14 Şubat 2018 Çarşamba

Bir ‘hasbahçe’:Survivor - TAYFUN ATAY

Hafta sonu başlayan Survivor 2018’le ilgili altı çizilebilecek bazı hususlar var. Bir kere Survivor artık kendin pişir kendin ye, daha açık deyişle “kendi ünlünü kendin yap”  noktasına gelmiş görünüyor. 

Acun Ilıcalı, 3 yıl önce de yaptığı gibi bir “All Star” kadrosu oluşturmuş Dominik adasında. Kimlerden mi? Önceki yıllarda Survivor bünyesinde yarışmış “ünlüler”  ve “ünlenmiş gönüllüler”den... 

Acun artık piyasadan “ünlü” devşirmeyi bıraktı, kendi ünlüsünü kendi üretiyor. Başta gelen örnek, iki sezon üst üste şampiyon olmuş bir “maşist başyapıt”Turabi... 
Sonra yine Survivor’la ünlenmiş bir başka şampiyon, önceki “All Star”da da yer almış, şimdi üçüncü kez karşımızdaki Hilmi Cem... 
Ayrıca 2016 “Gönüllüler” takımı finalisti Damla... 
Ve yine önceki sezonlarda “Gönüllüler” kategorisinde karşımıza çıkıp artık hasbelkader kendilerine “ünlü” kredisi açılmış Sahra ve Murat... 


“Survivor ünlüleri” bunlardan ibaret değil. Ünlerini Survivor üzerinden “rektifiye”etmişler de var: Geçen sezonun ikincisi, milli boksör Adem
Önceki sezonlarda göz doldurmuş kadın atletler, Sema, Merve, Nagihan... 
Ve ilk (2011) Survivor “Ünlüler Gönüllüler”den, mesleki tanımlamaya oturtulamayacak  “komple” bir isim, Nihat Doğan... 
Ayrıca Galatasaray ve milli takım eski futbolcusu Ümit Karan; o da ikinci kez yarışmada. 

Survivor, artık bir “fabrika”, daha doğrusu başlıbaşına bir “endüstri”. Buna en tipik örnek ise yıllarca yarışmacı olarak tanıdığımız ama şimdi “Survivor endüstrisi”nin sunucu-yorumcu pozisyonunda ayrılmaz parçası Hakan Hatipoğlu
Tam bir “joker” Hakan ve bir “tecrübe abidesi” olarak kendisini önceki yıllarda hallaç pamuğuna çevirmiş maşist Turabi karşısında geniş, gevrek ve gevşek gülümsemelerle tekrar yarışmacı olarak karşımızda o da (kaçıncı kez adada olduğunu sayamıyorum!). 
Yıllar önce Acun’un “Ünlüler” takımına uygun aday bulmakta zorlandığını, daha çok “düşmüş” (unutulmuş) ünlüleri çekebildiğini ya da kamuoyunda herkesin tanımadığı isimleri ünlü kategorisinden önümüze koyduğunu yazmıştım. Önce telefon gelmişti ondan, sonra da mektup; “Biz bellibranşlarda emek verip yükselmiş olanları  kamuoyunda tanınmasalar da ‘Ünlüler’ takımına alarak bu sporlara ilginin önünü açmak istiyoruz” demeye getiren... 
Voleybolcuları, atletleri, jokeyleri kastetmekteydi. 


Şimdi bakıyorum Survivor 2018’in “All Star” dışı “Gönüllüler” takımına, tam da Acun’un bu tarif ettiği türden isimler var orada. Biri, milli atlet Nevin Yanıt: Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda, Akdeniz Oyunları’nda şampiyon, altın madalya sahibi, 100 metre engelli Türkiye rekortmeni... Birkaç yıl önce katılımı söz konusu olsaydı kesin “Ünlüler”  takımında görebilirdik onu. Ama şimdi, “Survivor başarısı” dışında bir hiç olan  “All Stars” kategorisindeki isimler karşısında onu “Gönüllüler”e yerleştirmiş Acun... 
Demek ki mektubunda bir zamanlar “ünlü” kategorisinde lanse etmekten dem vurduğu isimlere bile artık “Gönüllü” kategorisinde ancak yer açabiliyor o. 

O yüzden diyoruz ki Survivor artık kendi işini kendi gören bir “endüstri”; evet “MESH” (medya, eğlence, şov) endüstrisinin parçası değil, başlıbaşına endüstri... 
Ayrıca son birkaç yıldır iyice netleşti ki TV 8 de artık ağırlıklı olarak bir “TV 8urvivor”  durumunda. 
Peki, neden bir “Survivor TV” yapmaz ki Acun?! Yıl boyu böyle bir kanalı besleyecek malzeme rahat çıkar: “Gönüllüler” için ön elemeler; “Ünlüler”in belirlenmesi için kulisler, görüşmeler; önceki sezonlara katılanların hayatlarının nasıl akıp gittiği, vs... 


Son not, Nihat Doğan: 3 yıl önce tacize uğrayıp reddettiğinde katledilmiş   Özgecan Aslan’la  ilgili attığı tweet yüzünden o zamanki “Survivor All Star”   kadrosundan çıkartılmasının sorumlusu saydığı iki gazeteciye açtığı davayı kaybettiği şu günlerde 2018 “All Star”da Nihat!.. 

O, Özgecan’ın katlini giydiği mini eteğe bağlayarak hem akıllara ziyan, hem de dehşet verici şu tweet’i atmıştı: “Mini eteği giyinip, soyunup laik sistemin ahlaksızlaştırdığı  sapıklar tarafından tacize uğrayınca da bas bas bağırmayacaksın”. 


Tabii bu tweet’in etkisi “popüler” mecrada da büyük rahatsızlık yarattığı için Acun, işini sağlama bağlayıp Nihat’ı 2015 “All Star” kadrosundan son anda çıkarmıştı. 


Nihat bunun üzerine karşı tweet’leriyle şova gidememesinin sorumlusu saydığı iki kadın gazeteciye (herhalde şampiyon olacağı farzıyla!) “Onların yüzünden 600 bin TL’den mahrum kaldım” diyerek dava açmıştı. Bu dava sonuçlandı şimdi ve Nihat kaybetti. 
Ama mahkemede kaybettiyse şovda kazandı! Acun onu kadroya aldı; bakalım 3 yıl önceki “mahrumiyet”i de (600 bin TL) telafi edebilecek mi?! 


Sağ olsun pragmatizm: An itibarıyla yararlılığı olan her şey, ahlâken istendik-istenmedik hiç fark etmez, doğrudur onda... 

2015’te Nihat’ın Survivor’dan men edilmesi de “ahlâki” (Özgecan’la bağlantılı) değil, pragmatik temelde, kâr-zarar hesabı yapılarak karara bağlanmıştı. Bugün Dominik’e buyur edilmesi de aynı şekilde ahlâki değil pragmatik değerlendirmenin sonucu. 
Pragmatizm, kapitalizmin felsefesi... 

E, elbette Survivor da kapitalizmin hasbahçesi...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

TİP'i kuranlar solcu muydu? - HİKMET ÇİÇEK / ODATV

Bugün Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kuruluşunun 55. Yıldönümü.
“Türkiye İşçi Partisi, 12 sendikacı tarafından kuruldu.”
TİP’in kuruluşuna ilişkin neredeyse bütün yazı ve kitaplarda tekrarlanan bu yanlışı, Yıldırım Koç, "Yanlış-Doğru Cetveli/İşçi Sınıfı Tarihi Yazımında İnatçı Hatalar"  (Epos Yayınları, Ankara 2010) adlı kitabında düzeltiyor, doğrusunu gösteriyor.TİP, 11 sendikacı ve Kemal Türkler’in şoförü Adnan Arkın tarafından, bundan tam 55 yıl önce kuruluyor.
27 Mayıs Anayasası’nın yeni kurulacak partilerin seçimlere katılabilmesi için tanıdığı sürenin son günü 13 Şubat 1961’di. O gün yedi yeni parti kuruluşunu açıkladı. O partiler arasında genel başkanlığını Ragıp Gümüşpala’nın yaptığı Adalet Partisi ve genel başkanlığını Ekrem Alican’ın yaptığı Yeni Türkiye Partisi de bulunuyordu. “Millete Hizmet”, “Düstur”, “Güven” gibi bir süre sonra unutulacak olan tabela partilerinin yanı sıra, adının Türkiye İşçi Partisi (TİP) olan bir partinin de kurulduğu yazılıydı. Vatan ve Öncü gazeteleriTİP’in kuruluşuna daha geniş bir yer ayırmış, kurucuların adlarına ve yaptıkları açıklamaya yer vermişti.
İÇLERİNDEN SADECE 3’Ü SOLCU
TİP’in kuruluş bildirgesinde imzası bulunan Avni Erakalın, Şaban Yıldız, Kemal Türkler, İbrahim Güzelce, İbrahim Denizcier, Ahmet Muşlu, Rıza Kuas, Hüseyin Uslubaş, Saffet Göksüzoğlu, Salih Özkarabay, Adnan Arkın ve Kemal Nebioğlu Türk-İş’e bağlı İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin üyeleriydiler. Kurucular, partinin genel başkanlığına aynı zamanda İstanbul İşçi Sendikaları Birliği Başkanı da olan Avni Erakalın’ı seçtiler.
İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin Genel Sekreteri Şaban Yıldız, TİP’in de Genel Sekreteri oldu. Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Kemal Türkler Başkan vekilliğine, Lastik-İş Sendikası Genel Başkanı Rıza Kuas da Genel Saymanlığa getirildi.
Türkiye İşçi Partisi’nde Diyarbakır Milletvekili olan Tarık Ziya Ekinci, 7 Şubat 2016 günü CNN Türk’te yayınlanan “Sağım Solum Tarih” programında TİP’in kuruluşuna ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.Ekinci’ye göreTİP’i kuran sendikacılar arasında sadece Şaban Yıldız, İbrahim Güzelce ve Salih Özkarabay sola, sosyalizme yakın isimlerdi. Diğer kurucuların solla ilgisi yoktu ve kurdukları partinin gelecekte 15 milletvekili ile Meclis’te temsil edilecek sosyalist bir parti olacağının bilincinde değillerdi.
ÇALIŞANLAR PARTİSİ
1961 Şubat ayı başında Türk-İş Genel Sekreteri Halil Tunç, Türk- İş’in kurulacak partiyle bir bağının olmadığını açıklamış, Türk- İş Genel Başkanı Seyfi Demirsoy da kuruculuk önerisini kabul etmemişti. TİP’e karşı başka bir parti, “Türkiye Çalışanlar Partisi” düşünülüyordu. Bu girişim, başında Doğan Avcıoğlu’nun bulunduğu Yön dergisi çevresi tarafından destekleniyordu. Ancak sonuçsuz kaldı. Mehmet Ali Aybar, “Çalışanlar Partisi” kurma girişimini, Türk-İş’in, CHP’nin ve Yön dergisi çevresinin TİP’e karşı bir “tuzağı” olarak değerlendirmektedir.
TİP’İN BAŞINA AYBAR GELİYOR
TİP, 1961 seçimlerine girememişti. Öyle ki genel başkan Avni Erakalın, YTP listesinden bağımsız olarak aday olmuştu. TİP yönetimindeki sendikacılar bu işi götüremiyordu. Partinin başına getirilecek bir aydın aramaya başladılar. TİP’in genel başkanlığı için düşünülen ve teklif götürülen bazı isimler şunlardı: Cemil Sait Barlas, Prof. Z. F. Fındıkoğlu, Orhan Arsal, Sabahattin Zaim, Sedat Erbil, Yaşar Kemal, Prof. Sabri Esat Siyavuşgil, Esat Tekeli, Nadir Nadi, Esat Çağa. Cahit Talas. Partinin başkanlığı için düşünülen isimler arasında siyasal bir yakınlık olmadığı görülmektedir. Solcu olarak bilinen isimler olduğu gibi, muhafazakar kimlikli kişiler de vardır.
Ekinci’nin anlatımına göre sonunda, Şaban Yıldız ve İbrahim Güzelce’nin önerisiyle Şubat 1962’deo dönemde avukatlık yapan eski Devletler Hukuku Doçenti Mehmet Ali Aybar ‘a teklif götürüldü. Aybar kabul etti ve TİP, 9 Şubat 1962 günü Aybar’a teslim edildi. TİP’in bir sendikacılar partisi olmaktan çıkarak, sosyalist bir partiye dönüşmesi böyle başladı.
TKP ÜYESİYDİ
Mehmet Ali Aybar, çeşitli tevkifatlarda açığa çıkmamış bir TKP üyesiydi. Rasih Nuri İleri, Aybar için ‘Benim hücre sekreterimdi’ der. Nihat Sargın ise TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar’ın kendisinin yerine hazırladığı ismin Mehmet Ali Aybar olduğunu söyler.
Aybar, 1962’den 1969’a kadar TİP’in genel başkanlığı görevini yürüttü. 1965-1973 arasında iki dönem milletvekilliği yaptı. TİP, tüzük ve programından, günlük politikasına kadar Aybar’ın damgasını taşır. TİP’in çark/başaklı, Köylüye toprak/Herkese İş yazan ünlü amblemi de Aybar tarafından hazırlanmıştı. 1969’da bunun yerini, ünlü ressamımız Abidin Dino’nun eseri olan “adam” amblemi alacaktır.
SOSYALİST AYDINLAR TİP’E
Aybar, emekçi önderler ile sosyalist aydınları birleştiren bir çizgi izledi. Aybar’ınTİP’e genel başkan olmasından sonra, aralarında Behice Boran, Nevzat Hatko, Sadun Aren, Demir Özlü, Fethi Naci, Nazife ve Adnan Cemgil, Yaşar Kemal, Kemal Sülker, Cemal Hakkı Selek ve Yunus Koçak gibi isimlerin bulunduğu sosyalist aydınlar partiye katıldılar.
TİP, 1963 yılından başlayarak ülke çapındaki örgütlenmesine hız verdi, kitleselleşti. 1963’te yapılan yerel seçimlere TİP 9 ilde katıldı ve beklentilerin üzerinde bir oy aldı.
TİP ilk kongresini 9-10 Şubat 1964’te İzmir’de topladı. Parti bilim kurulunca hazırlanan ve son biçimi Aybar tarafından verilen program ve tüzük bu kongrede kabul edildi ve 1971 yılında parti kapatılana kadar değişmedi.
15 MİLLETVEKİLİ İLE MECLİS’E
1963, 1965, 1966 ve 1969 seçimlerinde, neredeyse her mahalleden, her köyden TİP’e oy çıktı. 10 Ekim 1965 genel seçimleri TİP için bir dönüm noktası oldu. Bütün oyların yüzde 2,7 sini (276 bin oy) alarak 15 milletvekili çıkardı. TİP milletvekilleri şu isimlerden oluşuyordu: Mehmet Ali Aybar, Rıza Kuas, Muzaffer Karan, Tarık Ziya Ekinci, Sadun Aren, Yahya Kanbolat, Cemal Hakkı Selek, Adil Kurtel, Behice Boran, Yunus Koçak, Şaban Erik, Yusuf Ziya Bahadınlı, Ali Karcı, Kemal Nebioğlu ve aslında TİP listesinden bağımsız milletvekili iken TİP’e katılan Çetin Altan. Senato’da ise partiyi, Millet Partisi’nden TİP’e katılan Niyazi Ağırnaslı temsil ediyordu.1966 yılında Cumhuriyet Senatosunun üçte birinin yenilenmesi seçimlerinde ise Fatma Hikmet İşmen TİP senatörü olarak seçildi.
27 MAYIS ÖNDERLERİNDEN KOMÜNİSTLERE KADAR
27 Mayıs Devrimi’nde Celal Bayar’ın Köşk’ten alınması operasyonuna katılan Tankçı Binbaşı Muzaffer Karan, Milli Birlik Komitesi üyesidir. MBK içindeki ayrışmadan sonra ‘14’lerin tasfiyesi sırasında Oslo’ya “sürgüne” gönderilir. Yurda döndükten sonra 28 Mayıs 1966 günü TİP’e üye olur ve milletvekili seçilir. Karan, 29 Ekim 1966 günü partisinden ayrılacak ve CHP’ye katılacaktır.
Cemal Hakkı Selek ise komünisttir. Şefik Hüsnü çevresindendir. Aybar’ın yakın arkadaşları arasındadır. Selek 1965-1969 yılları arasında TİP’in meclis grup başkanvekilliğini yapacaktır. Çetin Altan’ın TİP’e girişini de Cemal Hakkı Selek sağlayacaktır. “Sosyalizm fakir fukaraya merhamet duyma mesleği değildir çocuklar. Sosyalizm, insanlığın vahşet çağından çıkıp uygarlığa, sahici uygarlığa geçiş aşamasıdır” diyen Selek, Pınar Selek’in dedesidir.
TİP’in Meclis grubu, Türkiye’nin o zamana kadar ve daha sonra da görmediği bir parlamento manzarası ortaya çıkarır. İşçilerin ve emekçilerin hakları kıyasıya savunulur, geleneksel siyaset kalıpları yıkılır. Meclis çatısı altında saldırıya uğrayan da onlar olur. Solun her kesimini kucaklayan TİP, Türkiye sosyalist hareketin gelişmesine önemli katkılarda bulundu. Düzenin dışında seçenek arayan binlerce yurttaş TİP’e üye oldu.
SOSYALİZMİN VAZGEÇİLMEZ UNSURU
21 Ağustos 1968 günü Sovyetler Birliği, Varşova Paktı kuvvetleriyle birlikte Çekoslovakya’yı işgal etti. Sovyet yönetimi, Çekoslovakya’nın kendi egemenlik alanı dışına çıkmasını bu yolla önledi. İşgal, bütün dünyadaki sosyalist ve komünist partiler arasında büyük tartışma yarattı. Sovyet güdümündeki partiler işgale destek verirken, Çin, İtalya, Fransa ve İspanya komünist partileri işgale karşı çıktılar.
Çekoslovakya’nın işgaline Türkiyeli sosyalistlerin değişik kesimleri değişik tavır aldılar. Ancak işgale karşı en açık tutumu alan TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar oldu. Aybar, 23 Ağustos 1968 günü yaptığı açıklamada şöyle der: “Çek faciasının ortaya serdiği bir gerçekte; bağımsızlığın sosyalizmin vazgeçilmez bir unsuru olduğudur. Milletler kendi sosyalizmlerini kendi imkânları ile ve milli bağımsızlıklarına kıskançlıkla sarılarak kuracaklardır.
Ne Amerika, ne Sovyet Rusya, ne de herhangi bir başka devletin dümen suyu. Türkiye için tek çıkar yol kayıtsız şartsız bağımsızlık yoludur. Milli şeref ve haysiyet yoludur.” (TİP Haberleri, 1 Eylül 1968)
“Türkiye’ye özgü Sosyalizm” Aybar’ın üzerinde önemle durduğu bir sorundu. Mehmet Ali Aybar, her fırsatta şu görüşleri savunurdu: “Ulusal bağımsızlık önemlidir, Amerikan emperyalizmi de, Rusya peykliği de kabul edilemez. Sosyalizmin özü özgürlüktür, Sovyet tipi rejimlerde bir süre sonra devlete hâkim olan bürokrasi sosyalizmi bitirir.” Yaşanan gelişmeler Aybar’ı haklı çıkardı. Sovyet yanlıları TİP’ehakim oldu ve Aybar partisinden ayrılmak zorunda kaldı.
Hikmet Çiçek
13/02/2018



TİP’in kuruluş günleri (*) - Erinç Yeldan

Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşundan bu yana elli yedi yıl geçti. TİP’in tarihi, bir anlamda Türkiye işçi sınıfının bir sınıf olarak bilinçlenme tarihini anlatıyor. TİP’in kuruluş günlerine dair bu ilginç tarihçeyi ilk elden, partinin genel yönetim kurulu üyesi ve Kocaeli il başkanı avukat Şinasi Yeldan’dan dinledim. Şinasi Yeldan’ın aktardıklarını aşağıdaki satırlarda sizlerle paylaşıyorum:
***
İkinci Dünya Savaşı sonucu faşizmin yenilgisi ülkemizde yeni demokratik adımların atılmasını zorunlu kılmıştı. Çok partili yaşama geçiş, Cemiyetler Yasası’nın değişimiyle birlikte sendika kurma ve sendikalaşma olanağı doğmuştu. Ancak, sendikalara toplu iş sözleşmesi ve grev yapma hakkı tanınmamıştı. Bunun yanında sendikalar çeşitli baskılar altındaydı. Sendika liderleri ise neredeyse “doğal suçlu” konumundaydı. Tüm olumsuzluklara karşın işçi sınıfı sendikalarda örgütlenmesini sürdürmekteydi. 1952 yılında Türk-İş Konfederasyonu kurulmuştu. Sendikalar siyasetten dışlanmış ancak siyasi partilerce oy kazanımı amacıyla kullanılmaktaydı. O günlerde “silahsız asker” diye tanımlana gelen Türk sendikacılığının bu yapısı 27 Mayıs 1961 tarihli Anayasa’nın yürürlüğe girdiği güne kadar sürdü. Yeni anayasa, grevi “sosyal bir hak” olarak tanıyordu. Bu dönemde sendikalar büyük bir coşku ve birlik içinde meydanlardaydılar. 1961 Aralık ayında İstanbul’da Saraçhane başında on binlerce işçinin katılımıyla oluşan gösteri işçi sınıfı tarihinde önemli bir yer tutmakta olup işçi sınıfının grevli, toplu sözleşmeli sendikacılığa yasal olarak da kavuşmasını sağladı. 


İşçiler bu haklarını almakla da yetinmediler. Siyaset alanında da söz ve karar sahibi olmak için 13 Şubat 1961 tarihinde Türkiye İşçi Partisi’ni kurdular. İstanbul Sendikalar Birliği öncülüğünde 11 sendikalı işçinin ve bir şoförün kuruculuğu ile siyasal yaşamda yer alan parti, bütün yurtta yankılandı, ilgi gördü. 1961 seçimleri yaklaşmıştı. Ancak seçim yasasının aradığı “15 ilde,ilçeleriyle birlikte örgütlenmeyi” tamamlayamadığı için partinin seçime katılma olanağı olmadı. Bu arada parti başkanı Avni Erakalın partiden ve üyelikten istifa edip, Yeni Türkiye Partisi’nden bağımsız milletvekili olmak için aday oldu. İstifa bir bakıma koşullu idi. Milletvekili seçilemediğinde partiye geri dönmek istiyordu. Ancak, parti yöneticileri bu koşulu kabul etmediler; istifa kabul edildi. Parti başkansız kaldı. Başkanlık arayışları sürerken beklenmedik bir gelişme daha oldu. Türk-İş Başkanı Seyfi DemirsoyÇalışanlar Partisi isimli bir parti kurmak için faaliyete geçti. Oysa ki TİP kurulurken “kurucu olmam, ama ilk üye ben olurum” demişti. Demirsoy, Çalışanlar Partisi’ni şöyle savunuyordu: “TİP sadece sendikacılar tarafından kurulmuştur. Biz aydınları da aramıza alacağız. Parti 67 ilde örgütlenecek, Atatürk anıtlarına aynı günçelenkler konulacak...” 

Çalışanlar Partisi tüzüğü Sadun Aren ve Türkkaya Ataöv’ün katılımıyla hazırlanmış, basında da yankılanmıştı. Demirsoy ayrıca TİP’ten bir istemde bulunuyordu: TİP henüz genel kurulunu toplamamış olduğundan kurucular partiyi fesh etmekte yetkiliydiler. TİP kurucuları partiyi fesh edip Çalışanlar Partisi’ne katılmalıydılar. Parti kurucuları bölünmüştü: İlgisizler, fesih taraftarları ve fesihe karşı olanlar. Karşı olanlar azınlıktaydı. Tam da bu günlerde, Türk İş’in 22-29 Ocak 1962 tarihleri arasında Ankara’da çalışma meclisi toplantısı yapılacaktı. Toplantıya tüm illerden sendikacılar, bu arada parti temsilcileri de katılacağından partinin fesih veya devamı konusunun bu toplantıda ele alınmasına karar verildi. 

Çalışma meclisi, çalışmaları sırasında gündüz sendikalarla ilgili görüşmeler yapılıyor, akşam Tahir Öztürk’ün (fukara Tahir) İnşaat İşçileri Sendikası çalışma odasında (salon demek daha doğru) toplanılıp partinin kapatılma istemi ve diğer sorunları tartışılıyordu. Sert tartışmalar oluyordu. Kuruculardan sadece Yıldız Özkarabay Çalışanlar Partisi’ne karşı çıkanlar arasındaydı. Karşı duruş daha çok ve etkili biçimde parti tabanından geliyordu. Özellikle, Gaziantep, Adana, Kocaeli, İzmir, İçel ve Ankara illeri başı çekiyordu. Anadolu inançlı ve kararlıydı. Özellikle Gaziantep kuruluşu ile de özeldi. Şöyle '6Bi; Gaziantepliler eski küçük bir yapıyı onarırlar; duvarını, sıvasını, badanasını yaparlar; tabelasını yazıp asarlar. Ancak, ellerinde parti tüzüğü yoktur. Genel merkeze de ulaşamazlar. Yakın il Adana’ya başvururlar. Adanalıların verdikleri yanıt ilginçtir: “Partiyi kuranlar bizim işçi arkadaşlarımızdır. Partiyi kurun”. Zira Adanalıların da ellerinde tüzük yoktur. Ayrıca kuruluşları için genel merkezden de kimse gelmemiştir. Gerçekte çoğu il de böyle kurulmuştur. Tartışmaların en hararetli döneminde Gaziantepli bir partili şöyle der: “Biz ekini ektik, (göğsünü göstererek) bu boya getirdik, davara yedirmeyiz”. 

Kuruculara rağmen partinin tabanı direnir, partinin kapatılması oyununu bozar; varoluşunu sağlar. Türkiye İşçi Partisi 1961’in 13 Şubat’ında doğar. Partinin aşağıdan yukarı doğru kuruluşunun kanıtı da budur.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

*23 Şubat 2011 tarihli Cumhuriyet Ekonomi Politik yazısından alınmıştır.

Suriye’de net resim - Ceyda Karan

Suriye’de yeni seney’le ‘toz-duman’ görüntüsü altında girilse de gayet net seçilebilen iki buçuk cephe var. 
İlki; Rusya, Suriye, İran ile Lübnan Hizbullah’ı. 
İkincisi; ABD, İsrail, geride duran Körfez hattı ile Ürdün. 
Ortada iki hasım güç; Birinci cephede gibi görünürken, ikinci cephe ile anlaşmak arzusundaki Ankara. İkincisi de stratejik tercihini ABD’den yana yaparak ikinci cephede bulunsa da birinci cepheyi kollayan Suriyeli Kürtler-PYD/YPG.

***
Bu cephelerde son günlerde asıllar ve vekiller üzerinden bir dizi provokatif vaka yaşandı. 
İdlib’de 3 Şubat’ta el Kaide unsurları MANPADS’lerle Rusya’nın S-25 uçağını düşürdü. 
Kuzeydoğu hattında Deyr ez Zor’da 7 Şubat’ta Suriye hükümetine bağlı Arap aşiretler ve Rus milisler enerji kaynaklarını SDG’den geri almaya çalışırken ABD’nin ‘meşru müdafaa’ iddialı saldırısına uğradı. 
Afrin’de 10 Şubat’ta Türkiye’nin helikopteri düşürüldü. 
Son olarak İsrail, yine 10 Şubat’ta Golan bölgesinde bir İran İHA’sının sınırı ihlal ettiği iddiasıyla Suriye’yi vurdu. Ama Suriye hava savunması bir F-16’sını düşürdü. 
Sonuncusu İsrail’i de aşıp ikinci cephenin vaziyetinin resmini veriyor.

***
Tarafların pozisyonlarına göre aktarımları farklı olsa da İranlı kaynakların ‘tuzak’ beyanından çıkan resim şu: 
İsrail, ilhak ettiği Golan sınırında -geçen haftaki yazımda aktardığım- kol kanat germiş olduğu cihatçı unsurları gözleme faaliyeti için gönderilen İHA’yı derhal tespit edip vurdu. İsrail uçakları Suriye içlerinde İHA üssü olduğu düşünülen T4 dahil bir dizi yeri vurmaya giriştiğinde tatsız bir sürprizle, Suriye hava savunmasının yoğun ateşiyle karşılaştı. Bir F-16’ları vuruldu. Paraşütle atlayan iki İsrail pilotu yaralandı. Rivayet o ki, ikinci bir jet hasar gördü. 
‘Görünmez’ denilen F-16’yı biraz ‘antika’ kalan S-200’lerin (NATO’daki ismiyle SA-5) vurduğu söyleniyor. Her halükârda bu 1980’lerden beri bir ilk. İsrail krizin başından beri defalarca Suriye hava sahasını ihlal edip tehdit gördüğü hedefleri vuruyordu. Bu kez ‘bedelsiz kalmaz’ yanıtını aldı. Bu İsrail için Ortadoğu semalarında hava üstünlüğünün sonu manasına geliyor.
***
Suriye’nin bu hamleyi Rusya’dan habersiz yapması imkânsız. Zira hava sahasının kontrolü Rusya’da. Ancak kendi güvenlik çıkarları doğrudan söz konusu değilse sakin duran ve askeri gücünü kapsamlı siyasi çözüm için kullanmakta kararlı olan Rusya, güneyde aleni cephe arzulayacak değil. Nitekim krizi durduran Moskova oldu. İsrail Başbakanı Netanyahu, Rusya lideri Putin ile görüştü. Üstelik Rusya açıklamasında ‘taraflar tehlikeli bir kargaşaya sürüklenecek bir adımdan kaçınmaya’  çağrılırken İsrail’in ‘kendini savunma’ söylemi benimsenmedi. 
Netanyahu, Putin ile Soçi Ulusal Diyalog Kongresi sırasında da Moskova’ya gidip görüşmüştü. Uçağını yitirmesi Rusya’yı İran’dan uzaklaştıracak türden bir sonuç alamadığının net göstergesi oldu.
***

İsrail elbette ABD’den her zamanki sözel desteği aldı. Ama ABD’nin şu anda ötesine gücü yetmez. Suriye’nin kuzeydoğusunda ittifak ettiği Kürtler ile NATO’daki müttefiki arasında sıkışmış halde. Kürtlerle ittifakı Ankara’yla bela yaratıyor. İran’ı hedefe koyan stratejisinden hareketle tümüyle Türk hükümetiyle ittifak etse, Ankara’nın sahada denge değiştirici gücü yok. Rus Su-25’inin düşürülmesi sonrası Rusya’nın Türkiye’ye hava sahasını beş gün kapatması ‘sınırı’ göstermişti. 
Ayrıca ABD Batılı düşünce kuruluşlarında ‘Türkiye’yi yitirme’ söylemlerine karşılık, Ankara’nın Rusya safına geçmeyeceği de biliniyor ama neo-Osmanlı gündemini Kürtlerle uyumlulaştırılamıyor.
***
ABD’nin rejim değişikliği hedefi boşa çıktığından beri ‘kaos stratejisiyle’Suriye’ye tutunma, istemediği türden çözüm ve barışa mani olma çabası artık en sıkı müttefiki İsrail’i de tehlikeye sokuyor. İsrail sınırın dibinde bir İran ile Hizbullah’la karşı karşıya, Filistin örgütleri dahil yeminli düşmanları buluşuyor. 

Suriye savaşı tıpkı Türkiye gibi İsrail için de daha büyük belalar yarattı. Türkiye’dekilerin aksine İsraillilerin realist tutumu Netanyahu’ya rağmen baskın gelmezse, durum parlak değil.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

13 Şubat 2018 Salı

Liberalin son yolculuğu - ORHAN GÖKDEMİR

Christopher Caudwell 1907’de doğdu. Eğitim gördüğü Papaz Okulu’nu on altı yaşında terk etti. Bir gazetede üç yıl muhabir olarak çalıştı. Sonra Londra’ya döndü ve bir havacılık yayınları şirketine yazar olarak girdi. Oradaki yazarlığı sırasında devamlı değiştirilebilen bir vites icat etti. Havacılık üzerine ders kitaplarının yanı sıra, polisiye romanlar, şiirler, hikâyeler yayımladı. Daha yirmi beşinde değildi bunları yaparken.
Yirmi yedisinde Marksizm’le tanıştı. Yirmi sekizinde ilk önemli romanı, “This My Hand”i yazdı. İngiliz şiiri üzerine kapsamlı bir inceleme olan “Yanılsama ve Gerçeklik”i yazmaya girişti sonra. O sırada Komünist Partisi’nin Poplar örgütüne girdi. Bir yandan işçi olarak çalışıyor, bir yandan durmaksızın yazıyordu. “Fiziğin Krizi” de o günlerin getirisi oldu.

Yirmi dokuzuna bastığında İspanya İç Savaşı patlamıştı. Partinin Poplar örgütü, kısa sürede bir cankurtaran arabası satın alacak kadar para toplamayı başardı. Satın alınan arabayı İspanya’ya götürüp direniş hareketine teslim etmek üzere genç Caudwell’i görevlendirdiler. Caudwell görevi tamamladıktan sonra gönüllü savaşçılardan oluşan Uluslararası Tugay’a katıldı. Makinalı tüfek eğitmeniydi. Yoldaşlarına geri çekilmek için zaman kazandırmak için makinalının başında tek başına direnişe geçti. Faşistler tarafından öldürüldüğünde 30 yaşındaydı.

Caudwell bir komünist olarak yaşadı ve öldü. Kısacık yaşamına sığdırdığı romanları ve havacılık üzerine yazdığı ders kitapları dışında yazdıklarının tamamı ölümünden sonra yayımlandı. “Yanılsama ve Gerçeklik” ve “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” Türkçede var. “Fiziğin Krizi” ne yazık çevrilmiş değil.

Yaşamı ve eserleri Türkiye’de iki kitaba ilham verdi. Biri benim ilk kitabım “Ölen Bir İdeoloji Üzerine İncelemeler”dir. Adı Caudwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler”ine bir saygı duruşudur.  İkincisi Murat Belge’nin “Marksist Estetik-Christopher Caudwell Üzerine Bir İnceleme”sidir. Doçentlik tezidir ve Caudwell’e bir reddiyedir. Hayat çoğu zaman işte bu kadar nettir!

                                                                 ***

Weberyan bir terimi ödünç alarak söylüyorum; Murat Belge, Türkiye’deki liberal zihniyetin “ideal tip”idir. Laikliğe ve cumhuriyete düşmandır. Devrimlerden ve devrimcilerden nefret eder. İşçi sınıfı onun için bir karikatürden ibarettir. O bir aydın değil, entelektüeldir. Bilgisini bir aydın gibi değil, bir mühendis gibi kullanmaya çabalar. Ama gelin görün ki, kendisi ve dergisi 1970’li yıllardan beri ülkedeki resmi ideolojinin değirmenine su taşımaktadır. Birikim dergisi, devletin sadece solcuları vurmaya ayarlanmış bir gizli silahı gibidir yayınlanmaya başladığı günden bu yana.
Hoşlanmadıkları hemen herkesi jakoben olmakla suçlamalarına karşın gerçek jakobenler onlardır!

Bu dergi 1987’de yayına yeniden başladığında, tuhaf bir şekilde dümeni “Avrupa  solu”ndan “İslamcılığa ve milliyetçiliğe” kırmıştı. “İslamcı aydınlar”ı (Nasıl bir şeyse!) dağarcığımıza sokan onlardır. Yazıp çizdikleri şeyler, 12 Eylül generallerinin topluma yedirmeye çalıştığı “Türk-İslam Sentezi”nin sol için ezilip yutulabilir hale getirilmiş versiyonuydu. Bunların yanı sıra ülke tarihinin çarpıtılmış bir versiyonu üzerine geniş bir azınlık mağduriyeti külliyatı geliştirdiler. Kemalistler darbe yapıp, İslamcı, Kürt, Ermeni kim varsa ezip geçmiş, zulüm yapmıştı. Sosyalizm yıkılıp gitmişti, özgürlüğün ideal hali piyasa mekanizmasıydı ve kaynağı Batıydı. Antiemperyalizm çocukluk hastalığı, Aydınlanmacılık bir ham hayalden ibaretti. Yeni dönemin ruhu “özgürlükçülük”, “İslamcılık” “çok kültürlülük”tü.

Bir umacıya dönüştürdükleri Kemalizm nihayetinde yoksul halka ışık götürme çabası, onunla yakınlaşma hissiyatıydı hâlbuki. Küçümsediler ve karaladılar. Cumhuriyet ve laiklik bu halkın başına gelmiş en büyük şansızlıklardan biriydi, öyle yazdılar.

                                                                   ***
Can Dündar dizaynı Cumhuriyet gazetesi, malum, küçük Murat Belgelerle dolu. Onun gazetenin başına musallat ettiği Nuray Mert’ten uzun uğraşlar sonucu kurtulduk ama başta Aydın Engin ve Ahmet İnsel olmak üzere Cumhuriyet’teki liberal çete hâlâ hükmünü sürdürüyor. Bir ara Murat Belge’ye bile açtılar gazetenin sayfalarını. Yazdı o da hepimizin aklıyla alay eder gibi… 
Türkiye Cumhuriyeti'nin genel olarak gelenekle arası hoş değildi, çünkü çeşitli nedenlerle Osmanlı geçmişinden uzaklaşmanın iyi olacağına inanılmıştı. Bu tavır, İstanbul Ramazan'larını da sekteye uğratmıştı. Hâlbuki Osmanlı'da Ramazanları daha hoşgörülüydü. Bu genel dindarlaşma başka her şey gibi hemen siyasetle buluştuğu için bir süredir “oruç tutmayan filanca dövüldü” türünden haberler okuyor veya dinliyorduk. Ölüm olayı bile görülmüştü ki çok fenaydı bu. Hâlbuki Osmanlıda bambaşka bir özgürlük âlemi hüküm sürmekteydi. Teokratik Osmanlı düzeninde göz önünde oruç yiyeni bekçi alır götürür, falan, olurdu böyle şeyler. İslamcılığı temel siyaset yapmış Abdülhamid zamanıydı netice itibariyle…

Adını Cumhuriyetten alan Cumhuriyet gazetesinde bunları yazma cüreti gösterebilen Belge, yakın zamana kadar AKP'nin önde gelen destekçilerindendi. Cemaatin operasyon gazetesi Taraf yazarı, bugünlere gelmemizin kırılma noktası 12 Eylül referandumunda "evet" kampanyasının şampiyonu, iktidarın "Akil Adam" projesinin aktörü aynı zamanda. Cumhuriyet gazetesini de hedef alan Ergenekon ve Balyoz davalarının şakşakçısı, Cemaatin Abant toplantılarının daimi elemanı. Öldürülen Hopalı öğretmen Metin Lokumcu’ya “Ergenekoncu” demişliği,  Taksim’de 1 Mayıs kutlama girişimini "darbe teşebbüsü" saymışlığı, "yargıyı dedeler yönetiyor" diyerek Alevileri hedef göstermişliği var. İçeriksiz, derinliksiz Cumhuriyet ve Kemalizm nefretiyle yoğurup yazdığı kitap, makale, Birikim-Radikal-Taraf yazıları ile solumuzun önemli bir bölümünü zehirledi, komaya soktu. Müthiş bir başarı hikâyesidir!

                                                                     ***

Yıl 2016. Cumhuriyet gazetesi, "Türkiye nereye koşuyor, çıkış nerede?" başlığı ile bir yazı dizisi başlattı ve mikrofonunu “aydınlara” uzattı. Bu isimlerden biri Murat Belge’nin uzatmalı yoldaşı, Birikim Dergisi kurucularından liberal “yetmez ama evetçi” Ömer Laçiner’di. "Türkiye tam teşekküllü bir diktatörlüğe doğru koşuyordu” dediğine göre. Oysa aynı Laçiner, 2002 yılında AKP'nin iktidara gelişini "Muhafazakâr demokrat İnkılap 1946-1983 ve sonunda 3 Kasım" manşeti ile Birikim Dergisi'nde kapağına taşımıştı. Hem tam teşekküllü diktatörlük olsa ne olmasa ne? 
Biliriz, liberaller birer hacıyatmazdır.
“Hiç mi halkın hayrına işleri yok” diye soracaksınız. Olmaz mı? AKP’nin Mehmet Metiner’ini ve HDP’nin Altan Tan’ını, Yasin Aktay’ını üzerimize salanlar bunlar. Bir söyleşide eskiden sosyalist olduğunu, ancak Ahmet İnsel ve Murat Belge okuduktan sonra AKP'li olduğunu söylemişti; Muhsin Kızılkaya onların eseri. “Başdanışman” Cemil Ertem, “hepdanışman” Hilal Kaplan Birikim’in sayfalarında üretilip üzerimize boca edildi. Saymakla bitmez…

Liberal dediğimize bakmayın, durumu karşılayacak başka bir sözcük icat edemediğimizden ödünç alıp kullandığımız bir kavram bu. “Okuryazar mürtecilerdir” sözünü ettiğimiz. Ülkede düzeni ayakta tutmak için zorunlu olan karşı devrim örgütlenmesinin gönüllü ideologlarıdır. Düzenin solu kirletme, ahlakını ve aklını bozma ajanlarıdır.   

Laikliği elbirliği tepelediler ve cumhuriyetin gerici güruh tarafından yıkılışına destek verdiler. O yıkıntıda din destekli saf bir faşizm yeşeriyor şimdi. Demek ki okumuş mürteciler için sıvışma zamanı. Nitekim Murat Belge’nin de Oxford Üniversitesi'nin “Risk Altındaki Akademisyenler” kadrosuna başvuruda bulunduğunu haber verdiler birkaç gün önce. Okuryazar mürteciinin son yolculuğudur.

                                                                   ***

Bunca kavgadan, bunca zulümden, bunca kayıptan sonra hala böyle yazılar yazmak zorunda kalmak ne acı. Yazıyoruz, çünkü zehirlediler solumuzu. Bunları solcu, şunları muhalif, onları aydın sananlar var aramızda.

Şimdi bir Christopher Caudwell’e bakın gönül gözüyle, bir dönüp ona reddiye yazan Murat Belge’ye…

Bazıları bir komünist gibi yaşar ve ölür, bazıları zoru görünce batan geminin fareleri gibi sıvışır. 

Hayat çoğu zaman bu kadar nettir.

Orhan Gökdemir / SOL

Yine kandırıyorlar- AYDEMİR GÜLER

Erdoğan “Reis - bizi - Afrin’e götür” diye seslenenlere inanmak istiyor.
Götüreceğim, demiş yanıt olarak. Afrin deyince akan sular durur, manasına “Afrin deyince bu millet hazır”mış. Erdoğan inanmak istiyor. Arkasında büyük ve inanmış kalabalıklar olduğuna hangi lider inanmak istemez?
AKP için bu, bir ara kısmen gerçekleşmişti. Ama şehit olmaya hazır olmak biçiminde değil.

“Şimdi bizim sıramız geldi” diye tarif etmek daha doğru olur. Kendilerini Tüsiad takımının yanında hayli ezik hisseden tarikat holdingleri biz de süper lige çıkacağız ve onlar kadar biz de kazanacağız diye heyecanlandılar ve Erdoğan’a para için inandılar.
Tüsiad türü zenginlerde inanç biraz zayıf oluyor. Ama onlar da, cool bir tavırla, “evet demişlerdir, bu İslamcılar milleti zekatla geçinmeye ikna edebilirler ve üstelik devlette yuvalanıp işimizi yavaşlatan birtakım bürokratları da din, iman diye diye süpürebilirler. Kırk yıldır istediğimiz bu değil miydi?” Doğrusu, inanmışlık sayamasak da çok güçlü bir destekti.

Emperyalistlerin de kendisine inandığını, Büyük Ortadoğu’nun ortağı yapıldığını anlattı adamcağız uzun süre. Sonra Medeniyetler İttifakının eş başkanı mı ilan etti kendini, nedir… Ama emperyalistler de inanç hepten yoktur. Biri olmadı mı; sifonu çekerler, olur biter. Sıradaki gelir.

Erdoğan’a inananlar arasında bu sıralar memleketten müsaade isteyen Belge tipi liberaller var mıydı? Bana sorarsanız, bunlar yobazlar kalabalığından demokrasi çıkacağına, tarikatların sivil toplumu oluşturabileceğine falan inanmış olamazlar. Daha kötüsü! Bunlar dünyanın bu zamanında egemenlerin isteklerinin önünde durulmaması gerektiğine, anlattıkları büyük dönüşümden parsa kapmaya çalışmanın daha rasyonel olduğuna kanaat getirmişlerdi. Ulus-devlet demode olmuştu, sosyalizm ölmüştü, sınıf kavramı açıklayıcı değildi, parti olmayan partiler, sendika olmayan sendikalar çağına geçiş için paranın ve dinin ittifakı iyi giderdi. Bu ittifakın ihtiyaç duyduğu ideoloji de Kuran’dan çıkmayacağına göre liberal aydının paraya para demeyeceği fırsatlar zamanının şafağı söküyordu. Belge ve benzerleri taammüden ve hiç inanmadan iş gördüler.
Peki Erdoğan’a geniş halk kitleleri, yığınlar, yani oy veren veya meydanları tıka basa dolduranlar inandı mı hiç?
Bu soruya hayır demek haksızlık olur. Elbette belli ölçülerde inandılar. Ama olayı tersinden abartmanın da manası yok. Bunlara, oy vereceğin parti kazanamayacak, artık bitti dense, anında “ben anlamıştım zaten” derler. Zaten çok ileri gitmişti, bu kadar da olmaz ki diye bütün kahvehanelere, bütün cami avlularına dağılırlar…

Bunların “her daim Reisin yolundayım” diyenleri, ben dersem hakikaten hakaret sayılır, kendi tabirleriyle “g… kılı” sınıfındandır. İtaat ve inanmışlık bekleyen bir lider bundan hoşnutluk duyabilir. Ama her lider bilir ki söz konusu güruh bir kuru kalabalıktır. Kaç milyon olurlarsa olsunlar üflesen dağılırlar. Sayılarından bağımsız olarak siyasi ve toplumsal bir güç oluşturmazlar. Binde, on binde birleri kadar ama ne yaptığını bilen bir güçle karşılaşınca dağılıp giderler. Bunu her lider bilir.

Başka, başka… Düşünüp duruyorum ve Erdoğan’ın da her lider gibi çok arzu edeceği inanmış kalabalıklarla, bunca yıllık siyaset hayatında kaç dakika buluştuğunu tam kestiremiyorum. Parayla satın almak, terbiye etmek, çıkar ortaklığı… bunlar “inanarak bağlanmayı” anlatmıyor.
Hiç yok demiyorum ve kuşkusuz dinselleşmenin bir ölçüde böyle bir bağ yarattığını reddetmiyorum.

Ama onun da nereye kadar süreceği bellidir. Evladının mezarının başında bir sandalyeye çökmüş şehit babası, şehitlik mertebesi için sırıta sırıta sıraya girdiklerini ilan eden devlet erkanının yalanını görmüyor olabilir mi? Afrin deyince herkes hazırmış! Afrin’in sıradan insanların ve onların ülkelerinin çıkarlarıyla uzak yakın bir alakasını kurabilen ve kurduğu ilişkiye inanan bin kişi çıkmaz!

O yüzden Erdoğan Suriyeli paralı askerlerden sonra paralı korucu aşiretlerine yüzünü çevirmektedir. Bir düzenli ordu, isterse Hulusi Akar’ınki olsun, toplumu ikna ihtimali sıfır çeken bir operasyonu yürütemez. AKP’nin, artık parayla savaştırmaktan başka kabiliyeti kalmamış bulunuyor. Parayla bağırttırıyorlar: “Reis – bizi – Afrin’e götür.”

Tayyip Erdoğan, bunlar seni kandırıyor. Seni kandırmaları için bunlara para veriyorsun. Fazla sürebileceğine sen inanıyor musun?

Aydemir Güler / SOL

Latin Amerika solu ve seçimler - HAYRİ KOZANOĞLU

Latin Amerika daima dünya solu için umut ve ilham kaynağı ola geldi. 2000’li yılların başında yükselen“sol dalga” birbiri ardına Güney Amerika ve Orta Amerika ülkelerinde “sol hükümetleri iktidara taşırken” süreç “Latin Amerika’nın İkinci Bağımsızlığı”diye de adlandırıldı. 

Birinci bağımsızlık İspanya’nın boyunduruğundan kurtulmak ise, ikincisi de Amerikan egemenliğine ve Ortodoks neoliberal reçetelere baş kaldırmaktı. Bilindiği gibi Özallı yıllarla birlikte Türkiye’de de ekonominin köşe taşını oluşturan Friedmancı öğretinin, laboratuar ülkesi Chicago Boys marifetiyle Şili’ydi.

Şimdilik Latin Amerika’nın sola yürüyüşü duraklamış görünüyor. Yaşanan süreç, sol söylemlere sahip olmasına, büyük ölçüde emekçi kitlelerin desteğine dayanmasına, yer yer anti-emperyalist çıkışlarına karşın“pembe dalga” diye adlandırıldı. Çünkü, evet bir yandan geniş halk yığınlarının yüzünü güldüren bölüşüm politikaları uygulandı; yoksulları gözeten sosyal programlar hayata geçirildi. Ama öte yandan güç ve mülkiyet ilişkilerini değiştiren, kalıcı toplumsal örgütlenmelerle halk kitlelerini iktidarın gerçek sahibi haline getiren“radikal” hamlelerden kaçınıldı. Uruguaylı siyaset bilimci Eduardo Gudynas bu modele“telafi edici devlet” adını veriyor; kaynak sorununu güçlü emtia fiyatlarıyla çözen ilerici hükümetler, bölüşümü emekçiler lehine düzenlerken, mevcut sınıf yapılarını değiştirmeyi veya karlılık ve mülkiyet rejimlerini karşılarına almayı göze alamıyorlar.
Latin Amerika’nın doğal kaynaklarının bol ve tarım potansiyelinin yüksek oluşu göz önüne alınırsa, yüksek seyreden emtia fiyatları sol yönetimlerin kitle desteğini korumasını sağladı. Ne var ki çoğunlukla“millileştirme” adımları yerine, yabancı sermayeyle iş tutma yolu yeğlendi. Son yıllarda başta petrol, temel mal fiyatlarındaki düşüş de sol yönetimlerin popülaritelerini sarstı ve birbiri ardına seçim başarısızlıkları gözlenmeye başlandı.

Dünya solunun esin kaynağı Latin Amerika
Örgütsel formlarıyla da Latin Amerika’daki direnişler, Gezi Ayaklanması dahil tüm dünyadaki sokak hareketlerine esin kaynağı oldu. Jacobin dergisinde Jeffery R. Webber bu dinamiği şöyle betimliyor:
2000 ve 2005 arasında Latin Amerikalı toplumsal hareketler doğrudan eyleme ağırlık verirken, tabanda katılımcı demokrasiyi ve politikanın profesyonellerin uğraşı olmaktan çıkarılmasını da benimsediler. Meclis formu, müzakereci yöntemlerle karar verme zemini haline geldi. Halk örgütlenmeleri, devletle çatışmak ile öz yönetimin yeni formlarını inşa etme pratiğini birleştirerek neoliberalizm sonrası, bazı örneklerde kapitalizm sonrası, özlemini duydukları toplumların ilk nüvelerini yaratmaya yöneldiler. ( Jeffery R. Webber, Down But Not Out, Jacobinmag, 19.05. 2017 ) .


Sol hükümetlerin iş başına gelmesiyle toplumsal hareketler yönetim aygıtının bir uzantısına dönüşmekle, radikal özlerini korumak arasında bocaladılar; çoğu örnekte etkilerini ve kitleleri mobilize etme kapasitelerini yitirdiler.
Arjantin’de ve Şili’de bizzat zengin iş adamlarının başkan seçilmesi, Brezilya’da Dilma Rouseff’in“darbeyle”azledilmesiyle birlikte, Latin Amerika’nın sağa savruluş süreci ivme kazanmış görünüyor. Bu durumdan uluslararası sermaye çevreleri ve Financial Times, Wall Street Journal benzeri küresel sermayenin yayın organları haz duyuyor. Örneğin, Financial Times geçtiğimiz hafta yayınladığı Latin Amerika dosyasında, “sağ ve sol” popülizme dikkat çeker, yolsuzlukla mücadelenin önemini vurgularken, aslında “neoliberal programları” uygulamaya teşne “merkez sağ” seçeneklere çiçek uzatıyordu. (Financial Times 8 Şubat 2018)

Latin Amerika uzmanı Marksist sosyolog James Petras’ın sistematiğini benimsersek, bölgedeki sağa çark etme dinamiğini üç kategoriye ayırabiliriz: Sağ radikalizmin yükselişi, merkez soldan merkez sağa kayış ve soldan merkeze yöneliş. (James Petras , Official website, Latin America : The Pendulum Swings to the Right, 12.19.2017 ).

Sağ radikalizm
Bu eğilimin Arjantin’de Mauricio Macri’nin seçilmesiyle ivme kazandığı söylenebilir. Macri popülist söylemleriyle sade yurttaşların da bir kısmının desteğini kazanmasına karşın, doğrudan“zengin dostu” neoliberal politikaları benimseyen, emperyalistlerle ekonomik ittifaklar ve askeri stratejiler konusunda yakın işbirliği yapan bir figür. Christina Kirchner dahil muhalefet güçlerine baskı uygulayıp, politik tasfiyelere girişmesiyle de otoriter yüzünü gösterdi. Böyle giderse, geçmişte“barikatlardaki direnişlerle”   ülkede  “devrimci durum” yaratmış emekçi kitleleri öfkelendirerek, yeniden harekete geçmek için tahrik etmesi beklenebilir.

Bölgenin iki büyük ülkesi Brezilya ve Meksika 2018’de seçimlere sahne olacak.
Brezilya’da Başkan Dilma Rouseff sağ bir komplo sonucu azledilerek, yerine çok sayıda mali ve politik yolsuzluğa bulaşmış Michel Temer monte edildi. Ekim 2018 seçimleri için, halk kitleleri nezdinde hala popülaritesini koruyan, kamuoyu yoklamalarında açık ara önde giden Lula da Silva’nın önünü kesmek için her yol mubah kabul ediliyor. Lula’ya yöneltilen yolsuzluk suçlamasının hiçbir maddi temeli ortaya konulamadı. Rüşvet kabilinden kabul ettiği iddia edilen yazlığın mülkiyeti kendine ait olmadığı gibi, aileden hiç kimsenin bu mekana ayak bastığı da kanıtlanamadı.Merkez sağın adayı Doria’nın“düşük vergiler, esnek emek politikaları, radikal özelleştirmeler”  şeklinde“sermaye programı” medya desteğine karşın rüzgar estiremedi. Açıkça askeri yönetim yanlısı, komünizm düşmanı emekli yüzbaşı Bolsonaro ise, aniden popüler bir figür haline de gelse, Lula’ya ciddi bir rakip kabul edilmiyor.

Meksika’da da, Temmuz’da düzenlenecek başkanlık seçimleri için, sol aday, Meksika City eski belediye başkanı Lopez Obrador önde görünüyor. Daha önce seçimlere hile karıştırılmış olduğu, özellikle 1988’de ve 2006’da sol adayla Cardenas ve yine Obrador’un zaferlerinin gasp edildiği biliniyor. Meksika’da Obrador’a destek veren emekçiler, sendikalar bir kez daha narko-devletin devreye girip, seçimi çalmasından endişe duyuyor.

Kısmi farklılıklara karşın, Kolombiya, Peru, Paraguay, Guatemala, Honduras ve Şili’de de, ABD emperyalizminin dümen suyunda sağ iktidarlar bulunuyor.

Merkez soldan sağa kayış
Bu kategoride Ekvator ve Uruguay’ı sayabiliriz. Ekvator, Rafael Correa döneminde, Bolivya ve Venezuela ile birlikte“umut ekseninde” yer alıyordu. Uruguay da, Türkiye ziyaretinden tanıdığımız “yoksul başkan”Jose Mujica yönetiminde, kamu yatırımları ve sosyal reformlar temelli sol politikalara imza atmıştı. Sol cephedeki dağınıklık ve kopuşlar sonrası, Uruguay’da Tabare Vazquez’in “Geniş Cephesi” ile Ekvator’da Lenin Moreno’nun PAİS İttifakı neoliberal ekonomi politikalarına yöneldiler. Her iki ülke de Şili’nin yanında Trans Pasifik Ortaklık anlaşmasına imza attı. Açıkçası düşen metal ve tarım ürünü fiyatları da kamucu programların uygulanmasını zorlaştırdı.

Soldan merkeze yöneliş
Bolivya Evo Morales liderliğinde sağı püskürtme ve sandık başarılarını sürdürme anlamında başarılı oldu. Yalnız zamanla, yabancı sermayeye tavizler vererek ve Latin Amerika’nın sağ rejimleriyle sıcak ticari ilişkiler geliştirerek“karma ekonomiye”yöneldi. Toplumsal hareketleri canlı tutmayı başarması ise, hanesine başarı olarak yazılıyor.
Venezuela’ya gelince, Chaves sonrası Maduro döneminde yolsuzlukların ve beceriksizliklerin yaygınlaştığı bir gerçek. Ülkenin temel zenginlik kaynağı petrol fiyatlarının düşük seyretmesi de yaşam standartlarını geriletti, sosyal programların uygulanmasını zorlaştırdı. Buna karşın, çete saldırıları düzenlemekten geri durmayan, ülkenin zengin oligarşisine dayanan, emperyalizm güdümlü“kirli muhalefete” karşı seçim başarıları sağlandı. Gecekondulardaki yoksul mahallelerin arkasında durduğu Maduro’nun toplumsal desteğinin özellikle eğitimli kesimlerde gerilediği gözleniyor.
Tüm karamsar atmosfere karşın, önce Meksika’dan ardından Brezilya’dan gelecek solun seçim başarısı haberleri bir anda Güney’deki psikolojik ortamı değiştirebilir. Özellikle toplumsal muhalefetin sandıklara sahip çıkma konusunda sergileyeceği direngenlik ve geliştireceği pratikler, Türkiye için de heyecan ve esin kaynağı olabilir…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Suud kralıyla mahalle bakkalı - ALİ MURAT İRAT

Araplar için “Arap olmayan Müslümanlar” hep ötekiydi. Onların adı “mevali”ydi. Bu isim cahiliye döneminde kabileye dışarıdan katılan kişileri belirtmek için kullanılsa da, Emevi hanedanı Arap milliyetçiliğinin dibine vurduğunda, özellikle Farsi ve diğer unsurlar için de bu kelime çokça kullanıldı. “Arap olmayan Müslümanlık” İslam’ın çıkış yeri olan Arap coğrafyası için her dönem bir sorun oldu. Ümmet kavramı milliyetçi aşırılıkları aşmak için bir çabaydı. Müslümanların ırk, din ve dil ayrılıkları önemli değildi. Ancak teoride oldukça barışçıl bir eşitleme aracı olarak duran “ümmet” pratikte pek de tutmadı. Türkiye’de de çoğu İslamcı Kürt grubun, özellikle 1990’ların başında, çıkardıkları yayınlarda ısrarla vurguladıkları şey bu sorundu. Onlara göre, Kürt kimliği, diğer Müslümanlarca (Türklerden bahsediyorlardı) tanınmıyordu ve “Kürtler ümmetin yetim evlatlarıydı”.

Milliyetçi dışlama nedeniyle Arap olmayan Müslümanların önemli bir kısmının 12 İmamcı anlayışın şemsiyesi altına girdiği görüldü. Kuşkusuz başka ve daha derin nedenler vardı ancak etnisite farklılığı Şia’nın yayılması ve güçlenmesinde önemli bir faktördü. İslam’ın yayıldığı her coğrafya, kendi sosyo-kültürel mirasına uygun bir İslami anlayışı yerleştirdi. Kimi yerlerde “pratik” öne çıkarken, kimi yerlerde “fikirler” öne çıktı (İslami ortodoksi ve ortopraksi). Ancak Şia, mevali coğrafyada daha fazla taraftar buldu ve Arap milliyetçiliğinden bir kaçışı sağladı: “Dinleyin nefesim Mevali canlar/ Ali için okuram lanet Yezid’e/ Muhammed Ali’yi sevmedi onlar/ Onun için okuram lanet Yezid’e”…


Şiilikle Sünnilik arasındaki mesafe, bu nedenle, sanıldığı gibi yalnızca itikadi değil. O aynı zamanda sosyal, kültürel ve tarihsel bir uçurumu da işaret etmekte. Hz. Ali’nin halifeliği sorunundan, Kerbela meselesine kadar birçok sorun hala ortadadır. Dinler için bir başka çağ başlamazsa, durumun böyle süreceği de aşikar. Bunun nedeni ise her iki kesmin imanlarını biraz da diğerlerinin haksızlığı üzerinden tazeliyor oluşu (İtikadi tartışmalara girmiyorum bile. Ama kısaca, İhlas suresindeki “Kul hüvallâhü ehad (De ki: O Allah tektir)” ayetindeki ehad/tek kelimesi üzerine yapılan okumalardaki farklılıklar bile İslam’daki monist anlayışlarla dualist anlayışların nasıl derin bir tartışma içerisinde olduğunu gösterir nitelikte).

“Yargılama gününe inanan her Müslümanın” (Teist müslümanlar) kendi yollarının sırat-ı müstakim (her türlü aşırılıktan azade yol) olduğuna ve dahası sahih tek yolun kendi yolları olduğuna iman ettikleri bir vakıa. Peki neden Şiiler ve Sünniler ve hatta diğer İslami tecrübeler arasında bu denli yoğun bir çatışma var. Çünkü sorun basitçe ve yalnızca itikadi değil. Kültürel ve tarihsel farklılıklar, tarihteki kimi felaketlerle sabitlenmekte (Kerbela vb) ve bugünkü uluslararası sistemin yarattığı çatışma ortamı için devletler tarafından meşruiyet yaratılmaktadır.

İslamcıların en büyük yanılgısı taktıkları gözlüklerde. Kapitalizme yabancı olmayan ve hatta onu besleyen yapıları savaşların neden bu denli “canlı” ve İslam coğrafyasında devam ettiğini anlamalarını güçleştiriyor (Ya da bu savaşlar işlerine geliyor). Ortada devlet denilen savaş makinaları ve devletler arası kapitalizm denilen devasa bir sistem var ki onun ekonomi politiği, itikadi alandan, kültürel alana kadar her şeyi belirleyen bir ağırlık merkezi oluşturmuş durumda.

Biz Suud kralının bizim mahalle muhtarından daha Müslüman olup olmadığını bilmiyoruz. Kimse de bilmiyor ve bilemeyecek. Ancak din/İslam adına karar verip savaş çıkaran, binlerce insanın kanına giren de bizim mahalle bakkalı değil, Suud kralı (Ya da diğerleri). Ve Suud kralının ölümünde hepimizin çok üzüldüğünü anlatmak için milli yas ilan edilecekken, bizim mahalle bakkalı yarın bir savaşta ölürse yakınlarına bağlanacak şehitlik maaşından öte bir miras bırakamayacak.

İşte bu nedenle Ortadoğu’da barış denilen şey bugünden yarına gelmeyecek. Çünkü milliyetçilik ve ulus devletler bölgedeki çatışmaların genel reflekslerini oluşturmaya devam edecek. Ve bütün bunlar uluslararası imparatorluğun genel çıkarları ve iç hesaplaşmaları üzerinden şekillenecek. Şiilerle Sünniler, Amerikalılarla Ruslar, daha on yıllar boyunca dibimizde savaşacak. Arap olmayan Müslümanlık, Şiilik, itikadi farklar, Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer bütün her şey savaşların genel itkisi ve nedenini oluştururken, aynı zamanda meşru zeminini de hazırlayacak. Ve kapitalizmle hesaplaşmaksızın hiçbir barış, hiçbir demokrasi, hiçbir huzur bu mahalleye uğramayacak.

ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN