20 Mart 2018 Salı

Bir 18 Mart daha - AYDEMİR GÜLER

Çanakkale Deniz Savaşının bu yıldönümünde iktidar cephesinde iki şey vardı. Bir; Afrin kent merkezinin -belli ki ÖSO aracılığıyla- kontrol altına alınması 18 Mart’a denk geldi. Bunun üzerine yine kontrolden çıktılar; Afrin ile Çanakkale’yi bulamaç yapmaktan kendilerini alamadılar! Cahillik ve akılsızlığa devam yani… 103 yıl önce olan, emperyalist savaşta nafile gelecek arayan Osmanlı’nın, duvara çarpıp ülke savunmasına çekilişiydi. 18 Mart 1915 emperyalist donanmalara karşı direniştir. Afrin’e ise kendileri fetih diyor! Gerçek daha da uzak: ABD’nin Suriye’yi bölme senaryosuna AKP eklemlenmiş oldu. 
Ne Çanakkale’si!

Bu eklemlenmenin anti-Amerikan bir demagojiyle hayata geçirilmesine çok yerinde yanıtı Türkiye Komünist Partisi veriyor. Hadi çıkalım o halde NATO’dan! Kapatalım üsleri!
İkinci olay Erdoğan’ın Çanakkale Belediye Başkanını konuşturmama talimatı. Demek ki, Çanakkale’nin yalnızca tarihini değil, bugünkü özgünlüğünü de anlamamışlar. Başka yerde başka bir CHP’li ambargoya çok üzülürdü. Bizim orada olmaz. Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın sosyal medyada yayınlanan konuşmasından, halkın zaten sırtını döndüğü, şeriatçı, bindirme kuvvetlere dayalı bir devlet törenine katılmaktan duyulan üzüntünün izi yoktu.

Zaten AKP yıllardır 18 Mart törenlerini halka yasaklıyor. Kentin iki yanıtı bu sayede artık gelenekselleşti: Akşam olur, AKP gider. Halk fener alayı halinde sokakları doldurur. Memleketin haliyle çelişkili görünen bir neşeyle üstelik. Ama bakmayın siz meselenin o çelişkili tarafına. Çanakkale akılsızların ambargosunu delmenin keyfini sürmektedir.
Diğer gelenekse TKP’nin… Parti üyeleri takibe alınır, bina kuşatılır. Pankart asıldığında kapısı kırılacak, pankart indirilecektir. İyi de asacak başka yer mi yok koca şehirde? Hele sabahtan akşama boğazı geçip duran “arabalılar” varken! Ne yapacaksınız gelecek yıl? Seferleri de mi durduracaksınız? Pankart sözdür. Yeter ki sözünüz olsun. Balkona asılmazsa Boğazda salınır, orası da olmazsa illa ki bulur kendine bir geçit. TKP 18 Martlarda Çanakkale’nin, Türkiye ilericiliğinin sözü olmuştur.

Türkiye ilericiliği imam hatiplerin çoğalmasını durduramadı. Ama okuldan başka her şeye benzeyen bu binaların sıralarını boş bırakmayı bildi. Türkiye medeni nikaha saldırıyı da durduramadı. Ama, daha önce de söyledik, müftüler çok bekler, kapıda sıra olmasını genç çiftlerin.

Bu durum, siyasallaşan İslam’ın, devletleşen gericiliğin gördüğü halk tepkisidir. Evet Türkiye dincilerin de itiraf ettiği ve iktidarın endişeye sürüklenmekte halkı olduğu gibi, “bu dinden” çıkmaktadır. Ateistler çoğalıyor diyor, İhsan Eliaçık; uğraş didin, ancak yüzde onunu engelleyebiliyormuş! Ateistlerin çoğalıp çoğalmadığı başka konu; ama İhsan bey misyonunu itiraf etmiş. AKP yüzünden eksilen dinciliği kurtarmaktır işi. Oysa o da beceremez. Çünkü dinin siyasallaşması Türkiye ilericiliğinin duvarına çarpmaktadır.
Çanakkale’nin yeni sayabileceğimiz gelenekleri aynı mekanizmanın başka görüngüleri olarak düşünülmelidir. 18 Mart’ta geçilemeyen artık Çanakkale değil, daha fazlası…
Dönelim ambargo delen belediye başkanına… Dinlemediyseniz, bir kulak verin derim önce: Kendi adıma söyleyeyim; Ülgür beye bir daha saygı duydum.


Metnin edebi tonunu ve kurgusunu beğenirsiniz beğenmezsiniz, o ayrı. Ama popüler edebi bir seslenme olarak başarılı olduğu kesin. Üstelik milliyetçi demagojiye çok kurban edilmiş bir konuda popülerliğin tuzaklarına da fazla düşmüyor. Ülgür Gökhan, şahsına yönelen taciz karşısında geri basmamakta, dahası saldırıyı Çanakkale Deniz Savaşı ve Gelibolu Savaşları özelinde değil, oradan yola çıkarak çok daha geniş bir cephede göğüslemektedir. Bu genişlikte göğüsleniyorsa saldırı, artık söz konusu olan savunma değildir. Bu konuşma sağlam bir karşı saldırıdır. Gökhan, dinselleşmeden Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığına, kadına şiddetten çocuk tecavüzüne, çevre yağmasından ayrımcılıklara, yozlaşma ve kirlenmeden savaş kışkırtıcılığına kadar bir dizi kritik ve çarpıcı başlıkta yobazlara gereken yanıtı veriyor. Ülgür Gökhan “boğazına kadar çamura batanlara”, “vatanı satanlara” işaret etmesiyle, günümüzün değme sosyal demokratına taş çıkartmıştır ve ne kadar kutlansa azdır.


Nokta. Ve: Ülgür beye saygı, sosyal demokrasi kuyrukçularına uyarı.
Çanakkale Belediye Başkanının 18 Mart konuşmasından yeni bir sosyal demokrasi aşkı türetmek çok yersiz olacaktır. Şu basit nedenle ki, konuşma metni günümüz Türkiye’sinde bir cesaret örneği olmakla birlikte, sosyal demokrat bir içerik dahi taşımamaktadır. Türk sosyal demokrasisi Afrin’de ÖSO’cular Demirci Kawa heykelinin üstünde tepinirken zafer şarkılarına eşlik eder! Kılıçdaroğlu TSK’ya her zaman çok güvenmişmiş…
Ama hal böyle diye Ülgür Gökhan’ın konuşmasını politik olarak yükseklere koymak da manasız olur. Ülgür beyin gündemine “sınıf sorunu” bir tek “Fakirlik içinde zafer yazan, zenginleşmek için zulüm yapanı bir yerlerden izliyor” sözleriyle girmiştir. Saygıyı ve kutlanmayı fazla fazla hak eden Gökhan dört dörtlük bir demokrasi manifestosu okumuştur. Güzel ve o kadar.

Türkiye bu kadarına bile aç. Ama Türkiye daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. Üstelik daha fazlasını hak ediyor. Türkiye bu demokrasi çizgisinin ilerisindedir.

Bir süre önce başbakanın köprü vesilesiyle “Çanakkale geçilmez dediler, işte geçiyoruz” diye kendini kaybetmesinin kaynağı karayolu inşaat şirketlerinin, otomotiv patronlarının kârlarına açılan yeni ufuktu. Çanakkale’nin su kaynaklarının, doğasının yok edilmek istenmesinin arkasındaki güdü, enerji şirketlerinin başı çektiği yağmacı kapitalistlerden ileri geliyor. Eğer Gelibolu yarımadasında savaş tarihi niyetine abuk sabuk evliya hikayeleri anlatılıyorsa, nedeni, bunlara inananların kendilerini bir daha asla emekçi yurttaşlar olarak hissedemeyecek olmalarıdır.

AKP’nin resmi muhalifleri demokrasi mücadelesinde nal topluyor diye, Türkiye ilericiliği demokrasiye fit olmamalı, yobazlığın sınıf karakterine odaklanıp yüzünü sosyalizme çevirmeli. 
Samimi demokratlara saygıyı ihmal etmeden…

Aydemir Güler / SOL

13 milyar kimin cebinden çıkıyor? - ÇİĞDEM TOKER

Daha, aniden iptal edilmiş, birkaç haftaya kalmadan da iptali durdurulmuş metro hatlarında ne tip pazarlıklar geçtiğini topluma doğru düzgün açıklayamamışlar. 
“Ekonomik değildi” (ki, gerçekten öyleydi) gerekçesiyle iptal edilen ihaleler, nasıl olup da iki ayda ekonomik hale geldi anlatamamışlar. Bulabildikleri gerekçe, -ihale tarihi
üzerinden bir yıl geçmemişken üstelik- bu hatların gecikeceği varsayımı olmuş. 
Büyükşehir Belediyesi olarak, tersi yapılmalıyken, ihaledeki uzmanlarca belirlenen keşif bedellerinin yüzlerce milyon TL üzerindeki tekliflere, bundan bir yıl önce neden imza atıldığının hesabı verilmemiş. 

Ve “fazla” verilmiş teklif büyüklükleri, 1.2 milyar TL’ye ulaşmış (misal; yaklaşık keşfi 2 milyar 58 milyon TL olan Çekmeköy- Sancaktepe-Sultanbeyli hattı için 2 milyar 342 milyon TL teklifin kabul edilişi). 

Görevlerinin olmazsa olmaz parçası olan bu hesapları vermeyi lütfetmemişler. 
Şimdi kalkıp, imzasını bir sene önce attıkları metro sözleşmeleri üzerinden, geniş geniş gülerek “en fazla oy aldığımız yerlere öncelik” diyebilme hakkını kendilerinde görebiliyorlar.
***

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mevlüt Uysal’ın “en fazla oy aldığımızyere metro önceliği” lafı, -dini inançlardan önce ve öte- anayasaya aykırıdır. Bu ülkede belediye başkanları dini kurallara göre değil, hâlâ hukuk kurallarına göre seçilmektedir. Bu ülkede vergiler, dini kurallara göre değil, Meclis’in verdiği Bütçe Kanunu’na göre toplanmaktadır. 
İktidar partisi siyasetçisi ve yöneticilerinden on altı yıldır “eşitlik” kelimesini fazla duymamış olsak da, bir belediye başkanının, “Metroda da birinci önceliğimiz, en fazla oy aldığımız yerler olacak inşallah” deme hakkı bulunmamaktadır. 
(Sözler tam olarak şöyle: “Birinci önceliğimiz metro. Metroda da birinciönceliğimiz en fazla oy aldığımız yerler olacak inşallah. Sultanbeyli ihalesi yapıldı. İnşaatı devam ediyor. İnşallah bu yıl içinde de Vezneciler - Arnavutköy ihalesini yaparız.”)

Metro finansmanı nasıl? 
Bunun kadar önemli bir diğer mesele; istifa ettirilmiş Kadir Topbaş’ın giderken “borçsuz bıraktık” dediği, ancak o daha bunu derken 2017 bütçesinde 4.6 milyar TL borçlanma yazan İBB’nin, metro yatırım finansmanını nasıl sağlayacağıdır. 

Meraklısı, Topbaş döneminde İBB’nin 925 milyon Avro borçlanma yetkisi aldığını hatırlar. Şimdi de aynı İBB’nin yatırım ve hizmet faaliyetleri için 1.5 milyar TL borçlanacağını okuyoruz. 

Her ne kadar Mevlüt Uysal, bu yılın başında raylı sistem yatırımlarına bütçeden 6 milyar TL ayrıldığını açıklamasa da, metro konusunda İBB’ce yanıtlanması gereken birkaç temel soru vardır. Bunların başında beş metro hattı ihalesinde yaklaşık 1.2 milyar TL keşif bedeli üzerindeki tutarların, müteahhit şirketlere ödenip ödenmeyeceği gelmektedir. 

(Bir yıl önceki ihalelerde beş hattı üstlenen firma: Makyol-Astur-İçtaş-Kalyon,Gülermak-Nurol, Doğuş-Özaltın-Yapı Merkezi, Alsim-Alarko-Cengiz, ÖzgünYapı-Söğüt-Şenbay, Makyol-Astur-İçtaş.) 

İkinci olarak geçen yıl yetkisi alınan 925 milyon Avro borçlanmanın gerçekleşip gerçekleşmediği ve en nihayet de son 1.5 milyar TL borcun kaynakları. 

Bu soruların cevabı, geçen yılın fiyatlarıyla sözleşme büyüklüğü yaklaşık 13 milyar TL olan metro yatırım bedelleri; aralarında HDP’nin, CHP’nin, MHP’nin, SP’nin olduğu farklı partilere oy vermiş bu ülkenin bütün yurttaşlarının vergilerinden ödeneceği için önemlidir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Dışa bağımlılık tavan yaptı - HAYRİ KOZANOĞLU

Uluslararası Yatırım Pozisyonu’nun (UYP) dış yükümlülükleri yeni bir rekorla 714 milyar dolara yükseldi. Türkiye’nin yurt dışı varlıkları ise ancak 233 milyar dolar. Böylelikle net UYP pozisyonu eksi 481 milyar dolara fırladı.

Uluslararası Yatırım Pozisyonu (UYP) bir ülkenin yurtdışı âleme olan tüm varlıklarını ve yükümlülüklerini gösterir. Bir ekonominin dış bağımlılığının en yaygın bilinen ölçütü, Türkiye için şu anda 438 milyar dolar düzeyinde bulunan dış borçlardır. Halbuki finansal küreselleşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte, özellikle doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını ve portföy hareketlerini de içeren UYP’nin daha anlamlı bir gösterge haline geldiği söylenebilir.

Her 1 varlığa 3 yükümlülük
Dün açıklanan UYP’nin dış yükümlülükleri, yeni bir rekorla 714 milyar dolara yükseldi. Türkiye’nin yurtdışı varlıkları ise ancak 233 milyar dolar. Böylelikle daha önemli bir kriter olan, net UYP pozisyonu eksi 481 milyar dolara fırladı. Kaba taslak her 1 dolarlık dış varlığımıza karşın 3 dolarlık yükümlülüğümüz bulunuyor. 2016 yılına göre, yükümlülükler tam 132 milyar dolar, net pozisyon ise 115 milyar dolar artmış görünüyor. Bu, haliyle çok vahim bir gidişata işaret ediyor.
Rakamların ayrıntılarına girmeden önce metodolojik bir açıklama yapmakta yarar olabilir. Örneğin 2016 sonuyla kıyaslayınca, yabancıların hisse senedi portföyünün 35.5 milyar dolardan 2018’de 54.8 milyar dolara yükselerek, 19.3 milyar dolar sıçramasının üç açıklaması olabilir: Birincisi, yabancıların borsaya taze yatırım yapması; ikincisi, borsa endeksindeki artış; üçüncüsü TL/dolar paritesindeki hareket. Fiilen de üçünün kombinasyonu sonucu bu noktaya ulaşılmış durumda.

Şimdi rakamların biraz ayrıntısına girersek:
»Türkiye’nin 233 milyar dış varlığının yarısını Merkez Bankası’nın 115.3 milyar dolarlık rezerv varlıkları oluşturuyor. Rezervlerde, son 1 yılda parasal altın stokunun 11.2 milyar dolar artarak, 25.3 milyar dolara sıçraması dikkat çekiyor.
»Yurtdışına yapılan doğrudan yatırımların tutarı 42.5 milyar dolar. 3.1 milyar çok sınırlı bir portföy yatırımının yanı sıra, yurtdışındaki mevduatları ve açılan kredileri içeren “diğer” kalemi de eklenince 232.7 milyar dolarlık varlık toplamına ulaşılıyor.
»Türkiye’nin yükümlülüklerindeki 132.1 milyar dolarlık artışın; 54.1 milyar doları doğrudan yatırımlardan, 42.5 milyar doları portföy yatırımlarından, 35.5 milyar doları ise kredilerden kaynaklanıyor.
»Doğrudan yatırımların 2017’de hız kestiğini biliyoruz. Değişim daha çok, yabancı şirketlerin ve yabancıların gayrimenkullerinin dolar cinsinden değerinin artışından kaynaklanıyor.
»Portföy yatırımlarının bileşenlerine gelince: 54.8 milyar dolar hisse senedi (son 13 ayda 19.3 milyar dolar artış), 130.7 milyar dolar borç senedi bulunuyor (Aynı dönem 24.2 milyar dolar artış). Ayrıca, bankaların 93.1, hükümetin 25.9, dış ticaret sektörünün ise 47.1 milyar dolar kredi borcu bulunuyor.

‘Sıcak para’ tavan yaptı
»Sıcak parayı; yabancıların hisse senedi yatırımları, elde tuttukları yurtiçi borçlanma senetleri ve mevduatlarının toplamı olarak tanımlayabiliriz. Bu hesaba göre uçar-kaçar nitelikli, ülkeyi terk ettiğinde döviz kurlarını ve piyasa faizlerini sarsabilecek sıcak para tutarı tam 142 milyar dolarla tavan yapmış durumda.

Son söz: AKP’nin iktidara geldiği dönemde UYP eksi 85.5 milyar dolardı. 5 yıllık sürede, “yerli ve milli” hükümetler dış yükümlülüğümüzü 5.6 kat artırarak, eksi 481 milyar dolara fırlattılar. 

Yorum sizin…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Afrin soruları - İBRAHİM VARLI

Ne Afrin’i ne öncesindeki Fırat Kalkanı’nı ne de sonrasında vuku bulacağı dillendirilen Menbiç harekâtını, fotoğrafın bütününe bakmadan anlamak mümkün. Fotoğrafın bütününde karşımıza çıkan ise Suriye’deki hegemonya, paylaşım, nüfuz savaşının kendine özgü denklemi. Bu gerçekliği dikkate almayan her analiz eksik kalır.

Doğu Guta’da Şam, zafer ilan etmeye yakın. İdlib’in de temizlenmesiyle Suriye’nin “cihatçılar” sorunu –küçük cepler dışında- büyük oranda bitmiş olacak. Radikal İslamcıların beklenen yenilgisiyle savaş, Kürtlerin merkezinde olduğu yeni bir kavgaya dönüşmek üzere.

Bütün emareler, göstergeler bu yönde. Fırat’ın doğu yakasına yerleşen ABD, varlığını Kürtler üzerinden meşrulaştırıyor. Benzer şekilde iki bölgeden Suriye’nin kuzeyine giren Türkiye’nin görünür nedeni de Kürtler. Astana masasında Kürtlere statü veren Rusya’nın da Kürtler üzerinden birtakım hesabı var.

Cenevre ve Astana masalarında pazarlık yapması için Türkiye’nin eline önemli iki koz geçmiş oldu. Bu yadsınamaz. Bu kozlarından birisi Afrin, diğeri de Cerablus-Azez hattı. Ve şayet gerçekleşirse buna Fırat’ın batısına düşen Menbiç’i de eklemeli.

Bir anlaşma mı söz konusu?
Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile sürdürülen Zeytin Dalı Harekâtı’nın 58. gününde Afrin kent merkezine girildi. Beklenilenden de hızlı bir şekilde Afrin’e girilmesi soru işaretlerine neden oldu. 8 Mart’ta Avusturya’nın başkenti Viyana’da konuşan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Zeytin Dalı Harekâtı mayıs’a kadar biter. Afrin devam ediyor olursa da hem Irak’ta hem Suriye’de operasyon yapıyor olacağız” demişti. On gün sonra 18 Mart’ta Afrin kent merkezine girildi.

En az iki ay daha sürmesi beklenen harekâtın açıklamadan on gün sonra hedefine ulaşması haliyle birtakım soruyu gündeme getirdi. YPG’nin geri çekildiği, gizli bir diplomasinin yürütüldüğü, kapalı kapılar arkasında birtakım pazarlıklar yapıldığı dillendirilmeye başlandı. Afrin’de bir kent savaşına girişilmemesi de soruları besleyen unsurlardan. Perde arkasında neler oldu meçhul.

Tabii YPG özelinde üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da kentin neden Suriye devletine devredilmediği, bunun yerine göz göre göre Türkiye’nin denetimine girmesine izin verildiği.

Rusya ne yapmaya çalışıyor?
Afrin eksenli gelişmelerde Rusya’nın tavrı belirleyici. “Türkiye’ye komşu bir ülke topraklarında bu kadar rahat oyun kurmasına izin veren koşullar nedir” diye bakıldığında yanıtların Moskova’da saklı olduğu görülecektir. ABD’nin Suriye’deki oyununa çomak sokan Rusya’nın kurmak istediği oyunu ve vermek istediği mesajları kısaca şöyle özetlemek mümkün.

»Kürtlere sınırı göstermek: Rusya, özellikle Fırat’ın doğusunda ABD’yle sıkı ilişkiler Kürtlere bu “aşırı” yanaşmanın kendilerine yol açacağı faturayı görmelerini istedi. Bunun yanında Kremlin’in belirlediği statünün dışında bir talepte bulunulmaması mesajı vardı. Bu etkenler nedeniyle Suriye Kürtleri’nin talep ve hareket alanlarının törpülemesi için Türkiye’ye yol verildi.

»ABD-Türkiye hattında çatlak oluşturmak: Suriye arenasında ABD ile birçok konuda karşı karşıya gelen Türkiye’yi, bu gerilimden yararlanarak yanına çekmek isteyen Moskova, Ankara-Washington ilişkilerine çomak sokmak, iki ülke arasındaki makası daha da açmak için Afrin hamlesine icazet verdi.

»Kozları birbirine karşı kullanmak: Şam yönetimi, Türkiye ve Suriye Kürtleri arasında denge tutturmaya çalışan, birini kaybetmeden diğerini kontrol etmek isteyen Kremlin, her üç aktörü birbirine karşı birer koz olarak kullanıyor. ABD ile doğu-batı ekseninde Suriye’yi paylaşan Rusya, Batı Suriye’de “al-ver” hesabıyla dönemsel müttefiklerini ürkütmeden oyununu icra ediyor. Afrin’e karşılık İdlib’i alırken, Kürtlere de Astana masasında yer açtı.

AKP/Saray rejiminin sıkışmışlığı giderilir mi?
Ankara, uluslararası kamuoyundan ve Suriye’den gelen eleştiriler üzerine kentte kalıcı olmadığını “Afrin’in Afrinliler tarafından yönetileceğini” açıkladı. “Bölge gerçek sahiplerine teslim edilecektir” denilerek Afrin merkezine girildiği saatlerde Antep’te bir araya getirilen “güdümlü” muhaliflerle “Afrin Kurtuluş Kongresi” düzenlendi.

Afrin’i içeriye tahvil ederek milliyetçi-muhafazakâr kitlesini konsolide eden AKP/Saray rejimi, milliyetçi hezeyanı hamaset edebiyatıyla bir süre daha pompalamaya devam edecek. “ABD’nin desteğiyle Akdeniz’e kadar uzanan Kürt koridoru projesini engelledik” denilerek içeride yol alınmaya çalışılacak. Ancak bu milliyetçi, şovenist histerinin barutu da bir yere kadar. Buradan başkanlık seçimine kadar sürecek bir yıllık bir malzeme çıkmaz. Bunun için de yeni “kızıl elmalar”a ihtiyaçları var.

Suriye denkleminde ABD ile Rusya arasında sıkışıp kalan, iki küresel aktörün manevralarından doğan boşluklardan nemalanmaya çalışan AKP/Saray rejiminin yaşadığı sıkışmışlık Afrin, Cerablus, El Bab gibi küçük ceplerin alınmasıyla giderilecek gibi değil. Suriye’ye rejim ihraç etme hevesiyle çıkılan yolda harekete geçirilen fay hatlarının yarattığı sarsıntı bütün bir Suriye politikası çökmüş, AKP/Saray rejiminin yaşadığı sıkışmayı daha da artırıyor. Olası bir Menbiç ya da Sincar harekâtı da bu sıkışmışlığı aşmasına çare olmayacak. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtı nasıl bu sıkışmışlığı gideremediyse yeni operasyonlar da yaşanılan çözülmeyi engelleyemeyecek.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Afrin - L. DOĞAN TILIÇ

Suriye’de neler olup bittiğini yalnızca bizim medyadan değil de farklı kaynaklardan izlemeye çalışanlar, “Afrin düştü” haberleriyle birlikte “Doğu Guta düştü/düşüyor” haberlerini birlikte gördüler. Pazar günü, Erdoğan Afrin’in düştüğünü müjdelerken,  Esad da Doğu Guta’da zafer turu atarcasına cepheyi dolaşıyordu.

Afrin ve Doğu Guta’daki gelişmeleri birlikte okumak, Türkiye’nin uzun vadede 
Suriye’de nelerle karşılaşacağını öngörebilmek açısından önemli.
TSK ve ÖSO’nun Afrin merkezine girişi, Türkiye’nin ilan ettiği ilk hedefe ulaşması açısından önemli bir gelişme ve beklenenden çok daha “kolay bir zafer” oldu. Yarın seçim olsa, bunun –tıpkı Suriye dahil dışarıdaki “başarıların” Putin’in zaferinde payı olduğu gibi- Erdoğan ve AKP hanesine puan yazacağı kesin.

Ağır kayıplar verileceği gerekçesiyle “Afrin merkezine girmeyin” diyen ana muhalefet partisi ve liderinin, neredeyse kayıpsız Afrin’e girilmesi karşısında orduyu kutlaması, Suriye operasyonuna ilkesel değil de teknik nedenlere karşı çıkışın yol açtığı açmazı da gösteriyor.

Afrin’in bir çatışma olmadan terkedilmesi YPG saflarında bir moral bozukluğuna ve düzenli ordu savaşında, ABD koruması ve desteği olmaksızın, TSK ile karşı karşıya kaldıklarında kazanma şanslarının olmadığını görmelerine yol açacak.

Aslında, bu görüldüğü için operasyonun başladığı günden beri, Afrin’de direnecekler beklentisi yaratarak sürekli çekilen YPG Afrin’den de çekildi. 10 bin kadar oldukları söylenen silahlı güçlerin neredeyse tümü, TSK ve ÖSO girmeden Afrin’den çıktı.
TürkiyeAfrin’in “kurtarılması”nın bu kadar gecikmesini sivillere zarar vermemek konusundaki titizlikle açıklarken, YPG de Afrin’i terk edişini aynı gerekçeye dayandırıyor.
BMTSK ve ÖSO girmeden önce 48 bin sivilin Afrin’i terk ettiğini söylerken, farklı kaynaklar son günlerde Afrin’i terk edenlerin sayısını 150-200 bine kadar çıkarıyor. Bu saptamalar, Türkiye’nin “teröristler sivillerin çıkışına engel oluyor” söylemiyle örtüşmezken, TSK ve ÖSO’nun girişinin Afrin’de zaten pek kalmamış sivil halkın coşkusuyla karşılandığı da söylenemez.

ÖSO’nun kente girişteki ilk işinin Kürt ve İran mitolojisinin önemli sembollerinden Demirci Kava’nın heykelini yıkmak olması, ağırlıkla Sünni Araplardan oluşan bu gücün Kürtlere dönük etnik temizlik yapabileceği endişesini destekleyen bir gelişme oldu.

Bölge uzmanı Batılı gazeteciler tarafından, “Afrin’i gerçek sahiplerine vereceğiz” ve “teröristlerden arındırıldıktan sonra Türkiye’deki Suriyelilerin Afrin’e yerleştirileceği” söylemi de, Türkiye’nin sınırda bir Sünni Arap bölgesi yaratacağı şeklinde değerlendiriliyor.

Bu olasılığın gerçekleşmesi, Türkiye’ye dönük olarak on yıllar sürecek ve hem içerde hem dışarda sosyolojik temelleri olan bir Kürt kırgınlığına ve öfkesine yol açacaktır.
YPG’nin çekilişi, onlar açısından moral bozucu bir büyük yenilgi olsa da, Türkiye’ye, hangi formda olursa olsun, bölgede kaldığı sürece yaygınlaştıracakları bir vur-kaç savaşının da başlangıcına işaret ediyor.

Afrin düştü, peki bundan sonra ne olacak?
Türkiye sonraki hedefin Münbiç ve hatta Irak sınırına kadar bütün bölgenin temizlenmesi olduğunu ilan etmişti.

Tam da bu noktada, Suriye ordusunun Doğu Guta’daki ilerleyişi, oradaki “muhaliflerin” kaybetmekte oldukları gerçeği önem kazanıyor.

Gelişmeleri İsrail cephesinden değerlendiren analistler; Doğu Guta’nın düşüşünün iki anlamı olduğu söylüyorlar: Birincisi İran’ın Şam’ın tartışmasız ağabeyi olması ve bunun da İsrail için sürekli tehdit anlamına gelmesi, ikincisi de ABD’nin Suriye’yi Rusya’ya kaptırması.

ABDPYD/YPG’yi Türkiye karşısında yalnız bırakırsa, bu Kürtlere ilk ihaneti olmaz. Ancak, sahada YPG/PYD’den başka dayanağı olmaması, Kürtleri terk etmesinin  Suriye’yi de terk etmesi anlamına gelecektir ki, bu bundan sonraki adımlarda  Türkiye’nin ilk kez ciddi çatışmalara gireceği anlamına gelir. Daha uzun vadeli baktığınızda ise, AfrinDoğu Guta’yı düşürüp muhaliflere karşı gittikçe güçlenen Şam yönetimiyle karşılaşmanın alanına dönüşebilir.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

19 Mart 2018 Pazartesi

Burjuva basını ‘görev’de! Paris Komünü, I. Enternasyonal ve Marx hedefte! - SERPİL GÜVENÇ

İlk emek iktidarı olan Paris Komünü’nün burjuvaziyi ne denli korkuttuğu açıktır. Sömürücü sınıf, Komün’e karşı verdiği mücadelede altmış bin insanı vahşice katletmek dahil olmak üzere görülmedik ölçüde zor kullanmanın yanı sıra basından büyük çapta yararlanmıştır. Burjuva basınının Komün döneminde oynadığı rol, bu kurumun, burjuvazinin en önemli ideolojik aygıtlarından birisi olduğunu bir kez daha gözler önüne serer.  

Avrupa, İngiltere ve ABD’de – sol ve komünist gazete ve dergiler dışında – tüm basın organları, Komün, I. Enternasyonal ve lideri Marx’la ilgili olarak ağız birliği etmişçesine asparagas haberler yayımlarlar. Komün’ün Paris’i, Fransız 1789 Devrimi’nde olduğu gibi bir “vahşi hayvan mağarası”na dönüşmüştür. Sokakları kan götürmekte, anarşi ve suikastların ardı arkası kesilmemektedir. Kenti çetelerin terörü yönetmekte, daha da kötüsü “vahşi Kızıllar” gerçek cumhuriyetçiliği ve bireysel özgürlüğü yok etmektedirler. Komün’ün dünya çapında bir büyük yangının habercisi olduğunu ve 1. Enternasyonal tarafından yönetildiğini iddia eden Versay hükümetinin bildirileri basında büyük puntolarla tam metin olarak yer alır. Bu da yetmez; kişilerle ilgili yalan haber rüzgârı da hızla iletilir okurlara. Komün’den bir gün önce tutuklanarak hapse atılan devrimci önder Auguste Blanqui, nasıl olmuşsa hapisten çıkmış ve Komün Genel Komitesi’nde yer alarak hareketi yönetmeye başlamıştır! Fransa halkının desteklediği Komün sosyalisttir ve bu nedenle hükümet olamaz çünkü sosyalizm demek şiddet demektir; Komüncüler komünisttir ve Enternasyonal tarafından yönlendirilmektedirler; Enternasyonal onları Paris’ten sonra diğer ülkelere saldırtacaktır. Sonunda dünyanın her ülkesi bu şiddet dolu çete yönetimine geçmek zorunda kalacaktır!

Burjuva basını yapılacak işi de tanımlar sütunlarında. Paris’e Louis Napolyon Bonaparte gerekmektedir! Komün’ü şiddet severlikle suçlayan yazar takımı, Louis Napolyon gibi eli kanlı bir diktatöre olan özlemini haykırmaya başlar. Paris’teki bu “zehirli devrimci düzensizliği” ancak Bonaparte’lar gibi düzgün “doktorlar”tedavi edebileceklerdir. İmparator serbest bırakılmalı ve başkente yürüyerek bu çılgınlığı halletmelidir. Eğer o bu işi beceremezse Fransa’nın savaş açtığı ve yenildiği “düşman” Alman ordusu devreye girmelidir!

Burjuva basınının diğer hedefi ise, Komün belâsını Fransa’nın başına sardığı iddia edilen Marx ve Enternasyonal’dir. Enternasyonal’in başı “Alman komünist doktor” Marx, Bismarck ile gizlice görüşmekte, onun ajanlığını yapmakta ve Alman hükümetinden para almakta ve bu parayla Londra’da çok lüks bir yaşam sürdürmektedir! Fransa’da büyük burjuvazi ve asillerin organı olan ve Marx’ın “petite presse – küçük basın” olarak nitelediği bu yayın organlarından Le Gaulois gazetesi, “Paris Devrimi Londra’dan örgütleniyor” başlıklı haberinde Marx’ın , hapisteki Blanqui ve biri İngiliz diğeri ise İtalyan iki düşsel hükümet görevlisi ile gizli toplantılar yaparak Fransa aleyhine komplo ve suikast düzenlediğini yazar! Fransız Versailles polisini kaynak gösteren bu düzmece haberler özellikle Fransız basınının düzen yanlısı gazetelerinin başlıklarından hiç eksilmez. Daily News, Marx ve Enternasyonal’in Fransız köylülerini tüm şatoları yakmaya çağırdığına dair bildiriler yayınlar. Tutucu İngiliz The Standard gazetesi, 19 Haziran 1871 tarihli başyazısında Londra enternasyonalistlerinin eski toplumun yıkılmasının zorunluluğunu işaret eden, kamusal yapıların ateşe verilmesi, rehinelerin öldürülmesi gibi olayları destekleyen çağrılar yayınladıklarını ballandırarak yazar. Fransa’ya ulaşmak isterken Belçika’da tutuklandığı haberinin La Situationisimli Fransız gazetesinde çıktığı gün, Marx, ABD’den kendisiyle röportaj yapmak üzere gelen The Worldmuhabiri R. Landor ile görüşmektedir. Muhabir ve Marx Londra’daki haberi evde birlikte okurlar!

İş çığırından çıkmıştır ama bir bakıma istenen de budur.  Amaç, Marx’ın işçi sınıfları nezdinde kazandığı haklı ünü kirletmek ve Marx’ın ifadesiyle, amacı “siyasal iktidarı ele geçirerek işçi sınıfının kurtuluşunu sağlamak ve siyasal iktidarı toplumsal hedeflere ulaşmak için kullanmak olan”ve kurulduğu günden itibaren “dünyanın en ileri işçilerini birleştiren ulusal bir bağ”ı simgeleyen 1. Enternasyonal’i kitleler önünde küçük düşürmektir.

Komün’ü Marx ve Enternasyonal mi yarattı?
“Kendiliğinden doğan” Komün’ün yaratıcısı Marx ya da Enternasyonal değildir. Almanya ile savaş, kuşatılma acıları, proletaryanın işsizliği, küçük burjuvazinin uğradığı yıkım, yığınların yeteneksiz üst sınıflara ve yönetime karşı duyduğu öfke, durumundan hoşnut olmayan işçi sınıfının başka bir toplumsal örgütlenmeyi özlemesi, Fransız Ulusal Meclisinin gerici bileşimi ve benzeri etkenlerin Paris halkını 18 Mart Paris Komünü eylemine götürdüğünü yazar Lenin.

Komün yönetimi içinde sadece birkaç Enternasyonal üyesi işçi vardır ve azınlıktadırlar. Buna karşın Engels, Komün’ün “Enternasyonal onu yaratmak için parmağını oynatmadığı halde, entelektüel açıdan Enternasyonal’in çocuğu olduğundan kuşku duyulmaması” gerektiğini yazar. Marx ve Engels, devrimci bir işçi partisinin yokluğu, Versailles hükümetine karşı verilen mücadelede yaşanan gecikmeler, Fransa Devlet Bankası’na hemen el konmaması ve benzeri bir dizi eksiklik ve yanlışlığı eleştirdikleri halde “Paris’teki mücadele ile birlikte işçi sınıfının kapitalist sınıfa ve onun devletine karşı mücadelesinin” yeni bir evreye girdiğini ve sonuç ne olursa olsun “dünya tarihi açısından önemli bir hareket noktasının kazanıldığını” düşünmektedirler, bu nedenle de Komün’ü sonuna dek  desteklerler.

Enternasyonal, Marx’a Paris Komünü konusunda örgütün görüşlerini ortaya koyacak ve olayları inceleyecek bir Genel Konsey tebliği yazma görevi vermiştir.  Büyük düşünürün deyişiyle sınıf egemenliği artık kendisini “ulusal bir üniforma altında” gizleyemez ve düşman Alman ve Fransız hükümetleri proletaryaya karşı el ele vererek 28 Mayıs günü son Komün savaşçılarını da kanlı bir katliamla yok ederler. 30 Mayıs günü Marx, Enternasyonal Genel Konseyi’nin kendisine verdiği görevi tamamlar ve Komün’ ün tarihsel anlamını çok zengin bir biçimde sunar. Tebliğ ya da “Fransa’da İç Savaş”, Marx’ın Kapital başta olmak üzere birçok yapıtı gibi aynı zamanda büyük bir edebî yapıttır ve Paris devrimcileri için kalıcı bir anıt özelliğini taşır. Tebliğ şu sözlerle sonlanır;
“İşçi Paris, Komün’ü ile birlikte yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellâtlarını ise, tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır.”

Enternasyonal’e baskı artıyor ama…
Basındaki bu kampanya ve Tebliğ sonunda sadece iki Enternasyonal üyesi, Odger adlı bir sendikacı ve eski İngiliz Çartist Lucraft istifa ederler. Hiçbir sendika Enternasyonal’den ayrılmaz ama baskılar artarak sürer. Komün cellâdı ve Fransız Cumhurbaşkanı Thiers Fransa’da Enternasyonal’i yasa dışı ilân eder ve İngiliz başbakanı Gladstone’na da kendisi gibi davranması çağrısında bulunur. Papa devreye girer. Ona göre, bu “Enternasyonal sekti” tüm Avrupa’yı Paris’e dönüştürmek istemektedir. Bu baylardan korkulmalıdır çünkü onlar Tanrı’nın ve insanlığın ezeli düşmanlarının yanında saf tutmaktadırlar!
Sonuçta, Fransa ve İspanya hükümetleri Komün göçmenlerini Pireneler üzerinden sınır dışı etme, Belçika ve Danimarka kendi ülkelerindeki Enternasyonal örgütlerine baskı uygulama kararı alırlar. Almanya ve Avusturya hükümetleri de Kasım 1872’de ortak bir toplantı yaparak Enternasyonal’ e karşı bir dizi önlem almaya karar verirler. Onlara göre, Enternasyonal burjuva toplumu ile çelişki içindedir ve dışlanmalıdır. Enternasyonal toplanma özgürlüğünü kötüye kullanarak tehlikeli eylemlere başvurmaktadır. Tüm Devletler bu kuruluşa karşı çıkmalı ve ortak yasalar çıkarmalıdırlar.

Başta Fransa olmak üzere birçok Avrupa ülkesindeki Enternasyonal büyük baskılarla karşı karşıya kalır. Üyeleri tutuklanır, düzmece suçlarla yargılanırlar ve cezalandırılırlar; şubeleri kapatılır.

Ne var ki, baskı girişimleri ters teper. Komün sonrası Enternasyonal güçlenir. Belçika ve İspanya’da şube sayısı artar. Portekiz’de yeni şubeler açılır. Danimarka’da sendikalar Enternasyonal’de birleşmeye başlarlar. İngiltere’de İrlanda bölümü açılır ve önemli işçi liderlerinden John Macdonnell Genel Konsey’in İrlanda sekreteri olur. Sadece Avrupa içinden değil ama aralarında Yeni Zelanda, Kalküta, Avustralya, Buenos Aires’in de bulunduğu birçok ülke ve kentten üyelik başvuruları gelmeye başlar. Birçok ülkede Enternasyonal toplantılarının sayısı katlanır.

Avrupa’da bir başka çarpıcı gelişme daha yaşanır. İtalya’nın kurucusu, büyük yurtsever ve halk kahramanı Guiseppe Garibaldi, “Enternasyonal geleceğin güneşidir”sözleriyle Enternasyonal’e üyelik başvurusunda bulunur.

Sol basında da olumlu gelişmeler yaşanır. Cenevre’deL’Égalité, Milano’da Gazettino Rosa; Leipzig’de Sosyal Demokrat İşçi Partisi organı Der Volksstaat, Madrid’de İspanya Federasyonu resmi organı olan La Emancipacion, Danimarkalı işçilerin gazetesi Socialisten, Rouen’daki La Réforme Sociale Enternasyonal’i desteklemeye başlarlar. Enternasyonal ile ilişki kuran bu gazetelerin satışları her gün biraz daha artar.
Enternasyonal’e verilen destek çok anlamlıdır. İşçi sınıfı, eşit, özgür bir yaşamı yaratmak, yeni bir dünya kurmak için devrimin mümkün olduğunu görmüştür. Ne var ki, maziyi “ta kökünden silmek” ve “bir başka âlem kurmak”isteyenler mutlaka örgütlü olmak zorunda olmak zorundadırlar.

Komün’den öğrendiklerini eleştirel bir biçimde uygulayan Rus işçi sınıfı, Bolşevik Partisi ve Lenin önderliğinde, yarım yüzyıldan daha az bir süre sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni kurdu. Komün’ün başlattığı ama bitiremediği tüm kazanımlar ikinci sosyalizm denemesinde yaşama geçirildi. Zincirin zayıf halkasını kıranlar bu kokmuş düzeni paramparça ettiler ve gelecek kuşaklara çok yararlı tecrübeler bıraktılar.
İç ve dış koşullar bu iki büyük sosyalist iktidar deneyinin daha uzun ömürlü olmasına olanak tanımadı. Ama ne gam! Kapitalizmle gelen acımasız, dayanılması olanaksız yaşam koşullarında ezilenler başkaldırmayı, direnmeyi sürdürüyor, en güzel dünyayı arama çabalarına aralıksız devam ediyorlar.

Dünya egemenleri, para babaları hiç sevinmesinler. Ne son söz söylendi ne de son kavga verildi.

Mücadele sürüyor, sürecek de.

Ta ki insanlık kazanana dek.

Serpil Güvenç / SOL

Unutabilmenin ‘vicdani-cinai’ ferahlığı! - TAYFUN ATAY

Haydi gelin şu korkunç gerçeğimizle yüzleşme denemesinde bulunalım: Acaba hayatı boyunca karşısına çıkmış insanlar arasından birini, birilerini öldürmeyi hiç aklından geçirmemiş kimse var mıdır?..
Ne kadar sert bir soru değil mi?!

Bir tacizci, bir hak hırsızı, bir zorba veya sizi herkesin önünde aşağılayan; küçük, aciz, komik düşüren biri, birileri… İlla ki hepimizin hayatından böyleleri geçmiştir ve evet, cezai müeyyideleri dahi göze alarak onları öldürmeyi içimizden geçirmişizdir.

Ama yapmayız. Çünkü insanda vicdan var ve vicdan, bilinçle muteber. (İngilizcede “conscience” vicdan, “consciousness” bilinç demek ve her ikisi de Latince “consire”den köken alıyor ki “yanlışı bilmek” anlamına geliyor o da.)

Bilinci “bilinç” kılan en önemli nörofizyolojik işlev de hafıza, yani hatırlama yetisi…
Peki ya o işlev kaybolursa?.. Bu, bilincin ve dolayısıyla vicdanın devre dışı olması ihtimalini beraberinde getirip sonuçta yapılan bir kötülüğü, haksızlığı, alçaklığı “karşılama” yolunda öldürme arzusunu zincirlerinden boşandırabilir mi?..

Ay Yapım’ın dijital platformda yeni başlayan dizisi Şahsiyet, böyle bir ihtimalin son derece “gerçekçi” bir kurgusu olarak seyrimize düştü.
(Dikkat, bundan sonra “spoiler”!)

Adli kâtiplikten emekli Agâh Beyoğlu (Haluk Bilginer), karısını kaybedip kızı da uzak diyarlara (Avustralya) göçtükten sonra bir yalnızlık dolambacında ve hafızasına gem vuramadığı için de unutmak istese bile unutamadığı kötü/acı hatıraların girdabındadır. Bunu aşma yolunda o hatıraların merkezine yerleştirdiği bir ağır ceza hâkimini birkaç kez öldürmeye teşebbüs etmişse de yapamamıştır. Dedik ya, insanda bilinç, bilinçte vicdan var ve vicdan da cinai dürtüyü bastırmakta.

Fakat Agâh Bey ciddi bir sağlık sorunuyla karşı karşıya kalır: Alzheimer başlangıcı teşhisi konmuştur ona ve insanın “hafızasını yiyen” bu hastalık tedavi edilememekte, sadece geciktirilebilmektedir. Bu noktada o, önce gerçekle hazince yüzleşir; doktorunun, “Alzheimer olduktan sonra 20 yıl yaşamış olanlar var” sözüne şu cevabıyla: “20 yıl yaşamış da ne yaşadığını hatırlıyor mu acaba? Bütün hatıralarım, yaşadıklarım silinip gidecek. Ben n’olucam?! Yani, telefon numaraları bir şey değil de… Benim şahsiyetim n’olacak?.. Yaşıyorsun, ama yoksun! İnsan nasıl dayanır buna?..”

Yine de bu korkunç gerçeği bir parça sindirdikten sonra olaya farklı açıdan bakmaya başlar; bir arkadaşının zorla götürdüğü partide onunla aralarında geçen konuşmanın tetiklemesiyle…
Bir şeyler içme önerisini reddedip içki içenleri işaretle onların birazdan sarhoş olup dağıtacaklarını, sabah ayıldıklarında ise pişman olacaklarını söylediğinde arkadaşından şu karşılığı alır o: “Ya Oğlum, ne pişman olacaklar?! Sabah kalktıklarında hiçbir şey hatırlamayacaklar ki!..”

Agâh Bey’in cevabi sözleri, arkadaşına olduğu kadar kendisinedir de:
“Ne âlâ dünya! Hiçbir şey hatırlamıycam, her haltı yiyim!.. Ömür boyu unutmak… Unuttuğunu bile unutmak… Ben her şeyi unutucam… Hiçbir şey hatırlamıycam ki!.. … … … [İki elindeki kadehleri birbiriyle tokuşturarak] Agâh’a! Heh he he!..”

Böylece Agâh Beyoğlu, Alzheimer’daki “hayrı” keşfederken doktorunun, “Hayatınız boyunca yapmayı çok isteyip de yapamadığınız şeyler vardır mutlaka; onları yapın” tavsiyesine de kulak vererek yıllardır içinde kalmış o en çok istediği şeyi yapma arzusuyla harekete geçer: Öldürülmeyi hak ettiğini düşündüğü ve öldürme arzusu duyduğu bir dizi insanı öldürmek…
Artık bir seri katildir o.

Bu çerçevede vicdan ve hınç ikileminde, Freudyen terminolojiyle “süper ego-id” çatışmasında şekillenen insani varoluşun derinliklerine doğru bizi yolculuğa çağıran dizi, yüzeyinde gayet tempolu, sürükleyici ve heyecan dolu bir polisiye-gerilim olarak seyre açılıyor. Bunu yaparken de karşımıza belli ki Agâh Bey’in peşine düştükçe onunla yolları acı hatıraların dehlizlerinde kesişecek olan, cinayet büro amirliğinde görevli ve orada bir “maşist erkekler oymağı” içinde tek kadın polis olarak nefes alıp vermeye çalışan Nevra’yı (Cansu Dere) çıkarıyor.

Bu doğrultuda bir ataerkillik sorunsallaştırmasına, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ayrımcılığı tartışmasına yol tutulacağı da kesin gibi… Hatta, Nevra’nın baş belası görünümünde karşımıza çıkan (Fırat Topkorur’un başarıyla ve seçkinleşerek canlandırdığı) Firuz karakteri üzerinden dizinin bir “erkeklik” sorgulamasına; “erkeklik kabuğu” altında inim inim inleyen “insanlık” hallerinin çözümlemesine gitmeyi vaat ettiğini düşünmek de mümkün.

Bütün bunların ötesinde Şahsiyet, ilk bölümünde gayet çarpıcı biçimde aksettirildiği kadarıyla yaşadığımız dünyada asıl Alzheimer teşhisi konması gerekenin bireyler değil, (Durkheim’ci perspektiften konuşacak olursak) bireylerin toplamından öte bir varlık alanı teşkil eden toplum, toplumsal yapı olduğu mesajı veren bir yapım…

Evet, Agâh Bey nöro-fizyolojik olarak unutma/hatırlayamama sorunu, Alzheimer ile karşı karşıya. Fakat asıl, yaşadığımız hayatın yarışmacı, rekabetçi, tüketimci akışı ve işleyişi doğrultusunda insan ilişkilerimizde, insan-insana diyalog ve etkileşimlerimizde bir unutma, hatırlamama, “hatırsızlaşma ve hatırasızlaşma” şeklinde, kültürel-psikolojik çerçevede bir Alzheimer’laşma sorunumuz var!..
Hayatın hayhuyu içinde yakınların (ana-babaların, evlâtların) dahi birbirlerini unuttuğu, ihmal ettiği, umursamaz olduğu; insanların birbirini dinlemediği, duymadığı; her şeyin otomatiğe bağlandığı; hayatın “trafik”ten ibaret olduğu…

Ve ömrü Beyoğlu’nda geçmiş, soyadı bile “Beyoğlu” olan birinin, Beyoğlu’nu tarihiyle-kültürüyle hiç mi hiç bilmeden hoyratça orada yaşayan bir kalabalığın içinde kendisini yapayalnız, kimsesiz ve “hatırasızlaşmış” hissettiği bir toplumsal iklimde Alzheimer, Agâh Bey’in beyninde midir, yoksa yaşanılan hayatın kalbinde mi?!

İşte bunları düşünmeye davet Şahsiyet ve bir Hakan Günday şaheseri olarak edebiyatın dizi zeminine taşındığını düşündürürcesine ayrışıyor, seçkinleşiyor.

Göz ardı edilmemesi gereken bir yapıtla karşı karşıyayız.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

2019'a giderken ne yapmalı? - ÖNDER İŞLEYEN

Böylesi bir seçimin boykot edilmesi düşüncesi ilk bakışta makul bir fikir olarak görülebiliyor. Ancak muhalefet güçlerinin seçimin meşruluğunu ortadan kaldıracak böyle radikal bir tavır etrafında birleşmesinin zor, hatta imkânsız gibi görüldüğü bu koşullarda, bazı grupsal ve kişisel bir tepki olarak kaldığı oranda boykot tavrının iktidarın işini kolaylaştırmaktan başka bir sonuç doğurmayacağı da gözden uzak tutulamaz.

AKP-MHP ittifakı, seçim sistemindeki değişiklikleri yangından mal kaçırırcasına Meclis’ten geçirerek, yasalaştırdı. Siyasal İslam’ın, toplumun rızasını alabildiği kesimlerin sınırlarına dayandığı ve 16 Nisan Referandumu’nda görüldüğü gibi giderek de geriye gittiği biliniyor. Bu yüzden 2019’a giderken sonucu önceden belirlenmiş bir seçim gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını yapıyor. İç ve dış politikadaki milliyetçi dalga, her türlü hile hurdaya açık seçim yasalarına ilişkin düzenleme, OHAL ve muhalefete yönelik baskılar bunun için yapılıyor. Yargı ve yürütmeyi, hatta ülkenin bütün kaderini tek başına ele geçirebilmek için sağa sola bir tür rüşvet kabilinden vekillikler bakanlıklar dağıtılıyor. Vatan-millet bağırışlarıyla ülkeyi göz göre göre büyük bir felakete sürükleyen bu politikalar, maalesef ortalık ‘bir ucundan da biz nemalanalım’ zihniyetindeki profesyonel politikacılarla dolu olduğu için geçer akçe olabiliyor.

• • •

Parlamento içindeki ve dışındaki muhalefet güçleri de bu gelişmelerin doğurduğu yeni koşullar karşısında bir yol arayışı içerisinde. Değişik muhalefet kesimleri içerisinde seçimlerin boykot edilmesi doğrultusunda görüşler ileri sürülüyor. 16 Nisan’da kaybettikleri bir seçimde iktidarı gasp etme imkânı sağlayan mühürsüz zarflar konusunu yasallaştırma dahil, çeşitli usulsüzlük olanakları yaratılmaya çalışıldığı böylesi bir seçimin boykot edilmesi düşüncesi ilk bakışta makul bir fikir olarak görülebiliyor. Ancak muhalefet güçlerinin seçimin meşruluğunu ortadan kaldıracak böyle radikal bir tavır etrafında birleşmesinin zor, hatta imkânsız gibi görüldüğü bu koşullarda, bazı grupsal ve kişisel bir tepki olarak kaldığı oranda boykot tavrının iktidarın işini kolaylaştırmaktan başka bir sonuç doğurmayacağı da gözden uzak tutulamaz. Örneğin 2010 referandumu hatırlanırsa o dönemde Kürt hareketinin boykot tutumu -kimi kesimlerce radikal bir tutum olarak görülse de- sonuçta somut olarak ‘yetmez ama evet’le birlikte anayasa değişikliğinin kabulüne destek anlamına gelmişti.

• • •

Bu tür eğilimlerin muhalefet katlarındaki kimi olumsuzluklardan kaynaklanan yaygın bir umutsuzluğun da bir ifadesi olduğu söylenebilir. Örneğin CHP tabanındaki muhalefet potansiyeline karşın merkezden üretilen politikaların sağ ve muhafazakâr politikalara yedeklenmesi yaygın bir çaresizliğe yol açan nedenlerden biri olarak görülüyor.

Dokunulmazlıkların kaldırılması, 7 Haziran sonrası AKP ile nafile uzlaşma yolları arayarak iktidarın kendisini toparlayarak atağa geçmesine yardımcı olması, ‘Ekmeleddin’ vakası, hileli seçimlere ilişkin pasif tutumuyla tarihi bir fırsatın kaçırılması gibi kritik dönemeçlerde hep iktidar politikalarına boyun eğmesi, sonucunda toplumda AKP/Erdoğan iktidarının yürüttüğü politikalara karşı oluşan çok geniş –ilerici muhalefet dinamiklerini kapsama imkânını geçersiz kılıyor. Ortada bu durumun/tutumun değişebileceğine dair bir emare de görünmemektedir. Keza HDP de 7 Haziran’da yaratılan ‘Türkiyelileşme’ algısının yanı sıra, o dönemdeki seçim aritmetiğinden de destek alarak ortaya çıkan konumunu özellikle hendek savaşları ve Suriye merkezli politikalar sonrasında karşılaştığı baskılarla birlikte kaybederek Kürt ulusal hareketinin doğal sınırlarına çekilmiştir.

Bu nedenlerle bazen iyi niyetli bir temenni olarak ileri sürülüyor olsa bile parlamentoda temsil olanaklarına sahip bu iki parti arasındaki bir ittifak fikrinin mümkün ve doğru olmadığı gibi, CHP ile diğer sağ partiler arasındaki ittifak imkânlarının toplumun içinde bulunulan olumsuz koşullardan kurtulma adına nasıl bir fırsat sunabileceği sorusunun yanıtı da ortada olmalıdır. Parlamento eksenli siyasetlerin bu krizi ile birlikte parlamento dışındaki sol ve toplumsal muhalefet hareketlerinin de süreci daha ileriye taşıyarak krizi aşabilecek bir etkinliğin gelişmediği koşullarda toplumdaki bu umutsuzluk dalgası büyümeye devam edecektir.

Oysa bütün bu olumsuz koşullara rağmen, muhafazakâr politikalara yedeklenen CHP ve Kürt hareketinin kapsamı dışında kalan çok geniş bir ilerici devrimci toplumsal muhalefet dinamiği var. Bu durum bütün kısıtlamalara ve zorluklara karşın parlamenter siyasetin kapitalist düzen sınırlarındaki iç karartıcı karamsarlığına karşı özgür ve eşit bir geleceğe olan umudu büyütme olanaklarının da var olduğunu gösterir.

• • •

Gezi isyanının ardından, halkın yaygın ve dağınık devrimci direniş potansiyelinin birleştirilmesi noktasındaki tartışmalar içinde ortaya çıkan Haziran fikri, örgütlerle sınırlı olmayan, esas olarak taban inisiyatiflerine dayanan Meclisler örgütlenmesi üzerinden şekillenmişti. Bugün de birleşik mücadelenin en önemli formlarından birisi bu olmakla birlikte birleşik mücadelenin tek biçimi olarak görülmemeli. Bugün, 2019’a giden süreçte, solun ve muhalefet güçlerinin dağınıklığı ne kadar gerçekse, birleşik bir mücadele fikri ve arayışı geniş kesimler tarafından da kabul edilen bir ihtiyaç haline gelmiş durumdadır.

Bu konuda en çok ihtiyacımız olan şeyin devrimci bir sorumluluk anlayışı olduğunu bir kez daha hatırlamak gerekir. Özellikle birbirine yakın sol guruplar arasında kimi ortak bir geçmişin içinden bir şekilde sürüp gelme imkânı bulan, bazen nereden çıkıp nasıl buralara geldiğini kimsenin hatırlayamadığı, bazen kimin haklı, kimin haksız olduğunu kimsenin anlayamadığı, bazen bu gibi ayrışmaları yaratanlar ortalıktan çekilip gitmiş olsa bile nasılsa sürüp gitme olanağı bulan karşı duruşlar var. Bütün bir ülkenin geleceğinin söz konusu olduğu bugün, bu türlü sorunlar devrimci bir sorumluluk anlayışıyla birleşik mücadelenin önünde engel olmaktan çıkarılmalı. Bunu yapamıyorsak, üzerimizdeki bu ablukayı dağıtmak da hiç mümkün olmayacaktır.

• • •

Önümüzdeki süreçte bütün olumsuzluklara karşın tıpkı hayır sürecinde olduğu gibi geniş olanaklar sunan konulardan biri seçim güvenliği konusu olarak görünüyor. Seçim yasasındaki değişikliğin ardından yaratılan yenilmişlik havasına teslim olarak yapılan bireysel boykot çağrılarından önce yapılabileceklere odaklanmak gerekir. Bugün, demokratik ve adil bir seçimden yana olan herkesle dirsek teması içinde olabilecek bir seçim güvenliği hareketi için birleşik bir inisiyatifin geliştirilmesine ihtiyaç var. Bu tür bir çalışma salt sandık güvenliği ile sınırlı olmayan, OHAL ile birlikte ifade ve propaganda özgürlüğü önündeki engellere karşı çıkan bir politika bütünlüğü içinde yürütülerek toplumdaki umutsuzluğu kıracak bir mücadele halkası oluşturulabilir. Bu aynı zamanda olası bir seçim yolsuzluğuna karşı ortak bir direniş kararlılığını da geliştirecek bir çalışma olacaktır.


• • •

2019’a giderken muhalefet hareketinin direniş siyasetinin bir parçası da CHP ve HDP dışındaki en geniş ilerici devrimci kesimlerin başkanlık seçimleri düzleminde temsilini sağlayacak bir adaylık yolunun yaratılması çalışması olabilir. Bu konuda, AKP-MHP ittifakı karşısında Hayır’ın bloklaştırılması kimi zaman bir çözüm olarak öne sürülüyor. Buradan hareketle de ittifaklar ve adayların tekleştirilmesi önerileri gündeme getiriliyor. Böylesi bir bloklaşma siyasetinin ne kadar mümkün olduğundan bağımsız olarak öncelikle doğru olmadığını ifade etmek gerekir. Bugün siyasal İslamcı rejim karşısında izlenecek siyaset, basitçe tek adamın değiştirilmesine indirgenerek ve bunun karşısında eskiye dönüşü vaat ederek yürütülemez. Bugün emperyalizmin ülkemiz üzerindeki operasyonlarına bel bağlamayan ve sağ siyaset eksenlerine sıkışmayan yeni bir siyasetle ancak toplumun değişim talebine yanıt verilebilir. Öte taraftan AKP-MHP ittifakının cepheleştirme siyaseti karşısında doğru olan, HAYIR kampanyasında izlediği üzere tekleşmeden-cepheleşmeden çok sesli mücadele sürecinin örgütlenmesidir.

Bu anlamda, bugün doğru siyaset, CHP ve HDP’nin kendi adaylarıyla seçime girdiği ama onların kapsayamadığı geniş kitleleri harekete geçirecek, aktif bir direniş unsuru haline getirecek bir politikanın parçası olarak muhalefet dinamiklerinin Gezi’nin Hayır’ın ilerici dalgasını temsil edecek, bir ‘tek adam rejimi’ne karşı kolektif bir adaylık anlayışının ortaya çıkarılmasıdır. Bu siyaset sandık-sokak ikilemine sıkıştırılmadan, toplumdaki direnme eğilimlerinin örgütlü bir güce dönüştürülmesini temel alan bir direniş siyasetinin parçaları olarak görülerek hareket edilmelidir. Birleşik mücadelenin somut halklarından birisi de böyle bir ortak adaylığın toplumsal bir seferberlikle birlikte yaratılması olmalı.

• • •

OHAL ve seçim güvenliğine yönelik hareketle başlayarak ilerleyecek bu birleşik mücadele halkaları, toplumdaki geri çekilmeyi sona erdirerek yeniden başarma duygusunu kazandırması ve sonunda içinde sıkışılan alternatifsizliğin aşılmasının adımları olacaktır. Türkiye toplumu, milliyetçi dalgayla bütünleşerek ilerleyen siyasal İslamcı iktidarın karşısında daha iyinin mümkün olabileceğini gösteren bir seçeneğin de olmadığı koşullarda mevcut duruma razı olmak dışında bir yol bulamıyor. Gezi’nin ve Hayır’ın dinamikleri bu ortamda kendisini güçsüz ve çaresiz hissetmeye devam ediyor. Oysa, dünyada da yeni direniş hareketlerinin birleşik bir güçle alternatif olarak öne çıkabildiği yerlerde başardığının örneklerine her geçen gün bir yenisini ekleniyor. Bu ortamda bizim sorumluluğumuz, siyasal İslam’ın yıkımını tek adamın değişmesine indirgeyen bir yaklaşımın ötesine geçerek onun temsil ettiği ve toplumun tüm katmanlarını boğan düzene karşı devrimci demokratik bir değişim iddiasını öne koyan bir uzun süreli direniş mücadelesini örgütlemektir.

Seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bu iktidar bir gün nasıl olsa gidecek, ancak böyle bir mücadeleyle ülkenin geleceğini bu günkü hakim gerici, neoliberal kapitalist soygun düzeninden kurtuluşun yolunu açabilecektir.


Önder İşleyen / BİRGÜN