24 Aralık 2017’de çıkarılan 696 sayılı KHK, gayet haklı olarak, bir iç savaş düzenlemesi olarak görülen “sivillere cezasızlık” üzerinden kamuoyunda tartışılmıştı, oysa içinde çok sayıda kritik düzenlemeyi barındıran bu KHK’de üzerinde yeterince durulmayan bir hüküm vardı.
696 sayılı KHK ile Savunma Sanayi Müsteşarlığı ve Savunma Sanayi İcra Komitesi, Milli Savunma Bakanlığı’ndan alınarak doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı ve her ikisinin de artık Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanmasına karar verildi. Buna ek olarak, Komite’ye, “TSK için Stratejik Hedef Planı’na ve Jandarma Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü için İçişleri Bakanlığı’nın güvenlik önceliklerine göre temini gerekli olan modem silah, araç ve gereçlerin üretimi, yurt içinden veya gereği halinde yurt dışından tedariki hususunda” karar alma yetkisi verildi. Bu ise silah üretim ve alımında Cumhurbaşkanlığı’nın tek karar alıcı merci olması anlamına geliyordu.
Savunma Sanayi Müsteşarlığı’na ilişkin yapılan düzenlemelerle ise personel atamasından, sözleşmeli personel alımına, ihale sözleşmelerinin yapılmasından ihale yapılacak firmanın seçimine kadar olan bir genişlikte bütün yetkiler Cumhurbaşkanlığı’na devredildi. Böylelikle Saray, devletin güvenlik aygıtı üzerindeki kontrolünü artırırken milyarlarca dolarlık bir fonun yönetimini de tek başına üstlenmiş oldu.
KHK sonrası ilk toplantısını bundan üç gün önce yapan Savunma Sanayi İcra Komitesi’nden toplantı sonrası yapılan şu açıklama, meseleyi gayet net bir şekilde özetliyordu:
“Toplantıda, ‘Zeytin Dalı Operasyonu’nda ordumuzun ve güvenlik güçlerimizin gücüne güç katan yerli ve milli sistemlerimize yenilerini eklemeye yönelik projeler gözden geçirilerek yeni kararlar alınmıştır. Toplam 9.4 milyar dolar (36 milyar TL) bedeli olan 55 projenin değerlendirildiği toplantıda, savunma sanayini geliştirme, güçlendirme ve destekleme amaçlı muhtelif yatırım ve iyileştirme faaliyetleri de gözden geçirilmiştir.”
“Yerli silah sanayi” mevzu ile Türkiye’nin yeni rejimi arasındaki ilişki sadece bu son düzenlemeye bakarak anlaşılamaz kuşkusuz. Odaklanmamız gereken yerlerden birincisi iktidar-büyük sermaye ilişkisi. Son on beş yılda daha önceki hiçbir iktidar döneminde olmadığı kadar büyüyen Koç grubu, Otokar adlı şirketi üzerinden devasa askeri ihaleleri almaya devam ediyor ve bu “laik” ya da “seküler” diye adlandırılan sermayeyle iktidar arasında herhangi bir uzlaşmaz çelişki değil, bilakis bir tamamlayıcılık ilişkisi olduğunu gösteriyor. Koç, başka birçok alanda olduğu gibi savunma sanayi alanında da iktidarın gözdesi olmaya devam ediyor ve büyük sermaye ile iktidar arasındaki “kazan-kazan” ilişkisi sürüyor.
İktidar-sermaye ilişkisinin ikinci boyutunda ise rejimin geleneksel sermaye ile kavga etmeden kendi sermaye sınıfını yaratma arzusu var. Örneğin, Türkiye’nin savunma ihalelerinin önemlice bir bölümünü halen AKP MKYK üyeliği görevini sürdüren, bir süre öncesine kadar Star, Akşam ve Güneş gazeteleriyle Kanal 24’ün -dönemsel- sahibi olan ve kendisinden “Erdoğan aşığı” diye söz eden Ethem Sancak’ın şirketi BMC alıyor. En son TSK’nin milyonlarca dolar değerindeki zırhlı araç ihalesini de BMC aldı ve “Kirpi” adı verilen araçlardan TSK’ye tam 529 adet üretilmesi için anlaşmaya varıldı.
Üçüncü boyutta ise rejimin “aile-devleti” karakteristiği bulunuyor. “Yerli Silah Sanayi”nin ve özellikle İnsansız Hava Aracı (İHA) ile Silahlı İnsansız Hava Aracı (SİHA) üretiminin en önemli şirketlerinden birinin varisi ve teknik patronu, bir süre önce Saray’a damat olarak gitti. Üstelik gazetelerde çıkan haberlere göre Genelkurmay Başkanı, bütün teamülleri yıkarak düğünde nikâh şahitliği yaptı. Böylece, bizzat iktidarın sahibi “aile” ve “ailenin reisi” de dünürler üzerinden yerli silah sanayinin ortaklarından biri haline gelmiş oldu.
“Yerli silah sanayi” mevzu bir yandan iktidarın propaganda araçlarından birini teşkil ediyor; iktidar “yerlilik ve millilik” iddiasını da, “güçlü devlet” iddiasını da, “yedi düvele karşı verilen ikinci milli mücadele” iddiasını da bunun üzerinden güçlendiriyor, ekonominin dışa bağımlılıktan kurtulduğuna dair –elbette ki doğru olmayan- mesajı da bunun üzerinden veriyor. Ancak mesele bununla sınırlı değil, “yerli silah sanayi” aynı zamanda rejimin ekonomi-politiği açısından da son derece önemli. Muazzam büyüklükteki fonları tek merkezden kontrol etme, büyük sermaye ile iyi ilişkiler kurma ve kendi sermaye sınıfını yaratma projesi açısından olmazsa olmaz bir nitelik taşıyor.
Savunma Sanayi Müsteşarlığı’na ilişkin yapılan düzenlemelerle ise personel atamasından, sözleşmeli personel alımına, ihale sözleşmelerinin yapılmasından ihale yapılacak firmanın seçimine kadar olan bir genişlikte bütün yetkiler Cumhurbaşkanlığı’na devredildi. Böylelikle Saray, devletin güvenlik aygıtı üzerindeki kontrolünü artırırken milyarlarca dolarlık bir fonun yönetimini de tek başına üstlenmiş oldu.
KHK sonrası ilk toplantısını bundan üç gün önce yapan Savunma Sanayi İcra Komitesi’nden toplantı sonrası yapılan şu açıklama, meseleyi gayet net bir şekilde özetliyordu:
“Toplantıda, ‘Zeytin Dalı Operasyonu’nda ordumuzun ve güvenlik güçlerimizin gücüne güç katan yerli ve milli sistemlerimize yenilerini eklemeye yönelik projeler gözden geçirilerek yeni kararlar alınmıştır. Toplam 9.4 milyar dolar (36 milyar TL) bedeli olan 55 projenin değerlendirildiği toplantıda, savunma sanayini geliştirme, güçlendirme ve destekleme amaçlı muhtelif yatırım ve iyileştirme faaliyetleri de gözden geçirilmiştir.”
“Yerli silah sanayi” mevzu ile Türkiye’nin yeni rejimi arasındaki ilişki sadece bu son düzenlemeye bakarak anlaşılamaz kuşkusuz. Odaklanmamız gereken yerlerden birincisi iktidar-büyük sermaye ilişkisi. Son on beş yılda daha önceki hiçbir iktidar döneminde olmadığı kadar büyüyen Koç grubu, Otokar adlı şirketi üzerinden devasa askeri ihaleleri almaya devam ediyor ve bu “laik” ya da “seküler” diye adlandırılan sermayeyle iktidar arasında herhangi bir uzlaşmaz çelişki değil, bilakis bir tamamlayıcılık ilişkisi olduğunu gösteriyor. Koç, başka birçok alanda olduğu gibi savunma sanayi alanında da iktidarın gözdesi olmaya devam ediyor ve büyük sermaye ile iktidar arasındaki “kazan-kazan” ilişkisi sürüyor.
İktidar-sermaye ilişkisinin ikinci boyutunda ise rejimin geleneksel sermaye ile kavga etmeden kendi sermaye sınıfını yaratma arzusu var. Örneğin, Türkiye’nin savunma ihalelerinin önemlice bir bölümünü halen AKP MKYK üyeliği görevini sürdüren, bir süre öncesine kadar Star, Akşam ve Güneş gazeteleriyle Kanal 24’ün -dönemsel- sahibi olan ve kendisinden “Erdoğan aşığı” diye söz eden Ethem Sancak’ın şirketi BMC alıyor. En son TSK’nin milyonlarca dolar değerindeki zırhlı araç ihalesini de BMC aldı ve “Kirpi” adı verilen araçlardan TSK’ye tam 529 adet üretilmesi için anlaşmaya varıldı.
Üçüncü boyutta ise rejimin “aile-devleti” karakteristiği bulunuyor. “Yerli Silah Sanayi”nin ve özellikle İnsansız Hava Aracı (İHA) ile Silahlı İnsansız Hava Aracı (SİHA) üretiminin en önemli şirketlerinden birinin varisi ve teknik patronu, bir süre önce Saray’a damat olarak gitti. Üstelik gazetelerde çıkan haberlere göre Genelkurmay Başkanı, bütün teamülleri yıkarak düğünde nikâh şahitliği yaptı. Böylece, bizzat iktidarın sahibi “aile” ve “ailenin reisi” de dünürler üzerinden yerli silah sanayinin ortaklarından biri haline gelmiş oldu.
“Yerli silah sanayi” mevzu bir yandan iktidarın propaganda araçlarından birini teşkil ediyor; iktidar “yerlilik ve millilik” iddiasını da, “güçlü devlet” iddiasını da, “yedi düvele karşı verilen ikinci milli mücadele” iddiasını da bunun üzerinden güçlendiriyor, ekonominin dışa bağımlılıktan kurtulduğuna dair –elbette ki doğru olmayan- mesajı da bunun üzerinden veriyor. Ancak mesele bununla sınırlı değil, “yerli silah sanayi” aynı zamanda rejimin ekonomi-politiği açısından da son derece önemli. Muazzam büyüklükteki fonları tek merkezden kontrol etme, büyük sermaye ile iyi ilişkiler kurma ve kendi sermaye sınıfını yaratma projesi açısından olmazsa olmaz bir nitelik taşıyor.
Velhasıl, “savaş”la “rejim” arasında varoluşsal bir ilişki var. Savaş siyasetini “millilik” adına destekleyenlerin de, savaş karşıtlığını soyut bir “barış” söylemiyle ve salt vicdana dayalı bir tutum olarak sergileyenlerin de bunu görmesi gerekiyor. Ortada politik bir durum var ve bunun karşısında politik bir tutum geliştirmek şart.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN