6 Mart 2018 Salı

Hazret salaktır biraz! - ORHAN GÖKDEMİR

İstanbul Küçükçekmece'de AKP usulü inşa edilmiş bir gösteri merkezinde düzenlenen "Son büyük sultan Abdülhamid Han'ı anlamak" etkinliğine katılan “prens”  Bilal Erdoğan, AKP'li Küçükçekmece Belediye Başkan Vekili tarafından "Sayın Bilal Erdoğan beyefendi hazretleri" ifadeleriyle selamlandı. Haber bu. 
Burada haber değeri olan nedir? 
Cevap şıklarımız şöyle:
a-Alaşağı edip Cumhuriyet ilan ettiğimiz bir devrik despotun aziz olarak anılması ve bu anmanın da kamu kaynaklarıyla yapılması.

b-Hiçbir kamusal vasfı olmayan Cumhurbaşkanı oğlunun bu anma etkinliğine katılması.

c-Belediye başkan vekilinin vasıfsız başkan oğlundan "Sayın Bilal Erdoğan beyefendi hazretleri" diye söz etmesi…

Basınımıza göre doğru cevap “c” şıkkı. 
Peki neden? 
Belli ki basınımızın muhabirleri ve editörleri “hazret”i kutsal bir kelime sayıyor veya sanıyor. Editörlüğünü üstlendiğim Ahmed Osman’ın “Musa ve Akhenaton” adlı kitabıyla ilgili böyle bir tecrübe yaşamıştım bir yıl önce. Yayıncı, havuz gazetelerinden birinin kitap ekine söz konusu kitabın ilanını vermek istemiş ama gazete ilanı yayınlamayı reddetmişti. Reddetme gerekçesi kitap adındaki “Musa”nın “hazretsiz” yazılmış olmasıydı.

Hâlbuki “hazret”in kendi başına öyle kutsal bir anlamı yok. Sözlük şöyle diyor anlamı hakkında:
1. isim. Yüce kabul edilen kimselerin adlarının başına saygı, övme, yüceltme amacıyla getirilen unvan “Hazreti Ali. Hazreti Fatma.”
2. Adı söylenmeyen bir kimseden söz edilirken kullanılan bir söz.
“Bilen bilir, kolay okunan yazar değildir hazret.” – R. Erduran
3. Kullanıldığında bir kişinin küçümsendiğini anlatan bir söz.
4. ünlem. Genellikle erkekler arasında senli benli konuşmada kullanılan bir seslenme sözü. “Hazret! Şu kitabı uzatır mısın?”

Yani saygı duyulan herkes için kullanılabilir bir sözcüktür “hazret”... Hatta bazı durumlarda küçümseme bile ifade edebilir. Belediye başkan vekili Cumhurbaşkanının vasıfsız mahdumu için hangi anlamda kullandı bilemiyoruz ama hangi anlamda olursa olsun bunda bir “haber” bulmak imkânsız.

Haber şu: “Soyadı Kanunu” ile "hacı", "hafız", "hoca", "efendi", "bey", "beyefendi", "hanım", "hanımefendi", "paşa", "hazret" gibi unvan ve lakapların kullanılması yasaklıdır. Belli ki o toplantıda vasıfsıza “hazret” diye seslenmek dâhil, birçok Cumhuriyet yasasını kasten çiğnenmiş, çiğlik yapmıştır iktidar hazretleri!

                                                                   ***

Celal Şengör, malumunuz kendini tarihçi sanan ünlü ve şımarık bir jeoloğumuz. Olur olmaz her konuda ahkam kesmeye, hüküm vermeye kalkıştığı için tuhaf tartışmaların odağı olmayı başarıyor. Köylülere bok yedirmeyi uygun bulmuşluğu, 12 Eylül darbesini desteklemişliği var mesela. Ona göre Deniz Gezmiş eşkıya, Kenan Evren Evliya. Çokbilmiş Murat Bardakçı, İlber Ortaylı ve Fatih Altaylı (şiir gibi oldu bu da) triosu ile yürüttükleri “geyik muhabbetlerinin” büyüsüne öyle kaptırdı ki kendini, sonunda devirdiği çamlarla kereste tüccarlığına kalkıştı.

Mevzu şöyle: Topkapı Sarayı'nda bulunan ve "Dünyanın ilk atlası" olarak bilinen Batlamyus’un "Coğrafya El Kitabı"nın tıpkı basımı töreninde konuşan Celal Şengör, Fatih Sultan Mehmet ve Piri Reis’in kişiliklerinden bahsettiği sırada, “Coğrafi kitaplara olan merakı müthiş. Coğrafya hastası bir sürü şeyi topluyor. Ben onu diyorum; Piri Reis’in hayatındaki en büyük talihsizliği Kanuni Sultan Süleyman gibi bir salağın zamanında doğmuş olmasıdır. Fatih zamanında Piri Reis olaydı inanır mısınız bugün bizim sömürge imparatorluğumuz vardı. Çok samimi söylüyorum bugün biz Amerika’ya falan gitmiştik” ifadelerini kullandı. 
Burada haber değeri olan nedir?
a-Batlamyus’un Coğrafya El Kitabı’nın tanıtımını bir jeoloğun yapması.

b-Tanıtım yapan jeoloğun coğrafi keşifleri padişahların zeka katsayısına bağlaması.

c-Aynı jeoloğun Fatih Mehmet’i överken Sultan Süleyman’a salak diyerek ayrımcılık yapması.

Basınımıza göre doğru cevap “c” şıkkı. Zaten Celal Şengör de basının bu şıkkı seçeceğini bilerek etmiş o lakırdıyı. Salağı duyan basın tanıtımı haber yapacak, bu habere başka salaklar okuyacak ve böylece Batlamyus kitabı kurda kuşa, dağa taşa duyurulmuş olacaktı. 
Plan böyleydi. 
Öyle de oldu. Fakat “c” şıkkını gören basın gerisini kesip attı. Geride sadece Celal Şengör ve “salaklığı” kaldı. Bu kez çıktı dedi ki, “Gazetecilerimiz düşük kültür seviyeleri nedeniyle sadece bu kelimeyi haber yaparak o muazzam atlası ve onu kurtaran Fatih Sultan Mehmet’i es geçtiler (salağı anladılar ama coğrafyayı anlayamadılar).” E..evet, salaklık Süleyman ile sınırlı değil ki!

Şengör’ün salaklık komplosu acıklı bir “aydın” hikâyesi olabilir ancak. Bu lümpen okuryazarın söylediğindeki tek önemli nokta şu: Sömürge imparatorluğu olmak iyi bir şey. Amerika Piri Reis Fatih Mehmet zamanında doğmadığı için Batılılar Kuzey Amerika’yı sömürgeleştirdi… 
Kim söylüyor bunları? 
Kendini tarihçi sanan papyonlu bir jeolog. Ne söylediğini bilmeyecek kadar salak mı peki? Değil. Haber bu işte…

                                                                  ***

“Mehmetçik şehit olacak, Suriyeliler yan gelip yatacak…” Bu yakınma ana muhalefet partisi milletvekili ve parti yöneticisi Erdoğan Toprak’a ait. Mültecilik yan gelip yatma yeri değildir tabii. Savaşmak gerek! Bu kuralın gereğini yapmak lazım öyleyse. Ana muhalefetin muhalif vekilinin önerisi şöyle:  18-41 yaş arasındaki Suriyeli mülteciler, eğitilerek ÖSO bünyesine alınmalı. Onlar burada otururken, Mehmetçiğin şehit olmasının önüne geçilmeli. Böylece hem mültecilerin Mehmetçiklerin yerine ölmesi sağlanmış, hem de onlara yapılan harcamalar devletin kasasında kalmış olacak.

Burada haber değeri olan nedir?
a-Ana muhalefet partisinin milletvekilinin ÖSO’ya destek vermesi. İktidardan Suriyelileri ÖSO saflarına göndermesini talep etmesi.
b-Mülteci Suriyelilerin sadece ÖSO saflarına gönderilmesini isteyerek El Kaide ve El Nusra’ya haksızlık yapması.
c-Her Suriyelinin asker doğduğunu sanması…

Basına göre doğru cevap hiçbiri. 
Doğal. 
Basının bu konuda kafası karışık. İktidar Suriye politikası hakkında gık diyeni tutup içeri tıkıyor. Ne olur ne olmaz havasında basını da.
Biz onların yerine haberi analiz edelim. Türkiye’de 4 milyon Suriyeli mülteci var. 18-41 yaş arasında olanların sayısı yaklaşık 890 bin kişi. Varsayalım Erdoğan Toprak’ın aklına uyup eğittin, donattın, gönderdin Suriye’ye. Oldu mu sana ÖSO dünyanın en büyük ordularından biri. Yandı gülüm keten helva. Seni mi vurur, rejim güçlerini mi, artık orası kısmete kalmış.

Geçtik imkânsızlığını açıkça ırkçı bir dil bu. Suriyeliler keyfinden mi göçüp gelmiş bu ülkeye. Evlerinde yangın çıkaran kim? Kim ülkelerini kiralık cihatçı çetelere tarumar ettiren? Yılların politikacısı Erdoğan Toprak’ın kahvehanede söylese azar işiteceği böyle bir öneriyi basının önünde rahatça yapmış olmasıdır haber.

                                                                  ***

Bir haber daha: CHP Bilgi ve İletişim Teknolojilerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Onursal Adıgüzel, seçim sonuçlarının sağlıklı toplanması için gerekirse yapay zekâ kullanacaklarını söyledi. Adıgüzel, “YSK da seçim sonuçlarını CHP’den öğrenecek” dedi.
Bu açıklamadan bir hafta önce Adıgüzel’in nispet yaptığı YSK’nın Başkanı Sadi Güven, Adıgüzel’in genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Suç duyurusunun nedeni Kılıçdaroğlu'nun referandumdan bir yıl sonra çıkıp "referandumda yüzde 51,2 'Hayır' oyu çıktı" demesiydi. Demem o ki arada yapay zekâ da kullanılsa YSK’nın seçim sonuçlarını CHP’den öğrenmesi imkânsızdır. Çünkü artık YSK seçim sonuçlarını AKP’den öğreniyor!
                                                                      ***

Hazreti Bilal, Abdülhamit’e ağlıyor. 
Hazreti Celal, sömürgesiz kalmamızın suçunu Süleyman’a yüklüyor. 
Hazreti Erdoğan ülkesini sığınmış mültecileri savaş gönderiyor. 
Hazreti Onursal ise sorunun oyları YSK’dan sonra saymak olduğunu sanıyor.

Yalçın Hoca “tekeliyet dönemi”nde insan beyninin uzun yolda taş yemiş otomobil camına benzediğini söylerdi. Görünüşte bir cam veya bir beyin vardı ama gerçekte o beynin veya camın bütünlüğü yoktu. Çünkü uzun yolda taş yemiş, deforme olmuştu…


Bu acınası cehalet, bu utanmazlık, bu akılsızlık hep o coğrafyası zayıf “salak” Süleyman yüzünden. Yoksa ne prenslerimiz, ne bilimcilerimiz, ne politikacılarımız, ne gazetecilerimiz var bizim. 
İşte görüyorsunuz!

Orhan Gökdemir / SOL

Şeker fabrikaları ve yatırım ortamı- SERKAN ÖNGEL

Dünya genelinde şirketler, küreselleşme süreci ile birlikte, teknoloji ve iletişim alanında yaşanan gelişmelerin de katkısı ile önemli bir hareket kabiliyeti kazandı. Küresel sermayenin etki sınırları dünyanın en ücra köşesine kadar genişledi. Ekonomi üzerindeki kontrolünü küresel aktörlere teslim eden devletler, siyasal alanda bu aktörlere açtıkları yer ile ayakta kalmaya çalışır hale geldi.

Türkiye küreselleşme sürecine büyük bir inançla eklemlendi. Özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, vergi indirimleri, şirketlerin yatırımlarını kolaylaştırıcı politikalar, iç hukukun üstünde tutulan uluslararası sözleşmeler, Türkiye üzerindeki egemenliğini pekiştirdi.

“Siyasilere düşen işadamlarının önünü açmak, bir yerde tıkanma varsa bunu gidermektir”, “Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız”. Bu sözler Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait.

Türkiye bir savaşın içinde. Emperyalizm sözü dudaklardan düşmüyor. Emperyalizm karşıtlığı hat safhaya ulaşmış durumda. Afrin üzerinden emperyalizme başkaldırıyoruz. Eş zamanlı olarak ekonomi cephesinde de düzenlemeler devam ediyor.

Ülkemizin yatırım ortamının iyileştirilmesi ve yatırımcılar açısından cazip bir yatırım yeri haline getirilmesini sağlamayı amaçlayan, pek çok mevzuat ve idari düzenleme öngören eylem maddelerini barındıran, 2017-2018 eylem planı 9 Şubat 2018 tarihinde açıklandı. Konuya ilişkin bir düzenlemede şubat ayı ortasında TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. İçeriğini başka bir yazı da ele alabiliriz.

İhracatta, çok uluslu şirketlerin önderliğindeki otomotiv sektöründe kırılan rekorlarla, büyük atılımlar gerçekleştiriliyor. Sadece Suriye’de değil ekonomide de dünyayı fethe çıkmış olmanın gururu içimizde.

Bu arada Trump’ın küreselleşme sürecine aykırı müdahaleleri ekonominin bir numaralı gündem maddelerinden biri.

Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) deyince, bunlar kimlerdir? Belli ki ülkemize daha fazla yatırım yapmalarını istediğimiz, pek kıymetli kuruluşlar bunlar. Emperyalizme karşı verdiğimiz savaşı ekonomik olarak finanse edebilmek için, bu gül yüzlü şirketlerin yatırımları bize mutlaka kan verecektir.

Sizinle dünyanın en büyük 100 çok uluslu şirketi (finans dışı) ile ilgili kimi verileri paylaşmak istiyorum. Bu firmaların büyük bir kısmı ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa’da konuşlanmış bulunuyor. Bu şirketlerin yüzde 70’i bu 5 ülke kökenli. İspanya, İsviçre, Norveç gibi diğer Avrupa ülkelerini dahi ettiğinizde bu oran yüzde 87’ye çıkıyor. 2008 yılında bu listede ABD’li firma sayısı 18 iken 2017 yılında 22’ye çıkmış durumda (UNCTD). Çin kökenli firmaların sayısı henüz sadece 3. Türkiyeli firma ise yok.
ABD kökenli 22 firmanın varlıklarının toplamı Türkiye’nin milli gelirinin 4 katından fazla. Apple, Intel, Microsoft, Ford, Coco-Cola daha niceleri. Gözlerim Cargill’i aradı bulamadım. Ama olsun bu alanda iddialı olduklarını biliyoruz.

Son dönemde Cargill şirketinin beklentileri ile şeker fabrikalarının özelleştirilmesi arasında bir ilişki olduğu iddia ediliyor. Nasıl edilmesin? Cargill, Türkiye’de mısırdan üretilen nişasta bazlı şeker üretiminde öncü şirketlerden. Şeker kamışından üretim ise şeker fabrikalarının elinde.

Bu durumda ülkemizin Cargill açısından yatırım bakımından daha da cazip gelmesinin koşulları, şeker fabrikalarının özelleştirmesinden geçmez mi? Kendini savaş ortamında bile yatırım ortamını iyileştirmeye vakfetmiş siyasi iktidarın gereğini yapmasından daha doğal ne olabilir? 
Emperyalizme ve bütün cihana karşı verdiğimiz savaşta cephanemiz nereden gelecek yoksa?

Serkan Öngel / BİRGÜN

Uçkur fetvaları milli değer mi? - TURAN ESER

Adamların elinde üç vekâlet var: “Allah adına, peygamber adına, din adına konuşuyoruz” diyorlar. Konuşmalarında ise insani ve evrensel değerleri ayaklar altına alıp ve yozlaştırıyorlar. Susturanları yok, teşvik edenleri çok.

Yaygın ve örgün eğitimde verilen “değerler eğitimi” sadece MEB ile “işbirliği protokolü” imzalayan Sünni cemaat ve vakıflarca verilmiyor. Yazılı ile görsel medyada, sokakta ve dini sohbetlerde “milli ve dini değerler” adına fetva veren çok şarlatan var.
“Milli değerler” adı altında mezhepçi “fetvalar” veriyorlar. “Milli ve dini değerlerimizi öğrenelim” diyorlar. “Milli ve dini değerler” ne? Kim belirliyor milli ve dini olanı?
“9 yaşa evlilik, 12 yaşa doğurabilir” denilen fetva, “dini ve milli değer mi?”
Nedir ortak değerler? Asansörde halvet olmak mı? Cihat ve şeriat ortak bir değer mi? Peki ya karşı olan “katli vacip” mi sayılacak? Yüzde 50’nin ‘Hayır’ dediği, tek adama dayalı ‘başkanlık rejimi’ ortak değer olabilir mi? Hukuksuzluk ve yolsuzluk da sanırım “yerli ve milli” bir ortak değer olamaz. Peki, nedir “milli, dini değer?”
“Allah vur dediyse, vardır bir hikmet” diye, kadına yönelik şiddeti fetvalarla meşrulaştırmak mı ortak değer?

Şarlatanlık ortak değerimiz mi?
Memleketi saran siyaset; rant odaklı, yalana, safsataya dayalı şarlatanlık; AKP’nin yarattığı hâkim atmosfere ve hükümetin himayesine sığınarak dini, milli fetvalar veriyor. Özel yaşama müdahaleyi hak gören şarlatanlar, uçkur derinliğindeki fetvalarıyla, toplumun arasına kin ve nefret saçıyor. Bırakın aklı, vicdanın dahi kabul edemeyeceği, saçma sapan fikirleri ve fetvaları iktidar himayesinde dillendirerek, toplumsal kutuplaştırmaya hizmet ediyorlar. Peki, hükümet ve TBMM partileri, bu şarlatanların “yerli ve dini” fetvaları hakkında ne düşünüyor? Gericilikten beslenip, iktidar gücüne sığınarak, uçkur derinliğinde fetvalar veren, ilahiyatçı, hoca, fetvacı ve şeyhlerden oluşan meczuplar ordusuna karşı ne tür tedbirler öneriyorlar? Bazen online, bazen live, bazen de yazılı. “İslam dini” adına, “milli ve dini değerler” adına konuşuyorlar. Hepsi erkek! Fetvaları, akıları ve dilleri sorunlu. Adamlar uçkur ve belaltı çalışıyor. Abuk subuk konuşuyorlar. Çocuklarımızın akıllarını, vicdanlarını ve kalplerini zehirliyorlar. “Altı yaşındaki kızlar evlenebilir” fetvası veriyorlar!

Vicdan sahibi, kız çocuğu sahibi, dinli, dinsiz herkese soruyorum: 6 yaşındaki kız çocuğuna cinsel şiddeti dinen caiz görmek kimin “milli ve dini değer” olabilir?
Toplumu insanlık dışı suça teşvik eden, bu zırvalıkları üfüren meczupların, fikri/dini üretim alanı uçkur derinliğinde olunca, “asansörde bir kadın ile bir erkek sekizinci kata çıkarsa halvet etmiş olabilir” diyor ve hızını alamıyor. Asansörden inip “yatağın şekli, yorgan battaniye erkeği gıdıklayan cinsel dürtüleri rahatsız edebilir” fetvasını açıklıyor.

Akla ve ruha ziyan fetvalar bitmiyor; “cinsel münasebet esnasında affedersiniz eşeklerin yaptığı gibi tamamen soyunmayın” derken, diğeri “kızların pantolon giymesi, kaşlarını aldırması, üniversiteye gitmesi günahtır” diyor. Bir başkası, “Yoğun bakımda kadın ve erkeği ayrı odalarda tutmak mümkün değil mi? Kadına kadın, erkeğe erkek doktor bakamaz mı?” diye soruyor.

Çocuklara ve kadınlara yönelik cinsel şiddetin yüzde bin 400 artışı ile “henüz akil baliğ olmayan kız ya da erkek çocukların evlenmesi fıkhı açıdan caizdir” fetvası arasındaki ilişkiyi görmeyen “milli ve dini ortak değer” kime ait olabilir? Cemaatlerin sivil meczupluk faaliyetleri yetmezmiş gibi bir de kamu adına meczupluk yapanların “kamu” fetvaları var ki, onlarda “kız çocukları 9 yaşında evlenip, 12 yaşında gebe kalabilir” diyor.

Uçkur üzerinden süren resmi ve sivil şarlatanlık, organ nakline ve can kurtarmaya da karşı fetva veriyor. Utanmadan, “Organ nakli konusu çok hassas bir konu, Bir erkek babasının uzvuyla eşine nasıl yaklaşacak?” diye soruyor! Peki, “bir kişiyi annesinin, kız kardeşinin kolu, bacağı tahrik eder” fetvasına ne demeli?

Gericilik toplumsallaşmaya başlayınca, Vizontele’de gülerek izlediğimiz “Zeki Müren de bizi görecek mi?” sahnesini, gerçek hayatta, bir TV canlı yayına katılan izleyicinin, “Televizyon izlerken bir kadın ekranda çıkan erkeklere karşı da tesettüre girmelidir” sorusunda görüp üzülüyoruz.

Türkiye’nin gözünün içine bakarak, akla, inanca ve ruha zarar hurafeler, fetvalar ve fikirler beyan ediyorlar. Bu fetvalar uçkur sözlüğünden derlenen psikopatlıktan üretiliyor. Tedaviye muhtaç bir hastalık gibi…

Peki, kadını ve kız çocuklarını bu meczupların saldırısından kim koruyacak? Bu fetvaları verenleri, bu fetvalara inanıp, 9 yaşında kız çocukları evlenip, 12 yaşında gebe bırakanları kim önleyecek?

Kanunlar kadınları ve kız çocuklarını korumuyorsa kim koruyacak? “Milli, yerli ve dini ortak değerler” diyen AKP hükümeti mi?

Peki, o zaman bu şarlatanlıklara neden sessiz kalırlar?

Yoksa din istismarcılığı ve şarlatanlık da mı “yerli ve milli” değer?

Madem hedef kulluk rejimi, ver ortaya biraz uçkurlu, biraz korkulu fetvayı… İktidarın arzuladığı kulluk fetvası dersini iyi veren de, dokunulmazlık zırhını giysin. 

Öyle mi?

Turan Eser / BİRGÜN

Enflasyonda tek hane hayal gibi... - HAYRİ KOZANOĞLU

Enflasyonda bir düşüş eğilimi gözlenmiyor. Eğer bir de, ‘böyle olmuyor’ denir de, enflasyonun nedeninin faiz olduğu yolundaki tezler yeniden dolaşıma girerse,daha sıcak bir ilkbahar yaşanır.

Enflasyonu tek haneli rakamlara indirme umudu, ‘bir başka bahara’ olmasa da bir başka bahar ayına kalmış görünüyor. Çünkü tüketici fiyat endeksi (TÜFE) şubat ayında bir önceki aya göre yüzde 0,73 arttı. Böylelikle son 12 ayın enflasyonu yüzde 10,26 olarak gerçekleşti. Bir yılın ortalama enflasyonu da yüzde 11,23 oldu.

Bilindiği gibi Merkez Bankası’nın 2018 yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 7,9. İlk 2 ayda yüzde 1,76’lık bir fiyat artışı ortaya çıktığına göre, ancak yılın geri kalan 10 ayında toplam yüzde 6, aylık ortalama yüzde 0,6 enflasyon trendiyle hedefler tutturulacak. Şimdilik bu oldukça zor görünüyor. Çünkü başta Kredi Garanti Fonu hem talebi artırıcı politikaların yan etkileri, hem de artan döviz kuru sepeti ve enerji fiyatları sonucu, maliyet kaynaklı olarak yüksek enflasyon eğilimi sürüyor. Bu durum “enflasyon beklentilerini de” yukarı çekerek, üçüncü olumsuz bir etkiyi devreye sokuyor.


Çekirdek enflasyon umut vermiyor
Özel kapsamlı TÜFE göstergeleri denilen, fiyatları çok oynak enerji, mevsimlik trendlere bağlı gıda ürünlerini ayıklayarak oluşturulan endekslere göz attığımızda da, hükümet yetkililerinin yüreğine su serpecek bir manzara ortaya çıkmıyor. Örneğin çekirdek enflasyon denilen C endeksinin aylık değişimi yüzde 0,49, yıllık artış hızı ise yüzde 11,94.

Fasulye yemeyelim yemesine de...
İsterseniz bir de ana harcama gruplarına göz atalım: Şubat ayında yüzde 55 ile fiyatı en fazla artan ürün taze fasülye. “Mevsimini bekle, kışın ortasında da fasülye yeme” diyebilirsiniz. Ne var ki geçtiğimiz ayda gıda ve alkolsüz içeceklerde yüzde 10,27’lik, manşet enflasyona koşut bir eğilim gözlemliyoruz. Gıda yoksul kesimlerin harcama sepetlerinde, endeksteki yüzde 23 ağırlığından daha fazla yer tuttuğu için özellikle önemli. Ağırlığı yüzde 14,85 olan konut ise, yıllık yüzde 9,46 artışla ortalamanın altında kalan bir kalem. Bu da sektördeki durgunluğun bir yansıması kabul edilebilir. Düşüş görülen giyim ve ayakkabıya gelince, her yıl olduğu gibi, kış sezonunun ve yılbaşının geride kalmasıyla düzenlenen kampanyalar endeksi ocakta olduğu şubatta da aşağı çekti.
Üretici fiyatları sıçrama yaptı
Belki de, enflasyon cephesinde en fazla kaygı yaratacak sinyal yurtiçi üretici fiyat endeksinden (Yİ-ÜFE) geldi. Çünkü bu endeks şubat ayında yüzde 2,68’lik sıçrama yapınca, yıllık artış da yüzde 13,71 olarak gerçekleşti. Yİ-ÜFE 2017 Kasım’ında yüzde 17,30’u gördükten sonra, Ocak 2018’de yüzde 12,30’a kadar çekilmişti. Bu enflasyonun ivmesini kaybettiği, zamanla aynı trendin TÜFE’ye de yansıyacağı şeklinde iyimser yorumlara yol açmıştı. Muhtemelen ekimde döviz kurlarındaki artış şimdi fiyatlara aktarılıyor. Son üç ayda döviz sepeti göreceli istikrarlı seyretse de, önümüzdeki aylarda üretici fiyatlarını sakinleştirecek bir iklim bulunmuyor. Petrol fiyatlarının 60 doların üzerinde tutunması da, hem fiyat hem de kur etkisiyle enflasyona er veya geç yansıyacak. Ana sektör imalat sanayiindeki yüzde 14,27’lik yıllık artış oranı da iyimser bir yoruma izin vermiyor.

‘Faizleri düşürelim’ derlerse...
Büyümenin hızlanması aramalı ve sermaye malı ithalatını uyararak dış ticaret dengesini olumsuz etkilemişti. Aramalı fiyatları yüzde 17,66 ve sermaye malı fiyatları da yüzde 16,47 sıçrayarak Yİ-ÜFE’yi yukarı çeken unsurlar oldular. Bir yandan buralardan kaynaklı maliyet artışı, geçirgenlik etkisiyle tüketici fiyatlarına yansır. Bir yandan da, talebin zayıflamasıyla bunu ürün fiyatlarına tam bindiremeyen şirketler, sıkışan kârlar nedeniyle işçi ücretlerini kısma veya istihdamı daraltma yoluna gidebilirler.
Özetle, enflasyonda bir düşüş eğilimi gözlenmiyor. Eğer bir de, “böyle olmuyor” denir de, enflasyonun nedeninin faiz olduğu yolundaki tezler yeniden dolaşıma girerse, kurlar sıçrar. Daha sıcak bir ilkbahar yaşanır.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

‘Aslan’ sosyal demokratlar için dersler! - İBRAHİM VARLI

Almanya, Fransa, Yunanistan ve İspanya derken şimdi de İtalya. Avrupa’da köklü bir geçmişe sahip, yüz yıllık sosyal demokrat partilerin krizi, sadece peş peşe gelen seçim yenilgilerinden ibaret değil. Kendilerini bir asır önce tarih sahnesine çıkaran eşitlik, özgürlük, sosyal adalet, adil paylaşım kavramlarını bir kenara bırakarak, sağa açılmanın şehvetiyle gerçekleşen dönüşümün hezimetten başka bir sonuç vermesi beklenemezdi. “Aslan sosyal demokratlar” için sandık yenilgisinden ziyade “kimlik bunalımı” büyük sorun.


Sosyal demokrasi, uzunca bir süredir krizdeydi. Varoluşsal kriz ikibinli yıllarla birlikte daha da derinleşti. Soldan kopan, sağa dümen kıran, neoliberal politikaların gönüllü savunucusu Tony Blair’li İngiliz İşçi Partisi ile Gerhard Schröder’in Alman Sosyal Demokrat Parti’nin “üçüncü yol”u krizi aşmak yerine daha da kronikleştirdi.

Popülizmin cazibesine kapılarak yol alınamayacağı anlaşılana kadar, sosyal demokratların bir kısmı yere çakıldı. Yunan PASOK adeta tarihten silindi. İspanyol PSOE de aynı yolun yolcusu.

“Yaşlı kıta”daki bu deneyimlerden, benzer bir sevda peşinde koşan, dünyanın dört bir tarafındaki sosyal demokratların çıkarması gereken önemli dersler var. Dersler çıkarması gerekenlerin başında da gelecek yıl tarihi bir seçime hazırlanan memleketteki sosyal demokratlar geliyor. Sağa yamanmanın, yıldız isim peşinde koşmanın, neoliberal iş tutmaların kaçınılmaz sonu engelleyemediği, “istikrar”, “düzen”, “memleket bekası” söylemleriyle sağın arkasına dizilmenin bir getirisinin olamayacağı ortada.

İtalyan sosyal demokratların hezimeti
İtalya seçimlerinde iktidardaki merkez sol-sosyal demokrat Demokrat Parti, bırakın koltuğunu korumayı ana muhalefet konumuna dahi erişemedi. Sağ ve popülist partilerin domine ettiği seçimde Demokrat Parti, kemer sıkma politikalarının, neoliberal reformların bedelini ödedi. Mattio Renzi liderliğindeki Demokrat Parti’nin de içerisinde yer aldığı ittifak, büyük hüsran yaşadı.

Renzi, ağır ekonomik kriz yaşayan ülkede kemer sıkma politikalarıyla küresel finans krizinin faturasını halka çıkarmıştı. Sermayenin istemleri doğrultusunda ağır bir borç batağına sürüklenmiş, bu da yeni işsizlik ve yoksulluk yaratmıştı. Kuzey Afrika üzerinden gelen sığınmacı akının yarattığı ağır sorunlar da eklenince yenilgi sürpriz olmadı. Popülist Beş Yıldız Hareketi’yle sağ ve aşırı sağın domine ettiği yeni İtalya siyasetinde eski Başbakan Silvio Berlusconi’nin partisi Forza İtalia, aşırı sağcı Kuzey Ligi ve İtalya’nın Kardeşleri’nin oluşturduğu ittifak patlama yaptı.

Alman sosyal demokratlarının sefaleti!
Alman sosyal demokratlarının durumu ise dâhin ibretlik. Merkel liderliğindeki merkez sağ ile koalisyon kurmanın da etkisiyle eylül ayında tarihinin en büyük yenilgisini alarak yüzde yirmilere kadar düşen Sosyal Demokrat Parti (SPD) hatalar zincirine yenilerini ekliyor. Solla arasına mesafe koyarak sağ ile flörtleşmenin partiyi erime noktasına getirdiği fark edilmemiş olacak ki, pazar günü yeniden Merkel’li ‘büyük koalisyon’a “evet” denildi!

Genç sosyal demokratlar başta olmak üzere parti içindeki tüm itirazlara rağmen “merkez”in bastırmasıyla sosyal demokrat delegeler CDU/CSU ile koalisyona gidilmesine vize verdi. İş dünyası, finans çevrelerinin de devreye girmesiyle yelkenleri suya indiren “aslan sosyal demokratlar” birincisi 2005’te, ikincisi ise 2013’te olmak üzere iki dönem boyunca Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU) partileriyle “büyük koalisyon”a gitmişti. Şimdi bir kez daha “büyük koalisyon”un “küçük ortağı” olmak için teslim olundu.

Dördüncü kez seçimden zaferle çıkan Avrupa’nın yeni “demir lady”si Merkel’in peşine takılmanın partiye bir yarar sağlamadığı ortada. Seçim yenilgileri de bu tezi doğrular nitelikte. Alman sağının peşine takılarak iç politikadan dış politikaya, çalışma yaşamının esnekleştirilmesinden ülke dışına asker çıkarılmasına kadar birçok konu Hıristiyan demokratların arkasında saf tutan sosyal demokratların hali harap. Parti tabanı bir kez daha ittifak faturasının SPD’ye kesileceğinin farkında.

Sağa dümen kırmak kaybettiriyor
Avrupa sosyal demokrasisi fena halde neoliberalizmin tutsağı halinde. Ekonomik krizin, gelir adaletsizliğinin, toplumsal huzursuzluğun tırmandığı kıtada, sağın argümanlarıyla sağ ile yarışa girilerek sonuç alınacağı varsayılıyor. Angaje olunan neoliberal politikaların bugünkü hazin sonu hazırlayan ana etmen olduğu idrak edilmiş değil. Alman SPD’de olduğu üzere yanlışta ısrar devam ediyor.

Neoliberalizmle dans, bütün partilere kaybettirdi. Sosyal demokrasinin çöktüğü, sağ-muhafazakâr partilerin gücünü artırdığı Kıta Avrupası’nda sağ popülist, milliyetçi akımlar süreci domine etti. Çöküşe neden olan neoliberal politikalarla hesaplaşılmadıkça sosyal demokratların yeniden ayağa kalkması mümkün değil. Sosyal demokratların kitleleri sosyal adaleti getireceğine, gelir dağılımını adilleştireceklerine, mali krizin faturasını emekçilere çıkarmayacağına inandırmaları şart. Aksi halde tüm sosyal demokrat partileri, PASOK’laşma süreci bekliyor olacak.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Atatürk’ün Antalya’ya gelişinden Antalya’nın fethine - NEVŞİN MENGÜ

2006 yılından beri Antalya’da koşulan bir maraton var. Eski adı Runtalya idi Runatolia oldu. Eskiden Öger Tur tarafından organize ediliyordu, artık başka spor organizasyonlarında da tecrübeli olan Turset tarafında düzenleniyor. Eskiden çok fazla Alman koşucu bu yarışı koşmaya gelirdi, şimdi daha biz bize. Güzel bir koşu, parkuru güzel, eğlenceli. Daha önce 2015 yılında da 42 kilometre maratonunu koştum, parkuru İstanbul maratonundan daha güzel. Elbette bu canım koşuyu, sevgili büyüklerimiz kendi haline bırakmadılar. Antalya’nın sezon açılışında yaşadığı bu coşku anlaşılan başka bir şeye iliştirilmek istendi.

İki yıldır Runtalya’nın olduğu hafta yeni bir şey peyda oldu, Antalya’nın fethi. Peyda oldu diyorum, çünkü yıllardır Antalya’da bu yarışa gelir koşarım, bu fetih meselesini ikidir görüyorum. Anlaşılan valilik, bu haftayı fetih haftası ilan etmiş. Büyükşehir Belediyesi fethin 811’inci yılı falan diye reklam yapıyor ama Antalyalılara soruyorum, biz bugüne kadar böyle fetih falan bilmedik diyorlar. Eskiden 6 Mart’ta Atatürk’ün Antalya’ya gelişi kutlanırmış, anlaşılan, Atatürk Antalya’ya gelişi dönemin ruhuna uygun olarak Antalya’nın fethine dönüştürülmüş.

Selçuklular Antalya’yı Bizanslılardan almışlar evet doğru. Şimdi köpürtülen söylem, Selçukluların yüzyıl boyunca Bizanstan Antalyayı almaya uğraştığı falan filan, konuyla ilgili edebiyat bol. Ancak vaktiniz olursa Antalya Medeniyetler Müzesini mutlaka gezin. Müze çok güzel, fakat Selçuklulara ait pek az şey. Bunu arkeologlara sordum, Antalya çok fazla bir Selçuklu kenti sayılmaz, Selçuklular Antalya’yı alıp geçmiştir, Selçuklulara ait fazla bir şey bulunmaz şeklinde oldu.

Elbette burada mesele Antalya’nın 811 yıl önce nasıl, ne şekilde el değiştirdiği değil. Son iki yıldır peyda olan fetih meselesi aslında 12inci yüzyılı değil günümüzü anlatıyor. Deniz kıyıları ile bir türlü barışamayan, barışmak istemeyen, sen bana uyacaksın, benim gibi olacaksın ya da susacaksın diyen iktidarın fethi. iktidar Selçuklu referansıyla aslında kendini anlatıyor. Karşısında kendi kendine koyduğu, yarı kurguladığı, hain diye damgaladığı bir düşman. Ve düşmana karşı kendi kurguladığı zaferi.

Runatolia’dan iki gün önce yapılan fetih koşusu dedikleri organizasyon küçük ve sönük. Cuma günü öğrencilerin üzerlerine “fetih t shirtleri” giydirmişler, çocuklar o günlük okula gitmemiş olmanın coşkusuyla sohbet ede ede yürüyor. Pek koşan eden yok, trafiğe kapatılmış boş caddeler sokaklar, boş sokaklara bakan esnaf var. Aynı rota pazar günü koşan insanlarla dolup taşıyor. 


Kurgulanmış şeylere ilgi bir yere kadar oluyor. Zorlama zaferler ancak zorlama coşku yaratıyor.

NEVŞİN MENGÜ / BİRGÜN

5 Mart 2018 Pazartesi

‘Perçinci’den Jennifer ve Merve’ye, ‘kadın gücü’ - TAYFUN ATAY

Dünya Kadınlar Günü’ne 3 kala, kadın ve güç ilişkisinin popüler kültür/tüketim kapitalizmi ekseninde nasıl tatlı tatlı araçsallaştırıldığına iki örnek alt alta öyle bir düştü ki önümüze, gözümüzü alamadık onlardan!..

Hürriyet’in dünkü Kelebek ekinde üstte Jennifer Lawrence, Barbaros Tapan’a Los Angeles’ta “güç”ten bahsediyor. Hemen altında da “Küçük Sırlar”dan itibaren dizi endüstrimizde bol bol karşımıza çıkmış oyuncu Merve Boluğur’un artık adını kozmetik endüstrisi bünyesinde duyurmaya yöneldiğini onun “Gücümün zirvesini yaşıyorum” sözünü başlık yapmış haberden öğreniyoruz.

Hâlbuki şu ara hepimizi Kadınlar Günü heyecanı sardı ya, “kadın ve güç” deyince bir başka kadın “imge”sinin dolaşımda olmasını bekliyordum ben.

“Perçinci Rozi”ydi bu.
İkinci Dünya Savaşı yılları ABD’sinde çıktı ortaya “Perçinci Rozi” (“Rosie the Riveter”). Mavi işçi gömleği, pazılı kolları, kararlı görünümüyle “evcimen”liği reddeden yeni bir “ideal” Amerikan kadını tasviri olarak…

Çünkü art arda iki dünya savaşının erkek nüfusa ciddi sekte vurduğu ve ekonominin acil işgücü talep ettiği o yıllarda kadını evden çıkartmaktan başka çare yoktu. Savaş hükümeti ile reklam sektörü el ele, kafa kafaya vererek ihtiyaç duyulan kadını “ideal” olarak sundu topluma. Afişlerde, ilanlarda her yerde “We can do it!” (Yapabiliriz”) diyen, pazılarını şişirmiş ve vatansever bir ruhla evini, çocuklarını, kocasını bir kenara bırakarak işliğe koşan “emekçi” kadın “Rozi” boy gösterir oldu.

“Ekonomi-politik” değişim ve sarsıntıların, kadının toplumsal konumuna ilişkin kavrayışı nasıl farklılaştırdığına çok çarpıcı örnektir “Perçinci Rozi”.

Savaş sonrasında durum hemen değişti tabii. Kocası, çocukları ve evine amade kadın (“anne”) temsilleri reklamlarda yaygınlaştı. “Dışardaki kadın”a gelince, orada da şişkin pazılı “Rozi”nin yerini şişkin göğüsleri ve kalçalarıyla “Mariyn” (Monroe) aldı!..

Ama “Rozi”, yıllar sonra bir başka bağlamda çıktı geldi. “Feminist”ti artık!

1960’lar ve sonrasının düzen karşıtı, “sol” “İkinci Dalga Feminizm”i içinde “Rozi”nin pazıları tekrar şişirildi. Şu farkla ki artık 1940’larda olduğu gibi erkeklerin savaşı için değil, “erkek bir dünya”ya karşı savaş için şişmekteydi onlar! Ataerkilliğe karşı kadının ve kadınlığın gücünü vurgulamak için…

Yıllarca bu minval üzere feminizmle bağlantılı kullanıldı “Perçinci Rozi” tasvirleri. Gerçi bu bağlamda karikatürize ve dejenere edilmedi de değil… Ama her 8 Mart’ta tekrar tekrar aşina olduk ona, dünyada da, bu ülkede de.

Şimdi “kadın gücü”ne ilişkin imgesel motivasyonun “Perçinci”den yana pır pır ettiği bir “8 Mart” arifesinde karşımızda Jennifer’le Merve’nin kadınsı güç gösterileri var.

Jennifer Lawrence, vizyona yeni giren filmi “Kızıl Serçe”de soyundu ve cinselliğini öne çıkardı. Bundan uzun yıllar kaçındığını söyleyip diyor ki “Çekimi bitirdikten sonra kendimi daha bir güçlü hissettim”.
Ayrıca o, Vanity Fair dergisine verdiği röportajda yeni filmindeki görüntülerinin 2014’te telefonu hack’lenerek kamuya sızan çıplak fotoğraflarının kendisinde yarattığı tahribatı gideren “güçlendirici” bir etki yaptığını belirtmiş.

Lawrence, “Bilerek ve isteyerek tüm vücudumu ve ruhumu işime kiralıyorum” da demiş.
Filmde soyunmasının ona bir güç duygusu vermiş olmasını sorgulamak ve sorunsallaştırmaktan kaçınalım hadi!.. Ama vücudu ve ruhunu kiraya vermek?!.. Bunu yaptığınızda artık o vücut ve ruh sizin olmaktan çıkar “meta” olur.
Lawrence’in sözleri bana 2010 yılında Türkiye’ye çekim için gelmiş manken Missy Raider’ı hatırlattı. Kendisine vücuduyla ilgili sorular soran gazetecilere, “Artık popom, memem görünmüş umurumda değil, çünkü bedenim artık bana ait değil; o, bir nesne” demişti.
Marx’ın “yabancılaşma” kavramı ne bundan daha “sade” anlatılabilir, ne de o yabancılaşmanın “bilinci” (farkındalığı) bundan daha güzel örneklenebilir!..

Lawrence’in Raider’la karşılaştırıldığında tüketim kapitalizmi bünyesinde bedene ve benliğe yabancılaşma bilincinin çok uzağında olduğu ortada. Bedenini kiraya verdiği “iyimser”liğinde o…
Merve Boluğur’a gelelim! Onda daha katmerli şekilde, bedensel ve benliksel yabancılaşmanın bir “güç yanılsaması” ile kamuflajlanıp dışa vurulduğuna tanık oluyoruz.

Merve, kendi adını “marka”laştırıp sosyal medyada “#gücünüyaşa” etiketi ile tanıtarak ilk kozmetik ürünü ruju satışa sunmuş. Bu arada diyor ki “Şu an gücümün zirvesini yaşıyorum. Bütün kadınlara da tavsiyem, kendi güçlerini yaşasınlar.”

Demek ki Merve, bedenini ve benliğini (ismini) bir “meta” olarak hem “üreten” bir işçi, hem de “satan” bir sermayedar, bir patron konumunda. Ama tabii onun bu “sahip”liğine de sahip ve onun gücünün üstünde bir “Güç” olarak “piyasa sistemi” var.

Jennifer de, Merve de “erkek bir dünya”ya karşı değil, o dünya için, kadını bir tüketim nesnesi kılarak metalaştıran “ataerkil kapitalizm”den yana güç gösterisinde bulunuyor aslında.

Her ikisinin de o kapitalizminin eril tanrılarına kurban olmamasını dileyelim ve onları önce “Rahim” olan Allah’a, sonra da “Perçinci Rozi”lere emanet edelim!.....

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Kadın tiyatrocu olmak değil; tiyatrocu olmak - BURAK ABATAY

Ezgi Çelik... 2006’dan bu yana süren tiyatro kariyerine kendi yazıp oynadığı Hoşdeng adlı oyunla devam ediyor. Başka ‘Hoşdeng’ler olmasın diye mücadele eden bir kadının öyküsünü izlediğimiz oyun üzerine Çelik ile konuştuk. Hoşdeng mart ayı boyunca her pazartesi (5/12/19/26 Mart) Entropi Sahne’de oynayacak. Ve ilk turnesini de 26 Nisan Perşembe Ankara CernModern’de yapacak.

»Bir kadın hikâyesi anlatıyorsunuz… Hoşdeng, nasıl bir kadın profili çiziyor?
Hoşdeng, sesini kısmak zorunda kalmış bir kadın. Ve bunu o kadar küçükken yapmaya başlamış ki, bu onun bir öz­­­elliği haline gelmiş. “Ben de konuşamam…” diyor oyunun bir yerinde. İlk olmadığını anlatmaya çalışıyor. İlk de değil, gidişata bakarsak son da olmayacak. Bir süre daha. Hoşdeng’e ‘siz hangi kadın profiline giriyorsunuz?’ diye sorsak ne cevap verirdi bilemiyorum. Ama büyük bir değişimin öncüsü olabilecek kudrete sahip ve bunu oyunda bize gösteriyor. Yeter ki başka ‘Hoşdengler’ olmasın diye neler yapabileceğini izliyoruz bir kadının. Yok, ne cevap verirdi buldum; ‘ben insan profiliyim’ derdi.


»‘Hoş ses’ olayın vahametine karşın yapılan bir ironi midir?
Gerçek adı değil Hoşdeng. Sonra kendisi değiştirmiş adını. Şarkı söylemeyi çok seven bir kadın Hoşdeng. Kendini, hislerini, ifadesini orada bulmuş. Oğluna sevgisini de ninniyle anlatıyor, tuttuğu yası da kendi şarkısıyla dile getiriyor. Vahameti yerine tam tersi aslında, nefesi gibi hayatta müzik. Kısa bir hapishane geçmişi sırasında, orada tanıştığı Zişan Abla veriyor bu ismi ona. Zişan bakıyor ki, isyanını da öyle dile getiriyor Hoşdeng, onlara sevgisini de. “Hoş sestir anlamı, Hoşdeng olsun senin adın” diyor.
»Aynı zamanda bir de direniş öyküsü izliyoruz… Boyutları nedir bu karşı duruşun?
Sonunda geldiği noktaya bakınca, dibine kadar desek doğrudur. Baş koyuyor Hoşdeng, oğlunu diğer tüm tanıdığı erkeklerden koruyarak yetiştirmeye baş koyuyor. Onlara benzemesin diye. Bir kadın daha kendi yaşadıklarını yaşamasın diye. Bir insan daha… Kendi canından olana bile söz geçiremediğini, onu etraftan koruyamadığını anlayınca da sonuna kadar gidiyor. Zaten bir meselemiz de bu değil mi? Sen bir şeye niyet ediyorsun, bir süre sonra bu bir savaşa dönüşmüyor mu? İş anında romantik bir halden çıkıyor bizim ülkemizde ve bir direnişe dönüşüyor. Yahu hani mutlu mutlu niyetimi gerçekleştirecektim niye şimdi koca bir toplumla dişe diş kana kan oluyorum? Ama oluyorsun. Hoşdeng de oldu. Oğlunu yetiştirmeye çalışırken onu etraftan, toplumdan ne kadar koruyabildi? Bu bir nevi savaşa dönüşüyor oyunda aslında. Anne, oğlunu koruma savaşı veriyor, oğlu da anneye karşı bir savaş. Ve o çocuk, bize hayatın ne kadar acımasızlaşabileceğini gösteriyor. Bu oyunda herkes ‘kendi’ dibine kadar gidiyor.

»Tiyatro metninde “Toplum kendisinden ne beklemişse hepsini vermiş, ama karşılığında hiçbir şey alamamış” olarak anılıyor Hoşdeng. Verdiklerinin karşısında neyi bekliyor karakter?
Kendi için bir şey beklemeyi çoktan bırakmış Hoşdeng. Özellikle de toplumdan. Uzun zaman önce hayattan tek beklentisi kalmış, o da oğlu ve onunla ilgili hayalleri. Onlar da zaman içinde bir bir yıkılıyor zaten. Hoşdeng’i kıymetli yapan, toplumdan hiçbir beklentisi kalmamış bir insanın yine toplum ve tüm kadınlar için hayatını feda etmesi. Bu çok özel benim için. Ben sesimi kıstım başka kimse kısmak zorunda kalmasın diyor Hoşdeng. Hem de kendi yetiştirdiği bir erkek yüzünden. Koca topluma karşı savaşı kaybediyor, oğlunu çoğunluğa kaptırıyor. Ama yine de son anında bile pes etmiyor. Son adımını yine orada yaşayan kadınlar için atıyor. Bunu benim Ezgi olarak durduğum yerden anlamam baya bir zamanımı aldı mesela.

»Oyunun fikri nasıl gelişti peki?
Oyunun yönetmeni Ani ile (Ani Haddeler Pekman) biz çok uzun zaman önce hadi artık kendimiz bir şeyler yapalım demeye başlamıştık. Birbirimizi sıkıştırır vaziyetteydik. Bir sürü şeyler okundu bakıldı. Sonra araya zaman girdi, sonra tekrar bir gaza gelindi gibi gibi… İşin ciddiye bindiği bir gün, Ani’ye kafamda böyle bir hikâye olduğundan bahsettim. Ani’nin de esas isteği her zaman bizden bir hikâye olmasıydı. Hem bu ülkenin konuları olarak hem de metin olarak. Sonra o heyecanla yazmaya başladım. Hoşdeng’e ilham veren, bana ilk adımı attıran da Ramin Matin’dir. Böyle bir hikâyenin oluşmasına vesile olan. Bir gün bir haber izledim anneannemde, bir kadın gördüm ve ismini duydum. Sadece içimden şunu dediğimi hatırlıyorum ‘bir insan kızına neden bu ismi koyar?’ Böyle başladı her şey. Ramin’e anlattım, o bunun bir hikâyeye dönüşebileceğini inandırdı. Sonra Ani ve sonra da kocaman bir süreç.
Tabii ki dramaturgumuz Bilgesu Kasapoğlu. O zarif, o kibar, o ince sesli Bilgesu’nun, bir an da içinden çıkan pata küte eleştiriler olmasa, Hoşdeng de bugün bu şekilde hayatımızda olmazdı. Bana inanılmaz şeyler öğretti Bilgesu.

»Kadına ve çocuğa yönelik şiddet ve istismar son zamanların en büyük problemlerinden birisi. Sanat yeteri kadar eğilebiliyor mu bu probleme?
Elbette hayır. Bir şeyi tam olarak anlamadan ya da ciddiye alamadan onu yaratıcılığa nasıl dönüştürebiliriz ki? Ben ülke olarak bu konuların ne kadar farkındayız onu çok kestiremiyorum açıkçası. Bu neyin nesi? Hep mi sapıktık? Bir anda mı sapıttık? Ve daha da önemlisi bence kimse bunların cevabını tam olarak duymak istemiyor. İkisinin de cevabı çok ağır. Öyle bir noktadayız ki, bu ülke gündemiyle ilgilenmemeye çalışan arkadaşıma da kızamaz hale geldim. Görüyorum çünkü, biraz üstüne gitse bu konuların, okusa araştırsa beyni yanacak. Ne yapsın, kendini korumaya çalışıyor. Bu nefessizlikle nereye eğilecek, neyin sanatını yapacak bu konularda. O kendi derdinde. Çok sıkıştırıyor hayat bu ülkede.

»Türkiye’de kadın tiyatrocu olmak peki… Karşılığı nedir?
Budur. Sana bu sorunun bu şekilde geliyor olmasıdır. Sana ‘bu ülkede bir tiyatro oyuncusu olmak nasıl bir şeydir?’ denmez, ‘kadın tiyatro oyuncusu olmak ne demek’ denir. Bence bu yeteri kadar hazin. İnsanız yahu, önce insan. Bana en azından öyle öğrettiler. Ve zor bu ülkede insan olarak kalmak da, tiyatro oyuncusu bir insan olmak da bence zor. Ama acayip zevkli. Tadından yenmez.

BURAK ABATAY / BİRGÜN

Abdülhamid’den Börü’ye dizi yalanları, yalan dizileri - Fatih Yaşlı

Kurgu ile gerçek, fantezi ile hakikat arasındaki açının daralarak gözden yittiği, yalanın hükmünü ülke ve hatta insanlık tarihinde görülmemiş ölçüde icra ettiği zamanlardan geçiyoruz. Siyasetçisiyle, köşe yazarıyla, sanatçısıyla, televizyonuyla, gazetesiyle, bir büyük yalan endüstrisi, sonsuz kolları olan bir canavar misali, bir büyük yalanı ve onun türevi başka yalanları planlı programlı bir şekilde, her gün yeniden ve yeniden üretiyor, halkın zihnine düzenli bir şekilde boca ediyor.

Bir süredir televizyon dizileri bu büyük yalan endüstrisinin en önemli araçlarından biri olarak karşımıza çıkıyor; televizyon dizileri tam da zamanın ruhuna uygun bir kurguyu, bir fantezi evrenini ekranlardan evlere bir tür afyon misali yayıyor, kitleleri efsunluyor. Söz konusu yalan endüstrisinin “Osmanlı” ve “savaş” dizilerine yoğunlaşması ise şüphesiz bir tesadüf değil; yeni-Osmanlı hayalleriyle savaş politikalarının toplumu ve siyaseti dizayn etmek için kullanıldığı bir konjonktürde, “toplumsal algının popüler kültür ürünleri aracılığıyla inşası” diye tarif edebileceğimiz süreç, özellikle bu diziler üzerinden işletiliyor.

“Osmanlı” dizilerine biraz daha yakından bakalım. Bu dizilerden birinin Osmanlı’nın kuruluş dönemine odaklanırken, diğerinin ise Abdülhamid dönemine odaklanması şaşırtıcı değil. Dizilerden ilkinin –Diriliş- isminin de işaret ettiği “yeniden doğuş” temasına hem Alman Nazizminde, hem İtalyan faşizminde rastlayabiliyoruz, Naziler III. Reich’ı, İtalyan faşistleri yeni-Roma’yı kurmayı, imparatorluğu yeniden diriltmeyi bir vaat olarak toplumun önüne koyuyorlar. Bizde de yeni-Osmanlı, Osmanlı’yı yeniden diriltme iddiası buna denk düşüyor. Dizinin adının İslami kesimin önemli şairi Sezai Karakoç’un fikriyatının merkezinde yer alan “Diriliş” kavramından alınmış olduğunu da eklediğimizde tablo tamamlanıyor.

“Osmanlı” dizilerinden diğeri, kaçınılmaz olarak, Abdülhamid dönemine odaklanıyor. “Kaçınılmaz olarak” diyoruz, çünkü “bir mitos olarak Abdülhamid”in geçmişten bugüne İslamcılığın söylemi içerisindeki merkezi yerini biliyoruz. Necip Fazıl’dan günümüze yakın tarih Abdülhamid figürü üzerinden yeniden yazılıyor ve bugün de yeni rejimin tarih anlatısı Abdülhamid mitosu üzerine inşa ediliyor. Dizi de buna uygun bir şekilde ilerliyor, Abdülhamid İngiliz Büyükelçisi’ni tokatlıyor, Paris’te sahnelenecek olan ve “peygambere hakaret eden” bir piyesle ilgili olarak Fransız Büyükelçisi’ni tehdit ediyor, Duyun-u Umumiye temsilcisinin başına silah dayatıyor.

“Savaş” dizilerinin ortak teması ise belli: Kürt coğrafyasında ve Suriye’de devam eden savaş. Bu dizilerin hemen hepsinde devletin bekasının tehlikede olduğunu gördükleri anda “devlete küsülmez” diyerek tekrar göreve dönen Ergenekon / Balyoz kumpaslarının mağduru askerleri görüyoruz. Bu askerler, Fethullahçılara karşı ve devletin bekası adına iktidarla barışıyorlar ve ülkücü cenahtan gelen güvenlikçilerle birlikte “vatan savaşı” veriyorlar.

Bu dizi furyasının son örneklerinden birinde, kollarında Göktürk alfabesiyle “Türk” yazan, üniformalarında bozkurt figürü bulunan özel harekâtçıları izliyoruz. Sahnelerden birinde “Fethullah’ın p.çleri…” sözü geçiyor, başka bir sahnede “Atatürk’ten korkuyorlar” lafı ediliyor, diğer bir sahnede ise “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı duyuluyor. Tam da arzu edilen “yerli ve milli ittifak” bu dizilerde kuruluyor. “Cumhur ittifakı”nın doğasına uygun bir şekilde ülkücülere zeytin dalı uzatılıyor, tıpkı dinselleşme gibi MHP milliyetçiliğinin argümanları da popüler kültür alanına taşınıp kitleselleştiriliyor. Cemaate ve kumpas davalara yapılan göndermelerle ve asker övgüsüyle Atatürkçü kesimlerin ağzına bir parmak bal çalınması da ihmal edilmiyor. Tıpkı gerçek dünyada olduğu gibi, burada da “beka savaşı” üzerinden iktidara muhalif kesimlere “milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde…” mesajı veriliyor.

Bir yanda zaman zaman senaryosundan Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlığı fışkıran Osmanlı dizileri, öte yanda İslamcılarla milliyetçiler arasındaki yeni ittifakı anlatan ama Atatürkçülere de göz kırpmayı ihmal etmeyen savaş dizileri… Tam da iktidarın doğasına ve işleyişine uygun yöntemlerle aktif rızayı ve pasif rızayı bir arada üreten popüler kültür araçlarıyla karşı karşıyayız.

Antiemperyalizm, yedi düvele karşı savaş, yeniden cihan devleti olma iddiası, Osmanlı güzellemeleri, savaş tapınmacılığı… Tüm bunlar tek bir söylemin içinde eritilerek bir tür ideolojik bulamaç haline getiriliyor, gündelik hayata ve sıradan insanların dünyasına diziler aracılığıyla taşınarak yeni rejimin “makbul vatandaş”ının yaratılmasına hizmet ediyor. Yalanın saltanatında, büyük yalanın hükmünü icrasında, kitlelerin aklının iğdiş edilmesinde bu dizilere büyük rol düşüyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN