5 Ocak 2018 Cuma

Guadealupe Konferansı ve İran - CEYDA KARAN

İran’da İslam Cumhuriyeti’ndeki huzursuzluğu ‘demokrasi devrimine çevirme’ hevesleri gayet anlaşılır. Lakin bu noktada emperyalizmin rolü ihmale gelmez. ‘Emperyalizm artık değişti, zaten nedir ayol, bir grup anlaşamayan adam’ analizlerini bırakıp en başta tarihe bakmalı. 
O da bize ABD’nin şu veya bu biçimde müdahil olduğu bir kriz varsa, ‘sakınmak gerektiğini’ gösteriyor. Bizatihi İran’ın kendi tarihi ibretlik derslerle yüklü.

***

Hayır, salt İran’da petrol kaynaklarını millileştirip, gelenekçi Şii toplumunda ilerlemeci sosyal ve ekonomik reformlara soyunmuş seçilmiş Başbakanı Muhammed Musaddık’ın CIA darbesiyle devrilmesinden bahsetmiyorum. Asıl sol muhalefeti kırıp Şii ulemayı güçlendiren bu hamleden sonra ABD’nin bizzat İslamcı İran’ın yolunu açması var. 
Bu açıdan Amerika’da 2016 ortalarında gizliliği kaldırılan diplomatik belgeler ve şöyle bir anılıp geçilen Guadealupe Konferansı önemli.

***

4-7 Ocak 1979’da Karayipler’de Fransa’ya bağlı Guadeloupe Adası’nda Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’in ev sahipliğinde ABD Başkanı Jimmy Carter, Batı Almanya Şansölyesi Helmut Schmidt, Britanya Başbakanı James Callaghan’ın buluşması ‘Guadeloupe Konferansı’ diye anılır. Dünya işlerinin konuşulduğu konferansın asıl gündemi İran’daki siyasi çalkantıydı. Dört lider İran şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin artık kurtarılamayacağına hükmetmiş, bunun iç savaş ile Sovyet nüfuzunun artmasına yol açacağını öngörmüştü. 

Konferansta Şah’ın aslında devrilmesine karar verildi ve ‘İslamcı İran’ için düğmeye basıldı. Zaten Carter yönetimi ve CIA çalışmaktaydı.

***

İran resmi anlatısında devrim, Humeyni’nin cesurca ABD’ye meydan okuması ve ‘Büyük Şeytan’ın Şah’ı çaresizce iktidarda tutma girişimi olarak sunulur. ABD anlatımında Carter yönetiminin Şah’ın arkasında durması ve istihbarat zaaflarına vurgu yapılır. ABD diplomatik yazışmaları ise bize, önemli nüansları sunuyor. Nedir bunlar? Carter yönetimi Humeyni ile doğrudan diyaloğa geçmiş, İran ordusunun üst düzeyini gemlemiş, ‘İslamcı İran’ın bizzat yolunu açmıştır.
İran’ın siyasi kaos yaşanan, kamu hizmetlerinin altüst olduğu, işçi grevlerinin petrol akışını sekteye uğrattığı, ordunun solcu muhalefetle kapıştığı günlerde, Ayetullah Ruhullah Humeyni’nin liderliğini yaptığı Şii ulema aslında ABD ile pazarlığa oturmuştur.

***

Humeyni 5 Ocak’ta Fransa’da kendisini ziyaret eden Amerikalı’ya, Washington’a iletmesini istediği mesajında “Petrol konusunda bir korku olmamalı. Petrolü ABD’ye satmayacağımız doğru değil” der. 14 Ocak’ta ABD Dışişleri Bakanı Cyrus Vance’ın Humeyni ile doğrudan temas kanalı açılması talimatı gelir. 15 ve 18 Ocak’ta ABD’nin Fransa elçiliğindeki siyasi temsilci Warren Zimmermann Paris dışındaki Neauphlele- Chateau’da Humeyni’nin ekibinin başı İbrahim Yezdi ile görüşür. Humeyni’nin derdi İran ordusunun üst kademeleridir. Carter, ABD yatırımları, petrol akışı, askeri ve siyasi ilişkiler ve Sovyetler’e karşı ortaklık ister.

 27 Ocak’ta Humeyni’den Washington’a ulaşan mesajda ‘dönüşü için yumuşak yol’ bulunması, anayasal hükümetin istifaya zorlanması ve ordunun tavizi istenir. Humeyni bölgeyi istikrarsızlaştırmayacaklarını ve bölgeye karışmayacaklarını vaat etmiştir. 
İki gün sonra Washington’dan verilen yanıt 35 sene gizli kaldı. Burada İran siyasi sistemine dair ‘esnek olunacağı’, ‘anayasanın değiştirilebileceği’ ve ‘ordunun sözde bütünlüğünün korunması’ yer alır. Humeyni’ye kilit enformasyon verilmiştir: İran askeri liderlerinin siyasi geleceklerine dair esnektiler. Mesaj Tahran elçiliğine yollandığından Ayetullah’ın eline hiç geçmez. Zaten fark etmez. 1 Şubat’ta Ayetullah geri dönüş yoluna koyulmuştur. 
ABD’nin evdeki hesapları çarşıya uymaz tabii. Sonrası malum.

***

Hasılı, ABD İran’da siyasal İslamcıların iktidar olmasını umursamadı. ‘Yeter kiAmerikancı olsunlar’ diye düşünülüyordu. Umursadıkları da hâlâ değişmiş değil. Bizde de ‘sosyal özgürlük’, ‘kadın devrimi’ denildiğinde akan sular duruyor. Acıklı olan da bu.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Gerçek din ve gerçek ahlak bilgisi - MİNE SÖĞÜT

Diyanet’in, sapkınlığı körükleyen bitmek bilmez fetvalarına ve yaydığı bilgilerin işaret ettiği dini gerçekliklere veryansın etmeden önce... 
Bizim kendi zihnimizde ve kalbimizde bazı şeyleri halletmemiz gerekiyor. 
Din hakkında gerçekten ne düşünüyoruz, ne biliyoruz? 
Bildiğimiz şeylerle yüzleşiyor muyuz? 
Yüzleştiğimiz gerçeklerle baş edebiliyor muyuz? 
Her konuda olduğu gibi bu konuda da görmezden geldiklerimiz, eninde sonunda başımıza bela... 
O beladan kurtulmak istiyorsak önce kendi duygularımızı ve ahlakımızı kurcalamaya cesaret etmeliyiz. 
Bunu yaparken de gerçekçi ve adil olmalıyız. 

