19 Ocak 2018 Cuma

Afrin etrafında top çevirmece - CEYDA KARAN

Suriye sahasında IŞİD’in bir toprak parçasındaki halifelik olarak fiziken ortadan kaldırılmasının ardından enteresan bir ‘top çevirmeceye’ tanıklık etmekteyiz. Suriye’de rejim değişikliği hedefleri tutmayanlar açısından zaruri gibi görünen bu durum, şu sıralar ‘Afrin’ başlığı altında daha da belirgin. Afrin meselesinin Suriye’de siyasi süreci zorlayan Rusya Federasyonu’nun bu ay sonu Soçi’de düzenlemekte kararlı göründüğü Ulusal Diyalog Kongresi öncesine denk gelmesi tesadüf olmasa gerek.

***

Görünüşte kimin elinin kimin cebinde olduğu meçhul, hayli karmaşık bir tablo var. Son gelişmelere bakalım: 
• Türkiye, ABD’nin YPG ve Arap aşiretlerinden 30 bin kişilik ‘Sınır Koruma Gücü’ tesis edeceği açıklamasıyla birden parladı. Ancak ABD’nin değil Rusya’nın ‘operasyon sahasında’ bulunan Afrin’e girmek tehdidi savurdu. Kimileri bunu ‘kızım sana söyledim, gelinim sen anla’ mesajı olarak, ‘ABD’ye dur denildiği’ yorumu yaptı. 
• ABD yönetimi Afrin için ‘bizim operasyon alanımız değil’ mesajı verip topu Rusya’ya ‘yuvarlamışken’, bir gün sonra Pentagon, Suriye’nin kuzeyinde ‘Sınır Koruma Gücü’ yerine sığınmacıların dönüşü vs gerekçelerle bezenen ‘Yerel Güvenlik Gücü’ kuracağını duyurdu. Pek çokları da bunu ‘geri adım’ olarak algıladı. 
• Rusya’nın ‘operasyon bölgesi’ Afrin üzerinden günlerdir ABD’ye öfkeli sesler çıkartarak iç kamuoyunun ‘milli damarlarına’ oynayan Ankara, ‘muzaffer görünümle’, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı Moskova’ya yolladı.
***

Kanımca işin bityeniği ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın ‘Suriye stratejisini’ etraflıca duyurduğu son açıklamasında. Tillerson’ın NATO müttefiki olarak ‘Türkiye’yi anladıklarını’ belirttiği konuşmasındaki malumun ilamı şöyleydi: 
• ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde YPG üzerinden askeri işgali kalıcı. Esad kötü’, o yüzden rejim değişikliğinden vazgeçilmedi. ABD’nin yeni ÖSO’su YPG. Asli hedef İran’ın nüfuzunun kırılması. Ve tabii Astana ile başlattığı süreci Soçi’ye taşımaya çalışan Rusya’nın ‘biat etmesi’ esas. 
Tabii Tillerson bunları ‘yeniden canlanabilecek’ IŞİD’le mücadele, Esad’ın ‘acımasızlıkları’, yerel güç olarak YPG ile çalışmanın ehemmiyeti, ‘sığınmacıların dönmesi’, hiç de ABD’nin lehine olmayan uluslararası çerçeve ve BM Güvenlik Konseyi kararları ile işlemeyen Cenevre süreciyle bahanelendirdi. ABD yönetiminin becermediği/ beceremediği ne varsa yani... 
Tillerson’ın ‘Suriyelileri Suriyelilerden daha fazla düşündüğü’ izlenimi verirken haddinden fazla tutkulu bir resim çizdiği aşikâr. Hele Irak’tan çekildikleri için radikal cihatçılığın patladığı safsatasına atıf yapıp “Tarihin Suriye’de tekerrür etmesine izin veremeyiz” demesi, insanın ağlayasını getirmiyor değil.

***

Eğer hesap Suriye ordusunun İdlib’deki ilerlemesini durdurmak ve Soçi’ye Suriye Kürtlerini katmak isteyen Rusya’yı zorda bırakmaksa, tutacağını zannetmem. Afrin üzerinden kopartılan fırtınadaki sükunetinden de anlaşılacağı üzere Rusya’nın bu ‘top çevirmeleri’ yediğinin bir işareti yok. Bu en başta Rusları fazla ‘küçümsemek’ olur. 
Bir de aksine Rusya’nın ABD’yi ‘küçümsediğini’ hiç ummam. Zira onlar açısından Türkiye’nin Ortadoğu’da her şeyi tepetaklak etme kapasitesi yokken, ABD’nin var. Rus dış politikası tahayyül ötesinde bir esneklik ve sabır üzerinde şekillenir. Son tezahürlerini, yeni yılla birlikte üslerinin vurulması vakasında yapılan açıklamalarda gördük.
***

Nihayetinde Suriye’de siyasi süreci öyle böyle yürütmeye kararlı görünen Ruslar açısından sorular değişmiyor: Toprak bütünlüğü ve egemenlik temelli Soçi sürecinin işlemesi kimlerin işine gelmiyor? Suriye Kürtleri üzerinden Suriye’ye tutunan ABD, bu tarz hamleleriyle Türkiye-Suriye-Irak üçgeninin ortasında ‘vekil devlet’ yaratma projesini uzun vadede sürdürebilir mi? İşgalci Amerika üzerinden hesaplar yapanların düşünecekleri çok şey var. Hiçbir şey yapmasalar dönüp Irak’a baksalar kâfi.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Biz domuz da yeriz sizi de yeriz - MİNE SÖĞÜT

Ülke gerçekleri mi sizi şekillendirecek? 
Yoksa siz mi ülkenin gerçeklerini şekillendireceksiniz? 
Solun önce buna karar vermesi gerekiyor. 
Devrimin ne anlama geldiğini hatırlaması gerekiyor. 
Ve kendi gücüne tekrar güvenmesi. 
Bölünerek zayıflayan sol gelenek kendi geçmişine bakıp da... 
Sağa göre tek avantajı olan tartışma kültürünü bir dezavantaj gibi kodlama hatasına bir kez daha düşerse... 
Gerçekten bölünerek yok olur. 
Oysa bölünerek çoğalmak da mümkündür. 
Önemli olan eksende kalmaktır... 
Ve aynı merkeze bağlı olarak ortak bir eksende dolaşabilen farklı fikirlerin de aslen ortak bir güç oluşturduğunu unutmamaktır. 
Sol, bölünen parçalarının ortak bir menfaatte buluşabileceği alanları doğru değerlendirir ve ortak ideallerine birlikte sahip çıkmayı becerirse tüm rüzgârlar bir anda tersine döner. 
O yüzden; 
Bugün kendisini solcu olarak tanımlayan bir politikacının... 
Atatürk’ün askeri mi yoksa yoldaşı mı; 
Devrimlerinin bekçisi mi, izcisi mi olduğu... 
Onun peşinden mi gittiği, yanında mı yürüdüğü, önüne mi geçtiği; 
Demirtaş’a selam yollayıp yollamadığı; 
Kürt hareketine sempati duyup duymadığı; 
Ermeni meselesini tartışıp tartışmadığı; 
Soykırım kelimesini cümle içinde kullanıp kullanmadığı; 
Domuz eti yiyip yemediği, 
Sosyal medyada şakalar yapıp yapmadığı; 
Tweet atarken dikkatli olup olmadığı; 
Kimin kızı, oğlu, karısı, kocası, annesi babası olduğu; 
Şu aşamada sol açısından zerre kadar mühim değildir. 
Atatürk’ün askeri de yoldaşı da bugün bu ülke için aynı kaygıları taşıyorsa... 
Ve bir şekilde Cumhuriyeti korumak gerektiğine inanıyorsa, laikliğin öneminin farkındaysa, başka hiçbir şey düşünmeden birlikte davranır. 
Solcuların kendi içlerinde yapacakları her türlü koalisyon iktidar için müthiş bir tehdide dönüşür. 
Solun içinde farklı fikirlerle meseleyi tartışma kültürünün değerini görmezden gelip; 
Bu meziyeti tam tersine bir değersizleşme olarak kodlayan iktidarın telaşından öğrenilecek tek şey; 
Solcuların ortak bir menfaatte birleşebilmesinin sağ için korkutucu olduğudur. 
İktidarın diline doladığı meselelerle biçimlenmeye kalkacak bir sol daha baştan savaşı kaybetmiş sayılır. 
Solcular Kürt meselesini de, Ermeni meselesini de, inanç meselesini de, Cumhuriyet meselesini de, ordu meselesini de, Atatürk meselesini de farklı açılardan tartışabildikleri için solcudurlar. 
Olaylara pragmatik ya da dogmatik yaklaşmadıkları için solcudurlar.

***

Şu anda politikada kritik bir göreve gelen bir kadın karakterin kişisel hikâyesi üzerinden yeni bir tarih yazılıyor. 
Bu yeni tarihte kelimelerin nasıl seçileceği, cümlelerin nasıl dizileceği, anlamların nasıl yorumlanacağı çok önemli. 
Hem iktidar açısından hem de muhalefet açısından... 
Mesele ölüm kalım meselesi olduğundan... 
Solu birbirine yedirtmeye çalışan iktidara dönüp hep birlikte; 
“Biz domuz da yeriz, sizi de yeriz ama birbirimizi yemeyiz” diyebilmeliyiz.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

18 Ocak 2018 Perşembe

Doğru strateji: Demokrasi ya da sosyalizm mücadelesi? - İLKER BELEK

OHAL’in yeniden uzatılması (hiç sonlandırılmayacak ki) ve son olarak Anayasa Mahkemesi’nin Alpay ve Altan hakkında verdiği kararın alt mahkemelerce reddedilmesi, demokrasi talebi çevresinde bir hareketlenmeye neden oldu yeniden. En geniş cephenin kurulması önerisiyle birlikte tabii ki.


Zaten Kılıçdaroğlu’nun yaz başındaki adalet yürüyüşünün amacı da bu değil miydi? O zamandan bugüne adalet açısından ileriye mi gidildiği yoksa geriye mi düşüldüğü, yürüyüşün adalet konusunda ne derece örgütleyici olduğu değerlendirilmeyi hak eden sorular.

Ama artık Anayasa Mahkemesi kararlarının bile dikkate alınmadığı (kararın doğruluğu yanlışlığı ayrı) bir noktaya gelmiş bulunduğumuza göre yanıt açık aslında.

Eskiden, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı andan, taa 2. Enternasyonal zamanından beri geçerli olan bir tartışmadır şu: Kapitalizm koşullarında karşı taraf kimi güncel talepler üzerinden geri adım atmaya mı zorlanmalıdır; yoksa düzenin topyekun yıkılmasına, yani sosyalist devrime mi odaklanılmalıdır? Özellikle siyasi ve ekonomik kriz dönemlerinde bu tartışma haliyle daha da yakıcı biçimde canlanır.

Hiç lafı uzatmaya gerek yok ki bu sorunun yanıtı net şekilde ikincisidir. Nedeni de açıktır: Kapitalist düzen hiçbir şekilde, hiçbir toplumsal sorunu çözemez. Ve bu yanıt da aslında yine kriz dönemlerinde doğruluğunu en yalın biçimde hissettirir. İşin bu kısmını uzatmayalım. Ama benim için durum şu kadar açıktır: Bu düzenin, bırakın yoksul ülkeleri, ama merkez kapitalist ülkelerde bile; bırakın krizi refah dönemlerinde bile; sosyal güvencesizlik, işsizlik gibi sıradan sorunları çözme potansiyeline sahip olduğu, çözebildiği gösterilsin, bütün iddia ve düşüncelerimden vazgeçeyim.

Lakin gerekli ve doğru stratejinin sosyalizm mücadelesi olduğunu gösteren başka bir olgu daha var: O da Türkiye’de gericilik, işbirlikçilik ve piyasacılığın üçüz kardeşler olmalarıdır.

Türkiye kapitalist yolu tercih ettiği için kaçınılmaz biçimde emperyalizme yaslanmak ve yine aynı bağlanma nedeniyle işçi sınıfını baskılayabilmek, kontrol altında tutabilmek bakımından da gericiliği, yani milliyetçilik ile dini pompalamak zorundadır.

Sömürü derecesinin artırılabilmesi için işçi sınıfının hem bütün örgütlülük kanallarının yok edilmesi hem de gerici ideolojilerle teslim alınması koşuldur. Bu işleri esas olarak 12 Eylül darbesiyle gerçekleştirdiler. Amerikancı bir darbeydi ve dönemin patron sendikası gazetelere darbeyi kutlayan boy boy ilanlar veriyordu.

Ancak operasyonu esas hedefine bağlayan AKP oldu. Yine bir generaller grubu AKP’nin önünü açmak üzere küçük bir fiskeyle Amerika karşıtı söyleme sahip Erbakan’ı indirip, İslamcı hareketin başına Erdoğan’ı geçirdi: 28 Şubat 1997.

1990’lı yılların sonlarından itibaren emperyalist merkezlerin ve Türkiye burjuvazisinin ihtiyacı AKP idi, AKP o ihtiyaçları karşılamak üzere gerekeni yaptı.

Zamanla Türkiye o derecede krizle yüklendi ki, bugün artık OHAL’siz yönetilemeyecek haldedir. Kapitalist krizin çözümsüz karakteri çözüm diye uygulamaya konulan her şeyin krizin büyümesiyle sonuçlanmasına yol açtı. 

Bugün hasbelkader CHP iktidar olsa mevcut sorunların çözümü için gelir dağılımına radikal bir müdahalede bulunmak (ki olanaksızdır) ya da dışarıdan belirlenmiş ekonomik politikalarla idare edebilmek için OHAL’e sarılmak zorundadır.

OHAL’e muhtaçlar çünkü OHAL’siz 1603 TL’yi işçiye ve gerici yaşam tarzını da cumhuriyetçi kesimlere kabul ettiremezler.

Durum böyle olduğu için Türkiye’de demokrasi mücadelesi diye bir şeyin hiçbir anlamı bulunmuyor. Sosyalizm bağlamında ele almadığımız taktirde demokrasi bir yandan ulaşılması olanaksız bir hedef haline geliyor, ama daha önemlisi, bir yandan da, kapitalist Türkiye’de burjuva anlamıyla olsa bile demokrasi mümkünmüş gibi davrananlar halkı kandırma suçunu işlemiş oluyorlar.

İlker Belek / SOL

AKP milletin Kâbe’si olunca - ALİ SİRMEN

AKP Sözcüsü Mahir Ünal 16 Ocak günü yaptığı açıklamada, CHP’yi sınırımızda bir terör devleti kurma peşinde olan ABD’nin iktidara yönelik kuşatma hareketinin içerideki temsilcisi olarak yanına marjinal gruplar ve HDP’yi alıp, isyan çağrıları yapmak ve iç karışıklık tehdidinde bulunmakla suçlamıştır. 

Aynı Mahir Ünal ondan altı gün önce yaptığı açıklamada, Kılıçdaroğlu CHP’sinin ve arkadaşlarının pozisyonlarının yerli ve milli olmadığını” söylerken partisinin son zamanlarda sürekli yinelediği nakaratı bir kez daha tekrarlıyordu. 

Doğrusu, ABD’nin ikinci Irak operasyonu öncesinde, BOP’a Türkiye’de bir dayanak oluşturmak için Washington ve Walt Street tarafından dizayn edilmiş olan AKP’nin sözcüsünün, Kurtuluş Savaşı TBMM’sinin Birinci Grubu’ndan doğmuş olan CHP’yi milli olmamakla suçlayıp, bir zamanlar genel başkanının, tüm dünyaya seslenerek BOP eşbaşkanlığına adaylığını ilan ettiği bir partinin milli ve yerli olduğunu iddia edebilmesi için toplumsal izansızlığa sonsuz bir güven duyması gerekirdi.

***

AKP bu izan yoksunluğuna sonuna kadar güveniyor olmalı ki genel başkanı kendini milletin Kâbe’si olarak ilan etmekte ve “millet benim” demekten çekinmemektedir. 
Bir BOP hazırlık projesi olarak şeriatçı - evanjelist ortak yapımı AKP, bir kere kendini milletin Kâbe’si olarak kabul ettirdikten sonra Reis’e biat etmeyen herkesi milli güçlere karşı, yabancıların ajanı veya ortağı olmakla suçlayabilecek, böylece iktidarını pekiştirme yolunda kendisi için şart olan düşmanı da halka gösterebilecektir. 
Düşman kavramı doludizgin totalitarizme koşmakta olan rejimlerin “onsuz olmazı”dır.
Şu sırada ihtiyaç duyduğu dış düşmana sahip olan AKP, yalnız bununla da yetinemezdi, bir de iç düşmana mutlaka ihtiyacı vardı. 

Bütün olası başarısızlıkların bahanesini, rejimi daha da sıkıştırmanın gerekçesini oluşturacak şamar oğlanı, günah keçisi herkes, örneğin son kararıyla, iktidarca kupunun hatalı kesildiğine hükmedilen, “ısmarlama elbise” AYM de olabilirdi. 

Ama, şu sırada birçok çevrenin belki pek de haksız olmayarak, yetersiz ve etkisiz bulduğu CHP’nin, totalitarizmin yerleşmesi önünde engel olarak duran muhalefetin amiral gemisi konumunda olması “baş iç düşman” yaftasının ona yapıştırılmasına neden olmuştur. 

Artık iç düşman bellidir: CHP. Ve de onunla savaşılacaktır. 
CHP’nin yeni İstanbul İl Başkanı’na yönelik, herkese “ne oluyoruz” dedirten saldırılar da iç düşmanla İstanbul’da tutuşulacak sandık meydan muharebesinin ön ataklarıdır. 
İç düşmana yönelik ön saldırıların dış düşmana yönelik ilk ataklardan daha önce başlamış olması da bir rastlantı değildir. Zaten iç düşman ile savaşın kendisi de dış düşmanla çatışmadan daha önce başlayacaktır.

***

Tabii bu öncelikte, “iç düşman”ın daha kolay yutulur lokma olarak görülmesinin etkisi de yabana atılmamalıdır. 

Şu durumda gerçekten varlığına ve bekasına yönelik çok ciddi tehditlerle karşı karşıya bulunan Türkiye için en büyük tehdit ise ana muhalefetin iç düşman konumuna yerleştirilmiş olmasıdır. 

Çünkü iktidar “iç düşmanı!” ile savaşında, elde edeceği sonuç ne olursa olsun, dış düşmanının değirmenine su taşıyacaktır.

Zira Kâbe’si AKP olan ve biat etmeyen herkesin hain ve düşman olarak kabul edildiği bir millilik birleştirici değil, bölücü, dışlayıcı, parçalayıcı bir millilik olacaktır. 

Yenilmeyen halklar ise böylesine bölücü bir milliliğin pençesinde kıvranan değil, birleşmiş sımsıkı kenetlenmiş olan halklardır. 

Şimdi söyleyin bakalım asıl düşman kim?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Piyasa çokuluslu şirketlerlerde yerel tohum ise engelleniyor - ORHAN SARIBAL/BİRGÜN

Gıda zincirinin ilk halkası olan tohum, biyolojik ve kültürel çeşitliliğin temelini oluşturur. Kaliteli tohumun verimliliğin ve üretimin artırılmasında, üretim maliyetinin düşürülmesinde çok önemli bir rolü vardır.


Kaliteli tohum verimi yüzde yüz artırıyor
Kaliteli tohumluğun verimi artırmadaki payı hububat ve baklagiller gibi kendine döllenen bitkilerde yüzde 20-30 düzeyinde, mısır ve ayçiçeği gibi yabancı döllenen bitkilerde ise yüzde 100’lerin üzerindedir.

Piyasa 41 milyar dolarlık değere sahip
Küresel tohum piyasası yaklaşık 41 milyar dolarlık bir değere sahiptir. Ticari tohum pazarında yüzde 26’lık (10,7 milyar $) paya sahip olan monsanto en büyük şirkettir. Onu yüzde 21’lik (8,6 milyar $) pazar payı ile dupont pioneer ve yüzde 8 (3,3 milyar $) ile syngenta izlemektedir. Dow yüzde 4 (1,6 milyar $) ve bayer ise yüzde 3 (1,2 milyar $) paya sahiptirler. En büyük yedi arasında yer alan diğer şirketler limagrain (yüzde 5) ve kws’dir (yüzde 4). 2016 Yılında alman kimya ve ilaç devi bayer, tohum ve tarım ilaçları üreticisi amerikan monsanto firmasını 66 milyar dolara satın aldı. Bayer’in dünya tohum piyasasındaki payı yüzde 29’a yükseldi. Böylelikle bayer dünyanın en büyük tohum ve tarım ilacı üreticisi haline geldi.
Öte yandan amerikalı kimya devleri dupont ile dow chemical 130 milyar dolar karşılığında birleşme kararı aldılar. Dev birleşme sonucunda şirketin küresel tohum piyasasındaki payı yüzde 25’e yükseldi.

1980’de özel sektörün kontrolüne geçti
Türkiye’de, 1980’li yılların başlarında tohumculuk sektörüne ilişkin politikalarda önemli değişiklikler yapılarak, kamuya dayalı bir tohum tedarik sisteminden özel girişime dayalı bir tohum endüstrisi modeline geçilmiştir.
Neoliberal ekonomiye geçilmesi ile birlikte tohumluk dış ticaretindeki kısıtlamalar kaldırılarak özel sektör yatırımlarının önü açılmış, yerli veya yabancı pek çok tohumculuk şirketi ya doğrudan veya ortaklıklar yoluyla sektöre girmiştir.

piyasa-cokuluslu-sirketlerlerde-yerel-tohum-ise-engelleniyor-415647-1.Kamunun faaliyeti sınırlı
Türkiye tohum tedarik sistemi içerisinde kamu tohumculuk kuruluşları buğday, arpa ve bazı yem bitkileri gibi kendine döllenen bitkilerle sınırlı bir üretim ve dağıtım faaliyeti içerisindedir. Özel tohumculuk şirketleri son yıllarda bu türlerde de pazar paylarını önemli ölçüde arttırmaya başlamışlardır.

Tohum ithalatı 200 milyon dolar
Türkiye’nin 2002 yılında tohum ithalatı 55 milyon dolar iken 2016 yılında 202 milyon dolara ulaşmıştır. 2016 Yılı tohum ithalat değerinin en önemli kalemini yüzde 55 ile sebze tohumları oluştururken, bunu patates (yüzde 10), hibrit mısır (yüzde 9), ayçiçeği (yüzde 7), yem bitkileri (yüzde 5) izlemektedir.

Türkiye’nin ihracatı 150 milyon dolar
2002 Yılında 17 milyon dolar olan tohum ihracatı 2016 yılında 154 milyon dolara yükselmiştir. 2016 Yılı tohum ihracat değerinin en önemli kalemini yüzde 48 ile ayçiçeği tohumu oluştururken, bunu hibrit mısır (yüzde 25), sebze tohumları (yüzde 15) oluşturmaktadır.

Önemli olan kimin ürettiği
2002 Yılında 145 bin ton olan tohum üretimi 2016 yılında 958 bin tona yükselmiştir. Yani son 15 yılda tohum üretimi yaklaşık 7 kat artmıştır. Ama önemli olan tohumu kimlerin ürettiğidir.
Türkiye’de toplam 791 tohum şirketi bulunuyor. Bunların 739’u yerli, 30’u yabancı, 22’si ise yerli ve yabancı ortaklı şirketler. Nicelik olarak her ne kadar yerli sayısı fazla gözükse de önemli olan şirketlerin niteliği. Başka bir deyişle az sayıdaki yabancı ve yabancı ortaklı şirketin toplam pazardan aldıkları pay.

Yabancı şirketlerin payı yüzde 90’a ulaşıyor
Örneğin yabancı şirketlerin mısır, şeker pancarı ve ayçiçeği tohumunda pazar payları yüzde 90’a ulaşıyor. Sebze tohumunda ise yüzde 40 civarında.
Mısır tohumluğu pazarında en büyük pazar payına sahip olan şirket pioneer (yüzde 34). Onu sırasıyla yüzde 31’lik pazar payı ile monsanto, yüzde 11’lik pazar payı ile kws izledi.

piyasa-cokuluslu-sirketlerlerde-yerel-tohum-ise-engelleniyor-415648-1.
Şirketlerinin payı büyük
Yağlık ayçiçeği tohumluğu pazarında yüzde 38’lik oranla en yüksek payı limagrain aldı. Limagrain’i yüzde 27’lik pazar payı ile pioneer ve yüzde 16’lık pazar payı ile syngenta izledi.
Köylünün tohum ve fide satması yasak!
2006 Tarihli ve 5553 sayılı tohumculuk kanunu ile çokuluslu şirketlerin hakimiyetine açık bir döneme girilmiştir. Bu kanunla köylülerin kendi tohumluklarını ve bunlardan üretilen fideleri satmaları yasaklanmış; çiftçi çokuluslu şirketlerin üzerinde patent koyarak tekel kurduğu hibrit tohumlara mahkûm edilmiştir.

Tohum, çokuluslu şirketlerin elinde!
Tohumculuk kanunu’nun “yetki devri” başlıklı 15 inci maddesi ile tohumlukların üretim izni, sertifikasyonu, ticaret izni ve piyasa denetiminin türkiye tohumcular birliği’ne (dolayısıyla çokuluslu şirketler veya onların yerli ortaklarına) devredebileceği hükmü getirilmiştir. Nitekim 3 nisan 2012 tarihinde çıkarılan tohumculuk hizmetlerinde yetki devri yönetmeliği’nin 18/a maddesiyle piyasa denetim yetkisi birliğe devredilmiştir.

Sadece sertifikalı tohuma destek var!
Önceki tarım bakanı faruk çelik “2018 yılından itibaren tüm tohumların sertifikalı hale getirilmesine ilişkin karar alındığını, 2018’de sertifikalı tohum kullanmayan çiftçilerin destek alamayacağını” duyurdu. Ardından türkiye tohumcular birliği bu kararla “çiftçinin, tarımın ve ekonominin kazanacağını” açıkladı. “Çiftçi”den kasıt endüstriyel üretim yapan büyük işletmeler. “Tarım” denilen ise birçoğu çokuluslu şirketlerden oluşan kendi üyeleri. “Ekonomi” ise büyük marketlere ürün satan tedarik zincirleri.
Geçimlik tarım yapan küçük aile işletmelerinin elbette bu işten bir kazancı olmayacak. Atalarından kalma yerel tohumlarla yetiştirdiği ürünlerini pazarlamaya çalışan küçük çiftçiler bu düzenlemeden sonra suçlu muamelesi görecekler.

Amaç yerel tohumun yayılmasını önlemek
Bu politika yerel tohumların yayılmasını engelleme amacını taşımaktadır. Oysa yerel tohumlar gerek hastalık ve zararlılara dirençli olmaları nedeniyle tarım zehirlerinin daha az kullanılması, gerekse gıda içeriklerinin zenginliği ile büyük avantajlara sahiptirler. Daha da önemlisi bu tohumlar kuraklığa daha dayanıklıdır.

Dünyayı küçük aile işletmeleri doyuruyor
Dünyadaki toplam 570 milyon tarım işletmesinin yüzde 90’ından çoğu 20 dekarın altında toprağa sahip küçük aile işletmeleri olup, bunlar dünyada gıda ihtiyacının büyük kısmını karşılamaktadır.

Çiftçilerin kendi tohum ve fidelerini satmaları engellenemez
Uluslararası bitki genetik kaynakları anlaşması’nın 9’uncu maddesinin 3’üncü fıkrasına göre çiftçilerin tohum veya fidelerini satmaları engellenemez.
Yerel tohumların kökünü kazımaya yönelik çabalar durdurulmalı; sertifikalı tohumlar yerine yerel tohumların ıslahına ağırlık verilmeli; çiftçiler bilgi ve parasal desteklerle yerel tohum üretimi için teşvik edilmelidir.

Doğa ve insan dostu üretim modelleri olan sürdürülebilir tarım ve gıda sistemleri yaygınlaştırılmalıdır. Bizim köylülüğe dayanan teknolojilere ihtiyacımız bulunmaktadır, şirket biyoteknolojilerine değil.

ORHAN SARIBAL - CHP BURSA MİLLETVEKİLİ

BİRGÜN

Saç örtüsü, kimlik örtüsü için mi (idi)? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

11 Ocak Perşembe -15 Ocak Pazartesi; beş günde altı toplantı: 
Anayasacılığın Küresel Krizi (Ankara Barosu Uluslararası Anayasa Kurultayı), 
Grev Yasakları ve Sendikal Hakları (Birleşik Metal-İş) ve Anayasa Çalışma toplantıları (Kadıköy), 
OHAL Değil Demokrasi (Batman Demokrasi Platformu) ve 
OHAL’de Yeter Forumu (CHP, Ankara).

Korku toplumunun dört bileşeni
Ben bir avukatım; ama adımı söylemiyorum, içinde bulunduğumuz ortam ve koşullar nedeniyle…” Başı örtülü kadının sözleri, katıldığım toplantıların ortak paydası olarak görülebilir.
Neden? Çünkü Ankara-Batman ve İstanbul hattında gerçekleşen toplantıların, -farklı toplumsal katman ve sınıflar katılmış olmakla birlikte- konuşma ve tartışma eksenlerinin benzerliği kayda değer. Yıllardır o kadar toplantıya katıldım; Kuzeybatı-Güneydoğu hattında bu denli benzer sorunlarda birleşildiğine tanık olmadım, OHAL ve Anayasa ikilisi ile sosyolojik ve psikolojik boyutları bakımından.


1-OHAL uygulaması: Kötüye kullanım, keyfilik ve kabus üçlüsünde OHAL; hukuk, ahlak ve insanlık dışı işlem ve eylemler yoluyla Türkiye halkının üzerine çökmüş durumda. Yapılabilecek başlıca ayrım; iktidar yanlıları ile muhalifler arasındaki eşitsizlik. Çünkü iktidar yanlısı veya kraldan çok kralcı (AKP-Gülen ittifakı kalıntıları) olanlar farklı. Bu nedenle, eşit yurttaşlık, siyasal iktidar yanlısı ve muhalifi olanlar ayrımı bakımından da gerekli. OHAL’de yaratılan derin ayrışma, etnik köken ayrımcılığını, iktidar yanlısı olmayanların ödediği bedeller karşısında ikinci plana kaydırmış. İktidar adına, “OHAL yurttaşa uygulanmıyor” şeklindeki konuşmalar, OHAL mağdurlarını yurttaş yerine koymamak anlamına gelmiyor mu?

2-Anayasal ihanet üçlüsü: ‘Aykırılık, ihlal ve suç’, anayasasızlaştırma özeti. Anayasa dışı işlem ve uygulamaları görmek için, hukukçu veya anayasacı olmaya gerek yok; AK Parti’ye oy vermeyen yurttaş olmak yeterli. Kuşkusuz oy verenlerin bir kısmı görüyor olabilir; ama dudaklarını kıpırdatamaz: İstanbul, Ankara, Bursa, Balıkesir ve Düzce belediye başkanlarını ‘bağırta-inlete ve ağlata’ götürme tarzı, iktidar blokunda parti-lider totalitarizmi yaratmış durumda: ‘İçtimai biat’. Kısacası, toplumun üzerine örtülen ‘kara şal’, kendisine “ak” deme pişkinliğinde kararlı partinin eseri; kanun dışı/anayasa dışı/hukuk dışı işlem, uygulama ve eylemler eşliğinde örülen ‘şal’.

3-Toplumsal kırılmalar: Bir yanda ayrıştırma ve ötekileştirme, muhalifleri terörize etme; öte yanda yandaşları silahlandırmaya özendirme yönündeki düzenleme, söylem ve uygulamalar, değindiğim üçlü hatta ‘korku toplumu’ kavramı ile özetleniyor.

4-Psikolojik travma: Bunun boyutlarını görmek için Batman’da Hak ve Adalet Platformu Sözcüsü Dr. Ö. F. Gergerlioğlu’nun -ad vererek- tanıklıklarına gerek var mı? Ankara Barosu toplantısında konuşma gereksinimi duyan, ama kimliğini açıklayamayan avukatın durumu, psikolojik travmaların boyutları hakkında yeterince fikir veriyor.

Demokratik toplum için…
Dört başlığı somutlaştırma gereği, çıkış yollarına da işaret etmekle daha iyi anlaşılabilir:

1-Parti ve lideri güdümünde toplum
Karşılaştırma ve benzetmeler tuzağına düşmeyelim derim, “Padişahlık mı geliyor? Kenan Evren döneminden farkı ne? Hitler Faşizmi değil mi?” vb. sorular yöneltenlere. Herhalde “yeni Türkiye” sloganı ile kurulmak istenen yapıyla böyle bir durum kastediliyor olsa gerek: Sivil-askeri ve dinsel nitelikteki baskıcı ve toptancı yönetimlerden esinlenilerek ‘parti ve lideri güdümünde bir toplum’ yaratma hedefi.

2-Ağzını kapatmak için…
Tam on yıl önce yeniden alevlendirilen başörtüsü tartışmalarında, ortaya konan çekincelerden biri, örtü serbestliğinin başı açıklar üzerinde ayrımcılık riski; ikincisi ise, erkeklerin kadınların başörtüsünü kendi hâkimiyetlerini pekiştirmek amacıyla politik araç haline getirmeleri idi. Oysa hedef daha fazlası imiş: Kadın fikrini ve kimliğini de yok etmek; bütün toplumu ümmete çevirmek.

3-Yatay ilişkiler, umut kaynağı
Batman’da, bir eğitimcinin, “5.dönemi beklemek gerekir; iyice dibe vurması ve demokratik dalga ile iktidarın elde edilmesi için” deyişi, benim OHAL’in 3. Evresi saptamama karşılık: “Hayır, o zaman muhtemelen bu tür birlikteliklere de olanak kalmaz; o nedenle demokrasi-anayasa diyalektiği kurma zamanı, 4. Evreyi engellemek için.”
16 Nisan öncesi, 6771 sayılı Kanun üzerine bilgi karartması, resmi baskı yoluyla sağlandı. Ne var ki, tehlikenin farkında olanların hepsi, bilgilendirme etkinliğine dört elle sarılmadı. Şimdi bunun zamanı. 70 gün gibi kısa zaman dilimine sıkıştırılmış olmasa da, dakikalar bile çok değerli.

4-Uzman/sivil toplum ve siyasal toplum
Değinilen beş toplantı, ‘uzmanlık bilgisi/sivil toplum örgütleri etkinlikleri ve siyasal eklemlenmeler’ üçlüsünde kurulacak demokrasi-anayasa diyalektiği üzerine de somut ipuçları sağladı.
Bu diyalektik, hükümetin OHAL’i sürdürme ve kaldırma ikileminden daha güçlü. OHAL’de Yeter Forumu Sonuç Bildirgesi, haklı olarak, “OHAL derhal kaldırılmalı ve KHK düzenine son verilmelidir” çağrısı yapıyor.
Her ne olursa olsun, hukuka dönüş demokrasi ile mümkün ancak. Bunun da yolu seçimlerden geçiyor. Bu nedenle, OHAL’e karşı mücadele, aslında seçimlere yönelik demokrasi mücadelesinin bileşeni olarak görülmeli.
Hangi ortam ve koşullarda? 
İktidarın el değiştirmesini engelleme ereğinde AKP-MHP ittifak çalışmalarına Uyum Komisyonu dendiği bir ortamda.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU  / BİRGÜN

Dünyaya yeniden gelmek - NAZIM ALPMAN

Sevgili Aydın Boysan için Cumhuriyet Kitap Eki’ne ilan veren İş Bankası Kültür Yayınları aşağıdaki metni sayfaya koymuştu:
“Bütün yaşamıma iyi-kötü her türlü yanlarına zevk ve sevgi içinde sahip çıkıyorum. 
Bir daha dünyaya gelsem, bu hayatın tek bir dakikasından vazgeçmeden –belalar dahil- hepsini bir daha yaşamak isterim.
Amaaa, tamamen mutluluk içinde geçecek olsa bile, bir daha dünyaya gelip yaşamak istemem… 
Evet istemem. 
Bana mutluluk vermiş tüm insanlar, istinasız hepinize sevgiler ve minnetler sunarım.”


Aydın ağabeyin yukarıdaki metni “Paldır Küldür” adlı kitabından yapılmış bir alıntıydı. Onun arkasından oturup düşününce, hayatı hakkında değerlendirme yapmak bize düşmez. Ama görünen bir şey vardı ki bunu da kimse inkar edemez:-Aydın Boysan hayatı güzelleştiren bir büyük insandı!
Bu yüzden herkes onunla birkaç dakika geçirmek isterdi.

                                                                    •••

Dünyaya yeniden gelmek üzerine pek çok tez var.
Bu mümkün mü?
Bilemiyoruz.
Peki sen bu konuda ne düşünüyorsun Nazım Alpman derseniz, Aydın Boysan’ın bir iki adım uzağında durabilirim.
Bir defa yeniden dünyaya gelmek istemem, bu kesin.
Ama mecbursun tekrar gelip yaşayacaksın, başka çıkış yok denilirse o zaman oturup anlatırım:
Asla Türkiye’de dünyaya gelmek istemem.
Neden?
Öncelikle zor bir memleket…
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.”

Böylesi güzel memleket sevgisi dolu şiirleri yazan şairlerini hapislerde çürütebiliyorlar Türkiye’de… Sadece yukarıdaki dizelerin sahibi Nâzım Hikmet ile de sınırlı değil. Aydın, sanatçı, yazar, şair, tiyatro oyuncusu, sinema sanatçısı, akademisyen, doktor, mühendis ne kadar düşünen insanı varsa hepsine karşı ilan edilmemiş bir savaş sürdü durdu bu topraklarda.

Yine Nâzım Hikmet’in tespiti ile bu düşmanlığın boyutları şöyle anlatılıyor:

“Sana düşman bana düşman
Düşünen insana düşman
Vatan ki bu insanların evidir
Sevgilim onlar vatana düşman.”

Adına devlet denilen mekanizmayı elinde bulunduranlar diyorlar ki:
-Böyle şiirler yazma! Vatanımızı bölme…
Bunları neye göre söylüyorlar?
Kanunlar var.
Kanunları kim yapıyor? 
Meclis. Meclis’i kimler dolduruyor? 
Milletvekilleri. Milletvekilli milletin vekili olmadan önce ne yapıyordu?
Kasabada esnaf, şehirde bürokrat, başşehirde müteahhit… Şiirden, edebiyattan anlıyorlar mı? 
Şüpheli! 
Ama kanun yapıyorlar, o kanunlara göre sanat, edebiyat, şarkı, türkü alanlarında ürün verenleri demir parmaklıklar arkasına atıyorlar.
Ne için?
Vatan, millet için… Öyle söylüyorlar.
Kendileri inanıyorlar mı?
Emekli olduklarında inanmadıklarını ama öyle gibiymiş yaptıklarını itiraf ediyorlar. Olan ülkenin iyi yetişmiş evlatlarına oluyor.
Bu ülkede bütün dönemlerde iktidarda bulunanların tamamı gençleri düşman gibi gördüler. Düşmana nasıl davranılırsa, gençlere öyle davrandılar. Fişlediler, gözaltına aldılar, tutukladılar, hapislere attılar, işkence yaptılar, kurşuna dizdiler, idam ettiler!
Gençlerin cehennemi olarak formatlanmış bir ülkede yeniden dünyaya gelip de kim genç olmak ister ki?
                                                                   •••

Ben de Aydın ağabey gibi yeniden dünyaya gelmek istemem. Çok yorucu bir hayat sunuyor bu ülke…
Bu yüzden ülkemizin gençleri bile ihtiyarlamış hallere bürünürlerse ancak önleri açılabiliyor, fırsatlardan istifade edebilmelerine olanak sağlanıyor.
Ölümü kutsuyorlar. Oysa gençler önlerinde uzun bir hayat var. Buna göre haykırmaları gerekir:
-Yaşamak istiyoruz!
İhtiyarlar ise “hayır” diyorlar, canınızı feda edin, biz sizi gömeriz!
Eğer Nâzım Hikmet’in “Davet” şiirinin son bölümünü Anayasa maddesi haline getirebilirsek, gençlerin yüzüne bakabiliriz:

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim…”

Nazım Alpman / BİRGÜN

Ümit Kocasakal şimdiden kazandı!- ARSLAN BULUT

Türkiye'nin sadece iktidarda değil, muhalefette de güçlü liderlere ihtiyacı var diyorduk ki, İYİ Parti ve Meral Akşener hareketinden sonra CHP'den de bir ses geldi. Ümit Kocasakal, CHP Genel Başkan adayı olduğunu açıkladı.
Ümit Kocasakal, İstanbul Barosu Başkanlığı'na seçildikten sonra her seçimde oylarını artırdı. Bu başarıyı, hiçbir ayırım gözetmeden herkesin hakkını savunarak kendisine muhalif olanların da saygısını kazanmakla sağladı. Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlarla Türkiye ele geçirilmek istenirken gerçek bir aydın cesaretiyle olayların üzerine üzerine gitti. Türkiye'ye giydirilmek istenen deli gömleğini parçalayanlardan biri oldu.
                                                                         ***
CHP'nin, ikinci cumhuriyetçilerin ve Atatürk ve cumhuriyetle sorunlu veya kavgalı olanların ileri karakolu veya toplanma yeri olmayacağını anlatan Kocasakal, "Genel Başkanın bu tür eylem ve söylemlere karşı ciddi bir tepkisini görmüş değiliz. Partiye genetik kodlarına aykırı yabancı 'virüs' ve yazılım yüklenmiş, partinin genetiğiyle oynanmış, gelenekleri bir kenara itilmiştir. Parti fiziki ve zihinsel bir işgal altındadır. Cumhuriyet Halk Partisi'nin, şimdi itilmeye çalışıldığı ülkenin üniter yapısı ile sorunlu HDP gibi bir yapıyla yakın çizgide olması, yan yana durması siyasi intihardır. Kurtuluş kuruluştadır, Atatürk'tedir. Kurtuluş, kurucu partinin özüne, gerçek kimliğine, fabrika ayarlarına geri dönmesindedir." şeklinde bir çıkış yaptı.

                                                                        ***
İstanbul Barosu üyelerinin hepsi, adliye prizmasından Türkiye'nin sorunları üzerinde bilfiil saha çalışması yapan insanlardır. Dolayısıyla, gerçekleri ortaya koyup güven verdiğiniz zaman onların desteğini almak mümkün oluyor. Üstelik baro seçimlerinde bütün üyeler oy kullanıyor, yönetimin seçtiği delegeler değil.
Kocasakal da bu gerçeği bildiği için partilerdeki seçimlerde bütün üyelerin oy kullanması gerektiğini söylüyor. Böyle olsaydı, Kocasakal, yüzde 60 oyla seçilirdi. Fakat Türkiye'de parti yönetimine bir defa gelen lider, delege yapısını tamamen değiştirdiği için delegelerin oyuyla genel başkan değiştirmek Türkiye'de artık bir mucize olur!
Peki öyleyse, Kocasakal boşuna mı ortaya çıktı? Elbette hayır. Kocasakal'ın çıkışı, sadece CHP'nin değil, Türkiye'nin toparlanmasına, kendisine gelmesine, doğru yönü bulmasına katkı yapacaktır.
Nitekim o da "Benimkisi bir fikir ve vicdan haykırışı ve isyanıdır." diyor ki, seçilmese de bu mücadelede kazanacağı kesindir. Çünkü ne yaptığını bilen ve kitlelere güven veren, kararlı bir duruşu var! Hayırlısı olsun.

Sine-i millet hareketi bir bağışıklık sistemidir
Bu vesileyle bizim Ahmet Yavuz, Arslan Bulut, Birgül Ayman Güler, Dilek Akagün, Mustafa Önsel ve Nihat Genç olarak kurduğumuz, sine-i millet platformu hakkında da bilgi vereyim.
Ülkemizde siyasi kurumlar millî görevlerini yerine getiremiyor. Türk kimliği ve Türklerin egemenlik hakkı uluorta tartışılıyor! Milletin ekonomik yıkıma götürülmesinin sebebi de işte bu tartışmaya partileri mecbur etmektir! Halk umutsuzluğa sevk edilirken, bu arada emperyal projeler de sunularak, bu topraklarda Türk egemenlik haklarına son vermek gibi sinsi bir hedefe siyasi partiler üzerinden ulaşılmak isteniyor!
Siyasi partilerin bu projelere karşı bağışıklık sistemi yok! Aksine her partiye aynı virüsler sokuluyor!
Bu durum karşısında, düşüncede ve siyasette bir savunma hattı kurmak ve milletin katılımı ile mücadeleyi kazanmak gerekir. Kazanacağımız da kesindir. Çünkü, biz milletin bağışıklık sistemini harekete geçireceğiz. Milletin bağışıklık sistemi vardır. Yeter ki bu sistemi zamanında çalıştıralım.

Arslan Bulut / YENİÇAĞ

17 Ocak 2018 Çarşamba

Türkçülüğün son esası, ‘asimilasyon’ mu? - TAYFUN ATAY

Konda Araştırma Şirketi müdürü Bekir Ağırdır önceki gün Hürriyet’ten İpek Özbey’le söyleşisinde üç partinin baraj problemine sahip olduğunu söyledi. MHP, İYİ Parti ve HDP bu partiler. Bunların ilk ikisi bağlamında perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğunu hesap ederek yol tutmuş bir siyasi şahsiyet de Devlet Bahçeli
Geçen hafta, Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi partisinin aday göstermeyeceğini ve AKP “Reis”Erdoğan’ı destekleyeceklerini açıklayan Bahçeli, bir anlamda      “Başbuğ”“Reis”le ikame ettiği de söylenebilecek bu simgesel jestiyle MHP’yi silerken, siyasi kişilik olarak kendi silinme riskini bertaraf etmeyi hedeflemiş görünüyor.

***

1 Kasım 2015 tekrar-seçiminde, beş ay önceki 7 Haziran seçimlerinde aldığı oydan (yüzde 16.3’ten yüzde 11.9’a) dramatik düşüş paralelinde AKP’ye kaybettiği oylarla onu yeniden tek başına iktidar kılan MHP’de Bahçeli’nin gidecek yerinin neresi olacağı aslında o zamandan belliydi denilebilir. AKP idi bu yer... 
MHP’de parti-içi tartışma, çekişme ve kırılma, nihayetinde ortaya İYİ Parti’yi çıkardı. Kimilerinin umduğunun aksine İYİ, yeni bir “merkez-sağ” çekim merkezi olmak hak getire, sağ seçmen bloku üzerinde sarsıcı bir etki dahi oluşturamadı. Ancak onun MHP’yi “yiyeceği”, gayet açık şekilde belli oldu. 
İşte şimdi İYİ’nin MHP tabanında bir oy bölünmesi yaratmasıyla her iki partinin de yüzde 10 barajına takılma riski, anket tahminleriyle karşımızda.

***

Aslında Devlet Bahçeli’nin 1 Kasım’da MHP’yi terk edip AKP’ye giden seçmenin yolunu izlediği söylenebilir!.. 
7 Haziran seçimleri sonrasında Bahçeli hiçbir koalisyon seçeneğini ve teklifini uygun bulmayıp adeta tekrar-seçimin önünü açtığında bir bakıma bindiği dalı kesti. 
Çünkü özellikle taşrada AKP seçmeniyle muazzam geçişlilik içindeki MHP tabanı, bıçak kemiğe dayanmış bir sabırsızlıkla iktidar istiyordu. Bahçeli hükümet ortaklığına yanaşmayınca onların hayal kırıklığı büyük oldu. Aynı kültürel-ideolojik mayadan hısım-akrabaları yıllardır AKP’li olduğu için iktidar nimetlerinden ha bire yararlanırken hâlâ MHP’ye gönül vermeyi sürdürüp sürüm sürüm sürünen bu seçmen, “gayrı yeter” deyip gitti AKP’ye oy verdi tekrar-seçimde. (1 Kasım seçimleri öncesinde Orta Anadolu illerini arşınladığımda bu eğilimi çok net gözlemleme imkânı buldum.) 
Dolayısıyla ilkin önemli bir seçmen kitlesi iktidara kaçtı MHP’de. Şimdi de Bahçeli, elbette Akşener’in yarattığı kötü hava koşullarının da etkisiyle sığınmakta iktidarın kanatları altına... 7 Haziran seçimleri sonrasından bugüne yaşananlar, Kürt coğrafyasının yangın yerine dönmesi ve tabii “15 Temmuz” da tuzu biberi bu “vuslat”ın...

***

MHP’nin (daha doğrusu Bahçeli’nin) AKP’ye bu yakınlaşmasını geçmişte Türkeş dönemindeki birtakım siyasi ittifaklarla aynı kefeye koyanlar var. Bence bu, ne 12 Eylül (1980) öncesinin “Milliyetçi Cephe”leriyle, ne de 1991’deki Refah Partisi ile MÇP arasındaki seçim ittifakıyla kıyaslanabilir bir durum. Onların hiçbirinde Türkeş’in MHP’si ( ve de MÇP’si) parti olarak kimliğinden ve “özgül”lüğünden bu ölçüde feragat etti. 

Bugün ortada bir koalisyon, birleşme, hatta iki farklı “element”in kaynaşması, yani “füzyon” dahi yok. 
Ortada “asimilasyon” var. 
1960’ların sonundan itibaren sivil Türk milliyetçiliğine “ocak” olmuş MHP’nin, Erbakan’ın Milli Görüş İslamcılığından gelip post-İslamist bir dinbaz savrulmaya uğramış Erdoğan AKP’sine Bahçeli marifetiyle özümsetilmesi var.

***

MHP, Cumhuriyet döneminde sivil Türk milliyetçiliğinin içinde piştiği “ocak”. 
Resmi Türk milliyetçiliğinin içinde piştiği “ocak”sa, malûm, Türk Ocakları’dır. Geç-Osmanlı döneminde orada bir siyasi ideal olarak benimsenip yaygınlaştırılmış Türk milliyetçiliği, ulus-devlet Cumhuriyet’le hayata geçti bu topraklarda. Ve milliyetçilik ideali, “Türkiye Cumhuriyeti” ile siyasi somutluk kazandığı için MHP’ye “sivil alan”da sadece Türk ulus-devletinin bekasını tehdit eden olgulara tepki kaldı; “komünist tehlike”, “bölücülük” gibi... 

Türk Ocakları’nın savunduğu milliyetçilik, ulus-devlet Cumhuriyet’le resmiyetin inhisarına geçince Türk Ocakları tarihsel işlevini tamamlamıştır. 

MHP’nin ideolojik tepkisellik olarak devletin bekasına tehditler karşısında savunduğu sivil Türk milliyetçiliği de artık AKP ve Erdoğan’ın inhisarında görünüyor. 
Bu da sadece Bahçeli’nin mi, yoksa MHP’nin de mi tarihsel işlevini tamamlayıp kendini AKP’ye özümsettiği anlamına gelir acaba?.. 
Bunu tartışmak gerek.

Tayfun Atay / CUMHURİYET