15 Ocak 2018 Pazartesi

Değiştirmek mümkün; ama nasıl? - ÖNDER İŞLEYEN

TBMM önünde bir işçinin kendini “Geçinemiyorum” diyerek yakması, halkın nasıl bir çaresizlik içinde olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Bu çaresizliği üreten en önemli faktör hem toplumsal alan da hem de siyasal alanda durumu değiştirebilecek görülen bir kuvvetin olmaması. Bunun için ülkemizde muhalefetin de öncelikle bugünkü durumun değişmesine imkân tanımayan mevcut güçler dengesini bozacak bir kuvvet oluşturabilmesidir.

Kriz sonrasında dünyada tüm güçler yeni bir istikamet arayışında. Kapitalizm, küreselleşme istikametindeki kırılma sonrasında kriz içinde yolların tükendiği bir noktaya ilerleyişini sürdürüyor. Bu kaotik dönemin belirleyici öznelerinden birisi de isyan ve direnişlerle kendini ortaya koyan halk inisiyatifleri. 2008 krizi sonrasında Tunus’tan Tahrir’e, Gezi’den Brezilya sokaklarına, Wall Street’ten İspanya ve Yunanistan’a uzanan parlama noktalarının ardından Syriza, Podemos, İngiltere’de Corbyn’in çıkışı gibi bu arayışlar üzerinden siyasal seçenek oluşturma yönünde –başarılı-başarısız- denemeler de gerçekleşiyor. İran’daki son eylemler şimdi Tunus’ta başlayan direnişler bu dalgaların geçici bir parlamanın ötesindeki bir arayışın varlığını ortaya koyuyor. Ülkemizde de Gezi’nin sonrasında farklı biçimlerde kendini göstermeye devam eden, en son Hayır hareketinde bir kez daha görülen bu değişim dinamikleri üzerine düşünme ihtiyacını ortaya koyuyor.

Sıkışma
İran’daki eylemler üzerine başta BirGün’ün sayfalarında olmak üzere önemli değerlendirmeler yapıldı. Halk eylemlerinin çıkış noktası işsizlik ve geçim sıkıntısına dayanıyor. 2009’de Yeşil Hareket’in, seçimlerde oylarının çalındığı gerekçesiyle başlayan eylemlerden farklı olarak yoksulluk merkezli bugünkü direniş İran’ın mevcut yerel ve uluslararası güç dengesi içindeki müdahalelerle birlikte şekillendi. Ruhani liderliğindeki ‘reformcu’ kanatla, Ahmedinejat’ın temsil ettiği ‘sertlik yanlıları’ arasındaki mücadelenin bir boyutunu oluşturduğu diğer ucunda da Trump’ın açık biçimde ortaya koyduğu üzere direnişi rejim değişikliği doğrultusunda bir iç savaşa yöneltme doğrultusundaki müdahalelerin hızla devreye sokulduğu karmaşık bir durumdan söz ediyoruz. Halk eylemlerinin bu güç dengesi içinde kendisine bir yol açabilmesi hiç de kolay olamıyor. Özellikle rejimin yıllardır uyguladığı baskılarla solun örgütlü güçlerinin ezildiği bir tabloda, aşağıda biriken tepkinin daha önce Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi gerçek bir değişimin önünü açabilmesi mümkün olamıyor. Öte yandan da bu isyan dalgasının geri çekilmesi ‘kontrol altına alınması’ ya da ‘sönmesi’ anlamına da gelmiyor. İran’daki durum da böyle. Emperyalizmin baskısı ve İslamcı molla rejiminin farklı kanatları arasında sıkışan halk inisiyatifi şimdilik bir yol açamamakla birlikte rejimin eski biçimde devam etmesinin imkânsız olduğunu ortaya koydu. Ancak yıkıcı enerji kendi kurucu siyasetini ortaya koyabilmekten uzak kaldı. Bu aslında isyan hareketlerinin bir karakteri olarak öne çıkan bir durum. Ortadoğu’da özellikle ABD’nin Tunus’tan Mısır’a ve Libya’dan Suriye’ye müdahale biçimleri göz önüne alınırsa buna da karşı çıkabilecek bir istikamet ve halkın örgütlülüğü geliştirilmeksizin bu krizin halk inisiyatifi lehine aşılabilmesi de kolay görünmüyor. Bu noktada sol hareketin bu isyanları toptancı bir yaklaşımla bakarak içindeki farklı dinamikleri görmeksizin koşulsuz biçimde desteklemesi ya da emperyalizmin müdahale arayışlarına bakarak reddetmesinin ötesinde bir dip dalgasının üzerindeki hareketlerin deneyimlerine sahip çıkan ve bunlar arasındaki bir dayanışma hattının nasıl gelişebileceği üzerine kafa yoran bir noktada durması gerektiği de görülüyor.


Kriz
Tunus’ta şimdi ortaya çıkan eylemler açısından da durum farklı değil. Tunus, Ortadoğu’daki isyanın işaret fişeğinin ortaya çıktığı nokta. Bin Ali’nin diktasına son veren Tunus halk eylemleri sonrasında bu isyanın üzerinden iktidara gelen Müslüman Kardeşler’in orada tutunmasına da imkân tanımadı. Bu bakımdan örgütlü muhalefetin görece daha kuvvetli olduğu bir yerden söz ediyoruz. Ancak, Tunus’ta eylemlerin bir iktidar değişimi doğrultusunda gelişme imkânının olmadığı noktada, bugünkü iktidar da eskinin bir biçimi olmanın ötesine gitmiyor. Tunus’ta şimdi başlayan isyan dalgası da İran’a benzer şekilde hayat pahalılığı ve yoksulluk temelinde gelişiyor. Hatırlanırsa, ilk isyan da seyyar satıcı Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlamıştı. Bugün de isyan aynı hattan bir yol aramaya devam ediyor. Buna şimdi Yunanistan sokaklarında, dün iktidara taşıdıkları –ve bir yol açma imkânını heba ederek kapitalizmin çürümüş düzeni içinde konumlanan- Syriza’ya karşı emekçilerin sokaklardaki taleplere bakıldığında da bunu görmek mümkün. Bu durum bir kısır döngüyü değil süreklilik kazanmış bir arayışı ifade etmekle birlikte muhalefet hareketinin krizini de işaret ediyor. Çözüm yolu olarak görülebilecek bir düzen alternatifinin henüz gelişmediği bir durumda muhalefet krizi de sürüyor. Bu halk eylemlerinin parlamalar sonrasında kalıcı ve uzun süreli bir mücadele ile düzen ve iktidar değişimi doğrultusunda gelişim gösterememesi gibi öte yanda Syriza ya da daha önce Latin Amerika deneyimlerinde de görüldüğü üzere alternatif programlara yönelmekle birlikte devletin dönüşümüne ilişkin bir program ve strateji yoksunluğundan kaynaklanan yenilgilere de yol açıyor. Kuşkusuz tüm bu sorunların hızla çözümünü beklemek yanıltıcı olacaktır ancak bunları görerek yeni ilerleyiş noktalarını oluşturulması da acil bir ihtiyaç olarak ortada duruyor.

Alternatif 
Büyük ölçüde kendiliğinden nitelikli protesto hareketleri kimi noktalarda siyasal alternatiflere dönüşebilme yolunu girmişse de bir alternatif haline gelebildiğini söyleyemeyiz. Protestoların alternatif kanallarda kalıcı ve örgütlü biçimler alabilmesinin nasıl sağlanacağı tam da bugün muhalefet krizinin anahtarı niteliğinde. Bu noktada politik ve toplumsal alternatifleri üretmeye yönelik bir değişim stratejisine yönelik tartışmalardan –ve bu yöndeki kimi adımlardan- da söz edebiliyoruz. Birinci adım olarak halkın söz talebinin karşılık bulacağı parlamento dışı bir zeminlerin oluşturulması yönünde bir dinamizm gelişiyor. Tüm direniş hareketlerinde damgasını vuran taleplerden birisi tam da yeni bir demokrasi arayışı. Türkiye’de parlamentonun açık biçimde devre dışı bırakıldığı bir durumla birlikte genel planda da temsili demokrasinin sınırlarının daraltıldığı yeni otoriterleşme biçimleri karşısında direniş meydanlarının bir demokrasi meydanı haline getirilmesi, herkesiz söz hakkının olduğu kolektif bir yaklaşımın bu meydanlara hâkim kılınması demokrasinin parlamento sınırlarının ötesindeki bir ufukla ele alınmasına imkân tanıyor. Parlamentoyu değişimin biricik aracı olmaktan çıkaran ve değişimi öncelikle toplumsal alandaki hareketler üzerine kuran yaklaşımla alternatif halk örgütlülüklerinin inşasını hızlandırmaya ihtiyaç var. Bir baskı gücü olarak muhalefetin ötesinde kurucu-alternatif odaklar içinde çoğalan bir hareketlenme de ancak gündelik sorunlara yanıt üretebilecek çoklu mücadele araçlarının, halk örgütlülüklerinin geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Pek çok yerde halkın kendi sorunlarına birlikte yanıtlar üretmeye başladıkları alternatif ekonomik ve sosyal örgütlenmeler de geliştiriliyor. Bu türden toplumsal örgütlenmelere yönelerek, isyan dalgalarındaki değişim taleplerinin kendi istikametini bulmasının yolları açılabilir. Buradaki bir diğer tartışma noktası da toplumsal örgütlenmelerle siyasal özneler arasındaki ilişkinin yeniden biçimlendirilmesi ihtiyacı. Toplumsal hareketlerin politik iktidar mücadelesinden azade bir mikro alan mücadelelerine bükülmesi de yaygın bir durum. Politik dönüşümü, iktidar mücadelesini dışlayarak gelişen bu mücadeleler de kuşkusuz kimi deneyimler ortaya çıkarsa da gerçek bir dönüştürücü güç haline gelemiyor. Bu noktada toplumsal hareketler ve halkın kendiliğinden direniş inisiyatifleriyle siyasal hareketleri ortak bir zemine çekebilecek olan zeminlerin nasıl oluşturulacağı sorusu da bu dönemdeki temel konulardan birisi. Söz verilmeyenlerin sözünü icra edeceklerini, direnme potansiyellerini birleştirecekleri –ve elbette oligarşik yönetimler karşısında ikili iktidar stratejisinin nüveleri olacak komite-Konsey deneyimlerinin işaret ettiği- güncel formlar oluşturulması buna bir yanıt olabilir. Türkiye’de Gezi’nin sonrasındaki Haziran fikrinin işaret ettiği meclisler bu noktada önem kazanıyor. Mahalle komiteleri oluşturma, kooperatifleşmeler ve siyasal-toplumsal hareketlerin ortaklaştığı siyasal zeminlerin oluşturulması yönündeki arayışları başka coğrafyalarda da görüyoruz. Bunlar önceki dönemlerden farklı olarak toplumsal alandaki ihtiyaçlar nazarında farklı örgütlenmelerle bunların belirli biçimlerde –ve bir değişim politika ve stratejiyi etrafında- birbiriyle ilişkilendiği bir yeni tip örgütlenme biçimlerini zorluyor.

İstikamet 
Bunlar üzerinden Türkiye’deki duruma bakarsak, devrimci direniş potansiyelinin geliştirilmesi noktasında farklı yönlerde –ancak bütünleşik- adımlara ihtiyaç olduğunu da görüyoruz. İslamcı faşizmin kurumsallaşma adımlarını yoğunlaştırdığı ancak toplumu ikna edebilme kabiliyetinin azaldığı bu aralıkta en önemli boşluk halen alternatifsizlik olarak öne çıkıyor. TBMM önünde bir işçinin kendini “Geçinemiyorum” diyerek yakması, halkın nasıl bir çaresizlik içinde olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Bu çaresizliği üreten en önemli faktör hem toplumsal alan da hem de siyasal alanda durumu değiştirebilecek görülen bir kuvvetin olmaması. Bunun için ülkemizde muhalefetin de öncelikle bugünkü durumun değişmesine imkân tanımayan mevcut güçler dengesini bozacak bir kuvvet oluşturabilmesidir. Parlamentodaki muhalefet güçleri dahil toplumdaki arayışa yanıt verebilecek, Hayır’da görülen ilerici tepkileri kapsayabilecek bir durumdan uzak. Böyle bir ortamda, OHAL’i altında sonucu önceden ayarlanmaya çalışılan bir seçime doğru ülke sürükleniyor. Pek çok karşı çıkış olsa da bunlar toplumun arayışına yanıt verecek bir kuvvet merkezi olarak öne çıkmıyor. Öte yandan muhalefetin siyasal İslamcı rejim karşısında istikametten yoksun kalması halkın sağ siyasetlere ve başkaca güçler eliyle gerçekleşecek değişimlere bel bağlamasına neden oluyor. Muhalefet hareket içinde de tutarsızlıklar ve savrulmaların ortaya çıkması tam da bir alternatif istikameti işaret eden ve onun kuvvetini oluşturan bir odağın eksikliği içinde gerçekleşiyor.


Türkiye’de şimdi Hayır’ın bir adım daha ilerisine geçerek solun bağımsız sesini yükselteceği bir kuvveti oluşturmasının yollarını aramak gerekir. İsyan ve direniş hareketlerinin genel planda yaşadığı sıkışmanın ülkemizde de Gezi sonrasındaki pek çok uğrakta karşımıza çıkan zoraki istikametlerin ötesine geçebilmek ancak böyle bir alternatif ortaya konularak başarılabilecek. Sonunda bir fikir, ancak halkın ihtiyaçlarına, somut sorunlara yanıt verebildiği oranda etkili olabilecektir! Bugün halkın siyaset arayışına yanıt verecek bir kuvvet oluşturmak aynı zamanda uzun süreli bir mevzi mücadelesinin adımlarını toplumsal örgütlenmeleri çoğaltarak atabilecek bir devrimci siyasetle ülkenin istikametini değiştirmek pekala mümkün!

ÖNDER İŞLEYEN / BİRGÜN

14 Ocak 2018 Pazar

Haşişiler - MEHMET KUZULUGİL

15 Temmuz’dan sonra yeniden günün konuları arasına girdi. Gülen militanları vesilesiyle. Sümüklü fanila fetişisti topluluk, Hasan Sabbah’ın fedailerine benzetiliyordu.

Hasan Sabbah. Nızarilerin önemli ismi. Şia’t Ali’de köklenen çok sayıda hareketten biri Nızariler. Sabbah çevresinde yaratılan hikayelerde bol abartma var. Hareketin mensupları sadece kendi siyasi tarihlerine değil, dinsel doktrine ilişkin de fazla yazılı iz bırakmamaya dikkat etmiş. Ya da belki bu izler derinlemesine araştırmalar öncesinde pek görülür durumda değilmiş. Böylece Hasan Sabbah ve Elemût isimleri çevresinde uydurulan etkileyici hikayeler, gerçeğin önüne çok geçmiş.

Son iki yüzyılda çok fazla belge ortaya çıkarılmış, ciddi tarih çalışmaları ile “hikayelerin” yerini tarihi gerçekler almış ama çok fazla bir şeyi değişmiyor.
Haşiş, Canabis’in bir adı. Hint Keneviri. Haşhaş (bildiğimiz afyondan farklı olarak) haşiş yutan anlamına geliyor. Çoğulu da Haşhaşin.
En azından pop eğilimli Türkçe okurun yaygın bir yanlışı bununla ilgili. Hasan Sabbah fedailerinin afyon (haşhaş) kullandıkları, bunun için kendilerine Haşhaşi denildiği “bilgisine” sahip olanlar çok. Yüksek ünvanlı akademisyenler bile var aralarında.

Asıl mesele ise bu değil.
Son iki yüzyılın çalışmalarıyla ulaşılan kesin kanaat şu: Hasan Sabbah fedailerinin kendilerine verilen uyuşturucunun etkisine girerek siyasal suikastler düzenledikleri, liderlerinin haşişi (Canabis) onlar için yarattığı sahte cennetlerin anahtarı olarak kullandığı, bu şekilde koşullandırdığı fedaileri, çoğu bir tür intihar olan suikast eylemlerine güle oynaya yolladığı doğru değil.

Sadece romanlara değil, siyasal söylevlere hatta tarih kitaplarına malzeme olmuş bu hikayenin kaynağında ne var derseniz. Bunların, Nızari fedailerin saldırıları karşısında dehşete düşmüş haçlı komutan ve askerlerince üretilmiş olduğu söyleniyor.

İşin özü şu: Mezopotamya – Arap Yarımadası – Güney Asya hattında farklı kültür ve dinlerin etkileriyle yoğrulan şiiliğin bir kolunda, Haçlıların anlayamadıkları ve dehşete düştükleri bir feda kültürü var.
Marco Polo’nun gezilerinde şahit olduklarından çok, dinlediklerine dayandırdığı meşhur cennet bahçeleri hikayeleri de bu feda kültürünü anlamlandırmakta zorlananların hayal gücünü ifade ediyor.
İşin aslı, Batı’da genel kabul gören haşiş hikayelerini destekleyen hiçbir kayıt olmadığı araştırmacılar tarafından vurgulanıyor.
Ve Batı kaynaklı bu hikayeler, bugün Erdoğan gibi sünni “liderlerin” bile fikrini oluşturabiliyor.

Şiilik, onun etkin ve radikal kollarına kaynaklık etmiş İsmaililik hakkında karşıt islam mezheplerinin kara propagandasında da çok yeri yok üstelik, “sahte cennet” masalının.
Asıl dehşete düşen ve Nızari fedailerinin güç kaynağını “yaşlı adamın” oyunları ile açıklayan, Batılılar.

Daha gerçek tarih yazımları, fedailiğin kaynaklarını dinsel kültürün geçmişten devraldıkları ile ve daha çok toplumsal çatışmanın dinamikleri ile açıklıyorlar.
Ne yazık ki bu, milyonlarca insanın Alamut’un gözüpek fedailerini cennet bahçeleri ile kandırılmış, esrarkeşler olarak bilmesine engel olmuyor.

Hay allah!
Oysa ben bugün Nâzım Hikmet’in TKP’den nasıl atıldığı, Sovyetlerde nasıl zulme uğradığı, sanatçı duyarlılığı yüzünden orta zekalı komünist örgütçüler tarafından nasıl itilip kakıldığı, şair Mayakovski’nin de zaten Sovyet rejimi tarafından “intihar ettittirildiği” gibi konularda yazacaktım!
Sadece Nâzım Türküsü nedeniyle günahlarının yarısını hilafsız affedebileceğimiz ama gevezelikten, artık hiçbir karanlık yanı kalmamış konulardaki eskimiş uydurmalara düşkünlüğünden bir türlü vazgeçmeyen Zülfü’nün Tuhaf bir dergideki tuhaf söyleşisinden hareketle…
Ve belki iki satırla bağlayacaktım.
Nâzım ne güzel söylemiş:
İnsanların türküleri kendilerinden güzel…

Mehmet Kuzulugil / SOL

Seyahat kültürü değişiyor - FIRAT TOPAL

Kafileler halinde yapılan, bilindik turistik ve tarihi mekânlarda fotoğraf çektirmekten ibaret olan seyahat kültürü artık neredeyse tamamen değişti. Yeni trendleri sizler için sıraladık.

Yeni bir yıl, kimileri için yeni seyahat hedefleri olabilir. “Travel itch” denen ve tam çevirisi “Seyahat kaşıntısı” olan kavrama bir bakalım. Sürekli uçak biletlerini, indirim kampanyalarını ve otel fırsatlarını gözlemek, bir kitabevine girdiğinde ilk olarak turistik rehberlerin olduğu reyonlara yönelmek, seyahat dergilerini karıştırmak ve tatil sırasında bile yeni tatilin planlarını yapmak başlıca belirtileri “Travel itch” dediğimiz şeyin. Bu kaşıntıdan mustarip olanlar ancak bulutların üzerine çıktıklarında rahat ediyorlar. Geçtiğimiz yıl özellikle dünya turizm sahnesine giriş yapan ülkelerin varlığı ile oldukça eğlenceliydi. Bundan yola çıkarak 2018’de kendisini hissettirecek seyahat akımlarını sizler için listeledik.

Keşfedilmemiş ülkelerin tadını çıkar
Hava ve demiryolu şirketlerinin seferlerine yeni rotaları eklemesi, bilet fiyatlarındaki rekabet ve bilgi teknolojisinin gelişmesi ile artık keşfedilmemiş olarak niteleyeceğimiz yerlerin sayısı giderek azalıyor. Seyahat severlerin birçoğu için turizmin karakterini kaybettirmediği, sokaklarda selfie çılgınlığının yaşanmadığı ve lokantaların turist menüsü tabelalarıyla dolup taşmadığı yerlere ulaşmak önemli hale geldi. İzlanda 20 yıl önce Birleşik Amerikalılar tarafından Avrupa uçuşlarında aktarma olarak kullanılan bir ülkeydi, bugün sadece onların değil tüm dünyanın en çok görmek istediği yerlerden birisi oldu. Çok değil 6 ay önce yerli turistler için Kars uzak bir ufuktu. Bugün Doğu Ekspresi trenlerinde yer bulmak imkânsız hale geldi. Arnavutluk, Slovenya, Gürcistan, Kosta Rika, Bhutan, Baltık ülkeleri ve hatta Andorra da böyle... Turizm artık Venedik gondollarından, Times Meydanı’ndan, Eiffel Kulesi’nden ya da Ayasofya’dan ibaret değil. Norveç’in kuzeyinde 1 saat boyunca kimseye rastlamadan araba kullanmak ve bir gölün kenarında kamp yapmak da turizmin önemli bir ayağı artık. Sizin için de böyleyse plan yapmak için doğru zaman. Önerdiğimiz ülke: Kosta Rika ve muhteşem güzellikteki doğal parkları.

Yerel halk gibi yaşa
Çoğu seyahat severlerin amacı, artık Roma’da Aşıklar Çeşmesi’nin önünde fotoğraf çektirmek değil. Zaten herhangi bir zamanda çeşmenin önünde Marcus Aurelius’un ordusundan daha fazla insan oluyor, isteseniz de hayalinizdeki fotoğrafı çektirmekte zorlanıyorsunuz.
Peki klişelerin dışına çıkanlar neler yapıyor? Yerli halkın katıldığı partileri, yemek yediği restoranları ve mesken tuttukları barları keşfediyorlar! Şehir merkezlerinden biraz uzaklaşmak, şehrin sakinleri ile girilen diyaloglar sonucu onların peşine takılmak zaten bilinen taktiklerdi, artık sadece bu işe odaklanmış internet siteleri bile kuruldu. Herhangi bir şehirde yaşayan tatilciler kendi şehirlerinde, turist kalabalıklarından soyutlanmış mekânları sıralamaya başladılar. Live Like a Local Guide bu sitelerin en ünlülerinden bir tanesi, ama bu platformlardan onlarca mevcut. Önerdiğimiz ülke: Japonya ve bitmeyen eğlencesiyle gece hayatı.

Sıcak plajlar değil soğuk ilgi çekiyor
Deniz, kumsal, güneş ve sahilde geçirilen uzun süreler… Artık tatil dendiğinde akılda beliren ilk imaj bunların olduğu bir fotoğraf değil. Dünya üzerinde soğuk diyarları keşfe çıkan insanların sayısı giderek artmaya başladı. Kış turizminden başka bir şey bu anlattığımız. Kanada 2016’da 20 milyon turist çekti ki bu son 14 yılın en büyük rakamıydı. Bu tür ülkelerin en büyük avantajı, soğuk havanın yıllar boyu turistleri uzak tutması sebebiyle doğanın bozulmadan kalmasıydı. 2016’ya göre yüzde 40 daha fazla turist kabul eden İzlanda hükümeti ise bu akıma karşı ülkenin doğal güzelliklerini korumak için bir dolu önlem almaya çalışıyor. Dolayısıyla 2018’de tatille ilgili “soğuk ülkelerden uzak durma” dogmasının da yıkıldığını göreceğiz. Önerdiğimiz ülke: Finlandiya, kar köpekleri ile Laponya’da yolculuk.

Tek başına çıkılan seyahatler artıyor
Yıllar boyu seyahat firmaları, özellikle de tur şirketleri fiyat ve kontenjan politikalarını çiftler veya daha büyük kalabalıklara göre yaptılar. Ancak birçok otel son yıllarda tek kişilik oda fiyatlarını makul seviyeye çekmeye başlayınca ve tek kişi olmanın sayısız avantajı olunca tur şirketleri de solo kontenjanlar açmaya başladılar. 2017 yılında tüm dünyada yalnız seyahat edenlerin sayısı yüzde 40 oranında arttı. Dahası Türkiye’de sırt çantası ve çadırını kapıp yollara düşerek uzak diyarları gezenlerin sayısında da yukarı doğru bir ivme var. Özgür hareket edebilme, plana bağlı kalmadan gelişigüzel davranabilme, bütçe ve yolculuk gibi avantajları da düşünüldüğünde 2018’de ve sonrasında tek başına yolcuların sayısının artacağını söyleyebiliriz. Önerdiğimiz ülke: Bütçeyi de göz önüne alarak Güneydoğu Asya ülkeleri.

Otellere olan ilgi azalıyor
Airbnb, couchsurfing ve ev değişim platformları derken artık klasik otellerde konaklama anlayışı giderek cazibesini kaybetmeye başladı. İnsanlar gittikleri ülkelerde küçük bir otel odasına kapanmak yerine, tüm dairenin kendilerine ait olacağı ya da yerel halkla tanışabilecekleri konaklama imkânlarını tercih etmeye başladılar. Buna kayıtsız kalamayan booking.com ve Expedia gibi firmalar listelerine apartman dairelerini de almaya başladılar. Arkadaş grubunuz 4-5 kişi ise 150-160 metrekare apartman dairelerinde kalmak dahi otellerden daha ucuza gelebiliyor. Yunanistan’da havuzlu villalar kalabalık gruplar için oldukça ilgi çekici bir alternatif. Bazı ülkelerde airbnb’den kiralayacağınız oda fiyatları hostel fiyatlarıyla rekabet eder halde. 2018 seyahatlerinizi planlarken ilk seçeneğiniz apartman dairelerini kontrol etmek olmalı. Önerdiğimiz ülke: Tüm Akdeniz ülkeleri ve özellikle Portekiz.

Yükselen trend:Gurme seyahatleri
Sanırım son yıllarda en çok kendini gösteren trendlerden birisi de buydu ve 2018’de de etkisini artırmaya devam edecek. Fransa, İspanya ve Portekiz’deki şarap turları zaten bilinen, ama daha çok ekonomik açıdan üst tabakadaki insanlara hitap eden bir gastronomik yolculuktu. Şimdi ise değişik yemek kültürlerini tecrübe etmek isteyenler dünyanın dört bir yanında dolaşmaya başladı. Yemek kültürü ile ilgili programlar izlenme rekorları kırıyor. Bu akım iç turizmi de etkiledi ve özellikle Akdeniz, Güneydoğu ve Doğu Anadolu illeri hatırı sayılır turist çekti. Komşular ve Orta Doğu’nun geri kalanı da bundan nasibini alıyor. Önerdiğimiz ülke: Hint ve Çin lokantalarının tahtına göz diken Lübnan lokantalarındaki enfes yemekleri yerinde tatmak için 1,5-2 saatlik bir yolculuk yeterli.

Gelelim festival turizmine…
Hayatımda turist olarak katıldığım ilk festival 2008 Wacken Open Air heavy metal festivaliydi. 1.800 nüfuslu bu küçük kasabaya her yıl 4 günlüğüne tam 80 bin kişi akın ediyor ve bunların yarısından fazlası Almanya dışından. Bizde de son yıllarda Macaristan’daki Sziget Festivali popülaritesini artırmaya başladı. Festival turizmi artık sadece müzik festivalleriyle sınırlı değil. Film, yemek, kitap, sanat, çiçek ve alternatif festivaller de artık ülkelere giderek daha fazla turist çekmeye başladı ve bu sebeple ünlü festivallerin benzer temaya sahip olanları da seyahat listesine ekleniyor artık. Örneğin Nevada Çölü’ndeki Burning Man uzun süredir türünün tek örneği gibi biliniyor, ama aslında Burning Man dünyanın 10-15 ülkesinde düzenleniyor. Önerdiğimiz ülke: Peru. Haziran ayındaki Inti Raymi Festivali, şölen kelimesinin hakkını bir festival ancak bu kadar verebilir.

9-5’e elveda!
“Left job, sold everything, traveling the world” bu ve buna benzer kaç tane instagram biyografisi gördüm hatırlamıyorum. Kurumsal çalışma hayatına veda edip (tabii bunların bir kısmı işinden ayrılmıyor, kendini kapının önünde buluyor ama ben hiç biyografisine “kovuldum ve dünyayı dolaşıyorum” yazan görmedim, ha ama “patronumu kovdum ve tek gidişli bilet aldım” yazanı gördüm) sahip olduğu pahada ağır ne varsa satıp yollara düşenler. 2018’de de sayıları giderek artacak. Bu yolun sonu genelde 2 şekilde bitiyor. Para suyunu çekince kurumsal hayata dönüş ya da gidilen ülkelerden birisine yerleşme. İkincisi elbette daha cazip. Özetle, bu tür tilt topu misali oradan oraya savrulanların hikâyeleri giderek artmaya başladı. Önerdiğimiz ülke: Neresi olursa!

Karavan kiralamak
Toplu taşıma ve tur otobüslerinin içine tıkılmak yerine, araç kiralayarak gidilen ülkeyi dolaşmak zaten bir tercihten çok gerekliliğe dönüşmüştü ki artık bu akımda da seviye atlandı. Özellikle 2 ve daha fazla kişiden oluşan seyahat grupları için karavan oldukça cazip bir seçenek haline dönüşmeye başladı. Sonuçta otelinizi beraberinizde istediğiniz yere götürüyorsunuz ve bu bütçenize büyük bir katkı yapıyor. Bu araçların çok büyük olmaları da şart değil, 2 kişilik camper türü minibüsler de kâfi. Önerdiğimiz ülke: Kiralık araçla dolaşmak için yaratılmış ülke, İspanya…

Fırat Topal / BİRGÜN

Kapatıyoruz patron çıldırdı - ERK ACARER

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) tutuklu gazeteciler Şahin Alpay ve Mehmet Altan hakkında ‘hak ihlali’ gerekçesi ile verdiği tahliye kararı, yerel mahkemelerden döndü. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Alpay’ın, 26. Ağır Ceza Mahkemesi ise Mehmet Altan’ın tutukluluk halinin devamıyla ilgili hüküm kurdu.

•••

AYM’nin kararının diğer tutuklu gazeteciler ile ilgili ‘örnek teşkil edeceği’ umudunu yaşattığı sırada, yerel mahkemelerin, en üst hukuk kurumunun kararını tanımaması farklı bir ‘emsal’ oluşturdu. Bu ‘emsal’ ile Anayasa’nın sistematik ve kademeli olarak lağvedilmesi ile hukukun kırıntısının da rafa kaldırılmasında kritik bir eşik daha aşıldı. Türkiye ile ilgili yeni bir kırılma noktasına da böylece ulaşıldı.

•••

AYM, Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmeniyken tutuklu bulunan Can Dündar ile gazetenin Ankara temsilcisi Erdem Gül için de ‘tahliye’ vermişti. Bu karardan sonra konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AYM’yi hedef alan açıklamasında ‘Saygı duymuyorum, tanımıyordum’ ifadelerini kullanmıştı.

•••

Dündar ve Gül kararı yaklaşık 2 yıl önce 25 Şubat 2016 tarihinde, üç hayır oyuna karşılık 12 oyla alındı. Hüküm için; halen cezaevindeki Cumhuriyet gazetesi İcra Kurulu Başkanı Avukat Akın Atalay şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Anayasa Mahkemesi kararı herkesi ve her kurumu bağlar. 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin de tahliye kararı vermesi gerekir.”

•••

Atalay’ın dediği gibi oldu. MİT TIR’ları soruşturmasında tutuklanan gazeteciler, kararın ardından gece yarısı Silivri’den ayrıldı. İki yılda ‘değişen nedir?’ sorusunun karşılığı için derin analizlere ihtiyaç yok. Değişen; ‘Darbenin lütfu’ sonucunda ilan edilip, durmadan uzatılan OHAL ve çıkarılan KHK’lerin verdiği rahatlık, keyfilik.

•••

Anayasa mahkemeleri yürürlükte oldukları her ülkede, hukuk sisteminin bağımsızlığı ve teminatını simgeler. Kararları üzerine karar verilmez. Ne var ki esnaf ve muhtar jargonuyla yönetilen Türkiye’de gelinen nokta; ‘saygı duymuyorum’ sınırını aşıp ‘artık takmıyorum’ hududuna ulaştı.
Açıktır; artık Anayasa yok, hukuk yok, özgürlükler ve insan haklarına ilişkin garantiler yok.

•••

Aşılan çıtanın eşiği, fiili olarak sadece yürütme ve yasamanın değil yargının da ‘tek kişiye’ bağlandığını anlatıyor. Uygulama biçimi artık neredeyse ‘Yeni Türkiye’nin resmi yönetim şeklini de ortaya koyuyor: ‘İki dudak arasında Cumhuriyeti.’

•••

Top çevirmek de ‘mış’ gibi yapmak da, Türkiye’de hukuk kalmış tavrıyla davranmak da sadece gerçeğin üzerini örtmeye hizmet ediyor. Ülkenin, kendini, OHAL ve KHK’lere yaslayan ‘büyük bir sorunu’ var. Bütün diğer sorunlar onun etrafında dönüyor. AYM’yi tanımayan, ‘kaosla’, sandık taşımalarla, şaibelerle, halkın meşru tercihlerini hiçe sayarak birkaç seçim birden kazanan iradeyi ‘hamasetle’ yenmek, ‘uyku modunda’ bıçağa teslim olmaktan öte bir mana ifade etmiyor.

•••

Tuhaf bir sistem kuruldu. ‘Kötünün üstü’, ‘daha kötü’ vakalar ile örtülüyor. Artık bölük pörçük hamlelerle top çevirmek yerine topu saray bahçesine geri atabilmek önemli.
3 gün arka arkaya ‘696 sayılı KHK’ hakkında konuşuldu ancak unutuldu. Misal olarak, iktidar ve Saray’ın DNA’larını tam olarak deşifre eden bu KHK hâlâ tartışılıyor, üzerine yazılar yazılıyor, eylemler konuluyor olmalıydı. Bu kadarını bile yapabilmek basiretine ulaşılmadı, ulaşamadık.

•••

Gerçekliği tekrar etmek can sıkıcı olabilir. Ne var ki artık farklı yollara ihtiyaç var. Sorumluluk siyasilerdedir. Böyle giderse, ‘panellerde buluşalım’, ‘tepkimizi koyalım’, ‘toplaşalım, dağılalım’, ‘anlık çıkışlarla gaz alalım’ devri de kapanacak. Çünkü böyle giderse ‘bunlar bile’ lüks sayılacak. Artık halkın birliğinin sağlanmasına ya da parlementoda daha radikal yollara ihtiyaç var.



Bir parantezle… Türkiye’de sistem her yönden çöktü. İktidarın yarattığı iklimin ağırlığı bir hastalık gibi yayıldı. Yozlaşma kişi ve kurumlara bulaştı. Göz önündeki hukukçular, gazeteci tahliyelerini sorgular oldu. Kelli felli meslek erbaplarının, çocukluk zaafları içinde hareket etmeleri anlaşılır gibi değil. Herkesin toplumsal ve vicdanî bir sorumluluk taşıması gerektiği dönemde, ‘buna var, ona niye yok?’ diye sormak yerine, ‘adalet herkese lazım’ şartı koşmak gerekmez mi?

•••

Bir girdabın ortasındayız. Anayasa Mahkemesi’nin, ilk hevesle verdiği ayara, ‘içinde farklı eğilimler’ tartışmasına aldanmayın. O ayarın üstünden iki gün geçti, bu saat oldu, ortada başka bir numara yok. Açıkçası, Ankara’daki ‘dükkânlarına’, çoktan ‘patron çıldırdı, kapatıyoruz’ yazısı asıldı. Gerçekte de bundan sonra ‘bir KHK sıkımı’ canlarının kaldığını söylemek abartı sayılmaz. Ne diyelim; bari hala müşteri varken başka dükkânlar kapanmasın.

Erk Acarer / BİRGÜN

Siz onları değil, onlar sizi seçti! - Mine G. Kırıkkanat

Bin yıllardır bereketin simgesi olan buğday, Anadolu topraklarında bir bitkidençok daha fazlasıydı. Bu topraklarda buğday demek gelenek demekti; kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıydı. Buğday tüm Anadolu medeniyetleri için kutsaldı; ekmek yere düşünce öpüp başa konulması unutuldu. 

Ekmeklik buğday kepeğinin, ağrı kesici olarak kullanıldığı ve kas ağrılarına, romatizmaya, kabızlığa, kansızlığa iyi geldiği anımsanmıyor artık... 

Sahi, hayvanların mide ve bağırsak sorunları buğday saplarıyla giderilmez miydi?
Buğday eskiden yıkanır, durulanır, çimlendirilir, fermente edilir ve yavaş kabaran maya ile pişirilirdi. Bu sayede taninler, saponinler, sindirim enzim inhibitörleri ve lektinler gibi suda eriyen ve sıcağa duyarlı toksin ve anti-besin öğelerin seviyesi azalırdı. Dişlerin de düşmanı olan “fitik asit” kısmen parçalanır ve böylece hazım kolaylaşır, besin değeri artardı.
Şimdi hastalık sebebi oldu buğday...
Saplarının evin sıvasında, tezek yapımında kullanıldığı da anılarda kaldı.

Ne “yediğinizin”, size ne “yutturulduğunun” farkında mısınız?

“Tahıl ambarı” olarak bilinen Anadolu toprakları 23 yabani buğday türüne ve 400’den fazla kültüre alınmış buğdayçeşidine ev sahipliği yapmaktaydı.
Türkiye genetik kaynaklar açısından da dünyada önemli bir yere sahipti.
Güneydoğu Anadolu bölgesi, buğdayın yeryüzünde ilk kez evcilleştirilip dünyaya yayıldığı coğrafya olarak uygarlık tarihinde belirleyiciydi. Bereketli Hilal, idi!
Sadece Eskişehir’de büyük özveriyle tohum ıslah edilmedi, Atatürk Cumhuriyeti’nin o zorluk yıllarında Diyarbakır Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde “Diyarbakır 81”, “Dicle 74”...
Ankara Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde “Akbaşak”, “Topbaş”... Yeşilköy Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde “Köse Melez”, “Ekmeklik 69082”, “Makarnalık 68722”... Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde “Cumhuriyet 75”, “Gediz 75”, “Ata 81”, “Ege 88” buğday tohumları ıslah edildi. Sadece buğday değil; mısır, arpa, çeltik, yulaf, patates, baklagil çeşitleri üretildi! 

Zamanla... Küresel tarım şirketlerinin baskıları sonucu bu yararlı çalışmalarsiyasi destek bulamadı.

Ya üretim? 

2001 yılında 49 milyon dolar olan buğday ithali, bugün 2 milyar dolara yaklaştı!
Bu inanılmaz artış AKP sayesinde oldu! 

Dört yıldır buğdayın fiyatı 80-100 kuruş arasında gidip geliyor. Mazottan gübreye kadar diğer girdilere yapılan zamlar karşısında buğday üreticisi bilinçli olarak zarar ettiriliyor.
Yetmiyor. Bakanlar Kurulu kararıyla buğday ve çavdarda yüzde 130 olan gümrük vergisi oranı yüzde 8’e düşürüldü. Mısır’da yüzde 30 olan gümrük vergisi oranı, yüzde 35’e düşürüldü. Arpada yüzde 100 olan oran, sıfıra indirildi. 

Gümrük vergisi niye bu kadar tepetaklak edildi: Köylü üretmesin! Oysa...
Buğday stratejik yaşamsal ürün. Ülkeler buğday üretiminin bir bölümünü her türlü riske karşı depoluyor. Türkiye Toprak Mahsulleri Ofisi, kuraklık ve savaş gibi nedenlerle uygun miktarda stok yapardı. 

AKP iktidarı IMF’nin “stok politikasını terk et” emriyle 2006 yılında stoklarındaki buğdayı çok ucuza elden çıkardı!

Ertesi yıl Türkiye’de kuraklık oldu. Buğday üretimi 21.5 milyon tondan 17 milyon tona düştü. Ve AKP gümrük vergisini düşürerek buğday ithal etti. 

Sonuçta, Türkiye’nin hububat gümrük duvarları yıkılarak tarımda ithal ürünlere bağlılığın yolu açıldı.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında buğday ekim arazisi 9.4 milyon hektardı. Bugün 7.2 milyon hektara düştü. 

Düşünün, kişi başına yılda 110 kilo ekmek tüketiyoruz. Pazar büyük. Neler yapılmıyor ki?

AKP dönemindeki buğday bozgunu yazmakla bitmez.*

***

Yukarıdaki satırlar, Soner Yalçın’ın son kitabı “Saklı Seçilmişler”den alıntıdır. Değerli meslektaşım Yalçın, bugüne değin pek çok önemli araştırmaya imza attı. Ama belki de en önemli eseri, bu kitap. Çünkü soframıza kurulan zehirli komployu anlatıyor!
Bu topraklarda doğan ve yaşamaya çalışan, hatta doğacak olan çocukların bile sağlığını bozan küresel suikastı; ülkemizi tümüyle ele geçiren gizli emperyalistleri, endüstriyel tarım lobisini ifşa ediyor.
Bugünlerde MHP ile yaptığı “milli ve yerli” ittifakla övünen AKP iktidarının; aslında ülkeyi, toplumu ve geleceğini “ithal ve yabancı” sömürüye damardan bağladığını gözler önüne seriyor!

 Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

*Saklı Seçilmişler/ Siz Onları Değil, Onlar Sizi Seçti, Kırmızı Kedi Yayınları, 2018

Wolff’un kitabındaki Türkiye - Nilgün Cerrahoğlu

“Geçiş döneminde Türk hükümetinden kafası karışık üst düzey bir yetkili, ABD iş dünyasından önemli bir şahısla Türkiye’nin hangi durumda daha etkili (leverage) sahibi olacağını araştırmak için temas kurdu: Acaba ABD’nin Türkiye’deki askeri varlığına baskı mı konmalıydı? Yoksa çiçeği burnundaki Başkan’a Boğaz’da gıpta edilecek bir otel yeri mi sunmalıydı?” 
Michael Wolff’un “Ateş ve Öfke, Trump Beyaz Sarayı’nın İçinden” adlı kitabında yok yok... 
Kitapta “Türkiye”nin adı da geçiyor. 
Trump’ın dış politikasının anlatıldığı “Abroad and At Home/Dışarda ve İçerde” adlı bölümde, Türkiye’nin Trump Amerikası ile yaşadığı şaşkınlık ve pusula kaybı çok kestirme bir özetle böyle kaydediliyor. 
Bu bölümde anlatılanlar, kitabın gerisi gibi, eğlenceli olduğu kadar ürkütücü.

‘Trump usulü reel politika’ 
“Beyaz Saray duvarlarında uçuşan bir sinek gibi” yönetim koridorlarına dalan ve adeta naklen yayın yapan yazar, “Trump’ın nevi şahsına münhasır bir reel politika” benimsediğini vurguluyor. 
“Trump versiyonu reel politika” sözleriyle anılan bu politikanın Ortadoğu’ya ilişin iki düsturu var: 
1. Güç kimde? Onun numarasını bana getirin! 
2. İran’ın düşmanı benim dostumdur. 
Bu yalın, karmaşık olmayan yeni reel politika mucibince Başkan 4 oyuncu belirlemiş: İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve İran... 
Yeni Osmanlılık iddiasını sahiplenen Türkiye’nin bu çerçevede adı geçmiyor.
Başkan ilk 3 oyuncunun bir araya gelerek İran’a arzulanan baskıyı koyacağını, Mısır ve Suudi Arabistan’ın da Filistine’e baskı uygulamak suretiyle devrim çapında muazzam bir Ortadoğu barışı gerçekleştirilebileceğini düşünüyor. 
Kendiden önceki Başkanların temin edemediği başarıyı bizzat böylece kendisinin yakalayabileceğini varsayıyor. 
Wolff çözüm formülüne(!), “Trump’ın ideoloğu” diye namlanan eski baş stratejist Steve Bannon’ın “izolasyonizm-ciliği”, sabık ulusal güvenlik danışmanı Flynn’in İran karşıtlığı ve damat Kushner’in Kissinger’dan aldığı feyizle ulaşıldığını ifade ediyor.
‘Darbe yaptık’ itirafı 
Kendisine emanet edilen Ortadoğu dosyası hakkında aslında hiçbir fikri olmayan damat Kushner 94 yaşındaki “kara kutu” Kissinger’a teslim olmuş. Tamamen onun “girdileri” ile hareket etmekteymiş... 
Wolff, Kissinger’ın bu şekilde kendisini yeni yönetime başarıyla iliştirmekte hiç güçlük çekmediğini bildiriyor. 
Michael Wolff, Trump ailesinin 75 milyon dolara mal olan müthiş bir resepsiyonla ağırlandığı, “altın golf arabaları” içinde gezdirildiği ve 350 milyar dolarlık ABD silah satış anlaşmasıyla biten Suudi Arabistan gezisine de geniş yer ayırmış. 
Gezinin ardından Riyad’da MBS marifetiyle yaz başında gerçekleştirilen saray darbesine de değinen yazar, Başkan’ın bu meyanda arkadaşlarına “Biz bu işi (damat) Jared’le birlikte gerçekleştirdik. Adamımızı başa getirdik!” diye övündüğünü naklediyor. 

Wolff, ABD Başkanı’nın her gece Beyaz Saray’dan milyarder dostlarına yaptığı telefon konuşmalarında böyle ne var ne yoksa anlattığını ilave ediyor. Ve kitapta Beyaz Saray’dan sızan bilgilerin çoğunun kaynağının gerçekte bizzat Trump olduğunu vurguluyor. 
Herkesin birbirinin altını oyduğu yönetimin iç iktidar kavgalarına Ateş ve Öfke’de ayrıntılı yer ayrılmış. 
Özellikle kendisini “Trump’ın beyni” diye tanımlayan ve “2020 seçimlerinde doğrudan Trump’ın karşısına Başkan adayı olarak çıkmayı planlayan” Bannon hakkında alabildiğince etraflı bilgi var. Bunun bir sebebi de, Bannon’ın “Trumpizm”in bir numaralı sözcüsü ve ruhu olması. 
“Siyaseti uzlaşma yerine çatışma sanatı olarak gören” Trumpizm hakkında Wolff’un değerlendirmelerini okurken ekranlara Trump’ın Afrika ve bazı Latin Amerika ülkelerini hedef alan “bok çukuru” tanımı düştü. 
Irkçılık, darbecilik.. ne ararsanız bu “çatışma sanatı”nda var. 
Ateş ve Öfke, “Trumpizm”in Beyaz Saray’daki ilk yılını özetliyor. 
Bu henüz başlangıç. Serde daha kim bilir neler var, neler göreceğiz.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

13 Ocak 2018 Cumartesi

Pakistan’ın ABD’den kopuşu tescillendi - ERHAN NALÇACI

Kısa bir süre önce Trump Pakistan yönetimine Afganistan’daki savaşa yeterli desteği vermezlerse yaptıkları yardımı keseceklerini bildirdi. Yıllara yayılan bu gerilim birden bire hızlandı, ABD desteğini kesti ve Pakistan ise ABD ile askeri işbirliğini sonlandırdığını açıkladı.
Asıl olarak ne olduğunu anlamak için geriye gitmek gerekecek. Ancak bu tarihin Türkiye ile bazı benzerlikler nedeniyle iç burkucu olduğunu söyleyelim.
1947’de İngiliz sömürgeciliğinden kurtulan bu geniş coğrafyanın, daha kolay yönetebilmek üzere İngilizler tarafından Müslüman ağırlıklı Pakistan ve Hindu ağırlıklı Hindistan olarak bölündüğü biliniyor.
1977’de Ziya ül Hak bir darbeyle başa geldi ve 1980’de Türkiye’deki askeri darbenin yöneticileri ile adeta faşist bir blok oluşturarak birbirlerini defalarca onurlandırdılar. Her iki askeri yönetim de ülkelerini dinci gericiliğe doğru taşıdı, gericiliğin kurumsallaşmasında önemli bir rol oynadılar.
Sovyetler Birliği’nin Afgan hükümetinin çağrısı ile Afganistan’a girmesinden aylar önce ABD dinci gerici militanları yetiştirmeye başlamıştı. Daha sonra Sovyetler Birliği’ni gerici bir çembere alma niyeti “Yeşil Kuşak Projesi” olarak anıldı.
Pakistan Afganistan’daki iç savaş boyunca gericiliğin desteklendiği bir üs haline geldi, ABD’nin askeri yardımları bu bağlamda sürdü gitti. Suudi Arabistan bu gericiliği beslemede özel bir rol oynadı.
2001’de İkiz Kuleler’e saldırıyı ABD emekçi halklara saldırmanın bahanesi olarak kullandı. Bunun ilk ürünlerinden olan Afganistan’ın işgali halen sürüyor. Bu işgal Pakistan’a bir deli gömleği giydirmek anlamına geldi. Pakistan daha fazla radikal İslamcıların merkezi haline geldi ve ABD’nin oynadığı gölge boksu esnasında özellikle Afgan sınırı boyunca Pakistan halkı defalarca katliama uğradı.
Buna karşılık Çin’in bir kapitalist bir sanayi devi haline gelmesi ve uzun vadeli bir strateji ile davranmaya başlaması Pakistan siyasetinde büyük bir değişikliğe neden oldu.
Başta petrol olmak üzere hammadde ithalatının Çin sanayisinin döndürülebilmesi için çok kritik olduğu biliniyor. Pasifikteki askeri gerilimin önemli bir kısmı bu ticaretin büyük hacimle sürdüğü Malakka Boğazı’nın güvenliği ile ilgili. Çin Malakka Boğazına alternatifler arıyordu ve  “Çin Pakistan Ekonomik Koridoru” olarak adlandırılan, Yeni İpek Yolu’nun önemli bir parçası olarak hızlı tren yolları ve Gwadar limanından oluşan bir projeyi önerdi.
Şekil: Çin’in Kaşgar’ından çıkıp Pakistan boyunca uzanan hızlı tren hattı ve bu hattın sonlandığı büyük tonajlı gemilerin yanaşabileceği Gwadar limanı görülüyor.
Öte yandan Pakistan’ın ciddi bir enerji darboğazı bulunuyordu. Çin; Çin Pakistan Ekonomik Koridoru kapsamında 55 milyar dolar tutarında, demiryolu ve liman yapımının yanı sıra barajlardan kömür santrallerinin kurulmasına kadar uzanan bir enerji paketi de önerdi.
Şimdi bu paket çalışıyor, çok sayıda Çinli işçi Pakistan’da inşaat faaliyetindeler. Gwadar limanı bölgenin en önemli limanı olmaya aday ve muhtemelen Çin donanmasının bir üssünü de kapsayacak.
Pakistan sermaye sınıfı sonu gelmeyen bir delilik üreten ABD’den Çin’e rotayı çevirdi böylece.
15 Temmuz darbesinden sonra Cemaat okullarını etkisizleştirmeleri ve Pakistan’ın Cemaat yöneticisini tutuklayıp Türkiye’ye iade etmeleri bu taraf değiştirmeyle ilişkili.
Öte yandan Pakistan yaklaşan fırtınada bir hedef haline geldi ve bunu hep söylüyoruz, sermaye sınıfı asla kendi halkını topyekûn bir emperyalist paylaşım savaşından koruyamaz diye. Ayrıca ağır bedeller ödenerek böyle bir savaştan çıkılsa bile, Çin’e bağımlılığın nelere mal olacağı dünyada henüz kavranmış değil. Çin sermayesinin Pakistan emekçi sınıflarına bir kurtuluş getirmeyeceği ise çok açık görülüyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Komprador - ORHAN GÖKDEMİR

Malum, İslamcı hareketimizin modern tarihi devletin kucağında ve Komünizmle Mücadele Derneklerinin yamacında başlar. İslamcımız, üzerinize afiyet, biraz İngilizci, Amerikancı ve hatta Almancıdır. 19. Yüzyılın sonundaki Osmanlı-Rus harbinden bu yana asıl düşmanı “Moskof” olarak belirlemiştir. Çar’ın alaşağı edildiğine, yeni bir dünya kurulduğuna, sosyalizmin geldiğine aldırmaz, kafa yormaz. Moskof Moskoftur.
12 Eylül öncesinde toplaşıp yürürlerdi. Yine böyle şalvarlı, takkeli, çok sakallı ve az bıyıklıydılar. Gözde sloganları şuydu: “Tip tip tipsizler, Allahsız Komünistler, Amerika gitsin Rusya mı gelsin? Şeriaat şeriaat!” Öyle ya, Amerika giderse Rusya gelmez mi? O halde? En iyisi Amerikancılık… Kaldı ki cihatçılık da, ümmetçilik de nihayetinde Müslümanları İngilizlere ve Ruslara karşı kışkırtmak üzere yapılmış bir Alman icadı değil mi?

Güvendikleri Batılı merkezlerde kendilerine karşı hava değişeli beri tuhaflaştılar biraz yalnız. Bazen kıbleyi Moskova’ya bile çeviriyorlar. Dediklerine bakılırsa artık yerli ve milli olmuşlar… Ama fıtrat müsait değil.  Komünizmle mücadele derneğinden, Kanlı Pazar’dan yerli ve milli ne çıkar? Hiç. Bu yazı o hiç üzerinedir.

***

1990’lı yıllarda Ortadoğu’nun en laik ülkesinde bir “İslamcı iktidar” döneminin kapısının aralandığını herkes görüyordu. Nasıl olacaksa, “Modern, laik bir Müslüman ülke” planı yürürlükteydi. O sırada Sovyetler Birliği çözülmekte, arka bahçesinde yeni devletçikler türemekteydi. Çoğu Türk ve Müslüman kökenliydi. Türkiye’de laikliği biraz törpüleyip biraz İslam ilave ettin mi bu yeni devletçilikler için mükemmel bir model ortaya çıkmış olacaktı. Bir taşla birkaç kuş! MİT’in kıyısında TİKA kuruldu ve Türki Cumhuriyetlerin üzerine salındı. Irak’la başlayan sürece bakılırsa Ortadoğu haritası da değişecekti. Türkiye için biçilen rolü Özal dillendirmişti; Türkiye bu süreçte alması gerekeni almalıydı. Bunun biricik yolu da Amerikancı çizgide ısrardı.

Arada kısa Demirel molası ve Tansu Çiller, Mesut Yılmaz yol kazası yaşandı. Bu çapsızların planı ileri taşıyamayacağı belliydi. Tek yol hızla yükselen RP üzerinden yürümekti. AKP için yolun düzlenişini anlatıyoruz…

Nasuhi Güngör AKP’ye çok yakın bir gazeteci. Şimdi havuzda mukim pek çok gazetede vaktiyle çalıştı, yazdı. Yakın zamana kadar TRT Haber Dairesi’nin başındaydı. İstifa etti, ayrıldı. İstifasının nedeni Ahmet Davutoğlu ile ilgili sözleri ve kurumdaki akıl almaz cemaat kadrolaşması. Kişisel tarihiyle ilgili değiliz. Güngör’ün artık bulunamayan çok önemli bir kitabı var: “Yenilikçi Hareket” adını taşıyor. Konusu Milli Görüş’ün parçalanması ve parçalardan birinin AKP’ye dönüşümüdür. Esası ise yeni partinin doğumuna yol açan ABD ve İsrail müdahaleleri. Gazetecinin sözünü etmemiz de o nedenle. Özetle aktarayım:
Nasuhi Güngör’e göre ABD daha 1990’lı yılların başında Necmettin Erbakan’ın partisine “daha genç” bir lider arayışına girişmişti. Hatta Türkiye’deki temaslarında açıkça Tayyip Erdoğan’ın adını zikrediyorlardı. Çünkü Amerikan muhibbi Turgut Özal, ABD’lilere Türkiye’ye çeki düzen verilmesi için yapılması gerekenleri etraflıca anlatmıştı. Erbakan’ın partisi istikbal vadediyordu ama bazı eksiklikleri vardı. Başındaki kişi çok yaşlıydı, genç biri bulunmalıydı mesela. Partinin İsrail’e ve Yahudilere karşı tavrı sertti, yumuşatılmalıydı. Ayrıca Erbakan’ı fazla zeki ya da bir başka deyişle az kullanışlı buluyorlardı Amerikalılar. Yenilik şarttı. Yenilenme Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’le olacaktı…
Yaklaşmakta olan fırtınayı sezen Erbakan kaçamak oynuyor, Rusya’ya, hatta İran’a yanaşmaya yelteniyordu. 1996’daki İran gezisi ve orada imzalanan doğalgaz anlaşması sonu için başlangıç sayıldı. Erbakan’ı her yönden sıkıştırdılar, kuşattılar. 1997’deki ABD ziyareti bu kararı değiştiremedi. İşaretler, RP içinde bir “yenilikçi hareket” ortaya çıkarsa ABD’den destek görmesinin yüksek ihtimal olduğu anlamına geliyordu. ABD’den yanlış anlamalar için aman dilendi, Yahudi Kuruluşları ile sıcak temaslar sağlandı. Sonra İsrail Dışişleri Bakanı David Levy Türkiye’yi ziyaret etti. Nihayet Erbakan’ın direnci kırılmıştı. Kıranlar ABD, İsrail, ADL (Anti Doformation Leauge), Genelkurmay ve Abdullah Gül’dü. 28 Şubat fırtınası tam o anda patladı. O müdahale ile Erbakan kapatıldı ve Tayyip Erdoğan için yol açıldı. AKP’nin 28 Şubat ürünü olduğu AKP’ye yakın gazeteci Nasuhi Güngör’ün tezidir.

O tarihteki tartışmalara ve siyasi kırılmalara bir de böyle bakmayı öneriyorum. ABD Türkiye’ye yeni bir rol biçmişti. Ortadoğu, “Büyük Ortadoğu” olacaktı. Bunun için orada sıkı bir “İsrail-Türkiye işbirliği” gerekliydi. Ama iktidarın en önemli adayı Milli Görüş ayak sürümekte ısrar ediyordu. Daha ısrarsız ve daha uyumlu yeni aktör arayışının arkasında böyle bir ihtiyaç vardı.

Ortamı hazırlama görevi Orgeneral Çevik Bir’deydi. O da bunu ABD’deki Yahudi Lobisi, özellikle de JİNSA üzerinden yürütüyordu. RP’ye rağmen İsrail ile ilişkileri sıkılaştırdı ve Erbakan’ı bu ilişkileri onaylamaya zorladı. Erbakan olup bitenleri ve oldubittileri eli kolu bağlı izledi. Önüne getirilen anlaşmaları imzaladı ama bunu kerhen yaptığını hiç saklamadı. Washington Enstitüsü’nden Alan Makovsky o tarihte durumu şöyle özetlemişti: “Türkiye müttefiktir, Erbakan ise dost değildir.” Öyleyse Türkiye liderini (Erbakan) ordunun kontrolünde tutmalıydı.

***
Ne hoş; sadece İslamcılarımız değil, bir bütün olarak sağcılarımız Amerikan refleksleri konusunda pek hissiyatlıdır. ABD’nin arzularını sezerler, hemen ona göre hiza alırlar. ABD’nin RP üzerinde operasyon yaptığı o yıllarda RP’ye katılmış sağcılar bu hassasiyetin delili. Mesela Cemil Çiçek, Ali Çoşkun, Abdülkadir Aksu, Aydın Menderes, Melih Gökçek, Nazlı Ilıcak o yıllarda RP’ye katılmış. Hatta Melih Gökçek’in yenilikçiliği Abdullah Gül tarafından engellenince o da adamı Erhan Göksel aracılığıyla doğrudan ABD’lilerin kapısını çalmış, “yeni hareketinizin liderliğine adayım” falan demiş…
Anlatılan kısa AKP tarihidir. Nasuhi Güngör’ün deyişiyle sağın eskileri bir kez daha kırpılıp yenilikçi yapılmış, AKP yola öyle koyulmuştur.

***

Fakat yenilikçilere yolu açmak için “küçük, tatlı dokunuşlar” gerekliydi. Onu da her zaman olduğu gibi yine askerler yaptı. İslam şarttı ama “laik Müslüman ülke” planına uygun makul bir yorum yapılmalıydı. Yaşar Nuri Öztürk’ün ve Süleyman Ateş’in de içinde olduğu bir gurup ilahiyatçıyı topladılar. “Gerçek İslam”ı bulup ortaya çıkarmalarını istediler. Gerçek İslam, Türk İslam’ı veya Anadolu İslam’ı olmalı, üzerine sinmiş Arap kokusu mümkün olduğu kadar silinmeliydi. Askerler, İslamcı hareketi ancak İslamcılıkla zapturapt altına alacaklarına inanıyorlardı. 28 Şubat müdahalesidir.

Hem yenilikçi harekette, hem de 28 Şubat’ta açık bir ABD-İsrail parmağı vardır. O yıllarda zikredilenleri aktarayım: “Kravatlı ve çağdaş görünümlü Erdoğan’ı, Erbakan’a tercih ederim”… Kim demiş? Morton Abromowitz. “Yenilikçi hareket, Türkiye’deki İslamcıların öncüleridir.”… 
Kim demiş? Graham Fuller.
Tayyip Erdoğan ilkiyle tanıştırmışlar. Abromowitz, o tanışmada Tayyip Erdoğan’a “Türkiye’nin geleceği için çok önemlisiniz” demiş. O sözden sonra Erbakan’ın veliahtlığından “geleceğin lider adaylığı”na terfi etmiş. Kitaptan aktarıyorum.
Abromowitz-Erdoğan buluşmasına aracılık edenlerden biri gazeteci Ruşen Çakır. Sonra malum, İslamcı hareket uzmanı oldu arkadaş. Bir de Özal’ın Avukatı Münci İnci ve Mehmet Metiner’in adı geçiyor ki pek manidar bir fotoğraftır. Sonra, Münci İnci’nin evinde ABD yetkilileri ile Tayyip Erdoğan’ı buluşturan bir “brunch” düzenlemişler. Katılan isimlerden bazılarını sayalım: Yalım Erez, Bülent Akarcalı, Nazlı Ilıcak, Tuğrul Türkeş, Tezcan Yaramancı, Erol Mütercimler… Arkasından TÜSİAD’ın kapısı çalınmış. Cüneyd Zapsu ile o toplantılarda tanışılmış, harekete davet edilmiş. Büyük resme bakma meraklılarına notumuz olsun.

Nasuhi Güngör’ün aktardığına göre Tayyip Erdoğan’la Fethullah Gülen arasındaki ilk görüşme de 2000 yılında ABD’de gerçekleşmiş. O görüşmeden sonra Yenilikçi Hareket, Gülen hareketinin gözdesi olmuş. Siz “ittifak kuruldu” diye anlayın.

***

Hızlı yükseldiler ve çabuk düştüler. Çıkaranlar indirmeye hazırlanıyordu. Cüneyd Zapsu koştu gitti, yıl 2006. Washington’da American Enterprise Institute’de muktedirlere yalvardı: “Delikten aşağı süpürmeyin, kullanın!” dedi. Zapsu’nun gerekçeleri şuydu: Müslüman dünyada kendi inançları nedeni ile çok itibarı vardı. Aynı zamanda Batı tipi demokrasiye, seçimlere inanıyordu.

Peki, şimdi Müslüman dünyada itibarı var mı? Yok. Demokrasiye ve seçimlere inanıyor mu? Haşa. Kral ilan etti kendini. Ama o arada kullanma süresi doldu, tek başına öyle kala kaldı. OHAL ilan etti, millete sopa sallayarak ayakta durabiliyor. Kontrolden çıkmış hırsı ve hiddetinin tek nedeni de arkasından desteğin çekilmekte olduğunu görmesi.
İslamcımız, üzerinize afiyet, biraz Amerikan muhibbidir. Allahtan çok ona güvenir. Bir dediğini iki etmez. Emir kuludur. Teslim eder vatanın her karış toprağını.

Nitekim az zamanda ülkeyi parsel parsel sattılar. 
Ne kaldı elde? 
O emperyalist merkezden bu emperyalist merkeze koşup, “süpürmeyin” diye yalvarmak.
“Yerli ve milli” falan diye lafı uzatmaya gerek yok. 
Biz onlara kısaca komprador diyoruz!

Orhan Gökdemir / SOL

Bok çukurundaki en nadide parça - ALPER BİRDAL

Başkan Trump dün Beyaz Saray’ın Oval Ofisinde bir grup senatörle bir araya geldi. Konu El Salvador, Haiti ve bir dizi Afrika ülkesinden ABD’ye gelmiş göçmenlerin korunmasıyla ilgili Demokrat ve Cumhuriyetçi Partiler arasında bir mutabakata varılmasıydı.

Malum, Başkan seçim öncesinde vaat ettiği gibi Latin Amerikalı, Afrikalı, Asyalı vs. bir yığın göçmeni ABD’den kapı dışarı etmeye çalışıyor. Bunun için, bir kısmı yıllardır ABD’de yaşayan, iş güç sahibi, çoluğu çocuğu ABD’de okula giden 300 bin civarında insanı kapsayan “geçici koruma statüsü”nü kaldırdı. Çoktan bir tür özel orduya dönüştürülmüş olan göçmen dairelerinin milisleri şimdilerde göçmenlerin üzerine daha da büyük bir azametle çöküyor.

İşte bu ortamda dün Oval Ofis’te senatörlerle buluşan Trump, “Niye bu bok çukuru ülkelerden insanların buraya gelmesine izin veriyoruz” demiş. Haliyle bu sözler toplantıdan sızdı. Washington Post yazdı ve Beyaz Saray’dan yalanlama gelmedi. Trump muhtemelen yine “kim sızdırdı” diye merak ediyordur. 

Sözlerinin devamı da var. Bay Başkan ABD’ye Norveç gibi ülkelerden insanlar gelmesini yeğleyeceğini söylemiş. Haitililerleyse arasında kişisel bir husumet var sanki. Daha önce New York Times gazetesi de Trump’ın Haiti’den gelen göçmenlerin hepsinin AIDS’li olduğunu söylediğini yazmış, ancak bu sözler Beyaz Saray tarafından yalanlanmıştı. Artık yalanlamaya gerek görmüyorlar. Dünkü toplantıda “Neden daha fazla Haitiliye ihtiyacımız olsun?” diye sormuş senatörlere. “Çıkarın şunları…” 
Çıkar Haitiliyi, ekle Norveçliyi. Zenginin kafası böyle çalışıyor. 

Washington Post’un görüşünü aldığı Demokrat Parti Illinois vekili Luis Gutiérrez dün yaşananları şöyle özetlemiş: “Senato’daki Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bir öneri getiriyor. Yanıt diye Başkanın bu ırkçı hezeyanlarını dinliyoruz. Bu adamı nasıl ciddiye alabiliriz ki?”
İstiyorsanız almayın. Ama gerçekliğiniz o. Dünyaya reva gördüğünüz gerçeklik ve geldiğiniz en son nokta: kocaman bir bok çukuru ve onun tam ortasında sırma saçlarıyla yüzen bir Trump…

Şimdi Avrupa’daki mevkidaşları bu çukurun dışındaymış ve onun tam ortasında bütün azametiyle oturan en büyük boktan daha iyilermiş gibi pozlar takınabilir. Değiller. 
Mülteciler konusunda Türkiye’yle ve daha bir dizi ülkeyle imzalanan, Erdoğan’ın diline doladığı, utanç verici geri kabul anlaşmalarını anımsayalım. Bu anlaşmaların, kökeni 17. yüzyıla kadar uzanan mülteci hukukunun temellerine dinamit konulması anlamına geldiğini dile getiren o kadar az insan var ki!

İşte Trump’tan daha matahmış gibi havalar takınan Avrupalı emperyalistler bu anlaşmalardan birini de 2016 yılında Afgan yönetimine dayattı. Aynı yıl Afganistan’dan Avrupa’ya giden 10 binin üzerinde mülteci geri çevrildi. Bu bir önceki yıl geri çevrilenlerin sayısının üç katıydı. Avrupa Mülteci ve Sürgünler Konseyi verilerine göre Almanya geçen yılın ilk dokuz ayında iltica başvurusunda bulunan Afgan vatandaşlarının yarıdan fazlasını geri çevirdi. Oysa 2015’te sığınma başvurularının dörtte üçünü kabul etmişti. Özetle Avrupa, Afgan hükümetine dayattığı anlaşmayla kapılarını Afganistan’dan gelen mültecilere kapattı; gelenleri geri yollamaya başladı.

IRIN News, aynı dönemde Afganistan’daki sivil ölümlerindeki tırmanışa dikkat çekiyor. BM’ye göre 2017’nin ilk dokuz ayında ülkede 8 binden fazla sivil öldü.
Peki 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme’nin 33(1) maddesi ne diyor? “Hiçbir Taraf Devlet bir mülteciyi ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikri nedeniyle hayatının veya özgürlüğünün tehdit altında olacağı ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermez veya iade (‘refouler’) etmez.”

O halde Avrupalı sınıfdaşlarının Trump’a şükran borcu var. Bok çukurundaki en nadide parça olmayı ve dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. 

Alper Birdal / SOL