İşe, herhangi bir inanca ve inanana saygı duyduğumuz zaman aslında neye saygı duyduğumuzla net bir şekilde yüzleşerek başlayabiliriz. 
Bunun için meselenin artık bireyin iç dünyası meselesi olmadığını kavramamız gerekiyor. 
Devlet politikasının tam merkezine çöreklenmiş toplumsal bir duygu sömürüsü ve sinsi bir sistem dönüşümü var karşımızda. 
Meseleye bu bilinçle bakmadığımız sürece işin içinden çıkmamız zor. 
Dogmatik bilgilerin dokunulmazlığının gerçek hayatta nelere mal olabileceğini görmek zorundayız. 
Laiklikten zorla koparılmış ve bir kaosa doğru sürüklenmekte olan bir ülkede yaşadığımız gerçeğiyle yüzleşmeliyiz. 
Dini değerleri kendisine kalkan yaparak ilerleyen iktidarın hukuku ortadan kaldırmasının ne anlama geldiğini net bir şekilde sorgulamalıyız. 
İlkokul öğrencilerini bile akın akın namaza taşıyan bir eğitim inşa eden iktidarın niyeti belli. 
Dindar ve kindar bir nesil yaratacağı kendi beyanı. 
Kadını toplumda en alt basamağa itmeyi marifet saydığı ortada. 
Kız çocuklarına ve hatta oğlan çocuklarına ne gözle baktığı da. 
Ve tüm bunları bir dini inancı referans göstererek yapmakta. 
O inanç bu coğrafyada öyle güçlü ve etkili bir inanç ki, karşısında akan sular duruyor. 
Buna güvenen iktidar anayasayı elinden çoktan attı. 
Ülkeyi yeri gelince kafasına, yeri gelince kutsal kitaba göre yönetmeye kararlı. 
İşe, dine saygı adına laiklikten ödün isteyerek başladı... 
O ödün verildiği andan itibaren iş bu noktaya kadar vardı. 
Artık şu gerçeklikle yüzleşmek zorundayız. 
İnancın temelinde yer alan dogmatik bilgileri değiştiremeyiz. 
Eğer kitap çocukların buluğ çağına varır varmaz evlendirilebileceğini yazıyorsa dinen küçük çocuklar evlendirilebilir demektir. 
Aydınlanmasını daha yaşamamış olan İslamdan Hıristiyanlık gibi esnemesini bekleyebileceğimiz bir çağda değiliz. 
Kız çocuklarının erkenden kafalarını kapatmaya çalışan bir inanç sisteminden, onları cinsel obje olarak görmemesini beklemek saflık. 
Kadınların ve kız çocuklarının bedenlerini, erkeklerin nefislerine bir tehdit olarak kodlayan bir zihniyetin savunduğu ahlak, kaçınılmaz olarak içinde sapkın bir dil ve algı barındırır. 
Bunları görmezden geldiğimiz, “Gerçek din bu değil” samimiyetsizliğini kabul ettiğimiz, “inanca saygı” engeli karşısında ürktüğümüz sürece... 
İktidar dini duyguları rahat rahat sömürür... 
Sırtını ona dayayan Diyanet de usulen laf ebeliği yaparak, sinsiliğini sürdürür. 
Neticede; 
Okullardaki din derslerinde sadece dinler tarihi, felsefesi ve sosyolojisi okutulmadıkça... 
İnanç sistemlerinin insanlık tarihi boyunca matruşkalar gibi birbirinin içinden çıkarak yol aldığı, sokaktaki en cahil insanın bile aklına sokulmadıkça... 
Her şey gibi inancın da kültürel bir evrim geçirerek bugünkü haline vardığı insanlar için sıradan bir bilgi olmadıkça... 
Dogmatik inançlar topyekûn arkaik değer rafına kaldırılmadıkça... 
İnanç meselesi psikolojik bir olgu olarak kafalara kazılmadıkça... 
Devlet işlerinin dinlerle alakası kökünden kesilmedikçe... 
Çocuklar hep tehlikede.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Tarihin en büyük ayrımcılığını sınavla gizlemek - ÜNAL ÖZMEN

450 bini merkezi idarede, 450 bini yerel yönetimlerde, 120 bini geçici işçi olarak kamuda istihdam edilen bir milyon 20 bin taşeron işçiyi ilgilendiren Taşerondan Kadroya Geçiş Sınavı takvimi açıklandı. 
Böylece, TKGS olarak kısaltacağımız sınav, taşeron uygulamasına son verilmediği sürece belli aralıklarla yapılacak sınavlardan biri olarak hayatımızdaki yerini almış oldu.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Politikalar Bakanı Jülide Sarıeroğlu, Anadolu Ajansı Editör Masasında, taşeron işçilerin kadroya alınması sınavı hakkında bilgi verirken “Şu an zaten kamuda istihdam etmek için aldığımız kardeşlerimiz yıllardır görevlerini yapan kişiler, bu anlamda da hiçbir sıkıntıya kapılmasınlar. (Merkezi idareyi kastederek) 450 bin kişi şartsız, yaş kriteri olmadan, eleme anlamı taşıyacak hiçbir düzenleme olmadan kadroya geçecek.” dedi. Yorum gerektirmeyecek kadar açık; kamu işyerlerinde çalışan taşeron işçinin tamamı kadroya alınacak. Hiçbir işçi elenmeyeceği için sınav, hangi işçinin hangi birimde istihdam edileceğine karar verileceği becerileri belirlemesi amacı taşıyor!

Sınav programına bakıldığında taşeron işçinin kadroya geçebilmesinin, Sırat Köprüsü’nden geçmek kadar zor olduğu gözüküyor. Bir taşeron işçinin kadro alabilmesi için önce şubatta askıya çıkacak “taşeron kadro kesin listesi”ne girebilmesi gerekiyor. Sonra sınav, ardından mülakat, onun ardından güvenlik soruşturması! Üstelik her kurum ister yazılı, ister sözlü, ister uygulamalı, isterse sözlü uygulamalı olarak tercih ettiği bir sınav yöntemi belirleyecek. Buna göre A kurumundaki çaycı yazılı sınava tabi tutulurken B’deki çaycı, müdürün çayını servis hızıyla test edilebilecek!

Bakan söylediği gibi taşeron işçiler “hiçbir şart aranmaksızın 657 sayılı devlet memurları kanununun 4(D) kapsamına” alınacaksa insanlara bin dereden su getirtmenin anlamı ne; bakanın dediği gibi yıllardır aynı yerde çalışan taşeron işçilerin, aynı yerde aynı işi yapmaya devam edebilmeleri için onlara hendek atlatmak niye? 
Öyle ya, hastanede morg bekçiliği, belediyede lağım kazıcılığı yapabilmek için bu denli kapsamlı bir sınav programına ne gerek var?
Eğitim yazan biri olarak, Taşerondan Kamuya Geçiş Sınavının lüzumsuzluğu kadar adil olmayan yönünü yazmak niyetindeydim. Herkes gibi benim de sınava ilişkin ilk yorumum, AKP’ye yakın olmayan taşeron işçilerin sınavla eleneceği yönündeydi. Fakat sınav yapmaya karar veren devlet ‘bu bir formalite’ anlamında açıklamalar yaptığına göre sınav açmanın başka bir nedeni olmalıydı. 
Bu noktada kafam karıştı!
Bize anlamsız gelen bu sınavın arka planında başka neler olabileceğini anlayabilmek için sosyal güvenlik politikaları konusunda uzman, yılların gazetecisi dostum Ahmet Kıvanç’ı aradım. Ahmet, “Taşeron işçilerin kadroya alınmasına ilişkin olarak AKP’nin TBMM’ye 2015’te sunduğu yasa tasarısını, üzerinden üç yıl geçmesine rağmen neden yasallaştırmadığını sanıyorsun” diye bana yönelttiği soruyla ayılmamı sağladı.
Dostumun soruya yanıtı şöyle oldu: AKP tarafından meclise sunulan taşeron işçilerin kadroya alınmasına ilişkin kanun tasarısı gündeme alınmayarak AKP’ye yakın olmayan taşeron işçilerin, bu sürede bizzat (CHP’li belediyelere işçi bulanları da dahil) AKP’li olan taşeronlar tarafından elenmesi sağlandı, yeni işçi alımları kadro hesabına göre yapıldı; bugün açılan sınav ise tarihin bu en büyük kadrolaşmasına meşruiyet sağlama amacı taşıyor!

“Şartsız, yaş kriteri olmadan, eleme anlamı taşıyacak hiçbir düzenleme olmadan kadroya geçecekler” diye yapılan Taşerondan Kadroya Geçiş Sınavının, tarihin en büyük kitlesel adaletsizliğini gizlemek amacıyla yapıldığını anlıyoruz. Sınavın karmaşıklığı kadar gündemde tutulması haksızlığa, adaletsizliğe, ayrımcılığa uğrayanlarda bir milyon kişinin adil bir seçimin sonunda güvenceli bir işe başladığı algısını pekiştirecek. Bu denli büyük bir adaletsizliği adil bir işlemle(!) meşrulaştırmak ancak Şeytan’ın fikri olabilirdi!

•••

Burada dikkat çekmeye çalıştığımız iktidarın vatandaşları arasında ayrımcılık yapıyor olması, bunun böyle bilinmesini isteriz. Tabi ki güvenceli, düzenli, istikrarlı bir iş sahibi olması için çaba içinde bulunduğumuz tümü yoksul mevcut taşeron işçilerinin kadroya alınmasını destekliyoruz. Onların haklarına dil uzatmamız söz konusu olamaz, şimdiden kadroları helali hoş olsun.

Ünal Özmen / BİRGÜN

Yesinler sizin ahlakınızı! - GÖZDE BEDELOĞLU

Yaşları yedi ile on bir arasında değişen kız çocukları dans ederken tercihlerini şort giymekten yana kullandıkları için Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), programın yayınlandığı TV8’e para cezası kesti. Cezayı savunan AKP’li üyelere göre, çıplak bacaklarla dans eden ÇOCUKLAR milleti tahrik ediyordu. Kendi algılarını millete mal ettiklerinde ortaya çıkan genellemenin korkunçluğu ise belli ki umurlarında değil. Aksi halde, milleti yedi yaşındaki şortlu kız çocuklarından tahrik olabilen bir yığın olarak tarif etmenin, Türkiye’nin kapısına ‘pedofili diyarına hoş geldiniz’ diye tabela asmaktan bir farkı olmadığını idrak edebilirlerdi.

•••

Şikayet ederek, küçücük kızların şortlu dans gösterisinden tahrik olan millet tespitine imkan sağlayan kurum, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı! Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından RTÜK’e yazılan yazıda, gösteri için ‘çocukların yaş ve gelişim düzeyine uygun olmayan kıyafetlerde dans ettikleri görülmektedir’ deniyor. ÇOCUKLAR için uygun bulunmayan kıyafeti bir kez daha hatırlatalım; şort ve askılı üst. Aile Bakanlığı, RTÜK’e yazdığı yazıda şikayetinin gerekçesini şöyle sıralamış:
“Bakanlığımızca çocukların korunması, haklarının güvence altına alınması, ihmal ve istismardan korunmaları amacıyla çalışmalar yürütülmektedir. Çocukları etkileyen tüm yasa ve politikalarda, idari ve yargısal kararlarda ve hizmet sunumunda çocuğun yüksek yararı, ilkesi göz önünde bulundurulmaktadır. Yarışmada çocukların gelişim düzeyine uygun olmayan kıyafetlerle dans ettikleri görülmektedir. Söz konusu yayın çocukların fiziksel, zihinsel, psikolojik veya ahlaki gelişimlerine zarar verebilecek içerikte olup, çocukların ihmal ve istismardan korunması amacıyla gerekli cezai yaptırımın uygulanması hususunda gereğinin yapılmasını...”

•••

Cümleler çok şık değil mi? Ancak konu, ulusal ve uluslararası raporlarda belirtildiği gibi, Türkiye’nin çocuklara yönelik cinsel sömürü karnesinin ne kadar berbat olduğuyla ilgili değil. Dert, Avrupa’da erken yaşta evliliğin en fazla gerçekleştiği ülke olmamız da değil. Hassasiyet, tarikat yurtlarında, hapishanelerde, aile ve yaşadığı çevre içinde taciz ve tecavüze uğrayan çocuk sayısındaki artış hiç değil! Aile Bakanlığı’nı ‘çocukların fiziksel, zihinsel, psikolojik veya ahlaki gelişimine zarar verebileceği’ konusunda endişelendiren, harekete geçiren şey kız ÇOCUKLARININ şortla dans etmesi! Tersi mümkün olsaydı zaten, Türkiye’nin çocuğun cinsel istismarında hem kaynak hem de transit ülke olduğunu ortaya koyan uluslararası raporlar (ECPAT) fazlasıyla utanç verici olduğundan, iktidar çocuğun tecavüzcüsüyle evlendirilmesi halinde suçlunun cezasının ertelenmesini mümkün kılacak bir yasayı Meclis gündemine taşıyıp durmazdı.

•••

RTÜK tarafından milletçe şortlu çocuklara bakıp hallenen insanlar olabileceğimiz fikrinin bulantısı ve ağırlığı altında bırakılmışken, bir diğer salvo da Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan geldi. Başkanlığın internet sitesinde yer alan Dini Kavramlar Sözlüğü’nde “buluğ (ergenlik) çağının alt sınırı erkekler için on iki, kızlar için dokuz yaş olarak belirlenmiştir” deniyor. Buluğ çağına gelmiş ÇOCUKLARIN, yanında velisi olsun olmasın, EVLENEBİLECEĞİ söyleniyor. Bu, on sekiz yaşın altındaki herkesi çocuk kabul ederek istismara karşı korumayı amaçlayan evrensel hak bildirileri rehberliğinde hazırlanmış yasaları yok saymak anlamına gelirken, dokuz – on iki yaşındaki çocukların tecavüze uğramasını, zorla evlendirilmesini de gerekçelendirmek demek. Aile Bakanlığı toplumun ahlaki gelişimine engel olarak şortla dans eden kız çocuklarını görüyor, beri yandan; devasa bütçesiyle pek çok bakanlığı geride bırakan Diyanet’in, dokuz yaşındaki kız çocuklarının evlenip gebe kalabileceğine dair yayınladığı görüşe sessiz kalıyor. Yesinler sizin ahlakınızı.

Gözde Bedeloğlu /BİRGÜN

4 Ocak 2018 Perşembe

İran nereye gidiyor? - L. DOĞAN TILIÇ

İran’da yüksek enflasyon, gıda fiyatlarının yumurtada sembolleşen aşırı artışı, işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluğun tetiklediği gösteriler, önü alınamayan ve şiddeti artan bir hal alınca dünya gündeminin bir numarası oldu.
Tahran’la Batılı güçler arasında 13 yıldır süren nükleer anlaşmazlık 2015’te bir anlaşma ile sonuçlanıp İran’a yönelik abluka sona ermiş ve yıllardır dişini sıkan kitleler refah beklentisine girmişti. O beklenti hayal kırıklığı ile sonuçlandı; ne halkın yaşam koşulları düzeldi, ne yeni iş olanakları yaratıldı. Genç işsizliği yüzde 40’larda devam etti. Nihayet, önce ekonomik koşulları sonra iktidarı hedef alan protestolar patladı.

Daha düne kadar, başta Suriye olmak üzere bölgedeki gelişmeleri analiz edenler; İran’ı, Rusya ile birlikte, en kazançlı ülke ilan ederken, şimdi bir rejim değişikliği olup olmayacağını tartışıyorlar. Gelişmelerden en güçlü çıkan ülke diye gıpta edilen İran’da rejimin çökme ihtimali konuşulur oldu.

Bu tartışmada, hem İran Rejimi hem de onun yıkılması için en fazla ellerini ovuşturanlar “dış güçler” faktörünü besliyorlar.

Tahran, başta Suudi Arabistan olmak üzere, ABD ve İsrail’i suçluyor. Dış güçlerin, “parası, silahı, ajanları” devrede!

İran Milli Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şamkani, Suudi Arabistan’a ağır bedel ödeteceklerini, kışkırtıcı sosyal medya kampanyasındaki haştaglarin yüzde 27’sinin Suudi hükümeti kaynaklı olduğunun belirlendiğini söyledi. Liderlikten yoksun görünen protestocuları şiddete yöneltenin, Halkın Mücahitleri olduğunu ileri sürenler de var.

Bu türden toplumsal protestolarla karşılaşıldığında, her anti-demokratik iktidarın ilk yaptığı “dış güçler”i suçlamak, protestocuları dinlemektense susturmayı seçmektir. 

Kendimizden de biliriz!

Kuşkusuz, bu “dış güçler”in hedef aldıkları ülkelerin mevcut yaralarını kanatmak için ellerinden geleni artlarına koymadıkları anlamına gelmez. Yeter ki, yumuşak karnınız olmasın, emperyalist güçler her fırsatta oraya çalışacaktır.

Suudi medyası ilk andan itibaren protestoları coşkuyla ve rejim değişikliğine yol açmasa bile İran’ı zayıflatıp bölgesel müdahale kapasitesini azaltacağı umuduyla destekliyor. Yaşanan protestolar uzun süre devam eder, halkın kendi refahı için harcanması gereken kaynakların SuriyeLübnanIrak ve Yemen’deki çatışmalar için harcanmasına tepkisi büyürse, Riyad buralardaki rakibinden kurtulmuş olacak.

İran’ı kendileri için tehdit olarak gören ABD ve İsrail de olayları aynı coşku ve umutla “izliyor”. Her halde, protestoların umutlarını gerçekleştirecek sonuçlara yol açması için ellerinden geleni de yaparak. 
Trump’ın tweetleri ortada!
Suudi gazetesi Okaz yazarlarından Hilah al-Mushawah; “Bu kez 2009’dan farklı ve başarılı olacak. Korku duvarı aşıldı” diyerek, protestocuların rejimi devireceği umudunu dile getiriyor, “4 Arap başkentini kontrol ettiğini sanan İran’ın kendi sokaklarını kontrol edemez hale geldiğini” yazıyordu.
Suudi finanslı Londra merkezli Asharq Al-Awsat’ın eski yayın yönetmeni Abdulrahman Raşid ise, “rejim devrilmesin ama dışarıda iş yapamayacak kadar zayıflasın, en iyisi bu” diyenlerden. Ona göre, İran liderleri şimdi hem İsrail’i hem Suudi Arabistan’ı tehdit ederken, dışarıda da uluslararası güçleri karşısına alıp aynı anda birkaç savaşı birlikte sürdürmenin ne kadar büyük bir aptallık olduğunu görecekler.

İran’da olayların nereye varacağını bugünden kestirmek zor. Rejim değişikliği gibi bir sonuçtan söz etmek içinse çok erken. Böyle bir sonuç beklemek için; protestoların genişleyerek daha uzun süre devam etmesi, güvenlik güçlerinden ve Devrim Muhafızları’ndan protestoculara katılımlar olması, iktidarın daha da artabilecek şiddetine karşın gösterilerin yaygınlaşması gibi gelişmeler görmek gerek.

İran’da yaşananlardan şimdilik çıkarılması gereken en net ders şu: İçeride güçlü bir ekonominiz, karnı tok, sırtı pek ve özgürlüklerin keyfini çıkararak hükümeti arkasında kenetlenmiş bir halkınız yoksa, dışarıda giriştiğiniz bölgesel güç olma maceraları en beklemediğiniz anda ters tepebilir!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN


'İnsan olmaktan yorulduk…' - GÜLAY DİNÇEL

9 yaşındaki kız çocuklarının evlenebileceğine ilişkin Diyanet fetvası karşısındaki anlık tepkinin ifadelerinden biri başlık. Mizacınıza göre benzeşen bir ruh halini sunturlu bir küfür ya da ağır bir ironiyle de dile getiriyor olabilirsiniz. Yeni bir yıla başlarken insan olamayanlarla, kalamayanlarla mücadeleyi güçlendirme ihtiyacı açık, ancak “insan olma gerilimi” üzerine düşünmek, konuşmak da elzem görünüyor.
  
Toplumsal olanla mesafelenmiş, toplumsal sorumluluklardan azade bir “insani gerilim” yaşanabilir mi? 

Umuttan yoksun bir “insani gerilim”den söz edilebilir mi?

“İnsani gerilim”den kastım çokça çaresizlik hissine açılan bireysel vicdan sıkışmaları değil. Aksine toplumsal düzleme taşındığında ve mücadele başlığı haline getirildiğinde kolayca çözüm bulunabilecek meselelerde insan olma sorumluluğu ile hareket etmeyi kastediyorum.
İnsanlığın geleceğine dair umutlu olmak saf bir iyimserliğin çıktısı değil elbette, iyimserlik de içkin olmakla birlikte sahip olduğumuz olanaklara dair bir aklın ürünü.

“(Marx’a göre)… özgürlük ve refaha doğru yol alan güçler aynı zamanda, insanın kudretini yerle bir etmekte, eşitsizlik ve yoksulluk üretmekte, insanların hayatları üzerinde zorbaca hakimiyet kurmaktadır. Barbarlık olmadan uygarlık, yoksulluk korkusu ve angarya olmadan katedraller veya şirketler olamaz. İnsanlığın sorunu sadece güçten veya kaynaklardan değil, böyle muhteşem bir evrimle geliştirdiği kabiliyetlerden de mahrum olmasıdır. İnsanlığı tehdit eden sadece geri kalmışlık değil, kibirdir. Marx’ta tarih insanın ilerlemesinin bir kaydı olduğu kadar, yaşayanların üstüne çöken bir kabustur da.” (*)

Eagleton’un kendi bağlamı için yaptığı değerlendirmedeki “muhteşem evrimle geliştirilen kabiliyetler” hiç kuşkusuz umudun ve insan olma sorumluluğunun en önemli dayanak noktalarından biri.

İnsan olma sorumluluğu, başlangıç olarak umudu içermek zorunda. Süreklileşmiş umutsuzlukla ne kadar insan kalınabilir ki?

Umudun olmadığı yerde haklı öfkenin, toplumsal tepkilerin de üretilmediğini, üretilemediğini görüyoruz. Türkiye’de sermaye iktidarının “muhteşem başarısı” çokça burada saklı. Yurtlarda çocuklar yanarken, toplu tecavüze uğrarken, son örnekte olduğu gibi devletin resmi kurumu 9 yaşındaki çocukların evlenebileceğine dair fetva yayınlarken yer yerinden oynamıyor. Toplumun geniş kesimleri onayladığı için değil, insan olma sorumluluğu çok fena askıya alındığı için. Biraz daha açık ifade etmek gerekirse milyonlar gericiliğin etkisinden kopamıyor çünkü milyonların daha büyük bölümü piyasa ilişkilerinin çekiminden çıkamıyor.

BM rakamlarına göre dünyada toplam kadın nüfusu içinde, 18 yaşından önce evlendirilmiş/birlikte yaşamaya mecbur edilmiş olanların sayısı 750 milyon! Kadın nüfusunun beşte biri. Güncel durumu daha iyi anlatan veriye de bakılabilir: Bugün 20-24 yaş arasında olan kadınların yüzde 27’si 18 yaşından önce evlendirilirken, bu sayının üçte biri de 15 yaşın altındaki çocuklardan oluşuyor. Dünya Bankası Kalkınma Göstergeleri’ne göre Türkiye’de 20-24 yaş arasındaki kadınların yüzde 15’i 18 yaşından önce evlendirilmiş. Resmi kayıtlara dayanan bu oranın gerçekte yüzde 20’yi aştığı tahmin ediliyor. Tüm kadın nüfusu dikkate alındığında üçte bire yaklaşan bir oran söz konusu. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı raporlarında “makyajlanmış” verilere dayanarak dünya ortalamasından iyi olduğumuz, hatta eski sosyalist ülkelerin ortalamalarına yakın seyrettiğimiz gibi değerlendirmeler yapılıyor. Diyanet fetvası kadar mide bulandırıcı, öfke uyandırıcı olduğu kesin…

İnsan olma sorumluluğu, bize “muhteşem evrimle geliştirilen kabiliyetler”e sahip çıkma, insanlığın yararına kullanmaya çaba harcama görevini yüklüyor. Diyanet fetvasındaki fütursuzluk, tek başına dinselleşmenin sonucu değil, aynı zamanda eğitimdeki özelleştirme uygulamalarının ürünü. Dolaylı değil, gayet doğrudan bir ilişki söz konusu.

Türkiye’de AKP iktidarının özel gayretinin de sonucu olarak orta öğretimde özel okulların payı yüzde 20’yi geçmiş durumda. Eğitimin amacı, “işgücü piyasası”nın ihtiyaçlarına uygun nitelikte insan yetiştirmeye indirgendiği oranda yoksul emekçi yığınlar ve elbette en başta da kız çocuklarının gerçek anlamda dışlandığı bir sistem yerleşiklik kazandı. İşgücü piyasasının ihtiyaç duyduğu kadar matematik, fen, dil becerileri kazanan bir kesimle, en temel becerileri kazanması “maliyet” olarak görülen geniş yığınlar… Birlikte oynayan, eğlenen, birbirinden öğrenen, eşit koşullarda sorumluluk duymayı öğrenen insanlar yetiştirmek gibi bir kaygı taşınmayan, ileri örneklerle karşılaşma olasılığının tamamen budandığı bir eğitim sistemi… Bir yanda gericiliğe teslim edilmiş yığınlar, diğer yanda toplumsal bir varlık olduğunu unutmaya yatkın, yeteneklerini acımasız kapitalist rekabet içinde tüketmesi beklenen “proje insanlar”…

Bugünün Türkiye'sinde “insan olma gerilimi”ni mücadele etmeden aşmak mümkün mü? 2018’de geriliminiz bol olsun…

Gülay Dinçel / SOL

(*) “İyimser Olmayan Umut”, Terry Eagleton, Ayrıntı Yay., 2016.

Erdoğan'dan kurtulmanın yegâne yolu - AHMET ÇINAR

Gericiliğin ikiz kardeşi nedir?

Öyle çift yumurta ikizi falan değil tek yumurta ikizinden bahsediyorum. Göbekleri birbirine bağlı, aynı anda döllenip birlikte ete kemiğe bürünen, genetik yapıları bile aynı olan ikizler.
Piyasacılıktır gericiliğin ikiz kardeşi. 

Türkiye'yi bir kanser gibi sarıp sarmalayan, kuşatan, karartan, nefes aldırmayan ikizler: Gericilik ve piyasacılık. Bu ikizlerin hüküm sürdüğü topraklardan yobaz ve tüccar fışkırır.
Ben denedim, siz de deneyin... İstediğiniz örneğe el atın, nerde bir gericilik varsa omuz başında bulacaksınız piyasacılığı… İstediğiniz piyasacılık örneğine tutun büyüteci, altında gericiliğin nefes aldığını göreceksiniz… Bu o kadar öyledir ki, dikkatli bakan gözler bir süre sonra hangi piyasacı deneyime baksa kendiliğinden görecek gericiliği, nerde bir yobazlık baş gösterse elinizle koymuş gibi bulacaksınız tüccarlığı.

Bir yerde “faizsiz” tamlayanını gördüğünüzde hemen yanında “bankacılık” ve “sigortacılık” tamlamasını bulacaksınız: Biri gericiliktir, diğeri piyasacılık. (1)
Bir reklam afişinde “fetva” ile “besmele” yan yana geldiyse cümlenin hemen devamında “yatırım fonu” ve “portföy” göreceksiniz: İşte orada ilk gördüğünüz yobazlık, peşi sıra gelen tüccarlıktır. (2)
Bir yerde “helal” sıfatını okuduğunuzda, devam edin cümleye, karşınıza “Akreditasyon Kurumu” çıkacak: İlk rastladığınız dincilik, devamı piyasacılıktır. Çünkü “helal gıda” pazarında -bakınız “pazarı” diyorum- 2 trilyonluk potansiyel vardır. (3)
Rektörün biri görevi duayla, besmeleyle, salavatla devralıyorsa, birkaç ay sonra o okulun açılış dersini bir bankanın CEO’su verecektir, hiç şaşırmayın: İlki yobazlıktır, devamı tüccarlık. (4)
Bir üniversitenin yerleşkesi rant alanı olduysa, özel okullara peşkeş çekilmeye başladıysa kampüs; matematiksel bir kesinlikle söyleyebiliriz ki orada kısa süre sonra bir cami inşaatı yükselecektir: İlk adım piyasacılıksa, ikinci adım mutlaka dincilik olacaktır. (5), (6)
Dişinize narkoz veren bir hekim o sırada tekbir getirmeye başlamışsa ve siz de “Noluyor” diye tepki göstermişseniz, o hekim size “Beğenmiyorsan özel hastaneye git” diye “akıl” verecektir: Çünkü hekim yobazsa, aynı zamanda piyasacı olması şaşırtmayacaktır.
Özel bir okulun reklam afişlerinde parmak kadar çocukların başına türban geçirmişlerse, bu bir pazarlama tekniğidir: Bir yobaz patron, gericilik yaparak parsa toplayacağına yüzde yüz emindir. (7)
Yolda, sokakta, iş yerinde, mahallede, yaşam alanlarınızın her anında ve her alanında çevrenize biraz dikkatli bakın: Rastladığınız herhangi bir gericilik örneğini kazıyın tırnaklarınızla, altından piyasacılık, pazarlamacılık, satış, PR, marka, tüccarlık mutlaka çıkar… Bir yerde bir piyasalaştırma mı var, kazıyıp bakın, altından bir yobazlaştırma/ ahmaklaştırma düzeneği çıkacaktır…
Siz hiç imam hatiplerden rahatsız olan bir patron gördünüz mü? Diyanet’in lağvedilmesi gerektiğini düşünen bir para babasına rastladınız mı?
Siz hiç özelleştirmelere karşı çıkan bir tarikat lideri tanıyor musunuz? Ya da “Her yıl 20 bin işçinin ölmesi kader de değildir, kaza da değildir, bu ölümlerin hepsi iş cinayetidir”diyen bir imam işittiniz mi?

Ama kıdem tazminatının helal olmadığını savunan tarikat liderini hepimiz biliyoruz.(8)

***

Bütün bunların Erdoğan’dan kurtulmakla ne ilgisi mi var?

Erdoğan’ı Erdoğan yapan değerler bunlar... Erdoğan’ı Erdoğan yapan değerlerle savaşmadan, o değerlerden kopmadan, o değerlerle dişe diş, göze göz, yumruk yumruğa bir mücadeleyi göze almadan Erdoğan’dan kurtulmayı düşünmek en hafif deyimle siyasal bir ahmaklık.

Piyasacılık sürsün, dincilik devam etsin ama Erdoğan gitsin: Yok öyle bir dünya!
Bunu savunmak şu anlama gelir: Erdoğan gitsin ama Erdoğan rejimi devam etsin! Erdoğan gitsin ama piyasacılık ile dincilik birlikte yürümeye devam etsin!
“İmam hatipleri biz kurduk” diye övünen Kılıçdaroğlu’nun, “zorunlu din derslerine” ve “özelleştirmelere” tek söz söylemeyen Akşener’in piyasacılığa ve dinselleşmeye itirazı olabilir mi, “Erdoğan’ı Erdoğan yapan değerlerle” bir kavgası olabilir mi? Patronlara gülücük, yobazlara mavi boncuk dağıtanların, Erdoğan'la kavga edebilmesi mümkün mü? 
Piyasacılığın vahşetinden, gericiliğin karanlığından kurtulmadan Erdoğan’dan kurtulmanın bir yolu da yok, yordamı da.

Ama Erdoğan’dan kurtulmanın yolu ve yordamı belli: Piyasacılık ve gericilikle kavga etmek... Bu ikiz kardeşleri, yani tüccarlar ile yobazları siyaset sahnesinden silmek, tarihin çöplüğüne göndermek.

Ahmet Çınar / SOL

İran’ı düşünürken - ERGİN YILDIZOĞLU

Geçen hafta İran’da patlak veren eylemler, enerjilerinin aldıkları dinamikler açısından 2009 eylemlerinden önemli farklılıklar sergiliyor. İran’da bu son olaylarda yaşanmakta olanların ayrıntılarını tam olarak bilemiyoruz. Ancak emperyalizm filan demeye başlamadan önce, olup bitenleri, yeni veriler geldikçe anlamlandırmaya yardımcı olacak bir çerçeve kurmayı deneyebiliriz.

Ekonomik koşullar... 
Örneğin ilk bakışta ekonomik koşullar kötü değil. İran ekonomisi, Ruhani iktidara geldiğinden bu yana resesyondan çıktı ve büyümeye devam ediyor; hatta büyüme hız (veriler çok güvenilir olmasa da) bu yıl yüzde 10’un biraz üzerinde.

Devlet mülkiyetindeki, petrol ve gaz sektöründeki büyüme hızı mart ayında, yıllık yüzde 62’ye ulaşmış. Ancak yeni istihdam yaratma kapasitesi çok düşük olan bu sektörün etkisini çıkardığımızda, ekonominin geri kalanının büyüme hızı yüzde 3’e düşüyor. İran’ın, Suriye ve Irak’taki askeri operasyonları da, ülke içinde harcanabilecek, milyarlarca doları emiyor. Bu durumda işsizlik, özellikle gençler arasında, yüzde 25-30 düzeyine kadar tırmanarak artmaya devam ediyor.  Sermaye sahiplerinin faaliyetlerini sınırlayan sendikal haklardan, emek piyasasının katı kurallarından, asgari ücretten çok rahatsız olduğunu sık sık ifade eden Ruhani iktidara geldiğinden bu yana ki bu döneme uluslararası “yaptırımlar sonrası” dönem de diyebiliriz, neoliberalizmi andıran ekonomi politikaları uygulamaya çalışıyor. Ruhani, ekonomiyi yabancı yatırımları cezbedecek biçimde yeniden yapılandırmak için enflasyonu düşürmeye, kemer sıkma politikalarına, sosyal yardım harcamalarını kısmaya, özel girişimci sınıfı teşvik etmeye öncelik veriyor; ancak savunma ve askerin bütçesini yüzde 145 artırmayı da ihmal etmiyor.

Ve sınıflar... 
Ruhani’nin programı, iki sınıfın çıkarlarıyla çatışıyor. Bunlardan birini, petrol-gaz rantından, devlet işletmeleri üzerindeki kontrollerinden beslenen, bir devlet kapitalisti sınıfa dönüşmüş Devrim Muhafızlarından ve Şii Ruhbansınıfından oluşan bir ittifak oluşturuyor. İkincisini de Ruhani’nin “reformlarından” en büyük zararı gören işçi sınıfı. 

İşçi sınıfının 2009 yılında sokaklara dökülen eğitim düzeyi yüksek “yeni”kesimi, bu kez protestolarda henüz etkin değil. Bu kesimin, Ruhani’nin kemer sıkma politikalarına, sosyal hizmetlerde yapılan kesintilere dayanma gücü daha fazla; temel talepleri demokrasi, ruhban sınıfının ve devrim muhafızlarının gücünün kırılması doğrultusunda. İran’ın dünya ekonomisine açılmasının bu taleplerin gerçekleşmesini hızlandırmasını, yeni iş olanakları açmasını bekledikleri de söylenebilir. 

İşçi sınıfının, eğitim düzeyi düşük, geleneksel kesiminin siyasal İslamın 40 yıllık devlet şekillenmesinin ve dini ideolojisinin etkisi altında, muhafazakâr bir dünya görüşüyle yaşadığını, olaylara da bu görüşünün bilişsel haritası içinde tepki verdiğini, henüz bu haritayı kıramadığını söylemek olanaklı. 

Son seçimlerde Ruhani’nin rakibi, Devrim Muhafızları ve ruhban sınıfının adayı İbrahim Raisi de 4-5 milyon yeni iş yaratma, toplumsal yardım harcamalarını artırma vaatleriyle, işçi sınıfının bu kesiminin çoğunluğunun oyunu almıştı. 

Eylemlerin, enerjilerini geleneksel işçi sınıfının, öncelikle (en azından başlangıçta) Ruhani hükümetine, dünya ekonomisine açılma politikalarına karşı tepkilerinden aldığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, bu son isyan dalgası, çok büyük bir yıkıcı potansiyele sahiptir.
 
Bu durum, siyasal İslamın egemen sınıfı açısından, kültürel hegemonyasını yitirme, kendi tabanının rızasını kaybetme riski getiriyor: Bir taraftan, protestoları doğrudan karşılarına almamaya çalışıyorlar. Diğer taraftan, sanayi proletaryasının yıkıcı potansiyelinin, yeni orta sınıf proletaryanın da katılmaya başlamasıyla, gerçekleşmesini, emperyalizm, Suudi (Sünni) komplosu propagandalarıyla ve şiddet uygulayarak önlemeye çalışıyorlar. Dinci rejim, bu kez 2009’dan daha şiddetli olmasa bile, daha derin ve yaygın bir tepkiyle yüz yüze.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

‘15 Temmuz’u doğru okumak - ALİ SİRMEN

Şu sıralarda gündemin ön sıralardaki yerinden düşmeyecek görünen 696 sayılı KHK, etkilerini hâlâ hissetmekte olduğumuz “15 Temmuz olayını” nasıl okumamız gerektiğinin bir kez daha sorulmasına neden oldu. 

Dilerseniz bu konuda yardımcı olması için 15 Temmuz ertesi işinden olan KHK’zede Mustafa Benli’ye kulak verelim. KESK’e bağlı Büro Emekçileri Sendikası Mardin Şube Müdürü ve KESK Dönem Sözcüsü Mustafa Benli, Mardin’de Vergi Dairesi’nde 14 yıllık memurken 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, 679 sayılı KHK ile görevinden uzaklaştırılmış bir vatandaş. 

Şimdilerde zeytinyağı satarak yaşamını sürdürmeye çalışan Mustafa Benli, 15 Temmuz darbe girişimine “her türlü darbeye hayır” diye karşı çıkarak tavrını belirtmiş olmasına karşın işinden atılmış ve bu olay AKP’li bir komşusu tarafından “Oh ne iyi yaptık. Bunlara çobanlık da yaptırmazlar” diye sevinçle karşılanmış olan ve bu yolla mevcut iktidar tarafından açlığa mahkûm edilmek istenmiş bir vatandaş.

Şimdi gidin de Mardinli Mustafa Benli’ye “15 Temmuz’da ne iyi oldu,özgürlüklere yöneltilen tehdit önlendi, demokrasi kazandı” deyin bakalım ne yanıt alırsınız! 
Mustafa Benli darbe başarıya ulaşsaydı da yine kendisinin işinden atılacağını, nitekim 12 Eylül döneminde de abisinin işinden olduğunu söyleyecek kadar doğru okuyor olayı.

***

Evet, Mardinli Mustafa Benli ve onun gibi biat etmemiş olanlar için, 15 Temmuz’dan önce de özgür ve insanca yaşama olanağı yoktu, 15 Temmuz’dan sonra da... Demokratik hak ve değerleri savunanlar için de kendisi için de darbenin başarıya erişmesi veya erişmemesi arasında hiçbir fark yoktu. Nasıl olsa kabak yine sendikal haklarına sahip çıkan insanların, biat etmeyen vatandaşların başına patlayacaktı. 
15 Temmuz’u doğru okuyan herkes görecektir ki olayın demokrasiyi savunmakla uzaktan yakından ilgisi yoktur. 

Darbe başarılı olsa, vatandaşın hak ve özgürlükleri çiğnenecekti, başarılı olmayıp bastırıldığında da yine aynı şey oldu. 

15 Temmuz günü darbeye karşı dururken canlarını verenlerin amaçları demokrasiyi savunmak da olsa, AKP iktidarını savunmak konumundan öteye geçememişlerdir. 
Ne kadar acı olsa da gerçek budur. 

Ve bu gerçeği birçok vatandaşımız gibi, Mardinli Mustafa Benli de yaşayarak görmüştür. Olaya Mustafa Benli’nin ağabeyinin öyküsünü de kapsayan daha geniş bir perspektiften bakıldığında görülen ise, çalışan ve biat etmeyen vatandaş açısından 12 Eylül, AKP iktidarı veya 15 Temmuzcular arasında hiçbir fark olmadığıdır. 

15 Temmuz olayını doğru okuyunca, 15-16 Temmuz’da, “Halk Özel Harekâti” Genel Başkanı Fatih Kaya misali ‘Emiri Mümin’in talimatı üzerine sokağa çıkanların, demokrasiyi korumakla uzaktan yakından herhangi bir ilişkileri olmadığı görülür. Onlar, o gece, nasıl sadece rejimdeki AKP kaşesini savunma konumunda olmuşlarsa, gelecekte de benzer girişimlerde yine aynı işlevi göreceklerdir.

***

Kaldı ki menfur 15 Temmuz girişiminin, sokağa çıkan halk tarafından engellendiği ve bu yüzden amacına ulaşamadığı iddiası da yine bu olayın yanlış okunmasıdır. 

15 Temmuz’da TSK’nin mensuplarının büyük ölçüde harekete katılmadıkları, yer yer karşı koydukları için darbeciler amaçlarına ulaşamamışlardır.
 
Bu gerçek, tabii ki direnen sivil vatandaşın davranışının değerini azaltmaz, ama olayın yanlış okunması, gelecekte benzer girişimlere karşı başka tehlikeler doğuracak yanlış önlemlerin alınmaya kalkılması, şu anda çok tehlikeli belirtilerini görmekte olduğumuz milis güçler oluşturulması tehlikesini doğurabilir.
 
Silahlı Kuvvetler içinde yeterli desteği bulamadığı için akim kalmış olan 15 Temmuz’un salt sokağa çağrılan halkın tepkisi ile önlendiği yanlış okumasından hareketle kimilerinin oluşturmaya çalıştığı milis güçlerini haklı gösterebilmek mümkün değildir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Abdullah olmazsa Hayrünnisa Gül daha uygun! - AYŞE YILDIRIM

Unutuyoruz. 
Balık hafızalı olduğumuzdan değil. O kadar çok şey yaşıyoruz, gündem o kadar hızlı ve can yakıcı halde değişiyor ki; unutuyoruz. Ve oyuna geliyoruz.. 
AKP yazıyor, biz oynuyoruz... CHP Parti Sözcüsü Bülent Tezcan “Bu tuzağa düşüp tartışmanın bir parçası olmamak lazım” diyerek doğru bir uyarıda bulundu. Çünkü 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün haklı KHK çıkışını bir anda “başkanlık” adaylığı tartışmasına çekti AKP. 

Oysa Gül’ün bu yönde bir kararı olmadığını dostu da düşmanı da gayet iyi biliyor. Evet, Gül’ün ofisi hareketli. Ama bu hareketlenme yeni değil. Dedim ya; unutuyoruz. 
Erdoğan dolayısıyla AKP’nin Gül’e yönelik çıkışları bir anda en sıcak siyasi gündem oluverdi. Sanki ikilinin arası yeni açılıyormuş gibi. Çok değil iki yıl önceye gidelim. Gül’ün 12 yıllık danışmanı Ahmet Sever, yaşadıklarını ve gördüklerini “Abdullah Gül ile 12 Yıl” adlı kitabında anlatmıştı. Ve o tanıklıkları Cumhuriyet’in manşetinde “Meğer kardeş değillermiş” başlığıyla yer almıştı.
 
İkilinin arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Taa 2007 yılında Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında çekişme kapalı kapılar ardında yaşanmaya başlamıştı. 367 krizinin ardından Gül’ün aday olmaması gerektiğini söyleyen isimler o dönem Erdoğan’a yakın isimlerdi ki aralarında Akif Beki de vardı. İkilinin ve yakın çevresinin de dahil olduğu diğer krizleri dün Erdem Gül’ün yazısında da okumuşsunuzdur. (Erdoğan’ın Gül’ün ikinci kez aday olmasını, partiye dönüşünü nasıl engellediğini.) 
Bu süreç o kadar sancılı olmuştu ki Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’ndan vedası için verdiği resepsiyonda eşi Hayrünnisa Gül resmen patlamıştı: 
“Bizi çok üzdüler. İnsan kendisine zor hâkim oluyor. Bizi hiçbir şey görmüyor, bilmiyor, farkında değiliz mi sanıyorlar. Her şeyin farkındayız. Ben her şeyi biliyorum. Şimdi ben de susuyorum ama fazla susmayacağım; asıl intifadayı ben başlatacağım.” 
Öyle ki bu sözlerini onaylamayan eşi Abdullah Gül’e de “Sana söylemiştim Abdullah Bey. Sen konuşmazsan ben konuşacağım demiştim” diye yanıt vermişti. 
Ve Gül, Köşk’ten indikten sonra etrafında bir hareketlenme oldu. Tıpkı bugünkü gibi. Belki bir iki tık daha düşüğü hepsi o kadar. O günlerde de “Gül ne yapacak” sorusunun peşine takılmıştık hep birlikte. AKP’nin küskünleri, kırgınları kapısını aşındırmaya başlamıştı çünkü. 

Oysa Gül’ü yakından tanıyan herkesin bildiği gibi “şartlar tam oluşmadan, garanti görmeden” harekete geçmeyen bir isimden söz ediyoruz. 

Evet, Gül’e “Haydi ne duruyorsun, harekete geç, aday ol” diyenler çok. Ve muhtemelen de onların başında Hayrünnisa Gül geliyor. Söz konusu adaylık için geçen isim Hayrünnisa Gül olsaydı emin olun AKP’nin korkusu daha başka olurdu.

AKP her zamanki gibi bir taşla birçok kuşu vurma peşinde. Bir anda sivillere güvence getiren KHK ile ilgili tartışmalar bıçak gibi kesiliverdi. Ve Gül sanki adaymış gibi muhalefete başlandı. Başkanlık için sandıktan önce bir galibiyet hesaplanıyor.

Muhalefetin ortak adayı gibi lanse edilen Gül, “aday değilim” dediği anda bu başarıya ulaşacak. Bunun için de yandaş yazarlar “açıkla, açıkla” diye tempo tutturmaya başladı. 
Ha bir de daha vahim bir durum var ki AKP’lilerin Gül’e yönelttiği “bugüne kadar hep sustu” eleştirisi. Söylemek istedikleri “Erdoğan’ın yanında neden yer almadın.” Evet haklılar, Gül hep sustu. Yanlışları gördüğünü ima etti ve Erdoğan’a mesafe koymaya çalıştı belki ama konuşmadı. O yanlışları yüksek sesle dile getirmeyi tercih etmedi. Onun için Gül’e bir eleştiri yöneltilecekse belki de ilk eleştiri bu olmalı; “neden sustun?” 
Gül’ü çok iyi tanıyan AKP, sözcüleri Mahir Ünal’ın dediği gibi “ilgi neredeyse enerji oradadır” taktiğini uygulayarak gündemi Gül üzerinden sürdürüyor görünüyor. Onun için Gül’den medet umanların tek bir cümle ile konuyu kapatmaları lazım artık. 

“Ya şimdi konuş ya da sonsuza dek sus. Ya da bırak Hayrünnisa Gül konuşsun.”

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET