
 
Ankara’nın (ve Erdoğan’ın) bu değişimi, ABD’nin FETÖ kanalı ile kendisine (ve hükümete) yaptığı girişimden kaynaklanıyor. Yoksa TBMM’de belirlenmiş kararlar sonucu değildir. Ancak genelde destek gördü.
 
Türkiye’de aklı başında düşünürlerin yıllardır öne sürdükleri “Türkiye Batı ile ilişkilerini karşılıklı çıkarlara göre dengelemeli: bu dengeyi ancak, Rusya, İran ve diğer Asya ülkeleri ile de ilişkilerini geliştirerek sağlayabilir” tezinin ne kadar doğru olduğu, tek yanlı ilişkiler yüzünden 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinin yaşandığı hep söylendi, yazıldı. 
 
Ben de bunlardan biri olarak birçok kitap ve yüzlerce makalede bu görüşlerimi dile getirdim.
Ayrıca son 40 yıl içinde aynı masada baş başa görüştüğüm ve tartıştığım Ecevit, Demirel, Özal, Çiller, Yılmaz, Gül ve Erdoğan’a bu konudaki düşüncelerimi aktardım. (*) 
 
Türkiye bu “denge ve karşılıklı çıkar meselesini demokratik yöntemlerle, TBMM’nin iradesi sonucu yapmalıdır”. Bugünkü durum FETÖ-AKP iktidar kavgasının ve ABD’ye FETÖ kızgınlığının bir sonucudur.
 
İslamcı yapı kabul görmez
Türkiye İslamcı bir yapılanma üzerinden, Rusya ve Çin ile ilişkilerini uzun vadeli geliştiremez. Çünkü siyasal İslamın dokusu buna uygun değildir. 
 
Daha da önemlisi Rusya ve Çin’e karşı, “İslami örgütler” bir silah olarak uzun yıllardan beri kullanılagelmektedir. Ünlü (!) “Yeşil Kuşak”, bu araçların koçbaşı oldu ve halen de sürüyor.
Yarın siyasal İslamın içine sokulmuş bir Türkiye’de bu tür örgütler, Çin ve Rusya’da ABD tarafından daha etkili silahlar olarak kullanılabilme pozisyonuna gireceklerdir.
 
Rusya’da Çeçenlerden Özbeklere, Çin’de Uygurlara kadar ABD’nin eline, “Türkiye üzerinden yeni olanaklar yaratılmış olacaktır”. ABD zaten FETÖ’nün Asya’da da örgütlenmesinin etkinliği için son 40 yıldır olağanüstü çaba göstermiştir. 
 
Türkiye’de bu konuda yalnız “Türkici” düşünürlerin değil, “Batıcı ve Amerikancı elitin de büyük çabaları oldu”. Bu gerçekler göz önüne alındığında, “Ankara’da siyasal İslama odaklı bir iktidarın” orta ve uzun dönemde, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile stratejik ortaklıklar oluşturma şansları bulunmayacaktır. 
 
Ancak, konjonktürel olarak, ABD’ye kızan Ankara’da bir siyasal İslam iktidarı Rusya ve Çin ile kısa ve orta vadeli geçişler yapabilir. Hele ABD’nin FETÖ üzerinden bölgede halen devam eden etkinliği göz önüne alındığında. 
 
Askıya alınmış bir demokrasi ve siyasal İslam yerine, Atatürkçü Türkiye’nin “Doğu-Batı sentezi” ve denge politikasını yürüten iktidarları (ve düzeni) geldiğinde hem Batı hem de Asya büyükleri ile karşılıklı ulusal çıkarlara dayalı ilişkiler kurulabilir.
 
İçerde demokratik ve çağdaş Türkiye: dış ilişkilerde karşılıklı ulusal çıkarların dengelenmesi ile birlikte yürüyebilir. 
 
Pazar günü tam bu yazıma noktayı koyarken Genco Erkal’ın sesini duyuyorum. Genco Erkal ve Fazıl Say, Güneri Cıvaoğlu ile sohbetteler. Bu kadar karanlık şeyler yazarken Türkiye’nin aydınlık yüzü ile bir an olsun karşılaşmak insanı mutlu ediyor, karanlıkta bir ışık görmek gibi… 

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) E. Manisalı, “Yolumun Kesiştiği Ünlüler”, Kırmızı Kedi, 2017

Yugoslavya’dan Ortadoğu’ya... - ŞÜKRAN SONER

Taksim’de barış güvercinleri uçurularak seçilen Bülent Ecevit insandan yana bir düzen için umut olmuştu. 1977 ilk yurtdışı gezisini Tito Yugoslavya’sına yapmış, Tito ile Bosna dağları kaplıcalarındaki özel buluşmasında saatler süren ikili görüşme yapılmıştı. 
Dönemin Türkiye Büyükelçi’si Arnavut Kosova kökenli Ramadan, bu anlamlı ikili görüşmenin özetini aktarmakta sakınca görmemişti. Gazetemizde yayımlanan özetin özetinde, Tito iki kuktuplu dünyanın zorlu koşullarında çok önemli işlevler yapan 3. dünya liderliği içindeki anılarını, siyasal dönemeç taşları anılarını Ecevit’le paylaşmıştı. 



Başta Nasır İslam dünyası içinden 3. dünya liderlerinden çok destek gördüğünü, ancak laik rejim ortakları olmadığı için zorlandıklarını aktarmış, “Aramızda Türkiye olsaydı 3. dünya grubu kolay dağılmaz, iki kutuplu dünyanın sorunları bu kadar ağır yaşanmazdı...” görüşünü paylaşmıştı. Derdi kuşkusuz Yugoslavya’nın çokkültürlü ülke olarak parçalanmaması, Balkanlar için olası kanlı çatışmaların yaşanmamasıydı. Balkanlar’da kan akıtılmaması için Ecevit liderliğinde Türkiye ile işbirliğini çok önemsiyor, sırt sırta karşılıklı sorunların aşılmasının olasılığından söz ediyordu.. Olamadı...
Tito’nun ölümünün ardından, AB’nin kimi ülkeleri ağırlıklı hemen harekete geçilmesi, kuşkusuz Amerika başrollerde, Avrupa toprakları içinde, 7 federasyondan oluşan çokkültürlü Yugoslavya’nın dinsel ve ırksal kimlik ayrımcılıkları kullanılarak kanlı çatışmalarla parçalanması projesi gündemdeydi... Yaşanmışlıklarda, akıtılan kan, vahşete ilişkin anılarda, aynı ırktan Sırpların Müslüman oldukları için acımasızca katlettikleri Boşnaklara yaşatılanlar var. Travmatik yaşanmışlıklarda her yıl yeni mezarların çıkması ile bitmeyen katliamlar ile Bosnalı kadınlara, Miloşeviç’in Sırp tetikçilerinin sistematik tecavüzleri ile çocuk doğurtmaları da var. Daha sonraki yıllarda Makedonya hele Kosova’da Müslüman Arnavutlar ile Türkleri hedef alan çatışmalarda, Amerika ve AB’nin oynadıkları kirli rolleri, yakından izlenmiş halleriyle bu yazıya sığdırmanın olanağı yok...
***
Sonuçta bugün saldırganı, mağduru ile hepsi bir arada ırklar, mezhepler, dinler üzerinden paramparça 2-4 milyonluk devletçiklerde gettolaşmanın da travmasını yaşayanların, 9 ayrı devletçik, yoksul ve çaresiz olarak umutlarını AB aday adayı olabilmelerine bağladıkları gerçeği üzerinden “Neden” sorusuna yanıt arayalım. Ne acı değil mi? AB çokkültürlü birlik olabilmenin savında 1983’te çokkültürlülüğü tartışırken AB parlamentosu üyesi sosyalist milletvekilinin benden önceki konuşmacı olarak, “Çokkültürlülüğün dünyadaki en gelişmiş modeli AB’dir” demesine itirazımı paylaşmalıyım; “Ne zamandan beri çokkültürlülük gelişmiş kültürlerin çıkar ittifakı oldu” soruma dürüst yanıtı, düşünmesi gerektiği olmuştu? Çokkültürlülüğün dünyadaki en gelişmiş örneği olan Tito Yugoslavyası kan akıtılarak parçalanmasaydı, toprak, nüfus büyüklüğü, bütünlüğü ile AB üyesi olabilseydi, bugünün AB ve dünya dengeleri nasıl bir noktada olabilirdi?
Ortadoğu’da yalanlar üzerinden, çok daha kirli, büyük çıkarlar adına, çok zengin enerji kaynakları üzerinde, kültürel, hele de en gerisinden siyasal İslamın mezhepleri, şeriat üzerinden, aşiretler, ağalık düzenlerine oturtulmuş ırkçılıklar üzerinden, çok daha ilkel koşullarda çatıştırılmaları kolay ırklar, dinler, mezhepler, aynı ırkın tarafları arasında bile, oynanan oyunlar sonrasında yüz binler, milyonların akan kanları, ödedikleri bedellerle yıllar süren, nereye kadar uzanabileceği de öngörülemeyen iç savaşlar bataklığının, kaosun yaşanıyor olması sürpriz sayılabilir mi?
Türkiye ya kurtuluş, kuruluş savaşları destanlarının yaratılması, Atatürk devrimleri üzerinden kurulu laik Cumhuriyetin kimlik ve değerlerinin savaşımını vererek, anayasal parlamenter rejim, demokratik, hukuk devleti düzenini koruyarak ayakta kalacak; ya da emperyal çıkarlar belirleyiciliğinde kirli oyunlar üzerinden öngörülen Ortadoğu bataklığına çekilmede, tek adam rejimi uğruna çıkış arayışları yalpalamalarında öngörülemeyen bedeller ödemeyi sürdürecek...


Şükran Soner / CUMHURİYET

Sayıştay’ın Vakıflar 2016 raporu - ÇİĞDEM TOKER

Sayıştay anayasal bir kurum olarak, vergilerimizin nasıl harcandığını Meclis adına denetliyor.
Kurum her raporda denetim gerekçesini izah ediyor:
-Bütçe hakkının gereği olarak TBMM ve kamuoyuna güvenilir ve yeterli bilgi sunulması.
-Kamu idarelerinin performansının değerlendirilmesi.
-Hesap verme sorumluluğu ve saydamlığın yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması. 


***
Bugün Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün (VGM) 2016 raporuna bakalım.
VGM, kamu kaynağı kullanan özel bütçeli bir idare.
Bu özelliğiyle Sayıştay’ın denetlediği bütün kurumlar gibi Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu’na tabi.
Bu durumdaki idareler için mevzuat diyor ki: “Bütçesinde ve tasarrufunda bulunan bütün mali kaynaklarını kamu bankalarında tutmak zorunda.
Kamu Haznedarlığı Tebliği açık. Fakat VGM böyle yapmamış.
Parasını Ziraat Bankası, Halkbank ve hatta Vakıflar Bankası’na bile yatırmamış.
Peki nereye yatırmış?
Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumu’na.
Sayıştay, durumu tespit edince, genel müdürlüğe sormuş.
Gelen cevapta, kendilerinin tebliğ kapsamı dışında olduğunu, dolayısıyla genel müdürlüğün, mazbut vakıflara ait paraları, kamu sermayeli bankalar dışında kalan kurum iştiraki Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumu AŞ’de değerlendirmesinin Tebliğe uygun olduğunu bildirmiş.
Sayıştay aynı fikirde değil. Vakıflar’ın “İstisnalar ve muafiyetler” başlıklı 11’inci maddesi kapsamında olmadığını, bu maddede VGM’nin sayılmadığını kayda geçiriyor. Ve güçlü ifadelerle, Vakıflar’ın bütün mali kaynağını kamu sermayeli banka dışında değerlendirmesinin Kamu Haznedarlığı Tebliği’ne uygun olmadığını bildiriyor.
VGM, geçen sene 796 milyon TL gelir elde etmiş. (599 milyon TL de gider.)
Gelirlerin ilk sırasında 490 milyon TL’si kira geliri yer alıyor. Bunu 144.6 milyon TL ile vakıfların taşınmazlarının satışından elde edilen gelir, yaklaşık 50 milyon TL de iştirak gelirleri izliyor.
Geçen yıl 11 milyon 74 bin TL’lik şartlı/ şartsız bağış ve yardımda bulunulmuş. Faiz gelirleri de 53.5 milyon TL.
***
Rapora ekli tablolara göre 2016 sonu itibarıyla, banka hesabı 539 milyon 773 bin TL gözüküyor. VGM’nin Kuveyt Türk’teki ortaklık payı, yüzde 18.72.
Fakat bu orana karşılık gelen tutar 522 milyon 267 bin TL olmasına rağmen, kurumun kayıtlarında 428 milyon 671 bin TL olarak görünüyor. Sayıştay bu hatanın düzeltilmesini istemiş.
Yanı sıra Sayıştay, “kişilerden alacaklar” hesabında mükerrer kayıt yapıldığını, 6 milyon 738 bin TL’nin fazla yazıldığını saptamış.
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Ayvalık Vakıf Zeytinlikleri İşletme Müdürlüğü sermaye tutarı 8 milyon 750 bin TL olduğu halde, döner sermayeli kuruluşlar hesabının kaydı yapılmamış.
Bu tutarın kaydı -sonradan düzeltilse bile- 2016 hesaplarında yer almamış.
Sayıştay, VGM’nin bütün taşınmazlarını kayıt altına almadığını da eleştiri konusu yapmış.
Taşınmazların doğru bir şekilde envanteri çıkarılmayınca, mali tabloların eksik bilgi içerdiğini kayda geçirmiş.
Eksik kayıtlar, hesaplarda yer almayan tutarlar, kamu bankasında değerlendirilmeyen gelirler.
VGM’nin bütçesini, parasını bir kamu bankasında değerlendirmemesinin, Hazine açısından ne gibi bir kayba yol açtığı bilgisi Sayıştay raporunda yer almıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Ne AKP anti-Amerikancı ne de ABD demokrasi yanlısı - İBRAHİM VARLI

Türk sağının düşünce atlası tüm bir Soğuk Savaş boyunca ABD tarafından şekillendirildi. Haliyle sağın ve siyasal İslamcıların ABD’yi kavrama biçimi tutarlılık değil reaksiyonerlik üzerine kurulu. Hal böyle olunca Güven Gürkan Öztan Hoca’nın da dikkat çektiği üzere sağın ABD karşıtlığı politik bir retorik olmanın ötesine geçmez. Anti-Amerikancılık kisvesine büründürmek istedikleri şey ideolojik bir perspektiften ve de siyasal temelden yoksun içi boş bir külhanbeylikten ibaret.
Washington ile yaşanan son kriz de gösterdi ki bağımlılık ilişkilerini bertaraf etmeden bağımsız bir duruş sergilemek mümkün değil. Karşılıklı açıklamalar aldatmasın. Buradan bir kopuş ya da ayrışma çıkmaz. Bütün dertleri hamasi nutuklar üzerinden zevahiri kurtarmak. Siyasal İslamcıların ne fikriyatı ne ideolojisi ne de siyasal aklı ABD ile çatışır. Sağın ve İslamcıların kıblesi ABD’dir. Yarım yüzyıl boyunca ABD emperyalizminin gölgesinde serpilip büyüyen, Menderes’lerden Özal’lara uzanan bir siyasi hareketin ardılları olduklarını her fırsatta yenileyen bir zihniyetten aksi de beklenemez zaten.
İdeolojik, siyasi angajmanın yanında ekonomik ve siyasi bağımlılık ilişkileri de ABD katşıtlığına el vermez. Daha bir hafta önce Washington’da Trump’ın önünde secdeye duran, milyar dolarlık silah/uçak anlaşmaları yapanların ‘Sam Amca’nın yörüngesinden çıkması mümkün değil. Ve haliyle bu ve benzeri krizlerden de bir kopuş çıkmaz.

Ülkenin mi iktidarın mı çıkarı?
Siyasal İslamcılar kendi otoriter yeni rejimlerinin çıkarlarını tüm ulusun çıkarıymış gibi sunma, bunun böyle olduğuna bütün bir toplumu inandırma konusunda oldukça mahirler. “Milli çıkar” kutsiyeti içerisinde sağ-muhafazakar kitlelerle birlikte ulusalcı çevreleri de arkalarında hizalayabileceklerinin pekala farkındalar.
“Seksen milyon Reis’in ardında durmalı”, “Bu iş memleket meselesi” diye feryat figan etmeleri, birdenbire 6. Filo’dan dem vurmaları, her fırsatta küfrettikleri Nâzım’dan parçalar paylaşmaları bunun somut örnekleri.Bu farkındalık iktidara istediği şekilde top çevirme rahatlığı verirken, krizleri fırsata çevirme konusundaki maharetleri bilinen İslamcılar, ABD’ye kafa tutuyoruz algısı üzerinden rant devşirme niyetinde. Yakın siyasi tarih bize İslamcılardan anti-emperyalist çıkmayacağını, İslamcıların “millici” olamayacağını gösteriyor.

AKP anti-Amerikancı olabilir mi?
AKP’nin son dönemlerde çeşitli emperyalist güç odaklarıyla yaşadığı sorunlar, onun “bağımsız”, “millici” karakterinden değil. Yaşananlar sadece dönemsel bir çıkar çatışmasının yansımaları. ABD’ye göbekten bağlı, her fırsatta soluğu ABD’de alan, askeri, siyasi, ekonomik ilişkiler yumağı içiçe geçmiş AKP/Saray rejimine ne ABD ne de Almanya ile yaşanan krizler antiemperyalist bir karakter kazandırır.
Ancak AKP ilk günden bu yana dış politikanın iç politika üzerindeki mobilizasyon etkisini çok iyi kullandı. Bir ideolojik aygıt olarak dış politika “yeni rejim”in inşasının temel dinamiklerinden oldu. İç politikadaki tahkimata paralel bir dış siyaset üretildi. Her ihtiyaç duyulduğunda kontrollü şekilde bir kriz inşa edildi.
Siyasi iktidar varlığını krizlere borçlu. Sürekli bir kriz dalgasının yaratılması da bundan. Rahatsız olunduğuna bakılmasın, bu krizler silsilesi müesses nizamın tesisi, tahkimatın sağlamlaştırılması amacıyla oldukça kullanışlı bir araç. Ardı arkası gelmeyen krizlerde bu strateji var.

Krizler kime, nasıl yarıyor?
İstisnalar hariç, bütün dış krizler mevcut iktidara yaramıştır. Sadece komşu ülkelerle değil, ABD’si Rusya’sı başta olmak üzere bütün dış aktörlerle girişilen ağız dalaşında milliyetçi-muhafazakâr kitlenin konsolidasyonu açısından krizler bulunmaz fırsatlar yaratmıştır.
Dış güvenlik, ülke menfaati, ulusal çıkar kavramları üzerinden bütün bir toplum rehin alınırken, “bütün dünya bize karşı, birlik beraberlik içinde olmalıyız” söylemiyle yaratılan gerginlikler üzerinden siyaset tahkim ediliyor, sorunlar görünmez kılınıyor, politikalar meşrulaştırılıyor.

Krizin faturasını kim ödüyor?
İstisnasız her zaman olduğu üzere, yanlış, tutarsız, savruk dış politikanın bedelini bütün bir ülke ve toplum ödüyor. Şimdilik durdurulan vizeler nedeniyle öğrenciler ABD’ye gidemeyecek, burslar yanacak, ticari anlaşmalar geçersiz kalacak, aileler mağdur olacak. Krizden en fazla etkilenen bir başka grup da bu ülkede yaşayan göçmenler olacak. Bütün bunların yanında ülkenin üçüncü dünya ülkeleri ligine sokulması da cabası. Libya, Yemen, Sudan seviyesine indirilen ülkeye bakış olumsuz etkilenecek.

ABD-Almanya demokrasi mi istiyor?
Ne ABD’nin ne de krizin dinmediği Almanya’nın AKP yönetimiyle yaşadığı sorunların demokrasiyle, özgürlüklerle, hak-hukukla ilgisi yok. Hiç bir zaman da olmadı. ABD, Almanya ve Batı dünyasının Saray rejimiyle yaşadıkları sorunlar dönemsel çıkarlarının çakışmasıyla ilgili. Her iki ülke de uzun yıllar AKP’yi tüm gücüyle destekledi. Toplumsal muhalefetin tüm uyarılarına rağmen bu destek sınırsız bir şekilde iktidarın ayağına serildi.
ABD ve Almanya’nın iktidara itirazları, AKP’nin çizilen çizginin dışına taşmak istemesinden ve mevcut iktidarla çıkarlarının kimi noktalarda çatışıyor olmasından kaynaklı.

Sol ne yapmalı?
Solun antiemperyalist, bağımsızlıkçı, enternasyonal kimliği emperyalizme cepheden karşı duruşu gerektirirken, bu odaklarla içiçe olan ancak dönemsel olarak güç çevreleriyle sorunlar yaşayan kendi egemenlerinin her türlü oyununu teşhir etmeyi de bir zorunluluk kılar. Her ne koşul altında olursa olsun iktidarın siyasal ve ideolojik yönelimlerine meşruluk kazandıracak argümanlar üretmekten kaçınmak bir elzem. Bu handikaba düşenlerin hali ortada.
İçeride siyasi iktidarın otoriter, baskıcı, gerici “yeni rejim”ini haklı bir şekilde eleştirirken, dış politikadaki sonu gelmeyen krizler karşısında “milli çıkar kutsiyeti” adına siyasi iktidarın arkasında saf tutmak ideolojik bir körlükten ibaret olur. Emperyalizme göbekten bağımlı, varlığını bu güç odaklarına borçlu bir iktidarın, kendi çıkarını “milli çıkar” adı altında halkın çıkarıymış gibi sunması kimseleri yanıltmamalı.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Vize paniği: ABD, ilk defa yargılanıyor! - Arslan BULUT

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ardahan Milletvekili Öztürk Yılmaz, ABD'nin Türkiye'den bütün vizeleri askıya almasına kadar nasıl gelindiğini anlatırken bunun, ABD'nin İstanbul Başkonsolosluğu'ndaki bir kişinin tutuklanması ile başlayan sürecin ötesinde bir husus olduğunu söyledi.
Öztürk Yılmaz, "Darbe girişimi sonrası yaşanan süreçte; siyasi iktidarın darbede ABD'nin rolü olduğu yönünde yaratmak istediği algı, FETÖ, Reza Zarrab, Halkbank dosyası, Astana'da başlayan Suriye süreci, S-400 füze savunma sistemlerinin alınması konusunda Rusya ile yakınlaşma, ABD'nin PYD'yi silahlandırma kararı, Cumhurbaşkanı'nın ABD ziyaretinde korumaların karıştığı münakaşalar ve son olarak ABD Büyükelçisi'nin giderayak yaptığı açıklamalar süreci buraya getirdi." dedi...
                                                                              ***

Bir defa darbe girişiminde ABD'nin rolü olduğu, "yaratılmak istenen bir algı" değil, gerçeğin ta kendisidir. Bu süreç Ergenekon, Balyoz davaları ve kozmik odaya giriş ile başlamıştır. Şimdi Türk subaylarına ve Türk aydınlarına kumpas kuranların hepsinin ABD ile bağlantıları ortaya çıkmaktadır.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca FETÖ soruşturması kapsamında tutuklanan ABD'nin İstanbul Başkonsolosluğu görevlisi Metin Topuz'un,
*17-25 Aralık 2013 darbe girişimini planlayıp icra eden eski emniyet müdürleri,
*15 Temmuz 2016'daki darbe girişimine katılan kişiler,
*Ve FETÖ'ye üye olmak suçu sebebiyle hakkında soruşturma yürütülen 121 kişi ve ByLock kullanan çok sayıda kişiyle yüzlerce irtibatının tespit edildiği bildirildi.
Metin Topuz, ''Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs'', ''casusluk'' ve ''Türkiye hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs'' suçlamasıyla tutuklandı!
İddiaya göre Metin Topuz, casusluğu hangi ülke yararına yaptı? ABD'nin değil mi?

                                                                            ***
Anadolu Ajansı'nın haberine göre Metin Topuz'un irtibat halinde olduğu darbeciler isim isim, sevk yazısında belirtiliyor. Ayrıca "17/25 Aralık girişiminin yargı ayağını yöneten" eski İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili firari sanık Zekeriya Öz ile ABD İstanbul Başkonsolosluğu görevlisi Metin Topuz'un irtibatının tespit edildiği bildiriliyor.
Yine sevk yazısında, 1994-2017 yılları arasında 120 defa yurt dışına giriş çıkış kaydı bulunduğu belirtilen şüpheli Metin Topuz'un, 17-25 Aralık girişiminde emniyet ve yargı ayağını yürüten şüphelilerle, eylemin asıl faili konumundaki dış istihbarat servisleri ve ülkeler arasında "aracılık görevini" yürüttüğü ifade ediliyor.
Metin Topuz da ifadesinde Zekeriya Öz ve polis müdürleriyle görüşmelerini iki ülke arasındaki narkotik iş birliği çerçevesinde sürdürdüğünü ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine hiçbir yasa dışı işe girişmediğini belirtti.
Sevk yazısında ise "Şüphelinin, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimini yöneten Fetullahçı Terör Örgütü mensuplarıyla ABD'nin Pensilvanya eyaletinde yaşayan FETÖ lideri Fetullah Gülen arasındaki irtibatı sağladığı" iddia edildi.
                                                                             ***

Kısacası, Metin Topuz soruşturması, ABD'ye yönelik çok ciddi suçlamalar içermektedir. Sadece bu soruşturma bile ABD'nin panik yapmasının sebebi olabilir. Bu soruşturma, bir hesap görmedir. ABD'nin Ergenekon ve Balyoz davaları ile başlayan Türkiye'yi işgal girişimi, 15 Temmuz'dan itibaren geri püskürtülmektedir. Bir darbe girişimindeki ABD parmağı, ilk defa soruşturulmaktadır. Üstelik Topuz'un eşi ve oğlu da gözaltında ve bir başka Başkonsolosluk görevlisi de gözaltı kararı sebebiyle binadan çıkamıyor!
Diğer taraftan, Fars Haber Ajansı'nın haberine göre Amerikalı tarihçi Huan Cool, Ayetullah Hamaney'in Amerika'nın güvenilmez olduğu konusunda haklı çıktığını yazdı.
AKP iktidarı, şimdi bunu anladı ama ABD'ye çok açık verdiler. Bu yüzden kıvranıyorlar. "Metal yorgunluğu" denilen de budur.

Arslan Bulut / YENİÇAĞ

9 Ekim 2017 Pazartesi

Millet ve başkanları - İLKER BELEK

AKP ne kadar dinciyse, en az o kadar da piyasacı. Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan özelleştirmelerin 15 katını son 15 yıl içinde gerçekleştirdi. Sağlık, eğitim, ulaştırma, konut, enerji sektörlerini özele devretti.

Bu yağma furyası aynı zamanda ittifakla AKP’yi oluşturan sermaye grupları, cemaatler arasında bir koordinasyonu, sıralamayı da gerektiriyordu. Hangi ihale kime verilecek meselesiydi söz konusu olan ve AKP ittifakının devamı açısından bu iş yaşamsal öneme sahipti. Örneğin eğitim sektörü Fethullah’a bırakılmış ve O da özel dershanelerle epey dünyalık yapmıştı.
Şimdi belediye başkanlarının istifa ettirilmesinin bu düzende yeni bir usul oluşturmak amacı taşıdığı kesin. Zira belediye denilen yapı kentin el değmemiş alanlarının betonlaştırılmasından kimin para kazanacağını belirleyen bir mekanizma olarak işliyor.

Bir şey daha var: Biliyoruz ki AKP ekonomisini ayakta tutan şey yıllardır hep kayıt dışı sermaye girişleri oldu (net hata noksan payı) ve bu noktada muhtemelen Arap sermayesinin payı çok büyük. AKP idare heyetinin bir de bu payın kimlere, nerelere tahsis edileceği konusunda yetkili olduğu kesin.

Ama başka bir şey daha var: AKP 16 Nisan referandumunu hileyle zor bela kurtarmış olsa bile, “evet” oranı 2019 için işi sıkı tutmak ve ek önlemler almak gereği bulunduğunu da açığa çıkardı.
“Nasıl olsa sandık ellerinde, sonucu istedikleri yüzdeye ayarlamaları mümkün, seçim sonuçlarını garanti etmek için ne diye ilave gayret göstersinler?” denilmemeli. Evet her şey ellerinde ama bu kadar kör gözüm parmağına yapılan oyunlar da içerideki memnuniyetsizliği ve dışarıdaki eleştirileri artırıyor. İşi olabildiğince usulüne uygun biçimde yürütmekte, en azından öyle olduğu havasını yaratmakta, yarar var.
Dolayısıyla şimdi bir taşla birkaç kuşu vurmaya çalışıyorlar:

Birincisini söyledik: Rantın vanasına ayar veriyorlar.

İkincisi, bunu yaparken yıpranmış, haklarında her çevreden değişik eleştirilerin söz konusu olduğu belediye başkanlarını ekarte ediyorlar ve bir yenilenme havası yaratıyorlar. Hem de FETÖ’cü diye nitelenen bu tanınmış simaları yargıdan da kurtarmış oluyorlar. Ne olur ne olmaz yargının ucu başkalarına da değebilir zira.

Üçüncüsü, bu inisiyatifi kullanan Erdoğan bir kez daha parti üzerindeki hakimiyetini tesis ediyor.

Dördüncüsü, yine Erdoğan, Afyon kampının açılışında yaptığı konuşmada özellikle öne çıkardığı gibi, istifa operasyonunun milletin talebi sonucu yapıldığını belirtiyor, oyuna milleti dahil etmeye çalışıyor.

Erdoğan’ın referandumun belirlediği yeni düzenlemeyle yapılacak başkanlık seçimini garanti altına alabilmesi açısından böyle bir hamle yapması kaçınılmazdı ve kendisine “reis” diye tapanların da bu yöndeki beklentisi zaten tepe noktasındaydı.

Demek ki AKP içindeki ittifak ilişkileri iktisadi ve siyasi olarak yeniden düzenleniyor. Bu 2019’a topyekun hazırlık hamlesidir. Orası düzen içinde siyaset yapan herkes için kritik aşamadır. Zira birisi ilk kez başkan sıfatıyla halk tarafından seçilmiş olacaktır.


AKP’nin sloganı “milletin sözü”. Şimdi milletin seçtiği belediye başkanlarının, “milletin adamı” tarafından istifa ettirilmesi de “milletin adamı”nın yeni bir pozisyona göz dikmiş olduğu yönünde okunmalı: Artık başkan millettir.

Bu operasyon hem AKP’ye hem de Türkiye’ye çok yüksek bir gerilim yüklüyor.
Hep söylediğimiz gibi Türkiye bu anlayışa sığmaz, Türkiye bu anlayışla yönetilemez.
Daha ne alametler belirecek hep birlikte göreceğiz.

İlker Belek / SOL

Erdoğan ve Gökçek - TAYFUN ATAY

Melih Gökçek ve Tayyip Erdoğan, Türkiye’de hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına en erken işaret sayılabilecek 1994 yerel seçimlerinde Ankara ve İstanbul büyük şehir belediye başkanlıklarını alarak bir “gelecek yarışı”na, kendileriyle aynı doğrultudaki başka pek çok insandan önde ama birbirleriyle aynı hizada başladılar.
Akan zaman bu iki “iktidar koşucusu” arasında muazzam mesafe farkı ortaya çıkardı. Bunu Beştepe’deki görüşmede ne olup bittiğini kelimesi kelimesine bilemesek de gözlemliyor, duyumsuyoruz.
Devam etmeden, belirtmek isterim ki bu, “spekülatif” bir yazı. Tahmin yürütüyorum. Kendimce bu tahminleri besleyen somut veriler de, maddi temeller de var ama takdir size ait...
Bence Melih Gökçek’in siyasi serüveninde bir “hobi”, bir de “fobi” oldu.
Gökçek’in hobisi, kendisinin de zaman zaman dile getirdiği üzere CHP’dir.
Fobisi ise hiç ama hiç dile getirmediği, ancak alttan alta hissedildiği üzere “RTE”dir.
Gökçek’in 1994-sonrası siyasi yükselme çabasına bir “Erdoğan-kompleksi” damga vurmuştur.
Elbette Gökçek, çekirdekten bir “Milli Görüş”çü, yani Türkiye’ye has İslamcılığın bağrından çıkmış bir figür değildir. Onu ilk, 1980’lerde ANAP döneminde Keçiören belediye başkanı olarak, ülkücü cenahla titreşimli ve anti-komünizm itkili bir garez ve şiddet operatörü olarak hatırlıyoruz.
Sonra Refah Partisi’ne geçiş yaptı.
Bu, tabii ki neredeyse çocukluğundan beri o bünyenin içindeki Erdoğan karşısında Gökçek’in en büyük dezavantajıydı.
Ama bir başka faktör daha var: Karizma...
Erdoğan’ın siyasi gidişatını, 1994-sonrası süreçte ayan beyan belirginleşen “karizmatik otorite”si, daha da öte bu karizmaya kapılmış kitlelelerin talep ve beklentileri belirler oldu.
Bu bakımdan Tayyip Erdoğan, kendi karizmatik otoritesinin mahkûmu bir muktedir olarak da değerlendirilebilir. Belki de bu, onun “kısırdöngü”südür.
Gökçek’in karizması yok. O, evet korkunçtur, ama hiçbir zaman bir karizmatik otorite olarak ayrımsanmadı.
Bu yüzden onun kısırdöngüsü, her seçim ona yerinden olma riski yaşatan ve yerinden olmamak için allem edip kallem edip her türlü karşı-stratejiyi işlerliğe soktuğu Ankara halkı oldu.
Elbette hasar, Ankara’ya, Ankaralılara, en çok da Çankaya’ya, ODTÜ’ye olmuştur.
Ama bir yandan da Ankara, Gökçek’in mahkûmiyeti olmuştur.
Bu mahkûmiyeti aşma yolunda Gökçek, başka açılım imkânları arar oldu. Medya, el attığı alandı, ama arzu ettiği sonucu alabildi mi, tartışılır. Dedik ya, karizması yoktu; ne Erdoğan-vari, ne de Acun-vari mahiyette!..
Medyadan da sosyal medyaya açıldı. Ve işte bu, 1980’lerden beri tanır/bilir olduğumuz korkunç figürün hızla gülünç bir figüre dönüşmesine yol açtı.
Medyanın esası “eğlence”, sosyal medyanın esası “mavra”dır.
Gökçek sosyal medyada 4 küsur milyon takipçi yapıp çok “ünlendi”. Ama bu, yıllarca karşıtlarında yarattığı korku, öfke, nefret duygularının yerini dalga geçmelere, “ti”ye almalara, acıma duygularına bırakması pahasına oldu.
Sosyal medya “aşkı”, şedit bir siyasi kariyerle ne olmuşsa olmuş Gökçek’i çözdü, çözeltti, çökeltti.
O yüzden 1994’te aynı hizada başlayan iktidar koşusunda bugün gelinen noktada Beştepe’de Erdoğan-Gökçek görüşmesinin bir çıktısı da “Melih Başgan”a “Reis”ten nasihatler eşliğinde Twitter yasağı oluyor.
Hazin bir final!
Adeta dersine çalışmayıp fuzuli işlerle uğraşan çocuğun, babası tarafından kulağının çekilmesine benzer bir muameleye maruz kalmak!..
Peki, iş burada biter mi?..
Hayır, bu da Gökçek’i çok hafife almak olur.
Yaşadığını kolay kolay unutacağı, sineye çekeceği kanısında değilim.
“Trump Amerikası”nın korku fantezisini, o Amerika’nın gerçek korkunçluklarından beslenerek yansıtan “American Horror Story-Cult” dizisinin (FX) ilk bölümünde ne diyordu benzer bir muameleyle karşılaşmış korkunç başrol karakteri:
“Aşağılanmış bir ruhtan daha tehlikeli bir şey yoktur.”
Dolayısıyla bizim "korku filmi"miz de devam ediyor.
AKP denen korkunç iktidar makinesinin içten çöküşüne şahit oluyoruz.
Oluyoruz ama, söz konusu “makine”nin hacmi düşünüldüğünde bu çöküşün sadece kendisine mi, yoksa hepimize mi zarar vererek, yıkım üreterek gerçekleşeceği sorusu hâlâ yanıt bulmuş değil!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

8 Ekim 2017 Pazar

Nedir bu AKP’deki değişim? - Berkant Gültekin

Erdoğan’ın temel amacı, içeride oluşması muhtemel bir basınç noktasını güç biriktirmesine izin vermeden buhar haline getirmek. Bu süreçte bir siyasal partiye değil, sadakatinden şüphe duymadığı bir orduya ihtiyaç duyuyor.

AKP’de bir süredir “yenilenme” ve “değişim” rüzgârları esiyor. Tabiatıyla bu konu Türkiye siyasetinin önemli gündem başlıklarından biri haline geldi. Şimdiye kadar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Düzce Belediye Başkanı Mehmet Keleş, partinin talebi sonucu istifa etti.
İktidara yakın kalemlerden Abdülkadir Selvi, “AK Parti’de değişim süreci başladı. Değişecek belediye başkanı sayısı ise beklenenden fazla olacak. Çünkü Erdoğan için 2019 seçimleri, var olmak ya da yok olmak gibi bir anlam taşıyor” diye yazdı.
Basına yansıyan iddialara göre Erdoğan şimdilik; Ankara, Bursa, Balıkesir, Uşak, Niğde ve Nevşehir belediye başkanlarının istifalarını istiyor. Buna karşın sürecin sorunsuz bir şekilde kotarılamayacağı şimdiden belli oldu. Balıkesir Belediye Başkanı Edip Uğur, istifa etmeyi reddederken, bir “direniş” gösterisi de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’ten geldi.
Topun ağzına konulduğunu anlayan Gökçek, Saray’da Erdoğan’la özel bir görüşme bile yaptı ve İstanbul’daki meslektaşı kadar kolay pes etmeyeceğinin işaretlerini verdi.

Erdoğan’ın bu hamlesi, “yenilenme” ve “değişim” kavramlarıyla cilalanıyor. Medya da aynı kavramları yaygınlaştırarak süreci toplumsal algıda istenen biçimde pekiştirmeye çalışıyor.
Sözde Erdoğan, farklı bir dil ve üslup benimseyerek, AKP’nin yerel yönetimleriyle seçmen arasındaki bağı yeniden inşa etmeyi arzuluyor. Oysaki Erdoğan ve AKP kurmaylarının kullandığı ‘sempatik’ siyasi argümanlar işin boyası.
Öncelikle yapılmakta olan işi kavramsal  bakımdan doğru saptamak gerekiyor. Zira başlığı doğru koymak, bütünü kavrayabilmek açısından kritik. Dolayısıyla süreci “değişim”den ziyade “tasfiye” şeklinde kodlamanın daha uygun düşeceğini söylemek yanlış olmaz.
Selvi’nin dediği gibi, “2019’u var olma yok olma savaşı olarak gören” Erdoğan, şüphe duyduğu isimlerin üzerini birer birer çiziyor. Söz konusu olan sadece belediye başkanlarının değişimi de değil. Geçtiğimiz hafta kongre dahi yapılmadan AKP’nin Giresun, Niğde, Nevşehir ve Kırıkkale il başkanlarının değiştiği duyuruldu.
Erdoğan, siyaseti artık tamamen kişisel bir muharebe alanı olarak gördüğünden, bu savaşta sadakatinden şüphe duymadığı kişileri yanında istiyor. Bu açıdan ismi tartışılan AKP’lilerin, kurtuluşu Erdoğan’a secde etmekte görmeleri yabana atılmaması gereken bir gösterge.
Bazı iktidar kalemşorlarının da “Gökçek görevine devam ediyor ve 2019 sürecinde de Cumhurbaşkanımızın yanında savaşacak” türünden sözleri, meselenin bir “vizyon yenilemesi” değil, “cephe tahkimatı” olduğunu tüm billurluğuyla ortaya koyuyor.

Erdoğan’ın endişesi boşuna değil. Bu süreçte özellikle Karar gazetesinin attığı dirsekler dikkat çekiyor. Yayına başladığı dönemlerde Davutoğlu-Gül çizgisine yakın olan gazete, darbe girişiminin ardından “FETÖ’cü” damgası yememek için kılıcını kınına sokmuş ve Erdoğan’ın arkasında hizalanmıştı.
Ancak son haftalarda gazetede yayımlanan kimi yazılar, AKP içindeki muhalefet fayının yeniden görünür biçimde aktifleştiği anlamına geliyor. Ek olarak, Abdullah Gül’ün, AKP’nin 3. Olağanüstü Kongresi’ne katılmadığını ve gazetecilerin tutuksuz yargılanmasından yana olduğunu belirttiğini de buraya not edelim.
Elbette buradan Gül’ün demokrat olduğu gibi absürt bir sonuç çıkarmak doğru değil ancak Erdoğan’ın ve hükümetin “terörist” olarak kabul ettiği gazeteciler konusunda aldığı açık tutum, ayrım noktalarını kavramak açısından önemli.

Gökçek’in tweeti ve ilk rauntun sonu
Neoliberalizm ve Arap Baharı gibi kendisini ayakta tutan dinamikleri kaybeden Erdoğan, birkaç yıl önceki küreselleşmeci tutumunun aksine bugünlerde katı “millici” bir imaj çizmeye çalışıyor. Önümüzdeki süreçte karşısındaki yüzde 50 kadar, parti içindeki çalkantılarla da meşgul olacağının farkında. Erdoğan’ın temel amacı, içeride oluşması muhtemel bir basınç noktasını güç biriktirmesine izin vermeden buhar haline getirmek. Kendisinin kudretinden şüphe duymayacak bir parti mimarisine ihtiyaç duyuyor. Aslında bir siyasal partiden ziyade ordu yaratmayı amaçlıyor. 
Bu momentteki tüm hamlelerini de olası sarsıntıların hafif sıyrıklarla atlatılması için yapıyor. Yeni dizayn uyarınca, Erdoğan’ın “Kadir Abi” dediği Kadir Topbaş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı görevinden ayrıldı.
Şimdi hedefte Melih Gökçek var. Erdoğan’ın, 1994’ten beri Ankara’yı yöneten Gökçek’e siper olmaması ve isminin yıpratılmasına ses çıkarmaması, Gökçek’in biletinin kesildiğine ilişkin önemli işaretler.
Şu an gözlem yapılıyor ve tansiyon ölçülüyor. Görüldüğü kadarıyla meydanda Gökçek’e kol kanat gerecek birileri yok. Dahası Gökçek’in oyun dışına çıkarılmasının, Erdoğan’ın ittifak kurduğu kimi ulusalcı çevrelerce de (AOÇ talanı üzerinden) olumlu karşılanacağının altını çizelim.
Belli ki Erdoğan’ın, Gökçek’e dair giderilmesi güç kuşkuları mevcut. Bunların tümünü tam olarak bilmek olanaksız. Kuşkusuz Bülent Arınç’ın “Gökçek, Ankara’yı parsel parsel FETÖ’ye sattı” sözlerinin ve Gökçek’in oğlunu Ankara Ticaret Odası Başkanı yapma hevesi gibi bazı ‘özerk’ ekonomik girişimlerinin bu fazda bir anlamı vardır.
Gökçek vadesini uzatmak adına Saray’da Erdoğan’la yaptığı görüşmenin ardından, “Sayın Cumhurbaşkanıma Külliye’nin karşına yapılacak müzeyle ilgili projenin tüm detaylarını sundum” şeklinde bir tweet attı.

Bu “Reis, Gökçek’i müzeye kaldıracak” diye gazetecilere kulis bilgisi veren kimi AKP’lilere bir mesajdı. AKP Parti Sözcüsü Mahir Ünal’ın “İstifa söz konusu değil” açıklamasına bakılırsa, Gökçek ilk rauntta nakavt olmadı.
Belki Erdoğan’la görüşerek kendisini en azından 2019’a kadar koltukta tutmayı başardı.
Ama şu bir gerçek ki kum saati Gökçek'in aleyhine işlemeye başladı.
Ne de olsa krala yaslanan kralla devrilir.
Bazen de kral isterse, kendisine yaslananları devirir.

Berkant Gültekin   / BİRGÜN


Orwell’ın Hayvan Çiftliği, popüler kültür ve cehalet… - Zeynep Altıok Akatlı / BİRGÜN PAZAR

Bu bilmezlik, siyasi rant için bile bile gerçekleri değiştirme, yalan -adını siz koyun önümüzde apaçık duran -sevgili annem Füsun Akatlı’nın bir kitabına Shakespeare’den esinle isim olarak verdiği- “kültürsüzlüğümüzün kışı”nı yaşadığımız gerçeğidir.

 TDK’ye göre ‘diktatör’ün tanımı: Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış kimse.

TDK’ye göre ‘adalet’in tanımı: Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması.

Hayvan Çiftliği, Onuncu Bölüm: “Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir!”

Birini tercih edeceğiz. Ya yasalar önünde eşit yaşayan özgür ve demokrasiye bağlı bireyler olacağız. Ya da diktatör ne derse o olacak…

Yani ya hepimiz ya da hiçbirimiz…

• • •

Son günlerde Orwell’in Hayvan Çiftliği romanı üzerinden yapılan açıklamaya bakılırsa AKP’nin Genel Başkanı ne derse olsun istemenin de bir adım ötesine geçmiş ne uydurursa o olsun istiyor! 15 yıllık AKP iktidarı boyunca sistemli şekilde öncelikle eğitimi hedef alarak yerleştirilen kültürsüzlük, bu yozluğun inşası için kullanılan popüler kültür ve kalıcı olan teslimiyet sayesinde koca ülke sahici bir çiftliğe dönüştü.

Öyle ki kulaktan dolma bilgilerle afili yazar, filozof isimleri kullanmak bu yolla aydın postuna bürünmek de yetmiyor. Hiç söylenmemiş sözleri, hiç kastedilmeyen yorumları bu isimlere atfederek, çıktığınız tahttan büyük bir özgüvenle ‘hayvan çiftliğindeki sürülere’ doğru savuruverdiniz mi daha güvenilir, bilge ve inandırıcı görünüyorsunuz anlaşılan. Kimse işin gerçeğini bilmez, kimse sorgulamaz nasılsa. Sorgulamayan, düşünmeyen sadece beyana inanan bir toplum inşa edilmiştir artık. Düşünenler susturulmuş, konuşanlar tutsak edilmiş, ısrarcılar bir şekilde yok edilmiştir. ‘Kral çıplak’ diyebilecekler de korkudan susmaktadır.

Hayvan Çiftliği olabilecek en ince ve ironik biçimde tam da bu tabloyu anlatır. Kitapta özetle; çiftlikte yaşayan hayvanlar baskılar ve kısıtlanan özgürlüklerden yılmıştır. Arzuları kendilerine iyi davranılması olan hayvanlar başkaldırır ve yönetimi ele geçirirler. Bir kanun çıkartırlar. İnsanlar gibi olmayacaklar, asla başka bir hayvanı öldürmeyeceklerdir. Başta her şey yolunda gider ve kendi aralarında yaptıkları eşit iş dağılımı ile çiftliği mükemmel şekilde işletirler.

Ancak iyilik bu kadar kolay değildir. Diğerlerinden üstün olmak isteyen hırslı domuzlar iktidarı ele geçirir ve insanlardan da daha baskıcı bir düzen kurarlar!

Snowball adındaki domuz okumayı öğrenip diğer hayvanlara öğretmeye başlar. Snowball düşünen biri olduğu için zamanla liderliğini kaybetmekten korkan Napolyon’un kinini kazanmaya başlar. Napolyon gücünü koruyabilmek için yavru köpekleri polis gibi eğitip kendi himayesine alır. Gücü eline geçirdiğinde Snowball’u hain ilan ederek çiftlikten attırır. Napolyon ihtiras ile kendine göre kararlar almaya başlar. İlk olarak kelime oyunları ile anayasa’da değişikliklere gider. Tabi ki değişiklikler hep kendi rahatı, rantı ve iktidarı içindir. Çiftliğe propaganda için yandaş medya’yı getirir ve sürekli kendini haklı gösteren ve öven yayınlar ile hayvanların beynini yıkamaya başlar! Çiftlikte bir sorun olduğunda bir zamanlar kovdurduğu ve ortalıkta görünmeyen Snowball’a suçu atar. Güzel bir şey olduğunda da kendi marifeti olduğunu bağırarak anlatır. Muhalif bir görüş olduğunda ise polis köpeklerini salarak korku yaratır.

Napolyon çiftlikte kıtlık başlayıp açlık baş gösterdiğinde tavukların yumurtalarını satmaya karar verir. Fakat tavuklar karşı çıkınca onları hain ilan eder ve hepsine ölüm cezası verir. Anayasada da maddeyi “hiçbir hayvan öldürülemez, hainler hariç” diyerek değiştirir. Bunun üzerine tüm tavuklar öldürülür. Napolyon başkan olmanın konforunu sonuna kadar yaşamak ister ve bu yüzden bir zamanlar çiftlikten kaçırdığı insanlarla anlaşma yapar. Keyfi için çiftliğin ürünlerini onlara satar ve ihtişam içinde hayatına devam eder…

Bu kısa özete baktığımda benim aklıma gelen Birleşmiş Milletler olmadı nedense. Hatta kitabın yazıldığı dönemde eleştiri getirdiği Stalin ve onun iktidarı da aklıma öncelikli olarak düşmedi.

Tarihsiz bir sistem eleştirisi olarak Hayvan Çiftliği’nin, muktedirin diline nasıl ve neden düştüğüne bakalım. İktidarın siyasal İslâm etkisi altına alarak topyekûn değiştirmek istediği eğitim sistemi felsefeye, edebiyata, sanata düşman. Geçmiş ve bugün bağını yok etmek üzere belleksiz ve bilgisiz bir toplum yaratma emeliyle ilk ve orta öğretimi tamamıyla imam hatiplere teslim eden anlayış iş yüksek öğretime geldiğinde intihallerle profesör olan, “Cemevi, Ali, insana saygı, Madımak, hoşgörü diyen ne kadar namussuz mezhepçi varsa Halep’te katillerle beraber. Lanetliler topluluğu…” sözleriyle halkı açıkça kin ve düşmanlığa teşvik eden açık nefret dili kullanan akademisyenler gibileri koruyup kollar hatta iktidarın kilit görevlerini emanet eder.

Cahilleştirilen kitleler toplumsal hafızasızlık da eklendiğinde süslü sözlere, kof vaatlere kolayca inanır hale geldi. Öyle ki bilgisizliği açığa çıkaracak, ifşa edecek birikimde eğitmen, siyasetçi, gazeteci de bulunmaz oldu genç nesil arasında. Tarihi, doğruyu, bilgiyi eğip bükme de yetmez olunca okkalı yalanlar devreye giriveriyor şimdilerde. Öyle ya Kabataş’ta gündüz ortası 100 adamın bir türbanlı bacımızı üstleri çıplak, deri pantolonlar ve zincirlerle çevreleyip üzerine işediği ve gelip geçen kimsenin de müdahale etmediği müthiş bir zulüm tablosuna ülkenin önde gelen “okumuş yazmış” gazetecileri, genel yayın yönetmenleri bile inanır!

“Camileri ahır yaptılar” klişesi yetmemiş olsa gerek “cenazeleri yıkayacak imam yoktu” safsatasını sorgulayacak ‘cenazeyi imam yıkamaz ki’ diyebilecek “dindar” bile bulunamaz olur. Bu söylemler ve eğitim politikalarının bugün ülkemizi getirdiği yer 993 bin 794 öğretmen, 156 bin akademisyen yanında 101 bin imam-Kur’an kursu hocası-müezzin; 61 bin 201 okul yanında 87 bin 806 cami bilançosudur. İstanbul Müftüsü “10.000 cami daha gerek İstanbul’a” diyor. Sanırsınız büyük bir zulüm var. Evet 21. yüzyıl Türkiye’sinde cenazeler yerlerde kalıyor ama imam yokluğundan değil. İnsanlık ve vicdan yokluğundan!

Bugün ömründe bir edebiyat eseri okumamış, konsere gitmemiş siyasetçiler “Yeni Türkiye”nin inşası için kolları sıvamış; büyük bir kurtuluş savaşının ardından kurulan köy enstitülerinde yetişen öğretmenleri, sanatçıları, gazetecileriyle aydınlanan genç Cumhuriyetin bilimle sanatla, kültürle yetişen bireyleriyle üreten, büyüyen Atatürk’ün Türkiye’sinin fabrikalarını, TDK, TÜBİTAK gibi kurumlarını, okullarını, üniversitelerini, demir yollarını, topraklarını, ormanlarını talan ediyor.

Bunu yaparken de Orwell’i çarpıtıyor, August Comte gibi ‘sorunlu bir şahsın’ fikirlerinin kabul görmesinden rahatsız oluyor. Öyle ya “yerli ve millisi” dururken! Oysa “kendinden” bildiği İbn-i Haldun’u yasaklayan sandığı gibi ilerici, laik, kesimler değil gericiliği, baskı ve yasakları ile nam salmış Abdülhamit’tir. İbn Haldun’un dinsel, siyasal olaylara ideolojik bir açıdan bakmadığını, akıl ve bilimi esas aldığını bilse böyle sever miydi bilinmez. Ama “kindar ve dindar” kitlesi İbn Haldun’u da bilse bilse reisi kadar bilir nasılsa.

Şöyle bir bakalım bizim “ben söyledim oldu” çiftliğinde kimler başka neler söylemiş:

Recep Tayyip Erdoğan: “Türkiye hiç bu kadar özgür olmamıştı.”
159 gazeteci tutuklu, hapishaneler yetmiyor 175 yenisi inşada.

Bekir Bozdağ / Eski Adalet Bakanı: “Türkiye’de tweet attı diye
tutuklanan bir Allah’ın kulu yok”
Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği iddiasıyla 1845 kişiye dava açıldı. Bu sayı Ahmet Necdet Sezer için 26, Gül İçin 139 kişiydi.Onlara hakaret mi edilmiyordu? Daha mı çok seviliyorlardı? Ortada hakaret falan yok bu bir cadı avı mı?

Mehmet Şimşek: “Ortada OHAL varmış gibi bir hal yaratılıyor”
Yok canım olur mu hiç. OHAL zaten olağan halde lale devri demek. Ha bu arada 111 bin 240 kamu görevlisi ihraç edildi. 1656 kişi sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklu ve 35 kişi intihar etti…

Burhan Kuzu / Eski Anayasa Komisyon Başkanı – AKP Milletvekili – “Profesör”:
“Türkeş, 27 Mayıs cuntacılarının idam kararını onaylamalarına karşı çıkınca, Hindistan’a sürüldü, tabutluklara konuldu ve tırnakları söküldü.” 
Oysa Türkeş’in tabutluk “iddiası” Tarhan Erdem’in dediği gibi 1944’te, Yeni Delhi’ye gönderilmesi 14 Kasım 1960’da, idam kararlarının onaylanması 16 Eylül 1961’deydi… Ne gam! ‘Ben söylerim bugün gündem köpürtür, cahili dolduruşa getirir, muhalefeti hedef gösteririm.’ bakışı, sosyal medyada gerçeği bilenler tarafından alay konusu olunca da koskoca profesör “yapan aynı da ondan” diye savuşturur.

Yine Burhan Kuzu:
“Madımak vahşeti, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, Eşref Bitlis Paşa’nın helikopter kazası ve Özal’ın zehirlenmesi aynı yıl; 1993… İktidarda SHP var.”
Burhan Kuzu insanların acılarından siyaset çıkaracağına, o acıları bizlere yaşatanlara neden kol kanat gerildiğini anlatırsa belki kendisini dinleyen, ciddiye alan birileri çıkacaktır.

Bu bilmezlik, siyasi rant için bile bile gerçekleri değiştirme, yalan -adını siz koyun önümüzde apaçık duran -sevgili annem Füsun Akatlı’nın bir kitabına Shakespeare’den esinle isim olarak verdiği- “kültürsüzlüğümüzün kışı”nı yaşadığımız gerçeğidir.
İktidarın yarattığı kültürsüzlük ikliminde hangi birine ne anlatsam bilemedim. Ama eyleme geçmiş cehaletin; aralarında babam Metin Altıok’un da bulunduğu Behçet Aysan, Asım Bezirci, Uğur Kaynar, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin, Asaf Kocak gibi aydınları düşündükleri ve aydınlattıkları için ateşe verdiği 35 insan adına onları ve nicelerini hedef alan siyasal İslam ideolojisinin bugüne şekil verdiği günlerde bu bilinçli aldatmacaya bir yanıt vermek gerekli. Zira o gün ateşe verilen Madımak’ta asıl hedef bugün yaşadıklarımızdı. Şimdi iktidar muhterislerinin çoklukla kullandığı bu yanlışa karşılık kısa bir ‘ders’ zamanı…

1-Sivas Katliamı olduğunda Kuzu’nun iddia ettiği gibi SHP iktidarda değildi. 25 Haziran 1993’te kurulan 49. hükümet DYP ve SHP koalisyonuydu ve hükümet daha 1 haftalıktı! İçişleri, Milli Savunma ve en önemlisi Başbakanlık DYP’deydi.
2- Bugün Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı üzerinden yürütülen “ılımlı İslam” soslu rejim değişikliğinin ilk ve en keskin denemesi
2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta “Cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak”, “kahrolsun laiklik” sloganlarıyla Cuma namazından çıkan ve devletin göz yumarak izin vermesi sonucu 15 bin kişiye ulaşan kalabalık tarafından yapılmıştı. Sivas Katliamı’nın zaman aşımına uğramasına 
‘hayırlı olsun’ diyen de AKP’nin Genel Başkanı’nın ta kendisi. O gün aydınlarımızı yakan zihniyet bugün Sivas Katliamı’nı savunan neredeyse tüm avukatları parlamentoya ya da devletin çeşitli sorumlu kademelerine taşıdı. Son örnek Gümrük Bakanı ve çiçeği burnunda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı. 
3-Bir haftalık iktidar ortağını Madımak Katliamından sorumlu tutanlar 15 yıllık tek başına ve blok iktidar döneminde kırmızı bültenle aranan katliam sanıklarının yakalanması için üzerine düşeni yapmadı, adaletin yerini bulması için dinlenmesi gereken kilit isimleri sorgulamadı, karanlığın aydınlatılması için adım atmadı. Faili meçhul siyasi cinayetlerin aydınlatılması için Toplumsal Bellek Platformu Meclis’e tam 27 kez önerge getirdi bunların tamamı salt AKP oyları ile reddedildi!

Evet! Ya hepimiz ya da hiçbirimiz…

Zeynep Altıok Akatlı - CHP Genel Başkan Yardımcısı / BİRGÜN PAZAR

Saray ekonomisi: İhtişam ve sefalet- FATİH YAŞLI

“Halk ağır vergiler altında ezilirken, saraydaki ihtişam yükselmeye devam ediyordu…”

Tarih kitaplarında kaldığını düşündüğümüz bu cümle, bugünün Türkiye’sini anlatmak için de rahatlıkla kullanılabilir artık. Siyaset Saray’dan yürütülür hale geldikçe, siyasetin merkezine Saray yerleştikçe, Saray siyaseti siyasete damgasını vurdukça, ekonomi de Saray ekonomisi haline geliyor, Saray ekonomisinden bahsetmeksizin ekonomik çelişkileri ve adaletsizliği tarif etmek imkânsızlaşıyor.

Geçen günlerde açıklanan Orta Vadeli Mali Program’a göre Saray’a 2018 yılında 848 milyon, 2019 yılında ise 1 milyar 50 milyon lira tahsis edilecek. Başbakanlığın kaldırılacağı 2020 yılında ise Başbakanlık ödenekleri de Saray’a devredilecek ve tahsis edilen miktar olağanüstü bir artışla 2 milyar 943 lira olacak.

“Gizli Hizmet Gideri” kaleminden, yani kamuoyunda bilinen adıyla “örtülü  ödenek”ten yapılan harcamaların miktarını, son Sayıştay raporunda yer almadığı için bilemiyoruz; su tüketimi aboneliği, ısıtma gideri, elektrik gideri, internet harcaması aboneliği gibi kalemler de gizlenmiş durumda olduğu için raporda yer almıyor. Ancak bildiğimiz kalemler var. Buna göre 2016 yılında Saray’da “temizlik” için 2 milyon 48 bin 921 TL, “kırtasiye masrafı” için 1 milyon 540 bin 858 TL, “beslenme, gıda amaçlı ve mutfakta kullanılan tüketim malzemeleri” için ise 1 milyon 216 bin 63 TL harcanmış durumda.

Saray’dan konuyla ilgili olarak yapılan açıklamaya bakıldığında ise bu rakamlar son derece normal, çünkü “itibardan tasarruf olmaz”: “Türkiye Cumhuriyeti devletinin en yüksek temsil makamı, dolayısıyla ülkemizin vitrini olan Cumhurbaşkanlığı nezdindeki faaliyetlerin ‘itibarda tasarruf olmaz’ anlayışıyla, ülkemizin vakarına yaraşır şekilde yürütülme mecburiyeti vardır.

Bununla birlikte tüm bu hizmetler, hem Türkiye’nin büyüklüğüne ve itibarına yakışır kalitede, hem de en uygun maliyetlerle gerçekleştirilmiştir.”

Saray’daki durum böyle, peki ya halk? Önemli küresel araştırma şirketlerinden biri olan Nielsen’in yaptığı bir araştırmaya göre 2016’da % 9 olan ekonomik durum ile ilgili endişe 2017’de % 20’ye yükselmiş durumda. Bu gayet doğal, çünkü toplum da bizzat kendisi yaşayarak ekonomideki gidişatı tecrübe ediyor; işsizlik, pahalı gıda, mutfak masrafları, kira, çocukların okul harcamaları, hepsi toplumun asli gündemini teşkil ediyor.

Birleşik Metal İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin hazırladığı rapor ise durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Asgari ücret geçen yıl % 7,9 oranında artırıldı, ancak Eylül ayı itibariyle enflasyon 11, 7 oldu, yani daha şimdiden asgari ücretle geçinenlerin alım gücünde % 3 civarında bir azalma var ve bu da yaklaşık 438 liraya tekabül ediyor. Tek tek kalemler bazında bakıldığında ise kayıp daha da artıyor: Ette yüzde 6,4, ilaçta yüzde 4,5, sebzede 3,4, katı ve sıvı yağlarda yüzde 5, süt peynir yumurtada yüzde 5,3 ve kırtasiyede ise yüzde 13,4 oranında bir kayıp söz konusu.

2003’ten 2017’ye enflasyon yüzde 212 olarak gerçekleşmiş, yani hayat pahalılığı ikiye katlanmış; ancak bunun ücretli kesimlere ve alt gelir gruplarına yansıması çok daha şiddetli. Enflasyon düzenli ücretlilerde yüzde 232’ye, yevmiyeli çalışanlarda yüzde 246’ya, emekli aylığı ile geçinenlerde yüzde 238’e, nüfusun en yoksul yüzde 20’lik kesiminde yüzde 242’ye yükselmiş durumda.
Ücret geliriyle geçinen geniş halk kitlelerinin alım gücü giderek azalırken, buna korkunç bir can kaybı eşlik ediyor; güvencesiz ve taşeron çalıştırmanın doğal sonucu olarak, işçi ölümleri gün be gün artıyor. Güya işçi ölümlerini durdurmak için 6331 sayılı yasanın çıkarıldığı 2012 yılından beri ölümler sürekli tırmanıyor. 2016 yılında en az 1970 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi ve 2017 Eylül ayı itibariyle ölen işçi sayısı ise 1485’e ulaşmış durumda. Sömürü düzeni ve özellikle beton ekonomisi ölü işçi bedenlerinin üzerinde yükseliyor, sermaye bir vampir misali işçilerin kanını emmeye devam ediyor.

“Silah alacağız paraya ihtiyacımız var, borçlanmak yerine vergileri artırmayı tercih ediyoruz” yalanıyla, ekonomideki giderek büyüyen deliğe yama yapılmaya çalışıladursun, belki de 15 yıl boyunca ilk kez Türkiye’de geçim sıkıntısı, yüksek enflasyon, işsizliğin artması, vergilerin yüksekliği ve gelir dağılımındaki adaletsizlik bu kadar yüksek sesle konuşuluyor, “ekmeğin bölüşümü” meselesi belki de ilk kez siyasetin öncelikli meselelerinden biri olma potansiyelini taşıyor.Bir yanda giderek artan bir zenginlik, saraylara sığmayan bir ihtişam, öte yanda korkunç bir yoksulluk, korkunç bir sefalet var ve bu durum Türkiye’de adıyla sanıyla bir sınıf siyaseti yapmanın, emekçileri siyaset sahnesine çağırmanın zeminini oluşturuyor. Gericilikle ve despotizmle mücadelenin sömürü düzeniyle mücadele etmeden herhangi bir anlam taşımayacağının giderek daha fazla idrak edileceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Gericiliği, despotizmi ve sömürü düzenini aynı anda karşısına alan bir siyasetin inşası için solun önünde çok ciddi olanaklar var, Türkiye adım adım yeni bir kırılma noktasına giderken sol bu olanaklardan yararlanmalı, kırılma ve altüst oluşlara güçlenerek hazırlanmalı.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN